Ürpertici Bir Hikaye; “Alman Öğrencinin Başından Geçen”


Ürpertici Bir Hikaye; “Alman Öğrencinin Başından Geçen”

Fransız devriminin en çalkantılı döneminin süregeldiği fırtınalı bir gecenin ilerlemiş bir vaktinde, genç bir Alman Paris’in eski kesiminden geçerek pansiyonuna dönüyordu. Şimşekler çakıyor, gök gürültüleri dik, dar sokaklarda gümbür gümbür gümbürdüyordu – ama önce bu genç Almanla ilgili bir şeyler anlatmalıyım size.

Gottfried Wolfgang, iyi bir aileden gelen bir delikanlıydı. Bir süre Göttingen’de okumuş, ama düş düşkünü ve tutkulu biri olduğu için, Alman öğrencilerin sık sık aklını başından almış o tuhaf ve kuşkulu öğretilere dalmaktan kendini alamamıştı. İçine kapanık yaşaması, kendini gece gündüz demeden çalışmaya vermesi ve araştırmalarının garipliği hem zihnini, hem de bedenini sarsmıştı. Sağlığı bozulmuş, marazlı hayaller kurar olmuştu. Swedenborg (İsveçli bilim insanı, filozof ve mistik ilahiyatçı Emmanuel Swedenborg (1688-1772), pek çok bilimsel buluşta bulunduktan sonra sonsuz kavramı üstüne bir kitap yayımlamış, anatomi araştırmalarıyla ruhun ölümsüzlüğünün duyularla algılanmasını sağlamaya yönelmiş, ancak bu çalışmalar derin bir dinsel bunalımla sona ermişti. Mistik varsanılara kapılan Swedenborg, bundan sonra Kitabı Mukaddes’i yorumlamakla, “melekler ve ruhlar dünyasında duyduklarıyla gördüklerini” aktarmakla uğraşmıştı.) gibi, hayalinde ruhsal varlıklara ilişkin dayanaksız düşüncelere kapılmış ve sonunda kendi çevresinde dönen düşsel bir dünyaya varmıştı. Nedendir bilmem, başında bir uğursuzluğun dolaştığı yolunda bir sanıya kapılmıştı; kötücül bir ruh ya da iblis onu kapana kıstırmaya, ona cehennem azabı çektirmeye çalışıyordu. Melankolik yaradılışını yiyip bitiren bu düşüncenin son derece karanlık etkileri olmuştu. Yabani ve bezgin biri haline gelmişti. Wolfgang’ı perişan eden bu ruhsal bozukluğun farkına varan arkadaşları hava değişiminin ona çok iyi geleceğine karar verdiler; böylece Wolfgang, çalışmalarını şenlikli ve eğlenceli bir ortamda tamamlasın diye Paris’e gönderildi.

Wolfgang Paris’e devrimin patlak verdiği günlerde vardı. Kente yayılan coşkulu çılgınlık heveskâr ruhuna ilk başta çok çekici geldi ve kendini o günlerin siyasal ve felsefi görüşlerine kaptırıverdi; ama bir süre sonra karşılaştığı kanlı sahneler duyarlı yaradılışını altüst etti, toplumdan ve dünyadan nefret ettirdi ve daha da içine kapanmasına yol açtı. Öğrencilerin yaşadığı Pays Latin’de (Quartier Latin ya da Latin Mahallesi. Seine nehrinin sol yakasında, Sorbonne Üniversitesi yakınlarında, canlı ortamı, küçük bar ve lokantalarıyla tanınan semt. Adını, ortaçağda eğitim dili Latince olduğundan, bir zamanlar üniversite ve çevresinde yaygın bir biçimde konuşulan Latin dilinden almıştır) tek başına bir odaya kapandı. Orada, Sorbonne’un manastırı andıran duvarlarına hiç de uzak sayılmayacak kasvetli bir sokakta o pek sevdiği dayanaksız düşüncelere gömüldü. Bazen Paris’in büyük kütüphanelerinden, bu dünyadan göçmüş yazarların yeraltı mezarlarından saatlerce çıkmıyor, marazlı iştahını bastırmak için o tozlu ve köhne kitap yığınlarının altını üstüne getiriyordu. Denilebilir ki, köhnemiş edebiyatın gömütlüğünden beslenen bir kitap soyguncusu olup çıkmıştı.

Wolfgang, bir başına ve gözlerden uzak yaşamasına karşın ateşli bir mizaca sahip bir gençti, ama bu ateşli mizacı bir süre etkisini yalnızca hayal gücü üstünde gösterecekti. Cinsi latife yaklaşamayacak kadar utangaç ve toy olmakla birlikte, dişi güzelliğine tutkulu bir hayranlık duymaktan da geri kalmıyordu ve bir başına yaşadığı odasında sık sık daha önce görmüş olduğu bedenler ve yüzlerin hayallerine dalıp gidiyor, düş gücü bu hayalleri gerçeğini de gölgede bırakan bir güzellikle süsleyip püslüyordu.

Böylesine coşkun ve kendinden geçmiş bir durumdayken gördüğü bir rüya onu derinden etkiledi. Görülmemiş güzellikte bir kadın yüzü rüyasına girmişti. O denli derinden etkilenmişti ki, o yüz durmadan rüyasına giriyordu. Gündüzleri aklından, geceleri uykularından çıkmıyordu; uzun sözün kısası, rüyasındaki bu hayale vurulmuştu. Bu durum o kadar uzun sürdü ki, sonunda melankolik insanların aklını tutsak alan ve bazen deli sanılmalarına bile neden olan o saplantılardan birine dönüştü.

İşte bu Gottfried Wolfgang sözünü ettiğim dönemde bu durumdaydı. Fırtınalı bir gecenin ilerlemiş saatlerinde Paris’in en eski mahallelerinden Marais’nin eğri büğrü, karanlık sokaklarından geçerek eve dönüyordu. Gök dar sokaklardaki yüksek binalar arasında gürleyip duruyordu. Halka açık idamların gerçekleştirildiği Place de Grève’e (Eskiden iş arayan ya da greve giden emekçilerin toplandığı meydan. Ama günümüzde, bir zamanlar burada gerçekleştirilen halka açık idamlarla anımsanır.) vardığında, Hôtel de Ville’in (Paris’in Belediye binası.) sivri kulelerinin tepesinde şimşekler çakıyor, önündeki açıklığa titreşen yalkılar vuruyordu. Wolfgang meydandan geçerken birden kendini giyotinin yanı başında bulunca dehşet içinde geri çekildi. Bu ürkünç ölüm aygıtının oradan bir an eksik olmadığı günler terörün var gücüyle saltanat sürdüğü günlerdi ve idam sehpası durmadan erdemli ve cesur insanların kanıyla sulanıyordu. Daha o gün pek çok insanın kanını dökmüştü ve orada, bu suskun ve uykuya yatmış kentin ortasında amansızca dikilmiş, yeni kurbanlarını bekliyordu.

Wolfgang’ın yüreği paralanmıştı; tüylerini ürperten bu ürkünç aygıta arkasını dönüp gitmek üzereydi ki, idam sehpasının basamaklarının dibinde suspus oturan bir karaltı gördü. Tam o sırada, art arda çakan şimşekler karaltıyı biraz olsun belirginleştirdi. Siyahlara bürünmüş bir kadındı oracıkta oturan. İdam sehpasının alt basamaklarından birinde iki büklüm oturmuş, yüzünü dizlerine gömmüştü; yere kadar sarkan uzun darmadağınık saçları bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Wolfgang durup baktı. Bu ıssız keder anıtında insanın yüreğini yakan bir şey vardı. Görünüşüne bakılırsa halktan biri değildi bu kadın. Wolfgang, pek çok şeyin altüst olduğu günler yaşandığının, bir zamanlar kuştüyü yastıklardan kalkmamış pek çok güzel başın şimdilerde yersiz yurtsuz kaldığının farkındaydı. Kim bilir, belki bu kadıncağız da şu korkunç giyotinin kimsesiz bıraktığı, kendisi için değerli olan herkesin sonsuzluğa uğurlandığı şu sırat köprüsünde yasa boğulmuş oturan zavallı bir bağrı yanıktı.

Wolfgang kadına yaklaşıp sevecen bir sesle seslendi. Kadın başını kaldırıp yabanıl bir bakış fırlattı. Bu bakışta Wolfgang’ın aklını başından alan, o sırada çakan şimşeğin parlak ışığında, bu yüzün durmadan rüyalarına giren yüz olduğunu fark etmesi oldu. Solgun ve kederli, ama büyüleyici güzellikte bir yüzdü.

Wolfgang karmaşık duygular içinde heyecana gelerek kadına bir kez daha seslendi. Ona gecenin bu saatinde bu şiddetli fırtınada ortalıkta dolaşmaması gerektiğini söyledi ve onu arkadaşlarına götürmeyi önerdi. Kadın korkunç anlamlar yüklü bir hareketle giyotini gösterdi.

“Benim tek bir arkadaşım yok!” dedi.
“Ama bir evin vardır,” dedi Wolfgang.
“Evet – mezarda!”

Onun bu sözü öğrencinin içini sızlattı.

“Eğer bir yabancının teklifi yanlış anlaşılmazsa,” dedi, “mütevazı evimi bir sığınak olarak, bendenizi de sadık bir dost olarak kabul buyurmanızı rica ederim. Paris’te benim de arkadaşım yok, bu ülkede bir yabancıyım; ama bir işe yarayacaksam emrinizdeyim; varlığım size feda olsun, yeter ki size bir zarar gelmesin, kimse sizi küçük düşürmesin.”

Genç adamın bu sözlerindeki dürüst içtenlik etkisini göstermekte gecikmedi. Ama yabancı şivesi de, Paris’in malum bitirimlerinden biri olmadığını göstermesi bakımından az etkili olmadı. Gerçekten de sahici bir gönüllülük, güzel ve etkili sözlerle dile gelince en küçük bir kuşkuya yer bırakmaz. Böylece, gidecek yeri olmayan yabancı kendini bütünüyle öğrencinin himayesine teslim etti.

Wolfgang, Pont Neuf boyunca ve IV. Henri’nin (Fransa kralı IV. Henri’nin, Seine nehri üzerindeki en eski köprü olan Pont Neuf’e 1615’te dikilen heykeli 1792’de Fransız Devrimi sırasında yıkılmış, 1818’de yeniden yapılmıştı.) heykelinin halk tarafından yıkıldığı yerden geçerlerken güçlükle yürüyebilen kadının koluna girdi. Fırtına dinmiş, gök gürültüleri uzaktan uzağa duyulur olmuştu. Paris tümden suskunluğa gömülmüş; insan tutkusunun o büyük yanardağı, ertesi günün patlamaları için taze güç toplamak üzere uykuya yatmıştı. Öğrenci, yanındaki kadınla birlikte, Quartier Latin’in eski sokaklarından ve Sorbonne’un kopkoyu duvarlarının önünden geçerek, kaldığı rengi solmuş büyük binaya vardı. Onları karşılayan yaşlı kapıcı kadın, melankolik Wolfgang’ı yanında bir kadınla görünce şaşırıp kaldı.

Öğrenci, odasına girince, yaşadığı yerin darlığı ve dağınıklığı karşısında ilk kez kızardı. Burası eskiden soyluların yaşadığı, Lüksemburg Sarayı dolaylarındaki binalardan biri olduğu için, bir zamanların görkemli günlerinden kalma kalem işi mobilyalarla döşenmiş tek bir odadan –eski moda bir salon– ibaretti. Kitaplardan, kâğıtlardan ve bildik öğrenci gereçlerinden geçilmiyordu; Wolfgang’ın karyolası ise salonun bir köşesindeki nişteydi.

Wolfgang, oda aydınlanıp da yabancıyı daha açık seçik görme olanağı bulduğunda, güzelliği karşısında daha da kendinden geçti. Kadının yüzü solgundu, ama yüzünü sarmalayan simsiyah uzun saçları göz kamaştırıcı bir güzellik veriyordu bu solgunluğa. Işıl ışıl yanan iri gözlerinde tarifsiz bir vahşilik okunuyordu. Siyah kıyafetinden anlaşılabildiği kadarıyla, son derece biçimli bir vücudu vardı. Çok sade giysiler içinde olduğu halde tepeden tırnağa göz alıcı bir kadındı. Üstünde süs denilebilecek biricik şey, boynundaki elmaslarla bezeli geniş, siyah tasmaydı.

Öğrenci, artık kendisine sığınmış bulunan bu çaresiz varlıktan nasıl kurtulacağını bilemez bir haldeydi. Odasını ona bırakmak ve kendisine başka bir yer bulmak geçti aklından. Gel gör ki, kadının çekiciliğinden o kadar büyülenmiş, aklı başından gitmişti ki, kendini kadının varlığından çekip alamıyordu. Üstelik benzersiz ve esrarengiz bir edası vardı bu kadının. Artık giyotinden söz etmiyordu. Istırabı da dinmiş gibiydi. Öğrencinin gösterdiği özen önce güvenini, sonra da belli ki kalbini kazanmıştı. Anlaşılan kadın da onun gibi tutkulu biriydi ve tutkulu insanlar hemen anlarlar birbirlerini.

Wolfgang, o anın çılgınlığıyla, ona delicesine tutulduğunu itiraf etti. Kadına o gizemli rüyasından söz açtı, onu daha hiç görmemişken kalbini ona nasıl kaptırdığını anlattı. Kadın Wolfgang’ın bu sözlerinden garip bir biçimde etkilenmişti; o da delikanlıya karşı tarifi mümkün olmayan bir istek duyduğunu itiraf etti. Gün çılgınca düşüncelerin, çılgınca davranışların günüydü. Eski önyargılar ve boş inançların defteri dürülmüş, her şey “Akıl Tanrıçası” nın buyruğu altına girmişti. Eskinin daha başka saçmalıklarıyla birlikte evlilikle ilgili gelenekler ve törenler de aklı başında insanlar tarafından gereksiz birer ayakbağı olarak görülmeye başlamıştı. Sözlü anlaşmalar geçerlikteydi. Wolfgang da kendini zamanın serbest fikirlerine kaptırmayacak bir düşün adamı sayılmazdı.

“Neden ayrılalım ki?” dedi. “Kalplerimiz birleşti; aklın ve erdemin gözünde biriz artık. Onurlu ruhlarımızı birbirine bağlamak için o iğrenç geleneklere ne gerek var?”

Wolfgang’ın dediklerini dinlerken yabancının içi içine sığmıyordu: Belli ki, o da aynı anlayışla eğitilip aydınlatılmıştı. Wolfgang, “Ne evin var, ne de bir kimsen,” diye devam etti; “bırak her şeyin ben olayım, daha da iyisi ikimiz birbirimizin her şeyi olalım. Gelenekler zorunluysa, geleneklere ille de uymamız gerekiyorsa – işte sana elimi uzatıyorum. Sonsuza kadar senin olacağıma yemin ediyorum.”

Yabancı, temkinli bir sesle, “Sonsuza kadar mı?” diye sordu.

“Sonsuza kadar!” diye yineledi Wolfgang.

Yabancı kendisine uzanan eli sıkıca tuttu: “Öyleyse ben de seninim,” diye mırıldanarak Wolfgang’ın göğsüne yaslandı.

Öğrenci, değişen durumuna uygun, daha ferah bir daire bulmak için ertesi sabah erkenden gelini daha uyurken kendini sokaklara attı. Döndüğünde, bir de baktı, yabancının başı yataktan sarkmış, bir kolu da başının üzerinden aşağıya uzanmış. Seslendiyse de bir yanıt gelmedi. Bu rahatsız yatışını değiştirsin diye uyandırmak için yaklaştı. Elini tuttuğunda buz gibi olduğunu fark etti –nabzı atmıyordu– yüzü bembeyaz, kireç gibiydi. Sözün kısası, ölüydü.

Dehşete kapılan, çılgına dönen Wolfgang binayı ayağa kaldırdı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Polise haber verildi. Polis memuru odaya girip de ölüyü görür görmez ürkerek geri çekildi.

“Yüce Tanrım!” diye haykırdı. “Bu kadın buraya nasıl geldi?”

Wolfgang, “Yoksa onunla ilgili bir şey mi biliyorsunuz?” diye atıldı.

“Nasıl bilmem!” diye bağırdı polis memuru: “Dün giyotinle başı vuruldu!”

Sonra yaklaşıp ölünün boynundaki siyah tasmayı çıkardı; baş yere yuvarlandı.

Öğrenci cinnet getiriyordu. “İblisin işi bu! İblis avcuna aldı beni!” diye çığlık atmaya başladı. “Sonsuza kadar lanetlendim!”

Oradakiler onu yatıştırmaya çalıştılar, ama boşuna. Dehşetengiz bir inanca kapılmıştı, kötücül bir ruhun kendisini kapana kıstırmak için ölüyü dirilttiğine inanıyordu. Sonunda aklını kaçırdı ve bir tımarhanede öldü. Kafasını cinlere perilere takmış yaşlı beyefendi hikayeyi burada noktaladı.

Soru sorup duran beyefendi ise, “Peki, gerçekten olmuş mu bu olay?” diyecek oldu.

“Su götürür yanı yok,” diye yanıtladı beriki. “Birinci ağızdan dinledim.

Öğrenci kendisi anlattı. Onu Paris’te bir tımarhanede gördüm.”

Washington Irving

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir