Şişede Bulunan Mektup


Şişede Bulunan Mektup

Hikaye Oku; Ülkem ve ailem hakkında anlatacak fazla bir şeyim yok. Kötü davranışlar ve uzun yıllar beni birinden uzaklaştırdı, ötekine yabancılaştırdı. Ailem­den kalan mal mülk sıradan sayılmayacak bir eğitim görmemi sağladı ve derin düşünmeye yatkın oluşum sayesinde önceki yıllarda büyük gayret­lerle bir araya topladığım bilgilere bir düzen vermeyi başardım. Her şeyden çok Alman ahlakçılarının eserlerinden zevk alıyordum; bunun nedeni, onların çılgınca belagatlarına duyduğum ihtiyatsız hayranlık değil, inceden inceye çözümleyebilme alışkanlığım sayesinde yanlışlarını kolayca saptayabiliyor olmamdı. Sık sık, dehamın yavanlığından dolayı kınanmış, hayal gücümün kıtlığıyla suçlanmışımdır ve düşüncelerimdeki Pyrrhonizm (Aşırı kuşkuculuk yerine. Elisli Pyrrhon’un (İÖ 365-275) adından. Büyük İskender’in yanında katıldığı Hindistan seferinden döndükten sonra “skeptikler-kuşkucular” adıyla anılan bir felsefe okulu kurmuştur. Pyrrhon’dan günümüze yazılı hiçbir şey kalmamıştır. Düşün­celeri bize öğrencisi Phliuslu Timon tarafından aktarılmıştır. Pyrrhon, gerçeği anlamanın ve mutlak bilgiye ulaşmanın olanaksız olduğunu, insanın yapacağı en iyi şeyin etik problemleri çözmeye çalışmak yerine dünyayı olduğu gibi kabul etmek olduğunu ileri sürüyordu.) bana kötü bir ün kazandırmıştır. Gerçekten de, fizik felse­fesine düşkünlüğüm, korkarım, düşünme biçimimi bu yüzyıla özgü çok yaygın bir yanılgıyla -yani, en ilgisiz olanları da dahil, olayları bu bili­min ilkelerine indirgemek alışkanlığıyla- sakatladı. Aslında, boş inanç­ların ignes fotui’siyle (Bazı geceler bataklıklarda görülen ve bozunmuş, organik maddelerden çıkan gazların yanması sonucu görülen ateşli buhar. Aldatıcı umut.) gerçekliğin sağlam zemini dışına çekilebilecek son kişiyimdir herhalde. Anlatacağım inanılmaz öykü, düş ve kuruntulara yatkın olmayan bir insanın gerçekten yaşanmış deneyimleri değil de, kaba bir hayal gücünün zırvalamaları sanılmasın diye bütün bunları önceden belirtmenin yerinde olacağını düşündüm.

 Yabancı diyarlarda yıllarca gezip tozduktan sonra, 18 . . . yılında, Sunda Takımadalarına gitmek üzere, zengin ve kalabalık Cava Adası’nın Batavia Limanı’ndan denize açıldım. Gemiye bir yolcu olarak binmiştim; bu yolculuğa çıkmak için, beni bir canavar gibi her yerde takip eden bir tür sinir rahatsızlığı dışında herhangi bir nedenim yoktu.

Gemimiz, Bombay’da Malabar tikağacından yapılmış ve bakır kaplanmış dört yüz tonluk güzel bir tekneydi. Lachadive Adaları’ndan ham pamuk ve yağ yüklenmişti. Gemide ayrıca hindistan cevizi lifi, jaggery, ghee, (Jaggeıy: Hurma ya da hindistan cevizinden yapılıruş, rafine edilmemiş şeker. Ghee: Hindistan’da manda sütünden yapılmış yan akışkan tereyağı.) hindistancevizi ve birkaç kasa da afyon bulunuyordu. Becerik­sizce yüklenmiş olması nedeniyle geminin dengesi iyi değildi.

Hafif bir rüzgarla yelken açtık ve gitmekte olduğumuz takım adalar­dan gelen iki ya da üç direkli bazı küçük kayıklarla karşılaşmak dışında yolculuğumuzun tekdüzeliğini bozan herhangi bir şeyle karşılaşmadan günlerce Cava’nın doğu kıyısı boyunca yol aldık.

Bir akşam kıç küpeştesine yaslanmış çevreyi seyrederken, kuzeybatı yönünde çok tuhaf bir bulut gördüm. Hem rengiyle hem de Batavia’dan ayrılışımızdan beri ilk gördüğümüz bulut olmasıyla dikkat çekiciydi. Bu­lutu günbatımına kadar dikkatle izledim; gün batarken bulut birdenbire doğuya ve batıya doğru yayıldı, düz bir kumsal görünümünde, dar bir buhar şeridi halinde bütün ufku kapladı. Bundan hemen sonra dikkatimi ayın koyu kırmızı rengiyle denizin alışılmadık görünümü çekti. Deniz hızla değişiyordu; su her zamankinden daha saydamdı. Dibi açıkça seçilse de, iskandil ettiğimde derinliğinin on beş kulaç olduğunu gördüm. Hava dayanılmayacak kadar ısınmıştı ve kızgın demirden yükseliyormuşçasına buram buram yükselen buharlarla doluydu. Gece çöktüğünde esinti tümden kesildi ve etrafı inanılmaz bir sükunet kapladı. Geminin kıç tarafında yanan mumun alevi hiç titremiyor, baş ve işaret parmakları arasında tutulan uzun bir kıl hiç salınmadan dimdik duruyordu. Kaptan, herhangi bir tehlike belirtisi görmediğini söylemesine karşın, kıyıya doğru yan yan sürükleniyor olmamız yüzünden yelkenlerin toplanmasını ve demir atılmasını emretti. Hiç gözcü bırakılmadı ve çoğunluğu Ma­layalı olan tayfa güverteye uzanıverdi. İçimde kötü bir önseziyle aşağı indim. Gerçekten de, her şey büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu. Kaptana korkularından söz ettim; lakin o söylediklerime aldırış etmek şöyle dursun, bir yanıt vermeye tenezzül etmeden yanım­dan uzaklaştı. Ama duyduğum huzursuzluktan gözümü uyku tutmadı ve gece yarısına doğru güverteye çıktım. Ayağımı kamara merdiveninin son basamağına attığımda, hızla dönen değirmen taşlarından çıkan sese benzer bir uğultuyla irkildim; daha bunun ne anlama geldiğini anlamaya fırsat kalmadan, geminin her tarafının şiddetli bir titremeye tutulduğunu hissettim. Hemen ardından, köpüklü kocaman bir dalga üzerimize çul­lanarak gemiyi neredeyse alabora olacak kadar yan yatırdı ve üzerimizden aşarak pruvadan kıça kadar bütün güverteyi sildi süpürdü.

Gemiyi batmaktan büyük ölçüde rüzgarın bu aşırı şiddeti kurtardı. Tamamen suyla dolmuş olmasına rağmen, direklerini fırtına götürmüş olduğundan, bir dakika sonra gemi yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı; fırtınanın muazzam basıncı altında bir süre bocaladıktan sonra, ni­hayet doğruldu.

Nasıl bir mucizeyle ölümden kurtuldum, bilmiyorum. Suyun şiddetle çarpmasının neden olduğu sersemliğim geçince kendimi kıç bodoslama­sıyla dümen yekesi arasında sıkışmış buldum. Güç bela ayağa kalktım ve başım dönerek etrafıma bakındığımda kayalara çarparak köpüren dalgalar arasında bulunduğumuz düşüncesiyle dehşete kapıldım; içinde kayboldu­ğumuz dağ gibi burgaçlar ve köpükler hayal gücü en geniş insanların bile düşleyemeyeceği kadar dehşet vericiydi. Kısa bir süre sonra limandan ayrılırken son anda gemiye binen yaşlı İsveçlinin sesini duydum. Var gü­cümle seslendim; az sonra sendeleyerek yanıma, kıç tarafına geldi. Kazadan yalnızca ikimizin kurtulduğunu anlamamız çok zaman almadı. Güverte­de ikimiz dışında ne var ne yoksa her şeyi deniz silip süpürmüştü; kama­raları su bastığından kaptanla yardımcıları uykuda boğulmuş olmalıydılar. Yardım olmadan gemiyi emniyete almayı umamazdık; hem zaten her an batmayı beklediğimizden ilk başlarda donup kalmıştık. Demir zincirimiz kasırganın daha ilk darbesinde bir paket ipi gibi kopmuştu; kopmamış olsaydı anında denizin dibini boylamıştık Rüzgarın önünde korkunç bir hızla sürükleniyorduk, dalgalar üstümüzden aşıyordu. Geminin arka tarafı tamamen parçalanmış ve her bakımdan büyük yaralar almıştık, ama pompaların bozulmamış, safranın da kaymamış olduğunu görerek çok sevindik. Fırtınanın şiddeti büyük ölçüde geçmişti, artık rüzgarın şidde­tinden yana bir endişemiz kalmamıştı; bununla birlikte bütünüyle din­mesinden de korkuyorduk, çünkü fırtınanın dinmesinden sonra ortaya çıkacak dev dalgaların bu parçalanmış halimizle bizi anında yutacağını çok iyi biliyorduk Ama bu endişelerimiz öyle pek yakında gerçekleşeceğe benzemiyordu. Büyük güçlüklerle baş kasarasından elde ettiğimiz bir miktar jaggery’ nin tek yiyeceğimiz olduğu tam beş gün beş gece boyunca, teknemiz, biri dinmeden bir yenisi çıkan (tayfun un ilk günkü şiddetinde olmamakla birlikte o güne kadar karşılaştıklarımın en şiddetlilerinden olan) fırtınaların önünde akıl almaz bir hızla adeta uçtu. Sürüklenme yönümüz ilk dört gün boyunca çok hafif sapmalarla güney-güneydoğu yönündeydi; Yeni Hollanda kıyıları (Avustralya’nın eski adı.) boyunca gitmiş olmalıydık. Beşinci gün, rüzgar oldukça kuzeye dönmekle birlikte, soğuk dayanılmaz bir hal aldı. Ufukta ancak birkaç derece yükselebilen güneşin cılız sarı ışıkları ortalığı pek aydınlatmıyordu. Görünürde hiç bulut yoktu, ama hızı art­makta olan rüzgar, bütün gün kararsız bir şekilde, kesik kesik ve öfkeyle esti durdu. Tahmin edebildiğimiz kadarıyla öğleye doğru, güneş yeniden dikkatimizi çekti. Hiç mi hiç ışık vermiyordu, sanki bütün ışınları pala­rize edilmiş gibi donuk, kasvetli, yansımasız bir parıltıdan ibaretti. Dalga­larla kabarmış denizde batmadan hemen önce, anlaşılmaz bir kuvvet tarafından alelacele söndürülmüş gibi ışığı birdenbire yok oldu. Dipsiz okyanusa gömülen, gümüş renginde soluk bir tekerlekti yalnızca.

Altıncı günün gelmesini boş yere bekledik -o gün benim için henüz gelmedi, İsveçli içinse hiç gelmedi. O andan sonra öylesine zifiri bir karanlığa gömüldük ki yirmi adım ötesini göremez olduk. Tropiklerde alışkın olduğumuz denizin fosforlu ışıltısından yoksun, sonsuz bir gece bizi sarıp sarmaladı. Fırtına hiç azalmayan bir şiddetle esmeye devam ediyor olsa da, o zamana kadar çevremizi saran çatlayan dalgalardan ve köpüklerden artık eser kalmamıştı. Dört bir yanımız dehşetle, koyu bir kasvetle, boğucu, kapkara abanoz bir çölle çevriliydi. Yaşlı İsveçlinin ru­hunu yavaş yavaş boş inançların dehşeti doldurmaya başladı; benim ru­humu ise dilsiz bir şaşkınlık bürüdü. Yararsız olduğunu görerek gemiyle uğraşmaya boş verdik, kendimizi kırık mizana direğine elimizden gel­diğince sıkı sıkıya bağlayarak, içimizde acı duygulada engin okyanusu seyretmeye koyulduk. Ne zamanı ölçebilecek bir aletimiz vardı ne de nerede bulunduğumuzu kestirebiliyorduk. Bununla birlikte, şimdiye kadar hiçbir denizcinin inmediği kadar güneye inmiş olduğumuzun far­kındaydık ve yolumuzun buz kütlelerince hala kesilmemiş olmasından büyük şaşkınlık duyuyorduk. Bu arada, her an için sonumuzun gelmesini bekliyorduk-dağ gibi her dalga bizi boğmak için üzerimize saldırıyordu.

Dalgaların büyüklüğü düş gücümün üzerindeydi ve denizin dibini boy­lamamış olmamız tam bir mucizeydi. Arkadaşım yükümüzün hafifli­ğinden söz ederek gemimizin üstün niteliklerini sayıp döktüyse de, umu­dun kendisinin son derece umutsuz olduğunu hissetmekten kendimi alamıyor ve geminin aldığı her mille birlikte dalgaların daha da ürkütücü bir hal alması nedeniyle bir saatten daha fazla gecikmeyeceğini düşündü­ğüm ölümü büyük bir hüzünle bekliyordum. Bazen, albatrosların bile çıkamayacağı bir yükseklikte soluk almada zorlanıyorduk, bazen de ha­vanın durgunlaştığı ve krakenin (Mitolojik bir kuzey denizi canavarı. Norveç kıyılarında gemileri tahrip ettiği ve gemicileri yediği anlatılır.) uykusunu hiçbir sesin bölmediği bir su cehennemine korkunç bir hızla düşmekten başımız dönüyordu.

Bu uçurumların birinin dibindeyken, arkadaşımın dehşet dolu tiz haykırışı geceyi yırttı. “Bak, bak!” diye çığlık çığlığa bağırıyordu kulak­lanma, “Aman Tannm! Bak, bak!” O böyle haykırırken, dibine gömüldü­ğümüz uçurumun yan duvarlarından aşağı akan ve güvertemizi titrek bir parıltıyla aydınlatan iç karartıcı kırmızı ışığın farkına vardım. Bakışlarımı yukarı çevirince kanımı donduran bir görüntüyle karşılaştım. Müthiş bir yükseklikte, tam üstümüzde, uçurumun kıyıcığında, belki dört bin tonluk dev bir gemi duruyordu. Kendi boyunun yüz katı yükseklikte bir dalganın tepesinde bulunmasına karşın, mevcut bütün savaş gemi­lerinden ya da Doğu Hindistan ticaretinde kullanılan yük gemilerinden (Hint Okyanusu’nda ticaret yapmak üzere 1602’de kurulan Dutch East India Com­pany’nin gemileri. Şirketin 1832’de hükümetin özel bir kararnamesiyle denize indirilen ge­misi o güne kadar yapılmış en büyük gemiydi.) daha büyük görünüyordu. Kapkara gövdesinde, bir gemide bulunması adet olan oymalar yoktu. İplerine asılı, ileri geri sallanan sayısız borda fenerinin ışığının parlak yüzeylerinde yansıdığı bir sıra bronz top görü­lüyordu açık lombarlarından. Ama bizi en çok dehşete düşüren ve şaşırtan şey, geminin böyle müthiş bir kasırgada, böylesine doğaüstü bir denizde bütün yelkenleri açık yol alıyor olmasıydı. Ardındaki belirsiz, kor­kunç uçurumdan yavaş yavaş yükselirken onu ilk fark ettiğimizde sadece pruvasıydı görünen. Kendi yüceliğini düşünür gibi, bu baş döndürücü dorukta dehşet dolu bir an durdu, sonra sarsıldı, sendeledi ve düştü.

Bu anda nasıl oldu da birden soğukkanlılığımı kazandım, bilmiyorum. Sendeleye sendeleye olabildiğince geriye gittim ve ölüm anını korkusuzca bekledim. Teknemiz sonunda mücadeleyi bırakmış, baş aşağı batıyordu. Düşmekte olan gemi, bizim teknemizin neredeyse su altın­da kalan kısmına çarptı ve bunun doğal sonucu olarak da beni büyük bir hızla Yabancı geminin arması üzerine fırlattı.

Ben üzerine düşerken gemi orsa ederek ileri atıldı; tayfanın beni fark etmemesini çıkan karışıklığa verdim. Kimseye görünmeden yarı açık ambar kapağından içeri süzülmem zor olmadı ve çok geçmeden de am­barda saklanma fırsatı buldum. Neden böyle davrandım, bilmiyorum. Belki de, gizlenmemin başlıca nedeni, gemicilerin görünüşünün zihnim­de yarattığı belirsiz korkuydu. Şöyle çabucak bir göz atmakla edindiğim izlenim sonucu böylesine tuhaf ve birçok bakımdan kuşku ve kaygı uyan­dıran bu insanlara güvenmek gelmemişti içimden. Bu yüzden, ambarda kendime saklanacak bir yer hazırlamanın uygun olacağına hükmettim. Yükleri istiflemede kullanılan tahta bölmelerden birkaç tahta sökerek geminin ıskarmozları arasında kendime rahat bir sığınak hazırladım.

İşimi daha yeni bitirmiştim ki, yaklaşan ayak sesleri üzerine sığınağı kullanmak zorunda kaldım. Zayıf, kararsız adımlarla biri sığınağmın önünden geçti. Yüzünü göremedim ama genel görünümüne dikkat ede­cek zamanı bulabildim. Çok yaşlı ve bitkin bir havası vardı. Dizleri uzun yılların yüküyle bükülüyor, gövdesi kendi ağırlığı altında titriyordu. Anlamadığım bir dilde alçak sesle kırık dökük bir şeyler mırıldandı ve bir köşede tuhaf görünüşlü bazı aletler ve çürümüş denizcilik haritaları arasında el yordamıyla bir şeyler aradı. Tavırları, ikinci çocukluğun hır­çınlığıyla bir tanrının ağırbaşlılığının çılgınca karışımıydı.(Geminin, ölü tayfalarıyla hayalet bir gemi olduğu, çocuk ile Tanrı karışımı denizci tanımlanmasıyla sezdirilmektedir. Hayalet gemiler deniz folklorunun bir parçasıdır. Bunlar arasında, Uçan Hollandalı söylencesiyle, Kaptan Frederick Marryat’ın (1792-1848) “The Phantom Ship”ini (Hayalet Gemi) sayabiliriz.) Sonunda gü­verteye çıktı ve onu bir daha görmedim.

***

Adlandıramadığım bir duygu -geçmişten çıkarılan derslerin yeterli ol­madığı ve, korkarım ki, geleceğin de anahtarını sunmayacağı çözümle­nemez bir duygu- ruhuma egemen oldu. Benimki gibi bir kafa yapısı için bu son düşünce gerçek bir azap. Algılarımın niteliği konusunda asla -biliyorum ki asla-tatmin olmayacağım. Yepyeni bir kaynaktan beslendiklerine göre, bu düşüncelerin belirsizliği şaşırtıcı değil. Yeni bir an­lam -yeni bir varlık- kazandı ruhum.

***

Bu korkunç geminin güvertesine ayak basmamın üzerinden oldukça uzun bir zaman geçti ve sanırım alınyazımın ışıkları bir noktaya odakla­nıyor. Anlaşılmaz insanlar! Anlayamadığım birtakım derin düşüncelere dalmış, beni fark etmeden yanımdan geçiyorlar. Beni görmeyeceklerine göre, saklanmak çok budalaca. Daha biraz önce ikinci kaptanın gözlerinin önünden geçtim; kaptanın özel kamarasına girerek şu andaki ve daha önceki notlarını yazmada kullandığım malzemeleri alalı çok olmadı. Zaman zaman bu günlüğü yazmayı sürdüreceğim. Bunları dünyaya gön­derme fırsatı bulamayacağım doğru olabilir, ama bunu denemekten geri durmayacağım. Yazdıklanmı son anda bir şişeye koyup denize atacağım.

***

Yeniden derin düşüncelere dalmama neden olan bir olay meydana geldi. Bütün bunlar salt kör talihin işi mi? Güverteye çıkmış, kimsenin dikkatini çekmeden küçük bir sandalın dibindeki halat ve eski yelken yığın üzerine uzanmıştım. Alın yazımın tuhaflığı üzerine derin düşüncelere dalmışken, elime geçirdiğim bir zift fırçasını, katlanarak düzgünce yanımdaki varilin üstüne konulmuş cunda yelkeninin kenarlarına farkında olmadan sürüp durmuştum. Cunda yelkeni şu anda direkte açılmış durumda; düşünme­den vurulan fırça darbeleri KEŞİF sözcüğünü oluşturmuş.

Son zamanlarda teknenin yapısı üzerine epeyce gözlemde bulundum. Ağır silahlarla donatılmış olmasına karşın, sanırım bir savaş gemisi değil. Donanımı, yapısı, genel gereç ve malzemeleri bu türden bir varsayımı doğrulamıyor. Ne olmadığını kolayca anlıyorum ama ne olduğunu söyle­mem korkarım ki olanaksız. Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama yabancı modelini, seren ve direklerinin benzersizliğini, dev cüssesini, koca koca yelkenlerini, çok sade pruvasını ve eski tarz kıçını inceden inceye inceledi­ğimde, zaman zaman bunların hep bildik şeyler olduğu düşüncesi aklımdan şimşek gibi geçiyor ve bu düşünceler hep belli belirsiz anılarla, yaban­cı söylencelerin ve yüzyıllar öncesinin açıklanamaz anılarıyla karışıyor.

***

Geminin iskeletine bakıyorum. Yabancısı olduğum bir ağaçtan yapılmış. Ağacın, kullanım amacına uygun olmayan tuhaf bir özelliği dikkatimi çekiyor. Bu denizlerde kullanılması sonucu oluşan kurt yeniğinin ve yaş­lılık sonucu çürümenin ötesinde, aşırı gözenekli oluşunu kastediyorum. Belki fazlasıyla ince bir gözlem olarak gözükecek ama bodur meşe doğal olmayan yollarla şişirilebilseydi tam olarak bu ağacın görünütüsünü alırdı.

Yukarıdaki cümleyi okuyunca Hollandalı yaşlı bir deniz kurdunun bir sözü geldi aklıma. Her ne zaman sözleri kuşkuyla karşılanacak olsa, şöyle demeyi alışkanlık edinmişti: “Gemicilerin gövdesi gibi gemilerin de kütlece büyüdüğü denizlerin varlığı ne kadar gerçekse, bu da o kadar gerçektir.”

***

Bir saat kadar önce, bir grup tayfanın arasına girme cesaretini göster­dim. Benimle hiç ilgilenmediler; tam ortalarında durduğum halde beni görmüyor gibiydiler. Ambarda ilk gördüğüm gemici gibi, hepsi de çok ileri yaşların izlerini taşıyorlardı. Dermansızlıktan dizleri titriyor, yaşlılıktan belleri bükülüyordu; buruşup sarkmış derileri rüzgarda şak şak ses çıkarıyordu; sesleri zayıf, titrek ve kısıktı; gözleri yılların romatiz­masıyla parlıyordu ve ağarmış saçları fırtınada şiddetle uçuşuyordu. En antika, en modası geçmiş türden matematik aletleri, güvertenin ortasın­da burasında serpili duruyordu.

Biraz yukarıda cunda yelkeninin açılmasından söz etmiştim. O andan başlayarak, gemi, direk tepeliklerinden alt cunda bastonuna bağlı yel­kenlere kadar kullanabildiği bütün yelkenleri açarak ve grandi ve pruva direklerinin babafıngo seren uçları zaman zaman insanoğlunun tasavvur edebileceği en korkunç su cehennemine dalacak şekilde yalpa vurarak rüzgarın önü sıra güneye doğru korkunç bir hızla yol almayı sürdürdü. Mürettebat bundan pek fazla rahatsızlık duymuyor gibiydi, ama ben ayakta durmakta zorlandığımdan aşağı indim. Teknenin denizin dibini boylamaması bana gerçekten de mucizeler mucizesi gibi görünüyor. Uçuruma son dalışı yapmadan, sürekli olarak sonsuzluğun kıyısında asılı durmaya mahkum edilmiş olmalıydık kesinlikle. O güne kadar gör­düğüm dalgalardan bin defa büyük dalgaların tepesinden, hızla dalan bir martının rahatlığıyla kayarak iniyoruz; dev dalgalar yok etmeleri yasaklanmış, sadece tehdit edebilen zebaniler gibi ardımız sıra şaha kalkıyor. Sürekli şanslı olmayı, böyle bir sonucu doğurabilecek tek doğal nedene bağlamak eğilimindeyim. Sanırım gemi güçlü bir akıntının ya da yü­zeydeki akıntıya ters giden bir dip akıntısının etkisinde olmalı. (Gemi kutuptaki büyük deliğe doğru akan bir akıntıya yakalanmıştır. Poe, dünyanın içine girmenin eşiğinde durursa da, Jules Verne “Arzın Merkezine Seyahat” inde (1864) engin bir yeraltı okyanusu betimler. Edgar Rice Burroughs’un “The Inner World”ü ( İç Dünya) içi boş dünyadaki yaşamla ilgili bir dizi öyküyle başlar.)

***

Kendi kamarasında kaptanla yüz yüze geldik, ama beklediğim gibi beni görmedi. Dikkatsiz bir gözlemci için genel görünümünde diğer insan­lara göre ne bir eksiği ne bir fazlası vardı; yine de, hayranlık duygusuyla karışık bastıramadığım bir korku ve saygıyla bakıyordum ona. Boyu yaklaşık benim boyum kadar, yani bir yetmiş küsur. (Kaptan, Uçan Hollandalı’nınn kaptanına benzemektedir. Yine, bazı bakımlardan da, Melville’in Moby-Dick’indeki (1851) Kaptan Ahab’ı andırnaktadır. Hem bu iki kaptan, hem de Kaptan Ahab saçları ağarmış ve daha yüce bir otoritenin temsilcisi gibi görülen insanlardır. Ishmael de Kaptan Ahab’ı vücut yapısı bakımından benzer şekilde tanımlar.) Çok dikkat çekici özellikler taşımasa ve güçlü kuvvetli gözükmese de iyi yapılı bir vücudu var. Ruhumda tarifsiz duygular uyandıran ise, son derece ileri bir yaşın yoğun, hayranlık uyandıran, heyecan verici işaretlerini taşıyan benzer­siz yüz ifadesi. Çok az buruşmuş da olsa, alnı binlerce yılın damgasını taşıyor gibi. Kırlaşmış saçları geçmişin kayıtları, kurşuni gözleri ise ge­leceğin kâhinleri. Kamaranın döşemesi demir klapeli, büyük boy, ikişer yapraklı tuhaf kitaplarla, çürümüş bilimsel aletlerle, artık kullanılmayan, çoktan unutulmuş haritalarla doluydu. Başını elleri arasına almış, ateş gibi yanan huzursuz gözlerle, bir hükümdarın imzasını taşıması gereken bir emirname olduğunu sandığım bir kâiğıdı dikkatle okuyordu. Ambar­da gördüğüm ilk denizci gibi, alçak sesle, yabancı bir dilde kırık dökük bir şeyler mırıldandı kendi kendine; hemen yanı başımda olmasına karşın sesi bir mil öteden geliyor gibiydi.

***

Gemi ve içinde bulunan her şey geçmiş çağların ruhuyla dolu. Müret­tebat unutulmuş yüzyılların hayaletleri gibi kayarak dolaşıyor ortalıkta, gözlerinde arzulu ve huzursuz bir anlam okunuyor; ve ne zaman barda fenerlerinin çılgın ışığında ellerinin gölgeleri yolumun üzerine düşse, geçmiş çağlara bu kadar düşkün olmama, Baalbeck’in, Tadmor’un ve Persepolis’in yıkılmış sütunlarının gölgelerinde ruhum bir harabeye dönünceye kadar yıkanmış olmama rağmen, yüreğimi o güne kadar hiç hissetmediğim türden duygular dolduruyor.

* * *

Çevreme bakınınca ilk başlardaki korkumdan utandım. Şu ana kadar bize eşlik etmiş olan fırtınadan tir tir titrediysem, şimdi karşılaştığımız, tayfun ve hortum sözcüklerinin anlamsız ve yanında yetersiz kalacağı rüzgarla okyanusun bu savaşı karşısında kanım donmayacak mıydı? Ge­mi, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz bir gecenin koyu karanlığı ve kö­püksüz suların keşmekeşiyle çevrili, ama her iki tarafımızda da, birer fersah ötede, bomboş gökyüzüne evrenin duvarları gibi yükselen hey­betli buz duvarlar belli belirsiz bir görünüyor bir kayboluyor.

***

Daha önce düşündüğüm gibi, belli ki gemi bir akıntıya kapılmış – eğer dalgaların beyaz buz kütleleri arasında uluyarak, çığlık çığlığa, bir çav­landan dökülen suların hızıyla güneye doğru gürül gürül akışına verile­cek uygun bir adsa bu.

Duygularıma egemen olan dehşet, sanırım, anlaşılabilecek gibi değil, ama yine de bu korkunç bölgelerin esrarını anlama merakı umutsuzlu­ğuma baskın çıkıyor ve beni ölümlerin en korkuncuna razı ediyor. Çok heyecan verici bir bilgiye -hiçbir zaman başkalarıyla paylaşılamayacak olan, öğrenilmesi ölüm anlamına gelen bir sırra- doğru koşturmakta olduğumuz açık. Bu akıntı belki de bizi Güney Kutbu’na götürüyordur. İtiraf etmeli ki, bu kadar çılgınca bir varsayım hiç de ihtimal dışı değil.

***

Tayfalar huzursuz ve ürkek adımlarla güvertede dolaşıyorlar; ama yüz­lerinde umutsuzluğun verdiği kayıtsızlıktan çok, umudun verdiği coşku ifadesi var.

Bu arada, birçok yelkenimiz açık olarak pupa yelken gitmekte olduğumuzdan gemi zaman zaman denizden dışarı fırlıyor! Ah! Dehşet deh­şet üstüne! Buzlar ansızın iki yana açılıyor ve duvarlarının tepe noktası karanlıkta, uzakta gözden yiten bir amfiteatrın aynı merkezli çemberle­ri boyunca baş döndürücü bir hızla dönmeye başlıyoruz. Ancak, alın­yazımı düşünecek pek zamanım kalmadı! Çemberler hızla küçülüyor, çılgınca bir hızla anafora kapılıyoruz – gemi, okyanusun ve fırtınanın gürleme, böğürme ve kükreme sesleri arasında titriyor. Aman Tanrım! Batıyoruz!

(“Şişede Bulunan Mektup” ilk olarak 1831’de yayımlandı. Okyanusun dört ayn kol­dan (kuzey) kutbundaki bir çukura akarak dünyanın içine girdiğini gösteren Mercator haritalarından uzun yıllar haberim olmadı. Kutbun kendisi bu haritalarda muazzam yükseklikte siyah bir kaya olarak gösterilmektedir.(Poe’nun Notu.) ·

[Gerardus Mercator (Gerhard Kremer, 1512-1594) zamanının en büyük kartografıydı (haritacısı). Küre dünyanın iki boyutlu haritasının çıkarılmasına (kutuplara doğru hassasiyetin azalmasına rağmen) olanak sağlayan Mercator Projeksiyonuyla ünlüdür. Mercator kutbu kule gibi yüksek kara bir kaya gibi göstermiştir. Poe, haritanın yayım tarihini yanlış vermektedir. Gerçek yayım tarihi 1833’tür. Dünyanın içinin boş olduğu (hollowearth) bir zamanlar oldukça yaygın bir kanıydı. Okyanuslarda bulunan bazı deliklerden suların akarak dünyanın içine gir­diğine ve çok uzak bir başka noktadaki bir başka delikten yeniden dünya yüzüne çıktığına yaygın olarak inanılıyordu. Poe’nun “Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”nde de, “Maelström’e Düşüş”ünde de aynı düşünceye rastlanz.] )

Edgar Altan Poe
(1809-1849)

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir