İbibik Kuşu Efsanesi


İbibik Kuşu Efsanesi

Efsane; İki Güzel Çocuğun Başına Gelenler

İbibikler baharda ilk Önce ortaya çıkan ötücü kuşlardandır. Guguk kuşlarıyla yakın akraba olurlar. Kırlar yeşerir, çiçekler açarken ”İbibik, guguguk” diye ötüşleriyle gökyüzünü doldururlar. Gökyüzünü doldururlar diyorum doğrudur, çünkü ibibikler’ uçarken öterler, onları yerde öterken göremezsiniz. Uça uça, öte öte kendilerine arkadaş ararlar.

Halkımızın ibibikler hakkında garip inanışları vardır. Güya ibibikler takvimci kuşlardır. Yuvalarına küçük taşları toplayıp biriktirirlermiş, tam kırk tane. Her gün bir taşı dışarı atarak kışın bitişini, baharın gelişini hesaplarlarrnış. Bu doğru mu, değil mi? Merak edenler ibibiklerin yaşayışlarını araştırarak öğrenebilirler. 
İbibiklerin renkleri çok güzeldir. Kargadan biraz küçük olan gövdelerini sarı, yeşil, beyaz, turuncu, siyah renklerin karışımı tüyler süsler. Her bölgede aynı renkte görünmezler. Daha sade renkte olanları da vardır. Güzel kuşlardır ibibikler doğrusu. Bilhassa başlarındaki sorguçları küçük bir yelpazeyi andırır. En gösterişli yanları da renk renk benekli tüylerden meydana gelen bu sorguçlarıdır.

İbibikler yuvalarını genellikle köylerden, kentlerden uzak yerlerde yapar. İnsanlardan kaçar gibidirler. Neden mi? Neden olacak? Şimdi anlatacağımız masalı dinlerseniz zavallı ibibiklere hak verirsiniz belki.
Vaktiyle bir annenin biri oğlan biri kız, biri ay biri yıldız iki çocuğu vardı. Çocuklar o kadar güzeldi, o kadar güzeldi ki güzelliklerini anlatmaya diller yetmezdi. Onları görenlerin hayranlıktan dili tutulurdu. Seyretmeye doyamazlardı. “Bu çocuklar ya aydan inmiş ya da yıldızdan, neler yaratmış yaradan!..” diye hayret içinde kalırlardı.

Hele anneleri, hele anneleri, onları Öylesine çok severdi ki solup sararmasınlar diye üzerlerine tirim tirim titrerdi.
Ne demişler? İnsanın kendisi değil yazgısı güzel olmalı. Çok sürmedi, çocuklar çocukluklarına doyamadan anneleri hasta oluverdi. Günlerce yataktan kalkamadı, ev işine bakamadı. Konu komşu gelip gitti, yardım etti ama ne çare… Hasta gittikçe ağırlaştı. Baktı ki kurtuluş yok, çocuklarını yanına çağırdı.

Onları kucaklayıp bağrına bastı.

“Yavrularım,” dedi, “ölüyorum. Ben ölünce olan olur, babanız yeni bir ana bulur. Korkarım ki yeni anneniz sizi benim kadar sevmez. Size ancak şunu söyleyebilirim: Siz siz olun birbirinizden hiç ayrılmayın. Biriniz öbürüne yardımcı olsun. Şimdi size bir tarak vereceğim. Bu tarak hep yanınızda bulunsun. Hiç kimseye göstermeyin.”

Anneleri çocuklara şimşir tarağı verdikten sonra öldü. Babaları bir gün bekledi, iki gün bekledi. Baktı ki kendisi de, çocukları da perperişan. İyidir hoştur diye kendisine salık verdikleri bir kadınla evlendi.
Kadın bir iki gün kibar göründü ama sonunda foyası ortaya çıktı. Kötü yüreklinin birisiydi. Hiç acıması yoktu. Çocuklara sevgi göstermek şöyle dursun, bir an bile dirlik vermiyordu.

Her sözü bir zehir, her davranışı bir yılan gibiydi. Sebepsiz yere onları dövüyor, eziyet ediyor, çoğu zaman evden kovuyordu. O altın gibi pırıl pırıl çocuklar kirli, yamadan lime lime olmuş giysiler içinde geziyorlardı
Baba uysal bir adamdı. Karısına söz geçirermiyor çocuklarının acı durumunu görmezlikten geliyordu.

Gün geldi, kadın onların yüzlerini bile görmek istemedi. Kocasına:
”Bu evde ya ben dururum, ya onlar… Anladın mı?” diye tutturdu.
Kocası uysallıkla:

“Ne yapayım karıcığım,” diye karşılık verdi, ”Sokağa atamam ya!”
“Sokağa atamazmış!.. Aklına başka bir çare gelmiyor mu? Birkaç keçi almayı da mı düşünemiyorsun? Böyle boşu boşuna evde oturacaklarına bari keçi otlatsınlar. Bir faydaları dokunsun.”

Adam pazara gitti. Sekiz keçi satın aldı. Eve getirdi. Artık kızla oğlan keçi çobanı olmuştu. Her sabah daha güneş doğmadan keçileri ormana götürüyor, ancak karanlık basınca dönüyorlardı eve. Analık kadın keçilerin barındığı ağılda bir peyke hazırlamıştı, otla çöple. Orada, keçilerin yanında yatıp kalkıyorlardı.

Çocuklar keçi çobanı olmaktan pek şikayetçi değildi. Ormanın temiz havasında güle oynaya vakit geçiriyorlardı. Sincaplarla, tavşanlarla arkadaş olmuşlardı. Ağaçlardan yaban yemişleri toplayarak karınlarını doyuruyorlardı. Analık kadın azık vermiyordu onlara.

Ormanda küçük bir çağlayan vardı. İnce ve duru bir su akça kayalardan aşağı akardı. Çağlayanın önündeki küçük düzlükte çayırlar, menekşeler bitmişti. Çocuklar en çok burada vakit geçirir, suyun altında yıkanırlardı. Ceylanlar gelir, çağlayandan su içerdi. Çocuklar onları hiç korkutmazdı. Ormanın bütün hayvanlarıyla dost olmuşlardı.

Bir gün gene çağlayanda yıkanıyorlardı. Hava günlük güneşlikti, dallarda sincaplar oynaşıyordu. Saatlerce yıkandılar. Annelerinin verdiği şimşir tarakla da tarandılar, tarandılar…

Keçileri unutup gitmişlerdi. Çeneleri hiç durmadan kıyır kıyır işleyen keçicikler çağlayandan uzaklaşmıştı. Öbür yüze aşınca karşılarına bir kurt sürüsü çıktı. Kaçmak istediler ama kurtlar atıldı. Hepsini parçalayıp yediler. Çocukların olup bitenlerden haberleri yoktu.

Oradan geçen bir adam keçi leşlerini görünce köye gitti. Anahk kadına:
”Ne duruyorsun,” dedi. ”Keçilerinizi kurtlar parçalayıp yedi.”

Analık kadın eline bir sopa kaptı. Orman yoluna düştü. Adamın tarif ettiği derede keçi ölüleriyle karşılaştı. Öfkeden delirecek hale geldi.

”Sizi reziller sizi !” diye söylenerek çocukları aramaya koyuldu. ”Bütün keçilerimi kurda yedirirsiniz ha !.. Şimdi elime geçersiniz. O zaman ben sizi aç kurt gibi parçalayım da görün!..” Oradan yaşlı bir adam geçiyordu: ”Bana bak,” dedi, keçilerimi kurtlar parçalamış. O hain çocukları gördün mü?”

Adam çok üzüldü:

”Yazık, kurtlar belki çocukları da parçalamıştır. Ben senin yerinde olsam keçileri bırakır, çocuklar için üzülürdüm,” dedi.

Kadın öfkeli bir gülüşle; “Ben de onları arıyorum ya, elime bir geçirirsem ne yapacağımı bilirim ben.”

Sonunda dere tepe araya araya çocukları buldu. Hâlâ çağlayanın altında saçlarını tarayıp duruyordu ikisi de. Kadın sopasını kaldırdı, onlara doğru koştu. Yanlarına geldi. O kalın sopayı tam başlarına vuracağı sırada olağanüstü bir şey oldu, çocuklar birer ibibik kuşu olup pır pır diye uçuverdiler. Kadının vurmak için kaldırdığı sopası havada kaldı.

İbibiklere ya da resimlerine dikkatli bakarsanız, başlarında tarak biçiminde bir sorguç görürsünüz. Bu, annelerinin verdiği taraktır. Tarak başlarına sorguç oldu. Hem de renk renk güzel bir sorguç.

Bu olay olalı aradan kaç yıl geçti, bilinmez. İbibikler şimdi pek çoktur. Hepsi de bu iki güzel çocuktan çoğalıp türemiştir. Birbirlerine çok düşkündür. Durmadan ibibik guguguk diye birbirlerini ararlar.

Köylere kentlere pek sokulmazlar. Yuvalarını insanlardan uzak ormanlık, fundalık yerlerde yaparlar. Bahar gelir gelmez vadilerde şiir gibi çınlayan güzel sesleriyle durmadan öterek uçarlar:

”ibibik guguguk!.. Neredesin nerede?”

”Ibibik guguguk!.. Buradayım burada!”

Hasan Lâtif Sarıyüce – Anadolu Efsaneleri

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir