Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Acıklı Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/acikli-hikayeler Hikaye Çeşitleri Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Acıklı Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/acikli-hikayeler 32 32 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9308 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı. Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir […]

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin”

Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum, üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp, sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken yüzüm onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. Sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum.

Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi…

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı. Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar, yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan ibaret çamaşırımı yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri, eve gelince onun hala işini bitirmemiş olduğunu gördüm. Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen iplere seriyordu. Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları, entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın kendi çamaşırlarını da benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme oldu. Canım sıkıldı. Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime:

Herhalde aralarında anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk çıkardım. Biraz tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim. Odama girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereliydi? Birdenbire bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım. Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle, çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç… Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi’nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var…- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya… Hasta… Çok hasta…-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu. Sokağın kirli karlarını süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi
acıttı. Soğuk, merakımı yenmek üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde bir maksadı olacaktı. Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım hisler belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını, belki de beni utandıracağını tahmin eder gibiydim.

Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil, fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı. Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu. İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi… Yıkatacak çamaşırın yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum. Onun için kadının bu sualine dikkat bile etmeden -yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını döndü, ben kapıyı kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı. Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş  ayazda belki saatlerce beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime:

-Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:

-Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan…

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan uyuyakalmışım…

Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini  söyledim. -Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç parçadan ibaret çamaşırları kapının arkasına yığdım. Madam:

-Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım, lazım…- diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı.

-Gelir elbette!- diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli, lazım oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin
yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim.

Bir adam boyunu pek aşmayan alçak evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak, gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum. Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı. Ara sıra sıska bir köpek yolun bir kenarından öbür kenarına geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor, gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı. Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince, teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:

-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti.

Aynı homurtulu sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi kendine söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede kimsenin kimseyi gördüğü yok ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki evin kapısını yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim. İyice akşam olmuş, ufukta ay yükselmeye başlamıştı. Biraz ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir şey görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına parmağımla vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar kapıya döndüm. Biraz sonra taşların üzerinde çıplak ayak sesleri duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu.

Çıplak ayakları, benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık düşüyordu.

Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik. Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim titreme, sesini tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti. -Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir:

Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça: Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl danışayım… Vah kızım vah…-

Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.
Sabahattin Ali – 1939

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, ağlatan hikayeler, acı hikayeler, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali Hikayeleri, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü, düşündüren hikayeler, düşündüren öyküler, 

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html/feed 0
Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html#respond Sun, 24 Sep 2023 13:58:13 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9181 Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” Uyanır uyanmaz yatağımın üzerindeki kalorifer borusuna 2 defa tıklattım. Birkaç saniye sonra beklediğim ses geldi. Bu benim ailemle aramızdaki iletişim metodumuzdu. Borulardan gelen sesi duyunca derin bir nefes aldım, bu ses beni o kadar çok mutlu ediyordu ki anlatamam. Bir iki dakika geçmeden o benim dünyalar tatlısı annem kapıyı […]

The post Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile”

Uyanır uyanmaz yatağımın üzerindeki kalorifer borusuna 2 defa tıklattım. Birkaç saniye sonra beklediğim ses geldi. Bu benim ailemle aramızdaki iletişim metodumuzdu. Borulardan gelen sesi duyunca derin bir nefes aldım, bu ses beni o kadar çok mutlu ediyordu ki anlatamam. Bir iki dakika geçmeden o benim dünyalar tatlısı annem kapıyı açarak odama geldi. Her zamanki güler yüzü ile “günaydın benim büyük yazarım” diyerek yanıma oturdu. “Bugün nasılsın rahat uyudun mu?” diye sorarken bir yandan da yüzümü okşuyordu. Ufacık bir çocuk sanmayın sakın, tam 21 yaşındayım ama hala annemin gözünde ufacık bir çocuğum. Ben bildim bileli annem beni sabahları bu şekilde karşılar. Ardından yatağımı toplar, sonra da o sabahları benim için hazırladığı mükemmel sofrasında beraberce kahvaltımızı yaparız. Ona hayranlığım hiçbir zaman azalmadı çünkü o benim her şeyimdi. Her şeyim derken gerçekten de öyle.

1999 da ki büyük deprem de sol kolumu kaybetmiş ve ayaklarımı da kullanamaz olmuştum. “Babam yine erken çıkmış herhalde” dedim. “Evet” diye cevap verdi benim güzel annem, “biliyorsun büyük güne az kaldı. O yüzden artık çok daha fazla çalışması gerekiyor.” Babam sabahları erkenden çıkıyor mesaisine başlıyor, daha sonra da mesaisi biter bitmez gece yarılarına kadar bulduğu ek işleri yapıyordu. “Anne neden birkaç sene daha beklemiyoruz ki, böyle kendini çok yıpratıyor ve ben buna çok üzülüyorum” dedim. Ama o muhteşem kadın, “olur mu hiç öyle şey” dedi. “Sen bir an evvel iyileşeceksin ve yürüyeceksin, o zaman hepimiz daha mutlu olacağız” dedi. Evet, annemin büyük gün dediği benim ameliyat günümdü. Babamın uzun araştırmaları sonucu, benim bacaklarımı kullanabilmem için gerekli ameliyatı yapacak doktoru bulmuştu. Doktorla anlaşmış ve beni ameliyat ettireceklerdi. Ancak bu ameliyat için istenilen para bizim için çok büyük olduğundan babam yaklaşık üç senedir aynı şekilde çalışmaya devam ediyordu. Hatta bazen eve bile gelmediği oluyordu. Annemle sürekli birlikteliğimizden olsa gerek ona “benim meleğim” diyordum ama babam da benim idolümdü. O muhteşem yürekli bir insandı. Ne anneme nede bana hayatımız boyunca hiçbir eksiği hissettirmemeye çalışıyordu. Ben o kadar şanslı birisiydim ki Rabbim bana böyle bir aile vermişti. Biliyorum tek kolum yoktu, bacaklarımı kullanamıyordum ama bunun yerine Rabbim bana 4 tane fazladan kol ve 4 tane fazladan bacak vermişti. Ayrıca beni seven ve hiçbir zaman eksikliklerimi hissettirmeyen 2 de kalp vardı. Bu fazladan kollarım ve bacaklarım Annem ve Babamdı. Bazen ameliyat olacağım düşüncesi beni korkutuyordu. “Eğer iyi olursam ailemin tutumu ve bana karşı davranışları değişir mi?” diye. Ama düşünceli ailem her zaman benim ne hissettiğimi bilir ve beni en iyi şekilde teskin ederlerdi. Ameliyatım İstanbul’daki özel bir hastanede yapılacaktı ve yaklaşık bir ay kalmıştı. Bu yüzden bu büyük şehirdeki halamın yanına gidecektik, hafta sonu. Orada ameliyatı bekleyecektik. Halamı çok severdim, oda çok neşeli bir insandı. Bu kadar erken gitmemizin sebebi olarak benim onunla daha çok vakit geçirmem diyorlardı. Babam bizi götürdü ve işleri dolayısıyla geri döndü. Ameliyat günü gelecek ve evimize hep beraber mutlu bir şekilde yürüyerek geri dönecektik.

Büyük gün geldi ve ameliyatım gerçekten başarılı olmuştu. Yaklaşık bir aylık bir fizik tedavi ile de artık yürüyebiliyordum. O kadar mutluydum ki bir an evvel evimize yürüyerek gitmek ve o güzel evimize kendi ayaklarımın üzerine basarak girmek istiyordum. Ancak geri döndüğümüzde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü babam ameliyat için gerekli parayı tamamlayamamış ve evimizi satmak zorunda kalmıştı. Meğer o bir ay erken gitmemizin sebebi aslında o sırada evimizi satmak ve yeni bir yer bulabilmekmiş. Üzülmemem için bunu benden saklamışlardı. Artık köhne bir evde, hem de kiracı olarak yaşayacaktık. Bütün bunlar benim yüzümden olmuştu. Ama onlar buna sanki hiç üzülmemiş gibi davranıyorlardı. Onların bu büyük fedakârlıkları beni çok etkilemişti. Bana olan sevgilerinden dolayı artık yürüyebilmemin mutluluğunu yaşıyorlardı ve bana da bu büyük sıkıntıyı belli ettirmemeye çalışıyorlardı.

Bir an evvel artık bende aileme katkı amaçlı çalışmak istiyordum, ancak iş bulmak gerçekten zordu. Fakat bir gün hiç beklemediğimiz biranda postacı kapımızı çaldı ve bir zarf verdi. Zarf, evde boş oturduğum zamanda yazmış olduğum “Mutluluk Nerede?” isimli kitabı yolladığım yayın evinden geliyordu. Kitabımı çok beğenmişler ve basmak istiyorlardı. Kısa zamanda anlaşma sağladık ve kitabım basıldı. Elbette ki bu kitabı aileme borçluydum. Anlaşmamız kitabı beğenmelerine rağmen yayın evinin kitabımın satıp satmama şüphesi nedeni ile satış rakamı üzerinden yüzde usulü ile olmuştu. Ancak gerçekten kitabım çok tutuldu ve bu benim için çok büyük bir kazanç oldu. Çok kazanan,  ünlü biri olmuştum.

Artık başka yayın evlerinden de yeni kitaplar yazmam için teklifler geliyordu. En çok satanlar listesinin başında olmam sebebi ile TV’lere bile çıkıyordum. Yine bir iş görüşmesinden eve dönerken yolumu birisi kesti ve çok önemli bir konuda görüşmek istediğini söyledi. Yakınlardaki bir kafeye oturduk. Daha sonra, beni yazdığım kitaplar sayesinde bulduğunu söyledi. Sözde yıllardır beni arıyormuş. Kafe de oturup konuştuğum adam, hayatımın o en acı gününü yaşattı bana. Benim akrabam olduğunu söyledi. Sözde benim amcammış, tabi buna inanmadım ama onu dinledim. Bana 1999 depreminde evimin yıkıldığı sırada ailemin öldüğünü, kendisinin beni aradığını ama bulamadığını söyledi. Şu anda ailem olarak bildiğim kişilerin ise aslında ailem olmadığından hatta akrabam bile olmadığından bahsetti. Onların beni habersiz bir şekilde, oradan kaçırdıklarını söyledi. Ama artık beni bulduğunu ve oraya geri dönmemem gerektiğini söyledi. Anlatırken öyle içten ve ağlayarak anlatıyordu ki ona inanmadım desem yalan olurdu. Hatta bana o zamana ait bir gazete kupüründen çıkmış bir haber bile getirmişti yanında. O haberde benimde içinde bulunduğum bir resim vardı. Resmin hemen altında depremde yok olmuş bir aileden kalan son fotoğraf diye yazıyordu. Bana benzeyen o insanları görünce inancım arttı. O an neler düşündüğümü bile bilemiyordum. Tüm dünyam yıkılmıştı. “Yıllarca ailem bildiğim bu insanlar beni kaçırmış olabilirler miydi gerçekten. Bu iyiliğin son safhasındaki mükemmel aile, beni gerçek ailemden koparmış olabilir miydi?” Buna inanamıyor ve inanmak da istemiyordum. “Nasıl olur da bunca zaman bana hiçbir şeyden bahsetmemiş olabilirlerdi.” Geri gitmemem konusunda bu kadar ısrarcı davranmasına rağmen bu kişiyi yani amcamı şiddetle reddettim ve oradan uzaklaştım.

Eve gitmem gerekiyordu ama artık oraya bütün bunları öğrendikten sonra nasıl gidebilirdim. Sokaklarda saatlerce öylesine dolaştım, düşüncelerimin arasında bocalayarak. Sonunda babam diye bildiğim kişi telefonumu çaldırdı. Telefonu elime alıp baktım ve çağrıyı reddettim. Ardından bir çağrı daha geldi ama onu da reddettim. Bir müddet zaman geçince tekrar çağrı gelince kızgınlıkla telefonu alıp yere fırlattım. Gece geç vakit olmaya başlamıştı ama kafamda deli sorular ve öfke, benim eve gitmeme engel oluyordu. Sonunda bir motele gittim ve orada sabahladım.

Ertesi gün ve hatta sonraki günde eve gitmedim. Aklım almıyordu, biz mükemmel bir aileydik ve bana hayatım boyunca o kadar iyi davranmışlardı ki bu böyle olamazdı. İşin aslını öğrenmek için deprem olduğunda yıkılan evimizin olduğu yere gittim. Araştırmaya başladım. Kaymakamlığa ardından Belediye ye gittim sonra da Muhtara gittim ve ailemin yaşadığı yeri öğrendim. Sonra tek tek kapıları çalarak annemin ve babamın ismini söyleyerek “onları tanıyan birileri var mı?” diye sabah erken saatlerden akşama kadar dolaştım. En sonunda bir ihtiyar galiba hatırlıyorum onları dedi. İsimleri tekrar söyledim. Evet dedi çocukları olmayan çift onlar dedi. Çok iyi insanlardı ama çocukları olmuyordu dedi. Sonra deprem günü beni yıkıntıların arasından çıkardıklarını anlattı. Ardından akrabalarımı bulmak için günlerce uğraştıklarını söyledi. Sonunda Amcam denilen o kişiyi bulduklarını ama onunda hastaneden çıktıktan sonra bacaklarımın ömür boyunca çalışamayacağını ve sol kolumun da olmadığını görünce beni öylece terk edip gittiğini anlattı. O ihtiyara teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Evet, benim ailem değildiler, bunu anlamıştım ama onlar benim gerçek ailemdi. Hem de hayatları boyunca yarım bir insana, her şeylerini feda edecek kadar güzel insanlardı. Tamam, bir problem vardı ama bunu yarım bir insana anlatmak sıkıntıdan başka bir şey değildi. Hem de bu kadar düşünceli ve güzel insanlar için elbette çok zordu. Yine beni üzmemek için bütün bu olanları benden sakladıklarını anlamıştım.

O akşam hiç vakit kaybetmeden eve dönüm. Ağlamaktan gözleri şişmiş olan insanlara onları üzmemek için bir bahane uydurdum ve canım ailem benim diyerek sarıldım. Bugüne kadar söylemediğim şekilde canı gönülden ANNEM diyerek o güzel insanı öptüm. Ardından minnet duygularımı, hayranlıkla karıştırdığım dünyanın o en mükemmel insanına BABAM diyerek sarıldım ve öptüm. Onlar benim gerçek ailemdi. Rabbime şükürler olsun beni dünyadaki, belki de tek kalan bu kadar güzel insanlara emanet etmiş. Anladım ki aile kan bağın olanlar değil, seni sevenler ve senin sevdiklerinmiş.

Yeni yazdığım kitabımın adı ise “Mutluluk Gerçek Ailede Saklıdır”

ZeNHaR

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, gerçek hikayeler,

The post Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html/feed 0
Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html#respond Fri, 13 Sep 2019 19:28:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4253 Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” Hikaye oku; İşimin yoğunluğu, eşim ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen “İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu. Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü […]

The post Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek”

Hikaye oku; İşimin yoğunluğu, eşim ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen “İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu. Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.

– “Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm” diye yanıtladım.

– “Sadece ikimiz mi?” Biraz düşündü ve “Çok isterim” diye cevap verdi.

O cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu.

Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıl dönümlerinde giydiği elbise vardı. Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde:

– “Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim gerçekten çok etkilendiler” dedi. “Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar.”

Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi.Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu.

Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim.

– “Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin” dedi.

Ben de gülümsedim.
– “O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim” dedim.

Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiç bir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi evine bırakırken;

– “Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen” dedi ve bir akşam tekrar buluşmaya karar vererek ayrıldık.

Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu:

– “Çok güzeldi” dedim. “Düşünebileceğimin çok üstündeydi.”

Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki, onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı. Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı:

– “Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum.”

O an, “Seni Seviyorum” demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım.

The post Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html/feed 0
Duygusal Bir Hikaye; “Bekleyiş” https://hikayelerimizden.com/ask-hikayeleri/duygusal-bir-hikaye-bekleyis.html https://hikayelerimizden.com/ask-hikayeleri/duygusal-bir-hikaye-bekleyis.html#respond Fri, 08 Mar 2019 12:27:52 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2754 Duygusal Bir Hikaye; “Bekleyiş” Genç adam elinde bir demet çiçek, sahile koşarak geldi. Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini bek​lemeye başladı. Sevgilisinin en sevdiği çiçeklerdi bunlar; kırmızı, kan kırmızısı güller… Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı; sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu […]

The post Duygusal Bir Hikaye; “Bekleyiş” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Duygusal Bir Hikaye; “Bekleyiş”

Genç adam elinde bir demet çiçek, sahile koşarak geldi. Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini bek​lemeye başladı.

Sevgilisinin en sevdiği çiçeklerdi bunlar; kırmızı, kan kırmızısı güller… Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı;
sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller.

Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konu​şuyormuş gibi: “Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum,” dedi.

Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başladı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşa​cağını hayal etse, kalbi yine böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu.

Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikisi de sevgisinden hiçbir şey kaybetmemişti. Onları hiçbir şey ayıramazdı. Ne hasret, ne ayrılık ne de ölüm… Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, bir dakika
geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü.

Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denize dikti. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza olan aşkı gibi denizin de sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu.

Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonra da gidip iki tane yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.

Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hâlâ ıslaktı. Bir türlü anlayamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı.

Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı. Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu. Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara. Ne kadar güzel dans ediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok. Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahile, martılara bakarak denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine?

Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır… Hayır… Olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşan​mazdı ki… O ölse bile devamlı yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı, bakışlardan.

Yine sevgilisi düştü aklına. ‘Neden gelmedi acaba?’ diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. Yedi sene oldu, dedi.

Yedi senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bek​liyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden bir damla daha yaş güllerin üzerine damladı.

Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gi​deyim diye mırıldandı. Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu. Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki mezarlığa doğru yürümeye başladı.

Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri-Dr. Yaşar Ateşoğlu

The post Duygusal Bir Hikaye; “Bekleyiş” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/ask-hikayeleri/duygusal-bir-hikaye-bekleyis.html/feed 0