Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
halk destanları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/halk-destanlari Hikaye Çeşitleri Tue, 13 Dec 2022 19:38:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center halk destanları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/halk-destanlari 32 32 Halk Masalları “KUĞULAR” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html#respond Tue, 13 Dec 2022 19:37:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8692 Halk Masalları “KUĞULAR” Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu. Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin […]

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masalları “KUĞULAR”

Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu.

Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin oldu. Artık padişah babası, yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Sonunda, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamakla görevlendirdiler.

Üvey anne bununla da kalmadı; kızın on bir erkek kardeşini de büyüyle birer kuğu şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin yine insan olurlardı; ama güneş doğar doğmaz, kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü sürece, saraydaki aşağılamalara dayandı; ancak, kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra, artık sarayda kalmayı istemedi. Bir gün, gizlice saraydan çıktı, az uz, dere tepe düz gittikten sonra, bir yeşil gölün kıyısına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini seyretmeye daldı.

Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bulut göle yaklaşınca, bunun beyaz kuğular sürüsü olduğunu anladı. Bu beyaz kuğular, önce göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden biri Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi, hepsi birden suda yüzerek, kız kardeşlerinin yanına geldiler; elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların, kendi kardeşleri olduğunu tanıdı; onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular, bu sözleri işitip anlıyorlardı; ama cevap veremiyorlardı.

Gece olunca, kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer, kardeşlerini birer birer tanıdı; onlarla sabaha kadar konuştu, ama sabah olunca, yeniden, hepsi kuğuya dönüştüler, uçarak gölün öte yanına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra Nilüfer’in yanına geldiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki: “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi sıkıcıdır. Karşıki kıyıda güzel bir kumsal vardır; kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır. Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden, doğal bir köşk ortaya çıkmış… orası bizim sarayımızdır. Ormanda her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mutlu bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah, biz birer kuğu olunca, seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz; sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”

Sabah olunca, altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik yaptılar. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken, hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına yansıyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için, bu yolculuktan çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca, bir adaya indiler; o geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı oluşturdular. Nilüfer’i akşama doğru karşı kıyıya, altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi, ormandaki doğal köşkte geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı; ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi; yemişleri de çok lezzetliydi.

Akşama kadar gölün kıyısında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler, kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz, yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca sürdü. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir yaşlı kadın girdi, “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var; orada yıkanırsan, eski güzelliğini bulursun,” dedi. Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak, süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca, o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip de yıkandıktan sonra aynaya baktı: Üvey annesinin yaptığı büyüden önceki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam, kardeşleri Nilüfer’i bu durumda görünce çok sevindiler.

Nilüfer, o gece de rüyasında yaşlı kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen, mezarlıklardaki ayrıkotundan on bir gömlek örmelisin; ama bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi işkenceler yapsalar, ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir soruya yanıt vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere dayanarak, hiç konuşmaksızın, bir söz bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen, onlar hemen eskisi gibi insan olurlar.”

Nilüfer uyanınca, ayrıkotu aramaya gitti. Topladığı otlarla, gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam, kardeşleri geldiler, ne yapmakta olduğunu sordular, hiç yanıt vermedi; sürekli örüyordu. Kardeşleri, “Bu konuşmamak da büyüdür,” dediler. Artık geceleri, kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu.

Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı; yolu doğal köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce, ona bin candan bin cana âşık oldu. Genç padişah, kıza kim olduğunu sordu; Nilüfer yanıt vermedi. Adını sordu, yine yanıt almadı. Kız, hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu haline şaştı. Kıza, “Bana varır mısın?” diye sordu; yine yanıt yok. Vezirleri, “Susmak, kabul etmektir,” dediler; kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler.

Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar; ama Nilüfer, hiç oralarda değildi. O, sürekli gömlek örüyordu. Ayrıkotu bitince, geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrıkotu topluyordu. Beri yanda, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Sonunda padişaha, nişanlısının büyücü olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler; “İnanmazsan, geceleyin arkasından git; kendi gözünle görürsün!” dediler. Bir yandan da, halk arasında, kızın büyücü olduğunu yaydılar. Padişah şüphelenmişti. Gece olunca, kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı, birçok soru sordu. Kız hiçbirine karşılık vermiyor, elindeki gömleği örüyordu. Kadı, sonunda, kızın asılmasına hüküm verdi; (padişah) Nilüfer’in yanına geldi, bir tek söz söylerse cezasının bağışlanacağını, yine eskisi gibi nişanlısı kalacağını söyledi. Nilüfer, elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi, gömleği örmekte devam etti.

Padişah, kızın bu davranışından öfkelendi. “Hüküm uygulansın!” dedi. Cellatlar kızı aldılar, darağacının yanına götürdüler. Kız, son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, hep örüyordu. Cellat ölüme hazırlanmasını söyledi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini seyretmeye gelmişlerdi. Kız, yine aldırmadı; gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat, ağzından bir söz çıkarmak için, ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini öğütleyip duruyordu; kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Sonunda, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman, son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu, bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler, kızın çevresini aldılar. Kız, yanındaki on bir gömleği, birer birer bunlara giydirdi; on bir kuğu, birdenbire on bir şehzade oldu. Bu durumda, cellat da, seyirciler de şaşırıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki:

“Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, kendisinin konuşmamasının ve geceleri ayrıkotu toplayarak sürekli gömlek örmesinin, bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere, rüyasında bilinmeyen âlemden emir aldığını söyledi. Kardeşleri de, bu sözlerin doğru olduğuna tanıklık ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek, hanım sultanla birlikte düğüne davet etti. Düğün sırasında yaşlı baba, çocuklarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi; çocuklarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da, çocuklarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi mutlu yaşadılar.

ZİYA GÖKALP “ALTIN IŞIK” KİTABINDAN HALK MASALLARI

HAZIRLAYAN:

MEHMET NURİ YARDIM
TÜRK KLASİKLERİ

HALK MASALLARI

 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, kuğu, kuğular, padişah, prenses, şehzade,

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html/feed 0
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html#respond Wed, 30 Nov 2022 07:22:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8688 Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi Âşıklardan Halk Hikayeleri Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız: Sakın dağlar gibi yüceyim deme Zaman gelir etrafın kar olur Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme Her kışın sonunda bir bahar olur Dağ odur ki üzerinde kar ola Bülbül odur ötüşünde […]

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi

Âşıklardan Halk Hikayeleri

Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız:

Sakın dağlar gibi yüceyim deme
Zaman gelir etrafın kar olur
Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme
Her kışın sonunda bir bahar olur
Dağ odur ki üzerinde kar ola
Bülbül odur ötüşünde zar ola
Dost odur ki dar gününde yar ola
Geniş günde düşman bile yar olur
Reyhanî ne yapsa kalır o destan
Bir günde toprağı verirler üstten
Varlığın kefendir evin kabristan
Nöbetçin iki taş bir mezar olur

Sizlere anlatacağım bu hikâye Ali İzzet adında Diyarbakırlı bir aşiret ağasının oğlu Hüseyin ile gelini Senem’in hikâyesidir.

Ali İzzet Ağa’nın sadece bir kız çocuğu vardı, başka da çocuğu olmuyordu. “Ya Rab bana bir oğul ver, bir oğul ver, bir oğul ver,” diye hep feryat ediyordu. Bu şekilde aylar, yıllar birbirini kovaladı, değişen bir şey yoktu. Bir gün, demek ki saati, vakit gelmiş, hani Allah’ın eşref saati derler ya, o vakte rastlamış olmalı ki Allah onun dualarını kabul etmiş, bir oğlu olmuştu Ali İzzet Ağa’nın.

Müjdeciler müjde getirdiler, kurbanlar kesildi, davullar vuruldu, zurnalar çalındı. Ali İzzet Ağa oğlunun adını Hüseyin koydu.

Zaman geçti, Hüseyin büyüdü, artık yirmi yaşına gelmişti. Ali İzzet Ağa işte o zaman oğlunu evlendirmeye karar verdi. Kendi oğluna layık, kendi aslına, asaletine değer güzel bir gelin bulmak için Diyarbakır’ın bütün beldelerini dolaştı, gezdi. Nihayet Senem adında bir kız buldu. Düğün dernek kuruldu, davullar, zurnalar çalındı, çok toy tutuldu. Yedi gün boyunca kurbanlar kesildi, yemekler yendi, takılar takıldı. Ali İzzet Ağa sonunda Senem Hanım’ı kendi evine getirip oğluyla evlendirmişti.

Aradan yedi yıl geçti. Şimdi siz ne derseniz deyin dostlar, kimisi heyecandan der, kimisi bir hastalığı vardır der, biz bir şey demeyeceğiz, sadece şu kadarını söyleyeceğiz ki aradan bunca zaman geçmesine rağmen Hüseyin’in bir çocuğu olmamıştı. Ali İzzet Ağa, bir gün evinin önündeki bahçeye çıktı, kuşların birbiriyle cıvıldaştığını, ötüştüğünü görünce çok etkilendi, “ya Rab,  sanki bu feleğin pazarlığı da bizimle,” diye dert yandı Allah’a, “ben hep bir oğul istedim, şimdi oğlum da kalkıp oğul mu isteyecek?” Senem Hanım o esnada bahçeyle uğraşıyordu. Bakalım orada Ali İzzet Ağa feleğe sitem, Senem’e de minnet olsun diye neler söylüyordu:

Böyle bağlar, böyle bağlar
Kızım yar başını böyle mi bağlar
Kuş uçmaz kervan geçmez
Yıkılsın böyle bağlar ey

Senem Hanım bu sözlere içerledi, “kaynatam bu sitemi bana yapıyor,” diye söylendi, “ama aslında bende bir suç yok, onun kendi oğlunda iş yok.”

Sonra da sırtını bir ağaca yaslayıp o kamış parmaklarını mızrap etti. Bakalım Senem Hanım, Ali İzzet Ağa’ya ne cevap veriyordu:

Böyle bağlar böyle bağlar
Gelin başını böyle bağlar
Ah bülbül güle konmadı
Neylesin böyle bağlar

Ali İzzet Ağa, Senem’in ne demek istediğini anlamadı, o kendi âlemindeydi, siteminin ikinci kıtasına devam ediyordu:

Yüce dağdan kar beklerim
Has bahçadan nar beklerim
Yedi yıldır bağ becerdim
Meyvesi yok bar beklerim.

Ali İzzet Ağa sözünü bitirir bitirmez Senem aldı ikinci sözünü:

Yüce dağdan kar bekleme
Has bahçeden nar bekleme
Yetmiş bahçeyi becersen
Sen oğlundan bar bekleme

Bunun üzerine Ali İzzet ağa son sözünü söyledi:

Yüce dağlar karsız olmaz
Has bahçeler narsız olmaz
Başka bir bağı becerim
Oğul bağı barsız olmaz

Senem Hanım da ona şöyle cevap verdi:

Her yüksek dağların karı yok
Her yiğidin ikrarı yok
Buna Senem neylesin
Senin oğlun barı yok

İşte o anda bahçenin kapısı açıldı ki kim geldi, Hüseyin geldi. Meğer Hüseyin babasıyla Senem atışmaya başladığında eve varmış, o atışma boyunca da kapının önünde beklemiş. Hüseyin, kimseyle hiç konuşmadan, sinirli bir halde geçip içeriye girdi. Senem anlamıştı Hüseyin’in darıldığını, o da peşinden içeriye girdi. Hüseyin’in çantasını hazırladığını gördü, “nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Eh, artık bana yol göründü Senem,” dedi Hüseyin, “sen beni babama şikâyet ettin, senin oğlunda erkeklik yok dedin. Şimdi ben kalkıp sana başka kocaya git diyemem, o yüzden ben gidiyorum. Sen de başının çaresine baksan iyi edersin.” O çantasını toplarken Senem de oturmuş ağlıyordu.

Hüseyin heybesini sırtına aldı, bindi bir ata. Nereye gidecekti şimdi bu adam, çok zengin bir babanın oğlu, o güne kadar hiç mi hiç çalışmamış, elini kalemden kıskanan bir adam, atına binmiş nereye gidiyordu, gurbete. Arkasından ağlıyor, ağıtlar yakıyordu Senem Hanım, ama nafile, Hüseyin gidiyordu.

O akşam Diyarbakır’dan çıktı Hüseyin, Bağdat şehrine doğru gidiyordu.

Günler sonra Bağdat şehrine vardı. Bir zamanlar bir işten parmaklarını kıskanan bu adam şimdi bir inşaatta çalışmaya başlamıştı, kazmaya, küreğe sarılmış, çalışıyordu. Çok geçmeden birkaç arkadaş da edindi kendisine. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları takip etti, Hüseyin artık neredeyse yedi yıldır orada çalışıyordu. Bir gün arkadaşıyla arası bozuldu. O arkadaşı tuttu Bağdat şehrinden Diyarbakır’a, Hüseyin’in babasına, Ali İzzet Ağa’ya, “Amca başınız sağ olsun, emri hak vaki oldu, oğlunuz aramızda yedi yıldır çalışıyordu, ama artık rahmetli oldu,” diye bir mektup yazdı.

Tabii, o zamanlar posta yok, tren yok, Hüseyin’in arkadaşı bir kervancıya verdi bu mektubu. Kervancılar mektubu ancak aylar sonra Diyarbakır’a getirip Ali izzet Ağa’ya ulaştırabildiler. Mektubu Ali izzet Ağa’ya okudular, Ali İzzet Ağa o anda beyninden vurulmuşa döndü, ne yapacağını bilemedi, ağlamaya başladı, hüngür hüngür ağlıyordu. Eşi dostu yanına baş sağlığına geliyor, Ali İzzet Ağa’yı teselli ediyorlardı. Fakat ne mümkün, Ali İzzet Ağa aylarca yemedi, içmedi, çok üzüntülüydü.

Fakat öte yandan kafasını kurcalayan bir düşünce de musallat olmuştu ona:

Oğlu ölmüştü, peki, şimdi bu gelini, Senem’i ne yapacaktı, başka bir oğlu da yoktu ki onunla evlendirsin, bıraksın da Senem yâd ellere gelin mi olsundu.

Düşündü, düşündü, sonunda bir dostuna, canından bile çok sevdiği Kahraman Ağa’ya haber gönderdi. Dostluklar çok önemlidir. Samimi dost canından çok sever dostunu. Ali İzzet Ağa şu mektubu yolladı Kahraman Ağa’ya:

“Benim oğlum Hüseyin öldü, sen de gel benim gelinim Senem’i kendinize gelin et, oğluna götür. Biliyorsun Kahraman, ben senin evine geldiğim zaman senin evin benim evimdir, senin gelinin de benim gelinim sayılır. Oğlum öldü, bari Senem gibi birevimdir gelinim de yâd ellere gitmesin.”

Kahraman Ağa bu haberi alınca çok üzüldü. Yapacak bir şey yok deyip istemeye istemeye, eşiyle dostuyla birlikte kalktı, Diyarbakır’a geldi. Senemi ikinci defa gelin ettiler. Bu sefer davullar, zurnalar çalmadı, sade bir tören yapıp aldılar Senem’i götürdüler. Arkalarından sadece bir davul ve zurna, bir de birkaç atlı gidiyordu. Onlar gitmeyedursun biz haberi nereden verelim, Bağdat’tan.

Hüseyin’in, arkadaşıyla arası düzelmişti, eskisi gibi dost olmuşlardı. Bir ara arkadaşı Hüseyin’e onun arkasından iş çevirdiğini itiraf etti, “Hüseyin, kardeşim hakkını helal et,” dedi, “ sana çok kızdığımdan babana senin öldüğünü haber veren bir mektup yazdım.” Hüseyin arkadaşına gücenmedi, hatta bir nebze de sevinmiş gibi oldu bu mektuba, “iyi olmuş,” diye düşündü, “ben öldüm diye Senem de artık benim yolumu o kadar beklemeyip başka bir kocaya gitmiştir. O zaman ben de evime dönerim, artık bu derdim de bu sırrım da benimle beraber mezara gider.”

Hüseyin ilkin böyle düşündü ama meselenin o kadar kolay olmadığını kendisi de içten içe biliyordu. Ne de olsa serde sevdalık vardı. Hüseyin o gurbet elde geçirdiği yedi yılın bir gününde, bir anında bile Senem’i düşünmeden edemedi. Fakat elinden de bir şey gelmiyordu, erkeklik gururu elini kolunu bağlamıştı. Bunca zamandır yüzüne hasret kaldığı Senem’i ancak rüyalarında görebilmişti. Hüseyin fark etti ki o güne kadar Senem’in hiç değilse kendi evinde, babasının yanında olduğunu bilmek onun acısını bir nebze olsun hafifletiyordu. Şimdiyse sevdiği kadının yâd ellere vardığının, ellerin yâri olduğunun düşüncesi bile Hüseyin’in içini ateşlerle dolduruyor, eritiyordu.

Hüseyin atına bindi, yola revan oldu, çıktı Bağdat’tan, nereye gidiyordu, memleketine, Diyarbakır’a, baba ocağına doğru gidiyordu. Diyarbakır’ın Süsem yaylalarına kadar gelmişti, orada bir baktı ki ne baksın; birkaç atlı kendisine doğru geliyor, bir atın üzerinde de bir gelin var, bir de arkalarından yavaş yavaş gelen davulcuyla zurnacı… Düğün alayı biraz daha yaklaşınca, Âşık Hüseyin, gelinin endamına şöyle bir baktı ki gelin tıpkı Senem’e benziyor, “yahu, Senem olmasın bu,” dedi kendi kendine. Orada atının üzerinde sazını sinesine çekti Âşık Hüseyin, bakalım o düğün alayına ne söyleyecek, düğün alayı ne dinleyecekti, sizler de ne dinleyeceksiniz, Allah hepinizi var etsin:

Güneş çalmış Diyarbakır düzüne
Baba nerden aldız siz bu gelini
Âşık oldum kirpiğine yüzüne
Acep nerden aldız siz bu gelini

Âşık Hüseyin söylüyor, düğün alayı da dinliyordu. Kahraman Ağa öne çıkıp “yavrum, sen kimsin,” diye sordu, “sen bu gelini tanıyor musun?” Bu soru karşısında yavaştan aldı Hüseyin, “belki de tanırım babacan,” dedi, “belki de tanırım.” Sonra da devam etti türküsüne:

Keten gömlek giymiş eli dizinde
Arzumanım kaldı ela gözünde
Üç buhağında üç yüzünde
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin sözünü bitirince Kahraman Ağa arkaya dönüp gelinin yanında duran kadınlardan birine, “yenge hanım,” diye seslendi, “bizim gelinin yüzünde, gerdanında hal, ben diye bir şey var mı?” Gelinin peçesini açıp baktılar ki yüzünde iki, gerdanında da üç beni hâlları var.

“Evet, efendim,” dedi kadın, “o benler gelinde var.” Kahraman Ağa şaşırdı, “Allah Allah,” dedi, sonra da Hüseyin’e dönüp “yavrum, acaba sen birisine mi benzettin bizim gelini,” diye sordu, “onun ismini de bilir misin?” Hüseyin gene ağırdan aldı, “belki de bilirim baba,” deyip türküsüne devam etti:

Bugün hava bulanıktır serindir
Sığındım Mevla’ya Mevla’m kerimdir
Korkarım ki benim Senem yârimdir
Baba götürmeyin verin yârimi

Kahraman Ağa, Âşık Hüseyin’in bu sözleri karşısında iyice şaşırdı, “oğlum sen bu gelinin adını nereden biliyorsun,” diye hayretle sordu Hüseyin’e, “onun kocası ölmüş, kimi kimsesi de yok, sen kimsin yavrum?” “Hele şöyle,” dedi Hüseyin, sonra da bakalım kendisini nasıl tanıttı:

Babanın sözünü baştan tutmalı
Varıp gurbet ele tekrar gitmeli
Erini öldürüp yâri satmalı
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin ölmediğini ima ediyordu, “nereden çıkarıyorsunuz benim öldüğümü, kocasını öldürüp yârini mi satıyorsunuz,” diye sitem ediyordu onlara.

Ondan sonra şu sözlerle kendisini iyice aşikâr etti:

Ne karaymış bu alnımın yazısı
Kaderine razı olmaz bazısı
İşte benim İzzet Bey’in kuzusu
Baba götürmeyiverin yârimi

Hüseyin son bendini de bitirmişti ki Kahraman Ağa eğilip yerleri öptü, topraklara sarıldı, “yarabbi sen ne büyüksün,” dedi, “eğer biz Hüseyin’e rastlamasaydık, tevafuk edip de karşılaşmasaydık, ben bu gelini götürecektim, Hüseyin daha sonra çıkıp gelecekti, ben de aziz dostum Ali İzzet’le ebedi bir çıkmaza girecektim.” Sonra Hüseyin’e dönüp “oğlum, baban ağlaya ağlaya kör olmak üzere,” dedi, “sen şimdi git Diyarbakır’a, babanı teselli et yavrum, biz de Senem’i tekrar size getirip teslim edeceğiz.” Hüseyin, Kahraman Ağa’nın elini öptü, o da gözlerinden öptü Hüseyin’in, hasretle sarıldılar birbirlerine. Hüseyin atına binip  düğün alayından ayrıldı, biraz sonra o yaylanın ortasında, tabiatın sessizliğiyle baş başa kalınca bir tuhaf oldu, kendisini dinledi; bu defa da meselenin öteki yanı, hani erkeklik gururuna bir türlü yediremediği şu hal duyuruyordu kendisini.

“Yahu, ben ne talihsiz adamım, ben ne şanssız bir insanım,” diye söylendi, “ne olurdu biraz daha geç gelseydim, Senem başkasına gidecekti, ben de bu dertten, bu ıstıraptan, bu çileden kurtulmuş olacaktım ki tam yerinde rastladık, tam!”

Hani bir söz vardır ya dostlar, “aynı tas, aynı hamam,” eve dönmesine dönecekti Hüseyin ama derdi de onla beraber dönecekti. Bir yanda aşk bir yanda gurur, bakalım bu işin sonu nereye varacaktı.

Hüseyin şöyle bir etrafına baktı, kendini tabiata bıraktı: Ağaçların salınışı, rüzgâr esişi, her yanın yemyeşilliği bir yaşama sevincini fısıldıyordu. İşte o an bir münacatta, bir yalvarışta bulundu Hüseyin. Bakalım Hüseyin orada ne söylüyordu, vekâleten biz Veysel Yıldız olarak ne söyleyeceğiz:

Al bu haberlerimi sen rüzgar
Gökleri direksiz kurana götür
Altı günde var eyledi dünyayı
Pazar günü temel kurana götür
Şevketli efendim sultani vezir
Nerde Allah desen orada hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Düşkünler tadına erene götür
Hüseyin’im derdim dağlardan yüce
Yazık kitap etsem olmuyor hece
Kara herk içinde kara karınca
Karanlık gecede görene götür

Hüseyin o yalvarışını bitirmişti ki fani bir ihtiyar kılığında bir pir aniden peyda oldu orada, “selâmünaleyküm, Hüseyin oğlum,” dedi. Hüseyin hâlâ o dalgınlığının içindeydi, baktı ki karşısında kendisine gülümseyen yaşlı bir adam duruyor, “aleykümselâm, baba,” diye karşılık verdi. Neden sonra, olayın garipliğinin farkına vardı, “siz nerden geldiniz,” diye sordu. Pir gülümsemesini sürdürerek “oğlum, sen çağırmasını bilirsen,” dedi, “biz de gelmesini biliriz.

Bizim için örtük perde, kilitli kapı olmaz. Yavrum, sırtını şöyle bir sıvazlayayım da derdin şifa bulsun.” Hüseyin gayriihtiyarî sırtını döndü, sonra tekrar yüzünü dönünce bir baktı ki ne baksın; ihtiyar kaybolmuştu, her şey bir anda olup bitmişti, akıl sır erdiremedi bu işe.

Oradan yoluna devam etti Hüseyin. Nereye gelmişti, Diyarbakır önlerine kadar gelmişti, orada bir çeşme vardı, Hüseyin o çeşmeyi görünce anladı ki baba ocağına varmıştır, Hüseyin’in ömrü hayatı oralarda geçmişti, “çeşmeye şöyle bir yaklaşayım da bir su içeyim oradan,” dedi, yorulmuştu. Çeşmeye yöneldiği anda baktı ki bir kız çeşmeden su dolduruyor; baştan ayağa karalar bağlamış bir kız. Hüseyin bir su isteme bahanesiyle ona bir şeyler sormayı düşündü, bakalım Hüseyin orada ne diyordu, çeşmeden su dolduran kız kimdi ve Hüseyin’e ne cevap veriyordu:

Bana bir yudum su verin içeyim
Ne düşmüşsün ahu zara bacım can
Bu dünyanın işi bitmez bir dava
Gel aldanma ahu zara bacı can

Bakalım baştan ayağa karalar giyinmiş bacı ne cevap veriyordu:

İç suyunu yolcu geç git yoluna
Koyma dert üstüne yara gardaşım
Gözyaşlarım döndü bahar seline
Her gün döktüm bu pınara gardaşım

Bunun üzerine Âşık Hüseyin kıza neden karalar giydiğini soruyordu:

İnsan bir kaptandır dünya bir gemi
Çarpar bir kayaya sonu encemi
Ölüsü olmayan bilmez matemi
Niye böyle kara giydin bacı can

Bu kız Fatma’ydı, Hüseyin’in kardeşi Fatma’ydı ve cevap veriyordu ağabeyine:

Bir karında yattık gitti gelmedi
Yuvamızda baykuş öttü gelmedi
Ecel yollarını tuttu gelmedi
Mihman oldu bir mezara gardaşım

Hüseyin baktı ki kız mezardan, ölüden bahsediyor, kendi kendine “yahu, bu benim bacım, bizim Fatma olmasın,” dedi. Bakalım Hüseyin ona ne söylüyordu:

Gurbete giderken vaadi ne idi
Dünyadan aldığı tadı ne idi
Sen kimsin kardeşin adı ne idi
Söyle bana aşikâra bacı can

Hüseyin’in son sözleri üzerine bakalım Fatma nasıl cevap veriyordu:

Kırılsın kanadı çarkıfeleğin
Genç yaşımda boşa gitti emeğim
Fatma bacısıyım Hüseyin Bey’in
Senem gitti başka yara gardaşım

Sonunda Fatma tanımıştı Hüseyin’i, Hüseyin de Fatma’yı tanımıştı, ağabey kardeş birbirinin boynuna sarıldılar. Yedi yılın hasreti sonunda birbirine kavuşmuştu. “Fatma, bacım, şimdi biz eve gidelim,” dedi Hüseyin, “babama da bir kavuşayım. Bir iyi haberim daha var; yolda gelirken düğün alayıyla karşılaştım. Onlar da daha sonra buraya gelecekler, yani Senem gitmedi.” Fatma bu haberi alınca iyice bayram etti, koluna girdi ağabeyinin, “eve gidelim, babam da seni görsün,” dedi, “nicedir ağlamaktan harap olmuş gözleri artık bir gülsün.”

Eve vardıklarında Hüseyin baktı ki babası kapının önündeki sal taşının üzerine bir post atmış, onun üstünde oturuyor. Az kalsın tanıyamayacaktı babasını Hüseyin, Ali İzzet Ağa’nın neredeyse o post kadar beyazlanmıştı. Hüseyin babasını böyle saçı sakalı bembeyaz olmuş bir halde görünce, hemen eline vardı babasının, “babam,” dedi, “yedi yılda ne hale gelmişsin böyle?” Sarıldı babasına, ağladı, hüngür hüngür ağladı. Baba oğul birbirlerine sarılmışlardı, ama yine de bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, “yok, oğul, yok, benim kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu artık, seçemiyorum seni yavrum,” dedi, “benim oğlum gurbet elde öldü, burada olamaz. Biliyorum, sen beni teselli etmek için Hüseyin olduğunu söylüyorsun, ama benim oğlum gurbet ellerde garip bir mezar oldu, sen benim oğlum değilsin.”

Oğlunun geldiğine bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, Hüseyin ise babasına sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Daha kavuştuğuna sevinemeden babasının bu içler acısı hali karşısında yüreği sızladı Hüseyin’in. Üstelik babası da hâlâ inanamıyordu oğlunun geldiğine, “yok oğul yok, ben yaşlandım diye
beni teselli mi ediyorsun,” diyordu. Şimdi ne yapaydı da babasını inandıraydı Hüseyin, sazını sinesine çekti, bakalım babasına ne diyordu:

Efkârlanma yaralanma babacan
İnan baba oğlun Hüseyin geldi
Yaradan’ı sever isen ağlama
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin söylüyor, Ali İzzet Ağa ise hüngür hüngür ağlıyordu:

Her yılda bir bayram olduğu gibi
Ağlayan yetimler güldüğü gibi
Yusuf’un Mısır’dan geldiği gibi
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin devam ediyordu, Ali İzzet Ağa ise hâlâ inanamıyordu bir türlü, ağlıyordu. İhtiyarlamış, bembeyaz olmuştu, gözlerinden yaşlar tane tane akıyor, sel oluyordu. Nihayet, “oğlum, Hüseyin gibi oğul gelse de olur, gelmese de,” dedi, “Senem gibi bir gelin gittikten sonra…”

Hüseyin, babasının bu lafından onun gelinini ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar değer verdiğini anladı. Devam etti sözüne:

Hüseyin’im döndüm deli şaşkına
Bundan sonra minnet etme müşküle
Yeri göğü yaratanın aşkına
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin sözünü bitirdi, Ali İzzet Ağa, “oğlum, Senem gibi gelinim gitti, çok perişan oldum,” dedi, hâlâ hüngür hüngür ağlıyordu, “sen nerdeydin yavrum, hem niçin ölüm haberin geldi,” diye sordu. Hüseyin babasının ellerinden tuttu, “baba, sen gelinini telaş etme,” dedi, “artık bütün acılar geride kaldı. Yolda senin dostunu, Kahraman amcayı gördüm, Senem gelinini tekrar getirecekler, düğün alayı da gelecek, sen hiç üzülme baba, olur mu? Bundan sonra senin yanından hiç ayrılmayacağım baba.” Ali İzzet Ağa ihtiyarlamış, erimiş, çocuk kadar kalmıştı. Hüseyin, aslan gibi serpilmiş o adam, babasını, çocuk kadar kalmış o ihtiyarı kucağına aldı. Ali İzzet Ağa, “oğlum Hüseyin beni balkona çıkar,” dedi, “o aziz dostumun gelişini, artık ne kadar görebilirsem, balkondan şöyle bir izleyeyim, gözleyeyim.” Ali İzzet Ağa’nın gözleri az görüyordu, kulakları da ağır işitiyordu. Aradan çok geçmemişti ki ileriden nal sesleri, davul zurna duyuldu. Az sonra Kahraman Ağa peşinde bir kalabalıkla kapıya gelip dayanmıştı.

Kahraman Ağa balkonda duran arkadaşını gördü, “Selâmünaleyküm, Ali İzzet Ağa, senin gibi sadık bir dostu ben değişir miyim hiç dünyaya,” diye seslendi, “senin gelinini rabbim bana nasip etmedi, onu geri getirdim. Gözün aydın olsun, oğlun da sapasağlam evine geldi. Artık bana da verdiğin emaneti geriye teslim etmek düşer.”

Bunun üzerine Ali İzzet Ağa arkadaşına, “Kahraman Ağa, dostum, senden bir ricam daha var,” dedi, “madem Senem’i getirdin, Senem’i indir, yerine de kızım Fatma’yı bindir.” Böylece Ali İzzet Ağa, Kahraman Ağa’nın oğluna kendi kızını, Fatma’yı gelin olarak verdi. Senem’in indiği o ata Fatma’yı bindirdiler.

Bir yıl sonra Hüseyin’le Senem’in biri kız, biri erkek, cıvıl cıvıl ikiz çocukları olunca hem Ali İzzet Ağa hem de Hüseyin ile Senem öyle büyük bir mutluluğa kavuştular ki geçmişte yaşanılan tüm o üzüntüler unutuldu. Hüseyin’in Hüseyin’in vaktiyle üzgün bir şekilde ayrıldığı o evin bahçesinde şimdi çocukları koşuşuyor, kelebekler uçuşuyordu, Ali İzzet dedeleri de ağaca sırtını vermiş mutlulukla onları izliyordu.

İşte bir hikâyenin daha sonuna geldik. Bu aile de böyle bir mutlu sona ulaştı. Daha nice hikâyelerimiz vardır, sizlerle başka bir hikâyede buluşmak üzere…

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, Âşıklardan Halk Hikayeleri, Hikâye, Hikâyelerimiz,

 

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html/feed 0
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html#respond Tue, 29 Nov 2022 15:16:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8684 Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, […]

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdiler. Padişah karpuzları kesti, kızlarının bu bilmecelerindeki anlamları anladı.

Padişah, önce büyük kızını çağırdı, “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan, “Siz bilirsiniz padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra ortanca kızını çağırarak, aynı soruyu sordu ve aynı yanıtı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra küçük kıza gelince, ona da aynı soruyu sordu; ama küçük sultan, saray(lı)lara özgü incelikli ikiyüzlülüğe gerek görmedi:

“Şevketli babacığım! Beni gence veriniz,” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi, hemen tellallar çağırtarak, nerede tembel, miskin, uyuşuk bir genç varsa, haber verilmesini duyurttu. Meğer, yoksul bir kadıncağızın, Tembel Ahmet adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah, küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.

Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi, onu arkasına alarak götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki:

“Sen onu bahçeye götürdün, oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası, “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbet de getiririm,” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen, seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın? Hadi git, çalış, para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa, bu odunla sana güzel ziyafet çekerim!” dedi. Tembel Ahmet bu durumu görünce, korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti; orada, onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı; akşam olunca eve geldi, yavaşça kapıyı çaldı.

Tembel Ahmet: “Tak, tak!”

Annesi: “Kim o?”

Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”

“Gir içeri!”

“Hanım evde mi?”

“Evde.”

“Odun elinde mi?”

“Elinde.”

“Öyleyse gelmem. Al bu parayı; ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Annesi her ne yaptıysa, Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün, yine beş on kuruş kazanarak, akşam kapıya geldi.

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum…”

“Hanım evde mi?

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyleyse içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Ertesi gün bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi:

“Bu parayı harçlık olarak ailene bırak. Seni kervanbaşı tayin ediyorum; benimle Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim,” dedi. Tembel Ahmet bu teklifi kabul etti, beş yüz kuruşu alarak eve geldi:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”

“Hanım evde mi?”

“Evde değil!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”

“Oğlum, içeri gel de az biraz yüzünü göreyim.”

“Hanım evde, şimdi gelemem, Allahaısmarladık!”

Tembel Ahmet, kervanla beraber yola çıktı.

Kervan, bir gün ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kovayla kuyuya inmesini ve orada kovayı suyla doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak, hayvan başına bir lira alacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince, yeniden kovayı salıyorlar, Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu. Ama Tembel Ahmet yalnız bu işle uğraşmıyordu; kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeri girince bir köşk gördü. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu.

Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce, “Aman Allah aşkına olsun, beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet, “Şimdi seni çıkarırsam, dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir kötülük ederler; birkaç gün daha sabret, ilk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki atla, bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım,” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet köşkün bahçesine çıkınca, orada yemişleri gerçek narlardan farksız yapay nar ağaçları gördü. Tembel, gerçek sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.

Bir gün akşama doğru, Tembel Ahmet’in evinde, karısıyla annesi konuşuyorlardı, kapı çalındı;

“Tembel Ahmet, size gönderdi,” diye içeriye, narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan, “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına, “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim!” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrütlerle dolu olduğunu gördüler; “Bu narları saklayalım,” dediler.

Ertesi gün, kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla, padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde, tekke gibi, bütün yolcuların ve seyyahların misafir edileceğini, pek güzel yemekler verileceğini duyurdular. Padişah, vezirine, “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kılığımızı değiştirip oraya gidelim, bir çorba içelim; belki sahiplerini de görürüz,” dedi. Derviş kılığına girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.

Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca, tüccar ona bir altın tepsi verdi, “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen, sana çok bahşiş verecektir,” dedi. Tembel Ahmet, Musul’a giderek, tepsiyi padişaha sundu. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce, dört yıldan beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu tanıdı. Padişah, yüzüğün onun eline nasıl geçtiğini sordu; Tembel Ahmet, kuyu serüvenini anlattı.

Padişah, “O, benim kızımdır; sizin ülkenin veliahtıyla nişanlıdır. Bir gün, kızım ortadan kayboldu; çok aradık, bulamadık. Nişanlısı da, uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan, hem benden, hem kendi padişahından çok bağışlar alırsın,” dedi. Tembel Ahmet’e beş on arabayla bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi, kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra, sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Ama, önce ben çıkacağım; çünkü, sen daha önce çıkarsan, beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!”

Tembel Ahmet, kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı, Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla, annesiyle görüştükten sonra, nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının, eniştesi olduğunu; kendisi de memlekete gitmek üzere olduğundan, onu yanında götürebileceğini söyledi. Sultan memnunlukla, birlikte gitmeye razı oldu. Kafile, şehre bir saat uzaklıktaki bir köye ulaşınca, Tembel Ahmet, “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz; ben gidip, geldiğinizi haber vereyim,” dedi. Tembel Ahmet, kulübesinin kapısına geldi, sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene kocacığım!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi görkemli bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevherlerle dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet’e, “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm,” dedi; hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı, büyük bir gösterişle saraya getirdi.

Ertesi akşam, padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah, ister istemez, deli şehzadeyi de birlikte götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye zararı yoktu; yalnızca derin bir iç sıkıntısıyla yaşıyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O arada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine sununca, onu tanıdı. Tembel Ahmet, “Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam haline koyan, kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı, ben de ona ve size değerli bir hediye getirdim:

Dört yıldan beri şehzadeyi bu durumda bulunduran sevgilisini getirdim!” dedi. Bu anda, dört yıllık aşk özlemiyle yanan kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce, elini alnına götürdü, gözleri canlanmaya başladı. Halinden tavrından, yavaş yavaş anılarının uyandığı, belleğinin yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra, tamamıyla aklı başına geldi: “Ah sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün, kırk gece düğün yapılarak, şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

Yazar: ZİYA GÖKALP 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı,

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html/feed 0