Hikayelerle “Yeryüzü Ayetleri” 5. Bölüm


Hikayelerle “Yeryüzü Ayetleri” 5. Bölüm

“Beyaz Işığın Yedi Rengi”

“Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim?”

Bakara Sûresi, 138. ayet

“Yeryüzünde rengârenk yarattığı şeyleri de O, sizin hizmetinize verdi.

Öğüt alan bir topluluk için bunda bir ibret vardır.”
Nahl Sûresi, 13. ayet

Daha önce fark ettiniz mi bilmem ama dünyamız renklidir arkadaşlar!

Rengârenktir yerler ve gökler… hikaye

Siz pek bilmezsiniz ama benim yaşımdakiler ve tabii daha eskiler siyah beyaz bir dünyanın nasıl bir şey olduğunu gayet iyi bilirler.

Yok hayır! Elbette bizim zamanımızda dünya siyah beyaz değildi. Ama televizyonlar siyah beyazdı. Ve her şeyi siyah beyaz gösteren o aletlerin bizlere bir tanecik faydası olduysa, kesinlikle renkli bir dünya ile siyah beyaz bir dünyayı karşılaştırma imkânı vermesiydi.

Zamanında neredeyse bir araba fiyatına insanlara satılan o siyah beyaz televizyonların taksitlerini yıllarca ödeyen büyükbabalarınız atmaya kıyamayıp bir kenara koymuşlardır, gidin bakın. hikaye

Ama daha kolayı renkli televizyonlarınızın renk ayarlarını en düşük seviyeye getirip bir miktar öyle seyredin.

Bir belgesel mesela… Her şeyin siyahlı, beyazlı olduğu bir Serengeti’de muhteşem bir gün batımı nasıl olurdu sizce?

Siyah beyaz ve gri?

Ya zürafalar, onlar da öyle…

Füme füme filler, antiloplar, kara kara timsahlar ve göz alabildiğine uzanan gıpgri otlaklar.. hikaye

Her şeyin siyah beyaz olduğu bir dünyada zebra olmanın bile anlamı yok!?

Eğer mercan resiflerinde yaşayan palyaço balıkları ile ilgili bir belgesel seyrediyorsanız, seyretmeyin daha iyi… En kalın kafalı insanların bile aklını başından alan o renk cümbüşünü
göremedikten sonra bir anlamı yok.

Gökkuşağının bütün renklerini üzerlerinde taşıyan Macaw papağanları hakkında bir belgesel mi başlayacakmış az sonra, olağanüstü renkli ve kocaman gagaları ile toka tukan kuşları mı?

Ben almayayım siz buyrun. Beklerim beklerim, renklisini rüyamda görürüm daha iyi… hikaye

Amazon ormanlarına mı dalacakmış kâşifler? Baştan söyleyeyim; yeşilin milyon tane farklı tonunun, bırakın siyah beyaz televizyonlarda, renklilerde bile ayırt etmek zordur…

“Ya ne belgeseli maç var maç!” mı dediniz?

Size zaten “her yer siyah beyaz” mı! hikaye

E ötekilere ne olacak? Hepsi mi aynı takımda bu çocukların!?

SİR İSAAC NEWTON

1664 yılının Aralık ayında, Londra sokakları, büyük veba salgınının kaldırımlara yığdığı insan cesetleriyle doluydu.

Önü bir türlü alınamayan salgın Cambridge’e  ulaştığında, üniversitenin bir süreliğine kapatılması ve öğrencilerin evlerine gönderilmesi kararı alındı.

Eğitimine ara vermek zorunda kalan bu öğrencilerden birinin adı, Isaac Newton’du. Alelacele
bavullarını toplayıp, Woolsthorpe’daki çiftlik evine dönmek üzere, yola koyuldu.

Doğrusu Newton gibi kafalı bir genç için, üniversiteden ayrılıp “köye” geri dönmek “tam bir kâbus” falan değil, çoktandır aklını kurcalayan birtakım bilimsel konuları derin derin düşünmek ve imkânlar ölçüsünde deneyler yapmak için bulunmaz fırsattı. hikaye

Newton bu fırsatı o kadar iyi değerlendirdi ki, bilim tarihine adını kıyamete kadar silinmeyecek şekilde yazdırmayı başardı. hikaye

Albert Einstein, onun oturduğu daha doğrusu kendisinden sonra oturtulduğu sandalyeyi altından tutup sallamayaydı, hâlâ bilim tarihinin ne kendisi ne fikirleri tartışılmaz en büyük dehası olarak anılacaktı.

Newton, elbette büyük bir dehaydı ve bunu hak etmek için zamanında çok nöron yakmıştı. Ama artık iki yüz yıl öncesi kadar tartışılmaz değil…

Aslına bakarsanız insanların Allah’ın yarattığı bu kâinatı anlama çabalarından başka bir şey olmayan bilim de tam olarak böyle olmalıydı; kimse bu âlemde tek başına ve tartışılmaz kral ilan edilmemeliydi.  hikaye

“Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum.” diyen Sir Isaac Newton da kesinlikle böyle düşünüyor olmalıydı.

Evet ne diyordum ben? Newton, Woolsthorpe günlerini sadece elma ağaçlarının altında oturup, başına konacak elmayı beklemekle geçirmemişti elbette. Arada bir çarşı pazar dolaşır, birtakım tuhaf şeyleri satın alırdı.

Günlerden bir gün, iyice parlatılmış ve cilalanmış cillop gibi bir cam prizma aldı kendine.

Ya ne olacaktı? Koskoca Isaac Newton, bit pazarından ucuza hafif müstamel (az kullanılmış) üçlü zigon sehpa kapatacak değildi ya!

Şimdi Newton’u Woolsthorpe’daki çiftlikte bırakıp üç beş yüzyıl hatta altı yüz yıl gerilere gidelim. hikaye

BEYAZ IŞIĞIN YEDİ RENGİ

İnsanlar ışığı merak ettikleri kadar renkleri de merak ediyorlar ve en eski çağlardan beri renklerin nasıl ortaya çıktığına dair çeşitli fikirler ileri sürüyorlardı. Tabi insanların kafası diğerlerine göre daha çok çalışanlarından bahsediyorum.

Renkler konusunda en elle tutulur fikirler pek çok konuda olduğu gibi Büyük İslam medeniyetinin kıtaları saran hâkimiyeti içinde yetişen bilim adamları tarafından ortaya atıldı. Elbette bunların başında İbnü’l-Heysem gelmekteydi.

1000’li yıllarda yaşayan Optik biliminin kurucusu İbnü’l-Heysem, renklerin her zaman ışıkla birlikte göründüğünü ışığın olmadığı yerde renklerden bahsedilemeyeceğini söyledi. Renklerin renkli cisimlerden yayılıyor olabileceğine değindi. hikaye

Onun vefatından 300 sene sonra dünyaya gelen büyük bilgin Kemalüddin Farisî, renkler ama özellikle de gökkuşağı renklerinin meydana gelmesi konusundaki fikirleri ile kendisinden sonra gelen asırlarda oldukça etkili oldu. hikaye

Farisî, İbnü’l-Heysem’in açıklamalarını birkaç adım daha ileriye götürerek, renklerin kendileri birer ışık kaynağı olmayan nesnelerin üzerine vuran ışık sayesinde ortaya çıktığını söyledi.

Ona göre renklerin kendi başlarına bir gerçekliği yoktu. Renk dediğimiz şey, gökkuşağında olduğu gibi göz ile ışık arasında olup biten bir hadiseydi…

Nihayet Ortaçağ’ın karanlıklarından kurtulmayı başaran Avrupa’nın dahi çocuğu Leonardo da Vinci, İslam biliminin dahilerinin ışığı altında ışık ve renk konusuna kafa yoran büyük adamlardan bir tanesiydi. 

Su dolu bir bardağa vuran güneş ışıklarının renkli yansımalara sebep olduğunu keşfetti ve bunun gözle alakalı bir şey olmadığını, doğrudan ışığın yapısı ile ilgili olduğunu söyledi… hikaye

Bu ilk ışığı renklerine ayırma deneyi sayılabilirdi aslında. Tabii Kemalüddin Farisî’nin, yaklaşık iki yüz yıl önce gökkuşağının oluşumunu açıklamak amacı ile su dolu cam kürelerle yaptığı deneyleri saymazsak…

Ancak Leonardo’nun gökkuşağının yapısı ve gökyüzünün mavi rengi konusundaki açıklamaları gerçekten de ilgi çekicidir. Çünkü zamanın şartlarına göre gerçeğe çok yakın bir açıklama yaptı, gökyüzünün mavi renginin kendi rengi olmadığını, buna havadaki buhar damlacıklarının bir şekilde sebep olduğunu söyledi…

PRİZMADAN GEÇTİ IŞIK

Bu konuyu biraz daha uzatırsam söz Isaac Newton’a gelmeden kitap bitecek. O yüzden bilim tarihinin sayfaları arasından seke seke geçiyor ve Isaac Newton’un pazardan alıp eve getirdiği o cillop gibi cam prizma ile neler yaptığını anlatmaya başlıyorum…

Newton, renklerin nereden geldiğini ve nasıl oluştuğunu o kadar merak ediyordu ki bunun için saatlerce güneşe hem de çıplak gözle bakıyor ve anlamaya çalışıyordu. Bu sırada neredeyse kör olacağını söylerler. Gözleri güneş ışığına dik dik bakmaktan o kadar yıpranmış ki, yeniden sağlığına kavuşabilmesi için günlerce karanlık bir odadan dışarıya çıkmamış…

Ne büyük bir bilim aşkı!

Gözleri tekrar eski sağlığına kavuşan Newton’un aklı da başına gelmişti. Çizimde gördüğünüz gibi Güneşe dik dik bakmaktan vazgeçip odasının penjurlu penceresine açtığı yuvarlak bir delikten gelen ışığın önüne prizmayı koydu.

Prizmadan geçen ışık, birkaç metre ötedeki duvarın üzerinde yedi ayrı renge ayrılmış ve duvar gökkuşağının renkleri ile bir anda boyanmıştı.

Eğer beyaz ışık sadece beyaz ışıksa bütün bu renkler nereden gelmişti?

Isaac Newton için bunu çözmek o kadar da zor olmadı. Beyaz ışık saf değildi. Gökkuşağındaki bütün renklerden oluşuyordu! hikaye

GÖKKUŞAĞI NASIL OLUŞUR PEKİ?

Pek çok insan gökkuşağının, güneş ışınlarını yağmur damlacıklarına çarpıp yansımasından meydana geldiğini zanneder. Ama bu pek doğru bir açıklama değildir. Aranızda “Tüh ben de öyle zannediyordum!” diye iç geçirenler varsa, üzülmesinler çünkü Aristo da öyle zannediyordu. Tabii, bu binlerce yıl önceydi…

Gök olaylarının en ilginçlerinden biri, ama kesinlikle en sevimlisi olan gökkuşağının hikâyesi, Güneş’ten gelen ışıkla başlar.

Güneş’ten gelen ışık, ilkokul çocuklarının resim defterlerindeki gibi limon sarısı olmadığı gibi,  aslında bembeyaz da değildir. Beyaz görünür ama o beyaz ışığın içinde, bildiğimiz bütün ana renkler gizlenmiştir.

Beyaz ışığın, içindeki bu renkleri görebilmek için bir prizmaya ihtiyaç vardır. Bu, bazen kırık bir aynanın kenarı, bir sabun köpüğü, bir cam parçası ya da gerçekten sırf bu iş için yapılmış cam bir prizma olabilir. Ya da, bir su damlası!

Prizmaya çarpan beyaz ışık belli bir sıraya göre renklere ayrılır. Buna TAYF denir. Daha afilli ve bilimsel konuşmayı sevenler SPEKTRUM da diyebilirler. Spektrumdaki renkler sırasıyla şöyledir:

KIRMIZI TURUNCU SARI  YEŞİL MAVİ LACİVERT MOR

Mor en içte, kırmızı ise en dışta bulunur. Ve yağmurlu bir ikindi yazında gökyüzündeki sayısız yağmur damlacığına çarpan güneş ışığı damlacığın içinden geçtikten sonra bu renklere ayrılır. Çünkü su damlası cam bir misket gibi yuvarlakımsı bir yapıdadır.

Bir taraftan giren beyaz ışık, öteki taraftan rengârenk çıkar! Damlacık, ışığı ayrıştıran bir prizma görevi görmüş olur.

Ancak bir gökkuşağı görmek için, bu kadarı yeterli değildir!

En başta sağanak halinde yağmur yağmalı. Yağmur yağarken, bir yandan da pırıl pırıl bir güneş olmalı.

Güneş arkanızda, yağmur ise önünüzde olmalı.

Güneş, gözleriniz ve gökkuşağının merkezi aşağı yukarı aynı hizada olmalı.

Güneş çok yukarılarda ise gökkuşağını göremezsiniz. Bu yüzden gökkuşakları ya sabah ya da ikindi saatlerinde görülür.

Aslında gökkuşağı, görüldüğü gibi yarım daire değildir. Yani eski çağlardan beri insanların sandığı gibi, bir ayağı falanca yerde, öteki ayağı filanca yerde olan bir köprü değildir ve köprünün ayakları altında da, hazine falan gömülü değildir!

Ortada bir köprü olmadığına göre, altından geçmek de mümkün değildir!

Gökkuşağı kocaman bir çember şeklindedir. Ancak biz durduğumuz yerden bu çemberin tamamını göremediğimiz için yarısını görürüz. Eğer uçaktan ya da çok yüksek bir tepenin zirvesinden bakıyor olsaydık, gökkuşağını kocaman yedi renkli bir çember olarak görecektik!

Şu kâinattaki her bir şey gibi gökkuşağı da, ya da benim en sevdiğim ismiyle söylersek alâimi sema da, öyle kendi kendine, öyle tesadüfen oluşmakta olan bir şey değildir.

Alâimi sema, gökyüzünün mavi atlastan teninde, ılık bir yaz ikindisinde açıverdiğinde, iyice bakın, yeryüzünün bütün çiçeklerinin renklerini orada göreceksiniz…

YA GÖKYÜZÜ NEDEN MAVİDİR?

Bir an gözlerinizi kapatın ve başka bir renkte gökyüzü hayal edin bakalım; şu bizim üstümüzdeki mavi gök kubbeden daha güzel, daha ferah, daha şirin ve insanın içine daha huzur veren renkte bir gökyüzü hayal edebilecek misiniz?

Edemezsiniz, yoktur çünkü.

Ay’da çekilen fotoğraflarda gökyüzü karadır. Bu uzay boşluğunun karasıdır. Ay’ın doğru düzgün bir atmosferi olmadığı için, gündüz vakti de gökyüzü böyle gözükür.

Mars’a gönderilen araçların çektiği fotoğraflarda ise, gökyüzü kızıl bir renkte gözükür. Mars’ta sık sık patlayan toz toprak fırtınaları yüzünden, atmosferi bu toz parçacıklarıyla doludur çünkü.

Şimdi bir de Dünyanın pırıl pırıl, masmavi gök kubbesini düşünün…

Hangisinin altında yaşamayı istersiniz?

Kara mı, yoksa kızıl mı?

Mor mu, sarı mı, yeşil mi, kahverengi mi yoksa!?

Sizi bilmem, ben gökyüzünü mavi severim…

Güneşten gelen ışık beyaz renktedir. Ama bu beyaz ışığın içinde az önce de dediğimiz gibi bildiğimiz tüm ana renkler vardır.

Beyaz ışık, yola çıkıp Dünyaya doğru “ışık hızıyla” ilerlerken, uzay boşluğunda çarpacak hiçbir şey olmadığı için dimdik bir açıyla gelir. Atmosfer tabakasındaki gaz ve toz parçacıklarına çarptığında ise, adına “ışık saçılması” denen hadise gerçekleşir. Işığın bir kısmı emilirken, bir kısmı farklı yönlere doğru yansır.

Mor ve mavi tonlar öteki renklere göre en çabuk ve en çok saçılan renklerdir. Bu yüzden biz gökyüzünü mavi görürüz.

Aslında mor da görebilirdik! Fakat burada gözlerimizin yaratılış özelliği devreye girer. Gözlerimiz, mor rengi tam olarak ayırt edemediği için, gökyüzüne renk olarak mavi kalır. Güneş’ten ta gözbebeğimize kadar uzun bir yolculuğu vardır mavinin ve tüm öteki renklerin…

Ve bu yolculuğun hiçbir durağında işler kendi kendine, tesadüfen olmaz. Çünkü bu işler, hem güneşi, hem de gözbebeklerimizi aynı anda gören ve bilen birinin emriyle olacak işlerdir.

Çünkü ne Güneş’in bizim gözbebeklerimizden haberi vardır, ne atmosferdeki moleküllerin, ne de ışığın…

Onlar hep bir araya gelseler bile, “Şu insanların gözüne gökyüzünü mavi gösterelim. Mavi gösterelim de, baktıkça sakinleşsinler, içlerine bir ferahlık gelsin!” diyemezler…

Oysa bize gözü veren Allah, gökleri mavi görmemizi diler, mavi görürüz. Gülleri kırmızı görmemizi diler, kırmızı görürüz.

Çünkü hem gözümüzü görür, hem de o gözlerle gördüklerimizi…

Çünkü hepsini O yaratmıştır.

PİGMENT DENEN MUCiZE

İçinde yedi rengi saklayan beyaz ışık taa güneşten gele gele bir yaprağın üzerine düşüverdiğinde, yaprak yeşil; bir kiraz tanesinin pırıltılı tenine değdiğinde, kiraz tanesi kırmızı; bir portakalın pütürüklü kabuğu üzerinde gezindiğinde, portakal turuncu; bir menekşenin narin yüzeyine iliştiğinde, menekşe mor; minicik bir bebeciğin yanaklarına dokunduğunda ise, bebeciğin yanakları pespembe oluyor… Tabi bebecik Masai Mara’da bir aslan avcısının bebeciği ise çikolata renginde, hatta siyah… Peki ama niçin?

Aslında bunun tek bir cevabı vardır. Allah, yaprakları yeşil, portakalı turuncu, menekşeyi mor, bebeciklerin yanaklarını pespembe yaratmıştır da ondan…

Tabii bebecik Masai Mara’da bir aslan avcısının bebeciği ise, çikolata renginde hatta siyah!

Her şeyin bir şekli, bir dokusu, bir tadı, bir kokusu, bir ağırlığı, bir hacmi olduğu gibi, bir de rengi vardır… hikaye

PİGMENTLER

Güneşten saniyede 300.000 kilometre hızla gelen ışık, atmosferin kat kat perdelerinden süzüle süzüle yeryüzüne inip de bir Makaw papağanının kafasındaki tüylere değdiğinde, biz o tüyleri kıpkırmızı görürüz. Çünkü Makaw papağanının kafasındaki tüylerin üzerinde bununan Pigment molekülleri sadece kırmızı ışığı yansıtacak şekilde yaratılmışlardır.

Görünebilir beyaz güneş ışığındaki renkler kırmızı pigment molekülleri tarafından çekilip alınır. Sadece kırmızı renk dışarıya yansıtılır.

İşte bu dışarıya yansıtılan yani pigmentlerin kabul etmedikleri renk bizim gözümüze ulaştığında yani papağana baktığımızda onun kafasındaki tüyleri kırmızı görmemizi sağlar…

Yani kırmızı rengin içinde aslında bütün renkler vardır da bir tek sadece kırmızı yoktur!

Nasıl? İlginç değil mi?

Makaw papağanının kuyruğundaki mavi tüylerindeki pigmentler ise bütün renklere kapılarını ardına kadar açmakla birlikte, bir tek maviyi içeriye almayacak şekilde yaratıldığı için, papağanın kuyruğunu mavi görürüz.

Evet! Mavinin içinde de bütün renkler vardır da bir tek mavi yoktur.

Kısaca pigment moleküllerini makarna süzgeci gibi düşünürsek, bizim gördüğümüz renk süzgeçten geçemeyen renktir.

Peki, bir zebra neden siyah beyaz çizgilidir?

Zebranın beyaz çizgilerindeki pigmentler bütün renkleri yansıtacak şekilde yaratılmıştır. Bu yüzden biz oraları beyaz görürüz. Çünkü daha önce de söylediğim gibi beyazın içinde bütün renkler vardır.

Peki ya siyah çizgiler?

Siyah çizgili tüylerdeki pigmentler ise beyaz olanların tam aksine hiçbir rengi yansıtmaz. Bütün renkleri içine alır. Dışarıya hiçbir renk yansımadığı için, biz oraları siyah görürüz.

Yani siyahın içinde bütün renkler vardır…

Peki bitkiler neden yeşildir?

Bitkiler yeşildir çünkü yüzeylerinde klorofil adı verilen pigmentler bulunur. Klorofil pigmentleri, yeşil rengi yansıtır diğerlerini emer.

Peki, ama neden?

“Yeşillik olsun” diye mi?

Klorofillerin tek görevi bitkilere yeşil renk vermek değildir. Asıl görevleri o muhteşem foto- sentez hadisesi için gerekli enerjiyi toplamaktır. Fotosentez için bitkilere çok fazla enerji gerekir.

Güneş ışığı renkleri arasında, renk tayfının her iki ucunda bulunan mavi-mor ve kırmızı-sarı en çok enerji taşıyan renklerdir.

Klorofil pigmentleri bu çok enerjili renkleri doya doya çekip alırken, geriye tayfın ortasındaki az enerjili yeşil kalır.

Yeşil yansıtılınca da, biz bitkileri yeşil yeşil görürüz.

Elbette bütün bitkiler yeşil değildir.

Havuç turuncudur mesela…

Çünkü havuçta bulunan Karoten adındaki pigment, onu turuncu görmemizi sağlayan renkleri yansıtır, diğerlerini tutar.

Eğer gereğinden fazla, çok çok fazla havuç yerseniz bu karoten sizin derinize geçer ve renginiz tam olarak turuncu olmasa da turunculaşır.

Ancak bu geçici bir durumdur; havuç yemeyi azalttığınız takdirde eski renginize dönersiniz.

Siz sormadan ben söyleyeyim; gerçek tavşanlar Bugs Bunny gibi havuç tarlasının altında yaşamadıkları için renkleri turuncu değildir!

RENKLER BİZE NE SÖYLER?

Yoksa, “gösterir” mi demeliydim? “Renkler bize ne gösterir?” Bir Bengal kaplanının yakışıklı kürkü mesela…

Mercan resiflerindeki akıl almaz cümbüş ve kovalamaç oynayan palyaço balıkları…

Toka tukan kuşlarının gökkuşağının bütün renklerini üzerinde taşıyan devasa gagaları…

Mor salkımlar, güller, erguvanlar, sarı papatyalar, hercai menekşeler…

Elmalar, dallarda yakut küpeler gibi sarkan kirazlar…

Deniz minarelerinin ve kocaman istiridyelerin nakış nakış işlenmiş kabukları…

Monark kelebeklerinin göz kamaştıran kanatları… Kelebek olmak için sıralarını bekleyen üzerleri göz alıcı renklerle bezeli tırtıllar…

Sevimli uğur böcekleri, çizgili tombul ve tüylü bal arıları, ateş kırmızısı çekirgeler…

Bir fikri olan var mı? Neden bu kadar süslü kâinat?

Ne söyler renkler bize? Neyi gösterir?

Bir insan ne kadar kalın kafalı olursa olsun, herhangi bir ressamı, mesela Van Gogh’un bir tablosunun karşısına geçip –mesela o muhteşem Buğday Tarlası ve Kargalar– Van Gogh’u hiç aklına getirmeden “Bu tablo aslında tablo falan değil. Onun bir sanat eseri olduğunu da nereden çıkarıyorsunuz? Gördüğünüz gibi bu birtakım renklerin bir araya gelmesiyle, birtakım renklerin de  bir araya gelmemesiyle oluşmuş bir görüntü!” diyemez.

Bırakın Van Gogh’u Japonların Benekli Kraliçesi, Yayoi Kusama herhangi bir yere yapıştırdığı tek bir noktacık için bile böyle bir şey söylenemez. “Bu noktacıklar var ya bu renkli noktacıklar… Birtakım renklerin tesadüfen bir araya gelmesi ama birtakım renklerin yine tesadüfen bir araya gelmemesi sonucunda oluşmuştur…” diyemez hiç kimse.

Gülerler adama!

Çok fena alay ederler ve birisi ile alay etmek, makaraya sarmak gibi fena bir iş bile, belki de ilk kez gerçekten hak edilmiş bir muamele olarak kayıtlara geçer.

“Seni kalın kafalı” derler! “Hayatında hiç mi resim yapmadın? Eline bir iki pastel boya alıp iki çöpten adam, dandik bir bulut ve bir ağaç da mı çizmedin? Badana da mı yapmadın? Bir çit de mi boymadın?

Aynen öyle de, kırmızı parlak kabuğunun üzerine kondurulmuş minik siyah noktacıklarıyla sevimli bir uğur böceği için…

Kar beyazı taç yapraklarının arasında bir mutluluk kaynağı gibi sarı sarı gülümseyen papatyalar için…

Kırmızı kafalı yeşil ağaçkakan, minnacık bir kızılgerdan, renkli gagalı deniz papağanı, ışıltılı tüyleri ile ortalıkta caka satan bir erkek sülün, hatta kömür karası bir kuzgun, şeker pembesi flamingolar, bakanın bir kez daha dönüp bakmadan duramayacağı cennet kuşları için…

Kendi gözleriyle bir kez bile görmedikleri olağanüstü simetrik desenli kanatları ile büyüleyici kelebekler için…

Kırmızı yakut, yeşil zümrüt, bal gibi kehribar, turkuaz ve mercan için…

Benekli bir leopar, turuncu bir zürafa, renkli burunlu bir babun için…

Çiçek açmış bir nar ağacı, bir badem ağacı, pembe gelinliklerini giyerek her bahar mevsiminde insana neşe veren şeftali ağacı için…

Denizlerin metrelerce dibinde yaşayan şakayıklar, denizyıldızları, mercanlar, birbirine uyumlu renklerle süslü kabuğu ile bir mücevher gibi duran mavi halkalı salyangoz ve şimdi saymaya başlasam haftalarca bitiremeyeceğim kadar renkli ve çeşitli balık için…

Çelik mavisi gözleriyle gülümseyen kızıl saçlı Finli bir çocuk, çikolata karası yanakları ve kıvırcık kıvırcık saçlarıyla yalın ayak başı kabak toz toprak içinde şarkılar söyleye söyleye koşuşturan Kongolu bir ufaklık, kestane rengi bukle bukle beline kadar uzanan saçları ve kocaman kara gözleriyle İstanbullu bir cimcime için…

Ve gökkuşağı, mavi gökler, bembeyaz bulutlar çiçekli miçekli yeşil tepecikler, yemyeşil ormanlar için…

Ve evet yerlerin ve göklerin güzellikleri söz konusu olduğunda birileri, “Bütün bunlar birtakım renklerin tesadüfen bir araya gelmesi ama birtakım renklerin yine aynı tesadüfün eseri olaraktan bir araya gelmemesi sonucunda kendi kendine evrile devrile, uzaya kısala oluşmuş desenler, şekiller diyemez hiç kimse…

Gülerler adama!

Çok fena alay ederler ve birisi ile alay etmek, makaraya sarmak gibi fena bir iş bile, belki de ilk kez gerçekten hak edilmiş bir muamele olarak kayıtlara geçer.

 ÖZKAN ÖZE 

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1036 – Çocuk Kitapları: 267

Hikayenin Bölümleri

  1. Bölüm
  2. Bölüm
  3. Bölüm
  4. Bölüm
  5. Bölüm
  6. Bölüm
  7. Bölüm
  8. Bölüm
  9. Bölüm
  10. Bölüm

Hikaye okumak çocukların hayal dünyasını geliştirir.

Hikaye, hikaye oku, çocuk hikayeleri, dini hikayeler, öykü, çocuk öyküleri, dini öyküler, eğitici hikayeler, düşündüren hikayeler,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir