Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi

1. Bölüm Dibaçe

Bir Anadolu Romanı 

‒ Biraz dinlensek… dedim. Kılavuzum güldü. Kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.

‒ Kesildin mi? diye sordu.

‒ Hayır.

Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söyledim.

‒ Ha biraz gayret! ‒dedi,‒ Yarın başına bir çıkalım, oradan öte «Akkovuk»‘a kadar yol iyidir.

‒ … Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar kireçli topraklar dökülüyordu. Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

‒ İşte yarın başı! dedi.

Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım, sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

‒ Yak bir cıgara bakalım, yorgunluk alır.

Ağır bir tavırla:

‒ Burada tütün içilmez! dedi. Sordum.

‒ Niçin? Namazgâh mı burası?

‒ Hayır!

‒ Ya ne?..

Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

‒ Burası «Yalnız Efe»‘nin sırrolduğu yerdir! dedi.

Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzde siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol, eskiden beri eşkıya uğrağıydı; bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Cellâv’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

Paketimi cebime soktum.

‒ Anlat bana baba, –dedim,– bu «Yalnız Efe» kim? Nasıl sırroldu?

İhtiyar avcı torbanın yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri elâ gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine dönen derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:

‒ Anlatayım, dedi. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.

‒ Neden gözükmezdi? diye sordum.

‒ Çünkü kızdı.

‒ Kız mıydı?

‒ Evet.

Hayretim hoşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi takdis eden her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine başladı.

Bu azap, elem, ıstırap dolu bir intikam destanıydı. Belki bir saat sürdü. İhtiyar onun yaptıklarını anlatırken muhabebetten dudakları titriyordu. Ben de bu muhabbetin aksini ruhumda duydum. Yalnız Efe’nin her hareketi ahlâkî idi. Halk, yerliler, köylüler ona ulvî bir kahraman gibi tapıyorlardı. Anlatırken ihtiyar, bazen heyecana geliyor, bazen kederleniyor, unutulmamış bir matemin gölgesi yüzünü karartıyordu. Yalnız Efe’nin akıbetini anlatırken kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kalbi sanki ağzına gelmişti. Hıçkırıyordu. Boynunu bükerek, iri nasırlı elleriyle gözyaşlarını silerek söylediği sözler hâlâ kulağımda.

Av peşinde gezerken iki hafta, bütün uğradığımız köylerde, Yörük obalarında hep Yalnız Efe’nin menkıbelerini dinlemiştim. O vakit şairdim. Duyduğum canlı bir vecdle, kahramanın destanını yazmaya kalktım. Ama niçin bilmem, yarım bıraktım. Aradan işte yirmi beş sene, evet, yirmi beş sene geçti. Bugün tamamlamak ihtimali kalmadığını görüyorum. İhtiyarlayan hatıramda kafiye yok. Bunayan zevkimde kelimelerin ahengi, veznin esrarı yaşamıyor. Fakat gençliğimde yazdığım bir destanı, şimdi bir roman gibi tekrarlayamaz mıyım?

İşte bunu tecrübe ediyorum.

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir