Tedbirli Davranan Padişah


Tedbirli Davranan Padişah

Tedbirli Davranan Padişah

Hikaye Oku:

Umman Denizinden gemi ile bir adam çıkageldi. Bu adam denizlerde gezmiş, sahralarda dolaşmış; Arabı, Türkü, İranlıyı, Rum halkını görmüş; her  milletin bilgilerini temiz ruhunda toplamıştı. Sözün kısası dünyayı karış karış gezerek bilgiler kazanmış, seferler yapmış, görüşmeyi ve konuşmayı öğrenmişti. Vücudu iri yapılı; fakat çok fakirdi. Elbisesinde iki yüz yama vardı. O elbise içinde ateş gibi yanmıştı.

Bu adam sahilde bir şehre çıktı. O taraflarda büyük bir padişah vardı. Bu padişah, adını iyilikle çıkarmak ister; fakirlere merhametli davranır, onları hoş tutardı.

Padişah o seyyahı duyunca, sarayına davet etti. Uşaklarına emretti; seyyahı hamama götürdüler, yıkadılar, temizlediler. Sonra padişahın huzuruna çıkardılar.

Seyyah huzura çıkınca dalkavukluk yaparak padişahı övdü, el bağladı. Padişahım, fermanın her tarafa yürüsün, diye duada bulundu.

Padişah sordu:

– Nereden geliyorsunuz? Şehrimize niçin geldiniz; burada güzel, çirkin neler gördünüz?

Seyyah padişahın sorularını şöyle cevapladı:

– Ey yeryüzünün padişahı, Cenâb-ı Hak sana yardımcı olsun! Padişahım, memleketinde birçok yerleri gezdim. Halkı zulüm görmüş, gönlü incinmiş bir yer görmedim. Bir Padişah için, kimsenin incinmesine razı olmamak ziynet derecesinde bir özelliktir.

Özellikle padişahımın memleketinde kimseyi sarhoş görmedim. Sarhoşluk şöyle dursun, meyhaneleri yıkılmış gördüm. Seyyah güzel sözler söyledi. O kadar hoş şeyler anlattı ki, padişah zevkinden onu alkışlamaya başladı.

Seyyahın güzel sözleri şahın hoşuna gitti. Onu yanına çağırdı; ona ihsan, ikram etti. Memleketini beğenip geldiği için ona altınlar, değerli eşyalar verdi. Sonra, ona aslını, vatanını sordu.

Seyyah başından geçenleri anlattı ve bu şekilde diğer saray erkânından daha çok, padişahın teveccühüne mazhar oldu.

Padişah onu sadrazam yapmak istiyordu. “Ülkeye de böyle bir vezir gerekiyor” diye çok düşündü. Fakat “Acele etmeyeyim. Belki yanlış bir iş yapmış olurum. Daha sonra, halk hatalı kararımdan dolayı bana gülmesin. Önce onu bir müddet deneyeyim, ondan sonra yeteneğine göre rütbesini arttırayım” dedi.

Padişahın bu düşüncesi doğru idi. Çünkü tecrübe etmeden iş yapan insanların, birçok sıkıntılarla karşılaşması kaçınılmazdır. Mesela; bir davayı tüm detaylarıyla düşündükten sonra hüküm veren bir hâkim, maiyetindeki âlimlere karşı mahcup olmaz. Yayı elde tutarken, oku atmamışken, “Atmak lâzım mı, değil mi? Hedef neresidir, neresi olmalıdır?”

diye düşünmek gerekir. Oku attıktan sonra düşünmenin faydası yoktur. İnsan, Yusuf gibi senelerce iffetli yaşamalıdır ki, Mısır’a  aziz olsun. Belirli bir süre geçmedikçe bir kimsenin ne olduğunu anlamak imkansızdır.

Bu nedenle padişah seyyahın ahlakını ve davranışlarını sınamaya koyuldu. Neticede onu akıllı, iyi ahlâklı, edip ve insanların değerini ölçmekte yetenekli gördü. Yaptığı gözlemler sonucu, seyyahın, saraydaki ileri gelen kişilere nazaran daha üstün olduğunu anlayan Padişah, seyyaha vezirlikten de yüksek bir derece verdi.

Seyyah, memleketi öyle akıl, hikmet ve marifet ile yönetiyordu ki, emrindeki kimsenin kalbini incitmiyordu. Yaptığı bu dürüst hareketleriyle kusur ve kötülük arayanların dillerini bağladı. Eski vezir, yenisinin bu icraatları neticesinde padişahın huzur ve rahat içinde yaşadığını, onun iyiliği sayesinde devletin yükseldiğini görünce üzülmeye başladı. Fakat yeni vezirin eleştirilecek bir davranışını da bulamıyordu.

Çünkü dürüst adam, bakır leğene; fenalık arayan insan, karıncaya benzer. Karınca ne kadar uğraşırsa uğraşsın bakır leğende delik açamaz.

Padişahın güneş yüzlü iki kölesi vardı. Bunlar sürekli onun hizmetinde bulunuyordu. Bunlar huriler kadar güzeldiler. Birisi güneşe, ötekisi de aya benziyor idi. Bu iki köle güzellikte tamamen birbirinin dengi idi. Sanki birisi hakiki insan, ötekisi onun yanında aksi idi.

Bu köleler ilim, marifet sahibi yeni vezirin tatlı sözlerini işittikçe, onun sözleri bu Fidan boylu köleler üzerinde etki ediyordu. Güzel ahlakını gördükçe eriyip onu içten sevmeye başladılar.

Gitgide yeni vezir de onları sevmeye başladı. Fakat dar görüşlü insanların anladığı gibi kötülükle sevmiyordu. Belki onların cemallerine âşık olmuştu.

Arkadaş, kulağına küpe olsun. Eğer kadrinin, şerefinin yüce kalmasını istersen, pak yüzlere gönül bağlama! İçlerinde kin ve fitne olmasa bile, aranızdaki muhabbete zarar gelir.

Derken eski vezir, yeni vezirin o iki köleye gönül verdiğini hissetti. Hiç vakit geçirmeden hemen padişaha durumu arz etti:

– Padişahım, bilmem ki, bu yeni vezir kimin nesidir, adı nedir? Şu memlekette rahat ve mutlu bir şekilde yaşamak istemiyor. Evet, dili tatlıdır. Çok gezenler böyle olurlar. Çünkü bu gibiler bir devlet geleneği nedir bilmezler. Yedikleri ekmeğe de nankörlük ederler. işittim ki, şehvetperest imiş. Efendimizin kölelerine göz koymuş, efendimize hıyanet ediyormuş. Böyle hayâsız, aşağılık biri padişahımın vezirliğine yakışmaz. Bunun vezirlik makamında bulunması, saltanatınıza leke getirir. Bu kötülüğü işitince hemen bildirmek istedim. Eğer gördüklerimi ve duyduklarımı arz etmeseydim, efendimin nimetine, onun gibi nankörlük etmiş olurdum. Üstelik de ben bu arzımı şüphe ve zan üzerine yapmadım. Kölelerimden biri, yeni vezirin bu kölelerden birisini kucaklarken gözleriyle gördüğünü bana söyledi. işte, işin gerçeği bu. Bundan sonrası padişahımın iradesine kalmıştır. iyilik bulmayası eski vezir, işi bu kadar çirkin şekilde anlattı. Böyle anlatması da doğaldır. Çünkü kötülük düşünen insanlar küçük bir fırsat bulduklarında büyüklerin kalplerini ateşe verirler. Ateş bir kıvılcımla başlar; fakat büyük odunları yakar.

Eski vezirin konuşması padişahta öyle bir kızgınlık oluşturdu ki, ateş üzerinde kaynayan tencereye döndü. Söz konusu yeni vezirin kanını hemen dökmek istedi. Fakat aklı, vicdanı karşısına çıkarak ona “Dur!” dedi. Ve şu sözleri söyledi: “Bir insanın kendi yetiştirdiği birisini öldürmesi mertlik sayılmaz, adalet ve lütuftan sonra zulüm olacak iş değildir. Kendi yetiştirdiğin kimseyi incitme! Senin aman okunu tutan kimseyi sen ok ile vurma! Birisinin kanını zulüm ile içecek isen, onu boş yere nimet ile besleme! Öte yandan onun yeteneklerine şahit olmadıkça, sarayda ona bir görev de vermemiştin!

Şimdi de suçu tahakkuk etmedikçe düşman ağzına bakarak onu cezalandırma!”

Padişah, öfkesini yenerek, eski vezirden duymuş olduğu sırrı kimseye açmadı. Bakınız bilge kişiler ne güzel söylemiş:

“Ey akıllı kimse! Gönül, sırların zindanıdır; söyleyince onu kaçırmış olursun, bir daha zinciri çekemezsin!”

Padişah, o günden sonra yeni vezirin davranışım takibe başladı. Bir gün yeni vezir kölelerden birine bakınca, kölenin dudak altından güldüğünü gördü. Vezirin bakışı, kölenin gülüşü, aralarındaki muhabbeti gösteriyordu. Çünkü iki kimsenin kalp ile aklı birleşince dudakları kımıldamadan birbiriyle konuşurlar. Sonra göz bakmaya doymaz. Çok susamış birinin Dicle Nehri’ni içse bile susuzluğunun gitmeyeceğini sanması gibi.

Yeni vezir ile köle arasındaki sevgiyi gören padişahın düşünceleri pekişti. Bu duruma çok sinirlendi, öfkesi arttı. Böyle olmakla beraber, gazabına yenilmedi, akıllıca davrandı. Ona yavaşça şu sözleri söyledi:

– Ben seni akıllı sanıyordum. Ülkemin tüm imkânlarını senin emrine verdim, sahip olduğum sırların hepsini sana açtım. Bilmedik ki, sen sersemin, ahlaksızın biriymişsin! Sen verdiğim makama layık değilmişsin. Fakat bu işte kabahat sende değil, bendedir. Doğaldır ki, soysuz insan beslersem, sarayıma hıyanet edeceği muhakkaktır.

Padişahın öfke dolu bu sözleri üzerine, o bilge yeni vezir, başını kaldırıp şöyle dedi:

– Ey ulu sultanım! Benim eteğim hatalardan temiz olunca, kötülük düşünen insanların isnat edecekleri fenalıktan korkmam! Size karşı hıyanet fikri, asla gönlümden geçmemiştir. Bu iftirayı bana kim isnat etmiştir, bilemem?

Padişah vezire cevaben şöyle dedi:

– Sana söylediğim şeyleri düşmanların yüzüne karşı söylemeye hazırdır. İşi açıklayayım: Bunu bana eski vezirim söyledi. İşte, hakkında söylenen budur. Eğer bir diyeceğin varsa söyle! Yeni vezir, dudaklarını parmağına götürüp bir süre düşündü, ardından güldü ve sultana cevap mahiyetinde şunları söyledi:

– Eski vezirin benim hakkımda söylediklerine şaşmamak gerekir. Beni kendi yerinde gören bir hasetçi benim kötülüğümden başka ne söyler? Efendim beni ona tercih edince, doğaldır ki o benim düşmanım olmuştur. O beni kıyamete kadar sevemez. Nasıl sevebilir ki, ben aziz oldukça, o zelil yaşayacaktır. Padişahım, eğer ben denizi dinlerseniz örnek olsun diye bir hikâye arz edeyim: Bilmem hangi kitapta okudum. Birisi şeytanı rüyasında görmüş. Bakmış ki, servi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ışık saçıyor. Yanına gidip demiş; “Bu ne hâl, melek bile bu kadar güzel olamaz. Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanır. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hatta sarayın nakkaşı divanda seni asık ve iğrenç bir surette nakşetmiştir.”

Bu sözleri işitince bedbaht şeytan inlemiş, feryat ermiş, şöyle demiş: “Hem Ademoğlu, benim için yapılan resimler, benim gerçek resmim değildir. Ben hakikatte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki, kalem düşman elindedir. İnsanların beni çirkin resmetmelerine gelince, ben onların büyük ataları olan Ademi cennetten attırdım! Onların bana kızgınlıkları var. Onun için beni böyle resmederler.”

İşte padişahım, ben temizim, masumum. Ne ki, beni kıskanan eski veziriniz durumu öyle çarpıtmıştır ki, siz de haklısınız. Halkın nazarında değerim arttıkça, kendi itibarı azalan bu hain adamın bana kurduğu tuzaklardan kaçmam lazım.

Padişahım, ben şu dakikada sizin gazabınızdan korkmuyorum ve suçsuz olduğum için cesaretle söz söylüyorum. Çarşı ağası çarşıyı dolaşırken okkası, dirhemi eksik olan korkar. Kalemimden çıkan söz doğru olunca, kusur bulmak için dünya toplansa, umurumda olmaz!

Padişah yeni vezirin bu cesaretli sözlerine şaştı ve onu bir el işaretiyle susturarak:

Ne suçlular var ki, riya ve hilekârlık ile yaptığı suçtan kendisini kurtarmaya çalışır. Sana isnat edilen ihanet suçunu sadece düşmanından işitmekle kalmadım, ben de gözümle gördüm. Sarayımda bu kadar insan varken, hiçbirine bakmıyor, yalnız kölelerime bakıyorsun! Dedi.

Vezir durumu anlayınca güldü ve şöyle dedi:

– Söylediğiniz söz doğrudur ve doğruyu gizlememek gerekir. Ben o kölelere ara sıra bakıyorum, bunu inkâr edemem. Bu işte ince bir nokta var. izninizle o noktayı arz edeyim: Padişahımızca da malumdur ki, zavallı bir fakir bir zengini görünce, bakar, içini çeker. İşte ben o fakire benzerim, köle de o zengine benzer. Padişahım, vaktiyle ben de genç idim. Ne çare ki, gençliğin kıymetini bilmedim. Gençliğimi boş yere geçirdim. Gençliğime olan hasretimden dolayı durmadan ona bakıyorum, bakmadan kendimi alamıyorum. Ben bugün gençliğimi kaybetmişim. O ise gençliğe ve güzelliğe tamamen sahip bulunuyor. Ben bakmayayım da kim baksın? Vaktiyle benim de gül gibi çehrem vardı. Güzellikte vücudum billur gibi idi. Benim de onunki gibi gece renkli kıvırcık saçlarım vardı. Giyindiğim kaftan vücudumun nazikliğinden utanır, buruşurdu.

Şimdi ise yaşlandım, saçlarım ağardı, pamuk oldu. Vücudum kurudu, Artık bu vücuda bir kefen dokumak gerekir. Vaktiyle ağzımda iki sıra inci vardı. Bu dişler gümüş tuğladan yapılmış bir duvar gibi duruyordu. Bu dişlerden hiç birisi kalmadı, birer birer döküldü. Şimdi eski bir kale duvarına benziyor.

Şu halde bu güzel gençlere nasıl bakmayayım?

Onlara bakıp telef olan ömrümü anıyorum. Yazıklar olsun, o değerli günler geçti, gitti, bu ömür de bir gün ansızın sona erecektir.

O âlim ve bilge olan yeni vezirin güzel sözlerini padişah çok beğendi. Huzurda bulunan sarayın ileri gelenlerini tek tek süzerek onlara hitaben şöyle

dedi: –Bundan daha güzel söz söylemek imkânsızdır. Bundan daha tatlı lafız, bundan daha değerli mana

aramayın! Kölelerime böyle özür beyan edecek

kimseler baksınlar. Başkaları için bakmak doğru değildir!

Padişah daha sonra döndü, yeni. vezire şöyle dedi:

-Eğer akıllıca hareket etmeseydim; düşmanın sözleriyle seni incitecektim. Acele ederek kılıca el atan adam, sonra pişman olarak; elinin arkasını diş

leriyle ısırıp durur. Kindar kimselerden söz dinlemeyin; çünkü onun sözüyle iş yaparsan, pişman olursun!

Sonuçta padişah yeni vezirin şerehni, malını arttırarak onu taltif etti. Böylelikle padişahın adı

iyilik ile ülkesinde yayıldı, adaletle, keremle yıllarca saltanat sürdü. Nihayet o da öldü. Fakat dillerde

iyi adı kaldı.

Böylesi dindar padişahlar, dinden aldıkları güçle devlet topunu çekmiş olurlar? Bugün böyle padişah yoktur. Ancak Sa’d oğlu Ebû Bekir vardır; ondan başka yoktur.

Padişahım, sen bir cennetlik ağaçsın! Gölgen bir yıllık yola kadar yayılmıştır. Talihim uğurlu olun da başıma Hüma kuşunun gölgesi düşsün diye arzu ederim. Bu arzuma vâkıf olan akıl karşıma çıktı, bana şöyle dedi: “İnsana devleti, Hüma kuşa vermez. İkbal, devlet istiyorsan bu padişahın gölgesine gel!”

Allah’ım, sen bize acımışsın da halkın üzerine bu gölgeyi sen yaymışsın.

Bu devlete köle gibi duacıyım. Yarabbi, bu gölgeyi ebedi kıl!

Bostan – Bilgelik Hikayeleri

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir