Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar”


Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar”

Işıklar geniş pencereli evlere yürüdü önce… Ve camların önünde dolaştı, kapıların önünde dolaştı, caddelerin derinliklerine baktı, sarıdan bir boya çekti. Tamam! İyi ama şehir bir tek cadde, bir tek sokak da şehir değildi. Yeryüzünün büyük aydınlıklar, bereketler dağıtan lambası sonradan aşağılara, çok aydınlık, çok sıcak isteyen, küçük, yaşama yaşama beliren kahverengili, külrengili ev yığınlarına doğru yöneldi. Birinci yosunlu kiremitler. İkinci teneke damlar. Damlar. Küçük damlar. Yavaş yavaş okşadı hepsini. Işıklarını böldü. Kimini iyice sivriltti, kimine biçim falan vermeden birkaç avuç birden fırlattı…

Ve güneş; aydınlıklara sarmaşanların yürüdüklerini, kapılardan girdiklerini, kapılardan alanlara çıktıklarını, bitmez tükenmez koşulara katıldıklarını, yarışmaların çoklarını yitirdiklerini, hep aynı çevre içinde ve belli sürelerde bir altmış yetmiş yılı tükettiklerini, sonunda bu çabalarının bir hiçe varmak olduğunu anlamadıklarını, yeniden yeniden, yeni aptallıklarla doğduklarını gördü.

İşte şimdi, yukarılardaki yerine iyice yerleşen güneş hala bu gerçeği bulamayan insanlara kızmıyor, sıcak sıcak bakıyordu.

O bakadursun Hacer Hanım, oğlunun odasına girdi. Bir baktı pencereye. Aaa! Komşunun damından aşağıya doğru güneş odanın tek küçük penceresinden kolunu uzatıyor. Maviler, tozlar, beyazlar. Helezon bir lira büyüklüğünde dört yuvarlak yapıyordu yorganın üzerinde. Kızdı güneşe. Örttü hemen perdeyi. Bir oraya, bir buraya fırlatılmış ceket, pantolon, çorapları topladı, samanları çıkmış eski koltuğa koydu. Tabaktaki yemekten az yenmişti. Su bardağının içinde cigara söndürülmüştü… Çok içiyordu bugünlerde… Geceyarıları öksürüyordu. Bardaktaki zifirli, tütün rengi suyu, ıslak cigara kağıdını döktü… Uyandırmaya kıyamadı birden… Duvardaki resimlere baktı. Biri oğlunun, Şeyh Ahmet kılığında bir resmi. (Şeyh Ahmet: Ünlü bir filmin kahramanı.) Bir deniz manzarası. Bir kıvırcık saçlı delikanlı… Uzun uzun ve isteksiz bakıyordu kıvırcık saçlı delikanlı odaya. Kadın o resme uzandı, tozunu aldı.

“Allah rahmet eylesin!” dedi.

Komşu tarafındaki duvarda kadın resimleri. Hepsi gülüyordu. Gülen insan güzel insan.

“Bu dünya sizin kızlar. Gülün. Durmadan gülün kızlar.”

Esmer, büyük gözlüsünün yanağına bir çimdik attı.

“Resim olmasan, seni oğluma alırdık kal..k!” dedi. “Odayı süpürürsün, bulaşıkları yıkarsın, yemeği pişirirsin. Bir de torun yaparsın bana. Alırım kız. Vallahi alırım…” Önüne, sonra gene kıza, ama acılı baktı. “Ah kız… Ah kara kızım benim. Gelmezsin sen bu eve. Bu eve sıçanlar gelir. Örümcekler gelir. Kediler gelir. Kız sen hep orada duracaksın be. Hep güleceksin oğluma.”

Elinin ayasıyla, alnındaki terleri sildi oğlunun.

“Hakkı, hişt Hakkı!”

Hakkı hızla soluyor, alnını kırıştırıyor, burnunu titretiyordu… Ne oluyordu buna? Yoksa gerçekte her yandan kuşatmış olaylar düşlerinde de mi rahat bırakmıyorlardı onu? Gene kırıştırdı alnını. Elini birden uzattı yukarıya. Ağlamaya eğilimli bir durum aldı tıraşlı yüzü ve gözlerinin çevresi ıslandı.

“Hakkı. Hakkı ne oluyorsun?”

“Hııı…”

Yana döndü.

Tıpkı babasıydı… Babası da onbeş, yirmi kere çağırmadan uyanmazdı. Ağırdı uykusu… Babası… Çoktan çürümüştü… Hakkı’yı doğurduğu gün geldi gözlerinin önüne… Kocası heyecanla: Bu çocuk belki uğurlu gelir. Belki kurtuluruz bu sıkıntıdan, demişti. Bayram yapmışlardı o günlerde… Ama, adam ölüp gitmiş, hala kurtulamamışlardı. Oysa adam, oğlunun gelişiyle kurtulacaklarına inanıyordu…

Silkindi.

“Hakkın… Aaaa!”

“Hııı…”

“Kalk oğlum. Geç kalacaksın. Yedi düdüğü çoktan öttü.” (Ötmemişti oysa. Ama anada, ananın şurasında iğneli ve büyük bir tedirginlik vardı. Korku da denebilirdi buna. Geç kalmasını, ustalarından söz işitmesini istemiyordu. Hakkı, birden açtı gözlerini. Uzun uzun belirsiz bir yere baktı, sonra döndü, kollarını anasına uzattı. Ana oğlunun kollarına atıldı. Sarılıştılar.

“Saat kaç?”

“Yedi düdüğü öttü.”

İşte şimdi birden vapur, fabrika düdükleri bağırmaya durdular. Hakkı anasına baktı.

“Ne yapayım. Korkuyorum,” dedi kadın.

Oğlan anasını kucağına aldı, öteki odaya uçurdu.

“Erkek kuvveti ah ah.”

“Ne o?”

“Hiç, hiç. Hadi git yıkan.”

Oğlan dışarıya çıkarken ardından kaygıyla baktı.

“Tam evlenme, ev bark kurma zamanı.”

Oğlan yıkandı, tarandı, giyindi, geldi sokağa bakan pencerenin önündeki sedire oturdu. Dalgın dalgın sokağa baktı. Hiçbir sorumluluk taşımayan, olayların büyüklüklerine sırt çevirmiş bir rahatlık vardı içinde… Sokakta ayaklar. Sokakta ağızlar. Sokakta kelimeler. Geçiyorlar. Cigara dumanları, öksürükler. İnsanlar durmadan hep bir yerlerden kalkıp bir yerlere doğru gidiyorlardı. Bu gidişlerin kimisi koşu oluyordu. Bir uzaklığa varma koşusu çokça. Camı fiskeledi, sevinçlerin, öfkelerin, acıların canlılığını ince ince ama renksiz ışıklarla anlatan gözlerini odada dolaştırdı.

“Bir rüya gördüm,” dedi.

Anası, sefertasına yemek koyuyordu.

“Hayırdır inşallah!” dedi.

Gecenin ortasında bir yerde uyanmıştı. Dışarıdaydı. Sise benzer bir karanlık vardı. Bu karanlığın altında ne ev, ne insan, ne ağaç, ne kedi, ne de tencere vardı. Bir başınaydı karanlıklarda. Yarı göle, yarı denize benzeyen bir su birikintisinin kıyısında çıplak ayaklarla yürüyordu. Sular, ufak ağızlarla ayaklarını dişliyor, balıklar gülüyordu. Birden balıkların gülmesi çığlığa benzer bir durum aldı ve su birikintisinin ortasından yuvarlana yuvarlana gökyüzüne yükselen bir ay, ışıklarını ona çevirdi. Yalnız onu aydınlatacakmış ve onun için doğmuş… Şaşkın şaşkın aya bakıyordu. Elleri, ayakları ışık içindeydi. Işıktan bir adamdı. Işıklar şarkı söylemek istediğini mi uyarttı, yoksa şarkıya benzer bir şeyler mi oldu çevresinde, derken, dağların sivrilerinden aşan, köyleri, şehirleri, memleketleri dolaşan bir büyük sesle yürümeye başladı. Ses ufalır ufalmaz yukarlarda tepsi gibi duran ay birden yassılaştı, uzadı uzadı, teknesi, yelkenleri, yelken ipleri ışıklarla donanmış bir gemi oldu. Bir dünyaymış bu gemi. İplerinde, teknesinde, dümeninde memleketler, şehirler varmış. Bu şehirlerde, memleketlerde karanlık hiç yokmuş. Hep ışık. Hep ışık. Aydınlıklara doğru yürüdü ve uzaklarda bir gemi daha belirdi. Birincisinden küçüktü. Aralarında bir köprü vardı. Bu gemi, insanların duygularını taşıyormuş. Her duyguyu bir renk belirtiyormuş. Bir gemi daha… Daha, daha… Ve bütün aylar kıyıda deli deli dolaşıp duran, bir türlü suya giremeyen oğlana döndüler.

“Birbirlerinizi seviniz… Seviniz… Seviniz… Seviniz.”

Gemiler uzaklaşıyordu.

Oğlan ellerini uzatıyor, bağırıyordu ama, onlar hep:

“Sevin… Sevin… Sevin… Sevin!” diyorlardı. Sonra gemiler kayboldu.

Hakkı:

“Kayboldular ana,” dedi üzüntüyle.

Ana sevinçle boynuna sarıldı oğlunun.

“Çok büyük kısmet var sana,” dedi. “Ay murattır . Su kuvvettir. Işıklar, renkler. Ne güzel. İnşallah o aylar kapımıza doğar.”

“İnşallah!” dedi, kalktı, sefertasını aldı, ıslık çala çala sokağa çıktı.

Muzaffer Buyrukçu

Büyükler için Hikaye, Kısa hikaye, En kısa hikaye, Hikayeler, Etkileyici hikayeler, Aşk hikayeleri, Romantik aşk hikayeleri, Hayat hikayeleri, Kısa Dramatik hikayeler, Yaşanmış hayat hikayeleri oku, Hüzünlü hikayeler, Acıklı hikaye kısa, Acıklı hayat hikayeleri, Duygusal masallar kısa, Zor hayat hikayeleri,
Gerçek hikayeler, Muzaffer Buyrukçu hikayesi,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir