Nazım Hikmet Hikayelerinden; “Kendi Hûnumla Yazdım Hükm-i İdamımı”


Nazım Hikmet Hikayelerinden; “Kendi Hûnumla Yazdım Hükm-i İdamımı”

Hikaye Oku; Gözünün orta yerine bir yumruk yedi. Yuvarlandı yere. Yumruk atanın kollarına sarıldık. Yere düşeni kaldırıp demir hurdalarının kenarına oturttuk …

Akşamüstüydü … Hava sıcak ve kurşuni karanlıktı. .. Yağmur yağıyor, yağacak gibi …

<

p style=”text-align: justify;”>- Süleyman, dedim, bu işi etmemeliydin be.
Süleyman yumruğu atandı.
– Dayanamadım, bir halttır karıştırdık işte, dedi…

<

p style=”text-align: justify;”>Toplananlar işlerinin başına gittiler…
Karşıdaki atölyenin açık kapısından, hidrolik çekicin muaz­zam bir yumruk gibi, kıpkırmızı saç parçasının yanağına vurup vurup kalktığını görüyorum. Çelik çubuklardan, kıvrım kıvrım yongalar çıkaran torna tezgahları şarkı söylüyor. .. Bu kıvrak, afili, çelik gibi bir şarkıdır. Biterim ben, kıvrım kıvrım çelik yongaları çıkaran, torna tezgahla­rının şarkısına …

Haya sıcak, kurşuni karanlıktı. Yağmur yağıyor, yağacak gibi…

Süleyman, 14 numaralı lokomotifin kazanını raspa ediyor. Suratı asık… Sanki yumruğu atan değilmiş de yiyenmiş gibi dargın duruyor mübarek.

Kendi hûnumla yazdım…

<

p style=”text-align: justify;”>Havı dökülmüş lacivert bir çuha parçasına benzeyen, yuvar­lak, yumuşak bir mırıltı meşhur gazeli okumaya başladı :
… hükm-i idamımı….

Ses yolunda devam etmekte… Bu gazeli kim mırıldanıyor diye etrafıma bakındım. Demin, Süleyman’ın yumruğunu tattıktan sonra, demir hurdalarının kenarına yerleştirdiğimiz hammalmış.

<

p style=”text-align: justify;”>- Kendi hûnumla yazdım bükm-i idamımı …
Kendi hûnumla yazdım …
Kendi hûnumla yazdım hükm-i…

Aynı mısrayı tekrar edip duruyor…

Şimendifer tamirhanesine daha  dün geldim. Pürüzsüz bir İstanbul şivesiyle, Mevlide, ölü havasına benzeyen bu gazeli söyleyen adamın kim olduğunu bilmiyorum. Yalnız, Süleyman’la yaptığı kavganın sonuna yetiştiğim zaman, sözlerinden, onu Aydınlı sanmıştım. Halbuki gazeli İstanbul şivesiyle okuyordu …

– Dinliyor musun?

Başımı çevirdim. Süleyman yanımda.

–  Dinle bak. .. Bana öyle geliyor ki bu şarkıları, gazelleri filan bile insanı uyuşturmak, miskinleştirmek, şu Mehmet Efe gibi canına okuyup bırakıvermek için icat etmişler. ..

Fabrikanın düdüğü, iskeleye yanaşan bir gemi gibi, öttü.

Paydos,

– Bu gece bendesin …

– Sendeyim, Süleyman …

Domuzuna yağmur yağıyordu. Aşçı dükkanının kapısı açıktı. Tek penceresinin camı yoktu. Gazete kağıdıyla kapatılmıştı… Gazete kağıdı ıslandı. Çerçeveye unla yapıştırılmıştı.. Un çözül­dü .. Kağıt koptu pencereden …

Domuzuna yağmur yağıyordu.

Aşçı dükkanında bir ben varım, bir de Süleyman.

Süleyman, çorbayı tahta kaşıkla karıştırarak anlatıyor :

– Bu Mehmet Efe geçen sene geldi bizim tamirhaneye … Hani nasıl diyorduk o işe, bir tabiri vardı. Hani canım şu, toprağını kaybeden fıkara köylünün şehre ameleliğe gelmesi …

– Köylülüğün proleterizasyonu …

– Ha işte o… Mehmet Efe de proleterizasyona uğramış. Aydın civarındaki köylerden birindeymiş … Vergi mergi falan filan derken gitmiş toprağı elinden … Şehre düşmüş … Tütünde çalışmış biraz … Mevsim sonunda bizim fabrikaya elli kuruş yevmiye ile yerleşti… İşi hammallık… Kara amele yani. Fabrikanın içinde, anasının gözü bir fırtınadan sonra kıyıya düşmüş balık gibiydi … Daha doğrusu, kafese girmiş kurt gibi … Ufacık takılsan hemen dişlerini gösteriverirdi… Fakat ne dersen de, bu hali hoşuma gidiyordu. Kızmasını biliyor, diyordum … Yalnız canımı sıkan tek başına kızmasıydı … Yani senin anlayacağın, kızmasında, celallen­mesinde ferdiyetçiydi mübarek… Eh tabii, köylü kafası… Her koyun kendi bacağından asılır, meselesi… Elbirliğiyle kızmaya, hep beraber hakkı almak için ayak diretmeye yanaşmıyordu bir türlü …

Birdenbire Süleyman’ın sözünü kestim :

– Peki ama, bütün bunlar, senin onu dövmen için bir sebep değildir ki …

Süleyman kaşlarını çattı :

– Sözümü kesme. Şu münevver huyundan. vazgeçemedin gitti… Herifle dövüştüğüme halt ettim, amenna … Fakat kerata, içerde çıt olsa hemen müdüriyete yetiştiriyor …

– Peki ama, nasıl oldu da kumpanyaya satıldı?

– Sözümü kesme … Dinle hele bir … Ne diyordum?.. Mehmet Efe’nin kafasında “Bacağından asılmış bir koyun” vardı … Bu koyunu oradaki çengelden çıkarırsak, adama dönecekti … Arkadaş­larla da konuştuk . Başladım üstünde uğraşmaya … Ha yola girdi, ha giriyor derken, bir gün birdenbire asıldığım ip kopuverdi.

Süleyman sustu… Dışarda domuzuna yağmur yağıyordu… Açık kapıdan koşa koşa geçenleri görüyordum … Aşçı, pencereye yeni bir gazete kağıdı yapıştırmaya çalışıyordu… Buğulu bir hamam kubbesi altında, mütemadiyen su dökünülüyormuş gibiydi yağmur sesi… Karşı meyhanede gramofon çalıyorlar :

Kendi hûnumla yazdım hükni-i idamımı

Süleyman önündeki ekmeği, bir hayvanın çenesini ayırıyormuş gibi, ikiye böldü…

İşte şu gazel yüzünden gitti gürültü ye Mehmet Efe … Sözümü kesme, dinle … Biliyorum, bir insan sadece gazel, şarkı markı yüzünden hapı yutmaz… Dolan bardak ta son damla meselesi. Bardak ağzına kadar dolar. Daha taşmadı… Bir ufacık damla düştü mü içeri, bardak taştı demektir … İşte bu gazel de Mehmet Efe için son damla oldu … Biz zamanında kurtaramadık. Bardağın suyunu değiştiremedik … Başkaları akıttı son damlayı …

Sözümü kesme …

Mehmet Efe’nin sesi çok yanıkmış … Günlerden bir gün işe geç geldi diye bir yevmiyesini sıfır etmişler… Efe basmış küfrü … Bağırmış çağırmış. Arkadaşlar bu işi elbirliğiyle hallederiz demiş­ler… Dinlememiş.  ille de şimdi, demiş. Gidip müdürün kafasını yaracağım diye tutturmuş… Sonra birdenbire duruluvermiş. Oturmuş demir hurdalarının üstüne. Şaşkın şaşkın etrafına bakınmış. Dalmış mübarek … Dalmış derinlere …

– Peki ama .. .

– Sözümü kesme …

– Yok bu sefer keseceğim… Böyle birdenbire kabarmayı, sonra yine birdenbire sönüvermeyi anlıyorum… Fakat sesinin yanık olup olmamasının hikmetini anlayamadım. Süleyman gülerek yüzüme baktı :

– Anlayamazsın zahir, dedi. Efe derinlere dalınca başlamış türkü söylemeye… Mırıltı, falan derken, yüksek sesle memleket havalarını okumaya başlamış. Bizim tesviyehanede bir ustabaşı vardır. Yarın öbür gün sen de görürsün. İsmi Cemal’dir. Hergele­nin biri. Kumpanyanın adamıdır … İstanbullu … İşte bu Cemal, Mehmet Efe’yi türkü söylerken yakalar. Bir yevmiyesini daha sıfır etmez … Herifin sese merakı vardır. Akşamcıdır kerata. .. Neyse, sözü uzatmayalım … Efe’yi okşar. Üzülme yevmiyeni kurtarırız filan, der … Kurtarır da domuz. Efe’nin bir yevmiyesini kurtarır, ama hayatını berbat eder … Gece beraber meyhaneye giderler … Çekerler kafayı … Ertesi gece yine meyhane … Ertesi gece yine … Efe bulur teselliyi … Nihayet bir gün Cemal bir domuzluk daha yapar. Mehmet’e uğraşa uğraşa İstanbul ağzıyla şu “Kendi hûnumla yazdım” gazelini öğretir… Bu kahrolası hava Efe’yi mahvetti … Son damla meselesi işte …

Domuzuna yağmur yağıyordu … Aşçının ikinci sefer pencere­ye kapladığı gazete kağıdı da parçalandı.

Öğle paydosu .. Çocuklar küme küme yemek yiyorlar. Meh­met Efe’ye bakıyorum. Demir hurdalarının üstüne oturmuş. Güneşin alnında şişeyi dikiyor ve mırıldanıyor :

“Kendi hûnumla yazdım … “

Mehmet Efe’yi işten çıkardılar. Dağ gibi adam çalışamaz olmuştu. Rivayete nazaran Cemal onu Kumpanya müdürünün yanına uşaklıkla yerleştirecekmiş …

Efe bir haftadan beri müdürün evinde uşaklık ediyor. Geçen akşam onu çarşıda gördüm. Elinde bir zembil vardı. Başı yere eğilmişti. Kocaman vücudu, küçük bir meyveyi çekmeyen muaz­zam bir ağaç gibiydi.,.

Mehmet Efe’yi müdür kovmuş … Uşaklığa bile yaramayacak kadar sarhoşmuş …

Bu şehirde amma da çok yağmur yağıyor. ..

Domuzuna yağmur yağıyordu. Aşçı dükkanının kapısı açıktı. Tek penceresinin camı yoktu. Gazete kağıdıyla kapatılmıştı. Gazete kağıdı ıslandı. Çerçeveye unla yapıştırılmıştı. Un çözüldü… Kağıt koptu pencereden.

Aşçı dükkanında bir ben varım, bir de Süleyman.

Süleyman çorbayı karıştırarak anlatıyor :

<

p style=”text-align: justify;”>- Mehmet Efe şimdi Ker… sokaklarında şarkı söyleyerek dolaşıyormuş. Cemal’in, benli Fatma’yı vurduğu gece o da ordaymış. Şahit diye götürmüşler karakola… Her neyse… Son damla meselesi …
Süleyman sustu …

Dışarda domuzuna yağmur yağıyordu. Karşı meyhanede gramofon çalıyorlar :

“Kendi hûnumla yazdım hükm-i idamımı. .. “

Nazım Hikmet – (Orhan/Resimli Ay dergisi, Ağustos 1930)

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir