Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK”


Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK”

Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay

Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı.

Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan yıkansa da temizlik hissi vermez, oynamayı öğrenmediğinden de kimseyi eğlendiremezdi. O güne kadar “Hoşt! ” lara alışmıştı; ilk “Kuçukuçu! “yu Osman’ dan işitti.

Osman bir kabahat işleyip yad illere düştüğü zaman bu köpek gibi sokaklarda sürtmüş, durmuş, neşe yüzünü unutmuştu. Ona da her uzandığı kapı aralığından dilini anlamadığı adamlar “Hoşt! “a benzettiği keskin bir kelimeyle haykırıyorlar, elinde gezdirdiği kağıt çiçeklerle Kulhüvallahi yazılı tabaklara bakmadan tersyüzü geri çeviriyorlardı.

Bu çiçekleri viraneler arasında yapıyor, bu tabakları bostan kıyılarında yazıyordu.

Bereket ki, sıcak iklimli memleketlerde, Akdeniz kıyılarında dolaşıyordu. Bütün geçtiği yerler deniz kokuyordu ve ona bu koku besleyici geliyordu. Deniz, muz, portakal, şeker kamışı, kırmızı biber, kekik ve süprüntü kokuyordu. Ağaçlardaki olgun, sıcak meyvelerle yerlerdeki çürük yemiş kabukları kokusundan sersemleştiğini ve mütemadiyen bunları yemekten de içinin koflaştığını, boşaldığını duyuyordu.

Bir akşam, çit kenarında sırtüstü yatmış, kafasından neler geçtiğini fark etmeden düşünürken, kendisine birinin baktığını sezdi. Başını kaldırıp etrafını aradı.

Bir ufak köpeğin yaşlı gözleriyle karşılaşmıştı. Acıdı:

“Kuçukuçu! ” diye çağırdı.

Köpek başını yana eğdi; bir kulağını dikmiş, öbürünü aşağıya sarkıtmıştı. O güne kadar işitmediği bu tatlı sözün manasını anlamaya çalışıyor, anladığına da inanmıyor gibiydi.

İşte iki bahtsız böyle tanıştılar.

Osman’ın taşlara, topraklara sürtünmekten havı dökülmüş kirli haki ceketiyle köpeğin açlıktan sertleşip seyrekleşmiş kirli postu yan yana geldi; birbirine uydu. Her ikisinde de hasret derecesini bulmuş olan sokulma ihtiyacı çarçabuk ısınmalarına yardım etmişti. Ayrılmaz dost oldular. Osman kağıttan çiçek, yazılı tabak sattı; satamadığı zaman fırından ekmek dilendi, kasaplardan kemik topladı; aşırdığı bile oldu…

Köpeğiyle konuşuyordu. O, gamlı yüzüyle, gene kuyruğu bacaklarının arasında, yanakları yaşlı dinliyordu.

Sevildiğini, sevdiğini anlatamayan, neşesini ve gönül çalkantısını belli edemeyen bir huyu vardı. Gözleri fersiz, kuyruğu hareketsiz, akar gözleriyle mahzun mahzun seviyordu. Sevinç havlaması bile bir kısık hıçkırıktan başka bir şey olamıyordu. Efendisinin arkasından hala, kovulacakmış gibi bir ürkeklikle gidiyor, dönüp hemen kaçmaya hazır bir halde çekingen, ihtiyatlı, ara bırakarak yürüyordu.

Osman bir memleketten bir memlekete geçerken köpeğini yollarda, kah yürütüyor, kah koltuğunun altına alıyordu. Yormaktan korkuyordu; ölüverir diye korkuyordu. Uyurken yanında nefesini nefesine uyduran bir dert yoldaşından gene mahrum, gene tek başına kalmaktan korkuyordu; çilesine katlanıyordu.

Çok defa aç, daima yurtsuz ve yolcu, böyle iki yıl geçti.

Osman’ın bütün kurduğu hülya bir kulübesi olmak ve akşam dönünce köpeğini kapısının önünde bekler bulmaktı.

Bazen iş çıkıyordu, köpeğini hanlarda bırakıyor, fakat büyük köpeklerin parçalaması ihtimaliyle gününü korkular içinde geçiriyordu. Bazen de onu bir yerde bırakmadığı için işe gidemiyordu.

Olmayacak bir ihtimale inanmıştı: Bu köpek de Osman’ın memleketinden nasılsa buralara düşmüştü; o da kendisi gibiydi, yurt hicranı çekiyor, havasına, suyuna, güzelliğine ısınamıyordu. Her şeyi garipsemişti, onun için böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, yaşlı gözlüydü.

Birbirlerinden hazzedişlerinin bir sebebi de bir yurt yavrusu, bir dert ortağı oluşlarıydı.

Böyle düşündüğü için köpeğini büsbütün seviyor, onu yabancı ülkelerde tek başına bırakmaktan ürküyordu.

“Ölüverirsem ne olacak?” diye hatırından fena fikirler geçirirken, kendisinden fazla ona yanıyordu.

Zira Osman’ın hastalandığı, ateşli öksürük nöbetlerine tutulduğu, günlerce bir hendek içine sokulup yattığı oluyordu. Köpek dizlerinin arasına giriyor, öksürükler fazlalaşınca başını çevirip nemli, bulanık gözleriyle yüzüne bakıyordu. Sonra içini çekiyor, kıvrılıyor, burnunu karnına sokup uyumadan, hareketsiz ve gözleri açık sanki ikinci nöbetin gelişini korka korka bekliyordu.

Zaman ikisini de gittikçe, birbirine benzetmişti. Kirli sarı renkte, sıska, mahzun, fersiz bakışlı, sırtları kabarmış, tüyleri taras taras, çirkin ve lüzumsuzdular.

Onun için de artık kasabalara uğramayarak kırlarda yaşıyorlar, yavaş yavaş çöllere kayıyorlardı.

Nihayet jandarmaların eline düştüler.

Kolları iple arkasına bağlı, Osman günlerce bir silahlı süvarinin önünde sıcak ovalarda yürüdü. Köpeği çok geriden, daha ihtiyatlı ve ürkek peşi sıra gelmişti. Karakollarda beklenirken uzaklarda, kayalar arasına saklanarak gözcülük ediyor, yola düşülünce meydana çıkarak, sinsi, toprak kabartılarını siper tutarak, arkalarından geliyordu.

Kulakları daima tetikte, dikiliydi. Osman’ın öksürüklerini duyunca bir kısa müddet duruyor, başını eğip bir kulağını sarkıtarak dinliyordu.
Böylece hududa geldiler.

Osman serseri ve yabancı olduğu için daha güneydeki bir komşu ülkesine atılacaktı. Sının aşınca köpeğine kavuşacaktı ya…

Hep bu ümitle, ciğerlerinin söküldüğüne, sade dışardaki sıcaktan değil, içinin ateşinden de eridiğine bakmayarak yürüyordu. Hasretin sona ermesi için hem de asker gibi, dik ve intizamlı yürüyordu.

Barakalar önünde durup ellerini ipten sıyırdıkları zaman ona sarıldı, kucağına, aldı, öptü, okşadı. Fakat birden sarsıldı. Gümrük kolcusu gözleri akan sıska, iğrenç köpeği göstererek:

“Yasak,” demişti, “baytar şahadetnamesi olmadan hayvan geçemez!

Hayvancağızı geçiremediler.

Osman’ın kollarından çözülüp ip onun boynuna takıldı ve hudut levhasını tutan direğe bağlandı.

Osman yalvardı; kefiyeli jandarmanın ellerine sarıldı, fesli kolcunun ayaklarına kapandı. Herkes, memurlar, kahveci, maşlahlı yolcular, bütün halk gülüyordu. Osman öksürüyordu: İngiliz çavuşu piposunun dumanını seyrediyordu.

Köpek kuyruğunu bacaklarının arasına büsbütün sıkıştırmış, kamburu büsbütün çıkmış, gözleri daha bulanık, yanakları sırsıklam, başını gene eğmiş, bir kulağı sivri, öteki düşük melul melul bekliyordu.

Nihayet jandarmalar kızdılar. Osman’ın çürük, kof sırtına öldürücü birkaç dipçik vurdular, hududun öte yanına, bayır aşağı, taşlıklara yuvarladılar. Bunu gören köpek, evvela, yerinden fırlamak, ipini kırmak, hayatında ilk defa, dişleri meydanda, kuyruğu dimdik, hırlayarak iri çizmeli adamlara saldırmak istedi, yapamadı.

Çölleri, yoldaşının ardında, aç karnına, susuz, uykusuz, dili bir karış, sinsi sinsi günlerce aşmaktan mecalsizdi; yapamadı. Sadece derin derin içini çekti.

Sonra döndü döndü, kıvrıldı; ıslak burnunu karnının tüyleri arasına gömdü ve yaşlı gözlerini -daima kovucu, “Hoşt! ” deyici olarak tanıdığı- dünyaya son bir usanç içinde yumdu.

Şişli, 1 939 Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, öykü, hikaye okuma, kısa hikaye, kısa hikayeler, kısa öykü, gurbet hikayeleri, refik halit karay, duygusal hikaye, ağlatan hikaye, acıklı hikaye, köpek, köpek hikayesi, üzgün köpek, ağlayan köpek, köpek hikayesi, 

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir