Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Halk Masalları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/halk-masallari Hikaye Çeşitleri Tue, 13 Dec 2022 19:38:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Halk Masalları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/halk-masallari 32 32 Halk Masalları “KUĞULAR” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html#respond Tue, 13 Dec 2022 19:37:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8692 Halk Masalları “KUĞULAR” Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu. Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin […]

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masalları “KUĞULAR”

Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu.

Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin oldu. Artık padişah babası, yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Sonunda, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamakla görevlendirdiler.

Üvey anne bununla da kalmadı; kızın on bir erkek kardeşini de büyüyle birer kuğu şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin yine insan olurlardı; ama güneş doğar doğmaz, kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü sürece, saraydaki aşağılamalara dayandı; ancak, kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra, artık sarayda kalmayı istemedi. Bir gün, gizlice saraydan çıktı, az uz, dere tepe düz gittikten sonra, bir yeşil gölün kıyısına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini seyretmeye daldı.

Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bulut göle yaklaşınca, bunun beyaz kuğular sürüsü olduğunu anladı. Bu beyaz kuğular, önce göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden biri Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi, hepsi birden suda yüzerek, kız kardeşlerinin yanına geldiler; elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların, kendi kardeşleri olduğunu tanıdı; onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular, bu sözleri işitip anlıyorlardı; ama cevap veremiyorlardı.

Gece olunca, kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer, kardeşlerini birer birer tanıdı; onlarla sabaha kadar konuştu, ama sabah olunca, yeniden, hepsi kuğuya dönüştüler, uçarak gölün öte yanına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra Nilüfer’in yanına geldiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki: “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi sıkıcıdır. Karşıki kıyıda güzel bir kumsal vardır; kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır. Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden, doğal bir köşk ortaya çıkmış… orası bizim sarayımızdır. Ormanda her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mutlu bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah, biz birer kuğu olunca, seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz; sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”

Sabah olunca, altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik yaptılar. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken, hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına yansıyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için, bu yolculuktan çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca, bir adaya indiler; o geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı oluşturdular. Nilüfer’i akşama doğru karşı kıyıya, altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi, ormandaki doğal köşkte geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı; ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi; yemişleri de çok lezzetliydi.

Akşama kadar gölün kıyısında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler, kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz, yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca sürdü. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir yaşlı kadın girdi, “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var; orada yıkanırsan, eski güzelliğini bulursun,” dedi. Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak, süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca, o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip de yıkandıktan sonra aynaya baktı: Üvey annesinin yaptığı büyüden önceki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam, kardeşleri Nilüfer’i bu durumda görünce çok sevindiler.

Nilüfer, o gece de rüyasında yaşlı kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen, mezarlıklardaki ayrıkotundan on bir gömlek örmelisin; ama bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi işkenceler yapsalar, ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir soruya yanıt vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere dayanarak, hiç konuşmaksızın, bir söz bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen, onlar hemen eskisi gibi insan olurlar.”

Nilüfer uyanınca, ayrıkotu aramaya gitti. Topladığı otlarla, gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam, kardeşleri geldiler, ne yapmakta olduğunu sordular, hiç yanıt vermedi; sürekli örüyordu. Kardeşleri, “Bu konuşmamak da büyüdür,” dediler. Artık geceleri, kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu.

Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı; yolu doğal köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce, ona bin candan bin cana âşık oldu. Genç padişah, kıza kim olduğunu sordu; Nilüfer yanıt vermedi. Adını sordu, yine yanıt almadı. Kız, hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu haline şaştı. Kıza, “Bana varır mısın?” diye sordu; yine yanıt yok. Vezirleri, “Susmak, kabul etmektir,” dediler; kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler.

Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar; ama Nilüfer, hiç oralarda değildi. O, sürekli gömlek örüyordu. Ayrıkotu bitince, geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrıkotu topluyordu. Beri yanda, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Sonunda padişaha, nişanlısının büyücü olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler; “İnanmazsan, geceleyin arkasından git; kendi gözünle görürsün!” dediler. Bir yandan da, halk arasında, kızın büyücü olduğunu yaydılar. Padişah şüphelenmişti. Gece olunca, kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı, birçok soru sordu. Kız hiçbirine karşılık vermiyor, elindeki gömleği örüyordu. Kadı, sonunda, kızın asılmasına hüküm verdi; (padişah) Nilüfer’in yanına geldi, bir tek söz söylerse cezasının bağışlanacağını, yine eskisi gibi nişanlısı kalacağını söyledi. Nilüfer, elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi, gömleği örmekte devam etti.

Padişah, kızın bu davranışından öfkelendi. “Hüküm uygulansın!” dedi. Cellatlar kızı aldılar, darağacının yanına götürdüler. Kız, son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, hep örüyordu. Cellat ölüme hazırlanmasını söyledi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini seyretmeye gelmişlerdi. Kız, yine aldırmadı; gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat, ağzından bir söz çıkarmak için, ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini öğütleyip duruyordu; kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Sonunda, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman, son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu, bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler, kızın çevresini aldılar. Kız, yanındaki on bir gömleği, birer birer bunlara giydirdi; on bir kuğu, birdenbire on bir şehzade oldu. Bu durumda, cellat da, seyirciler de şaşırıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki:

“Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, kendisinin konuşmamasının ve geceleri ayrıkotu toplayarak sürekli gömlek örmesinin, bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere, rüyasında bilinmeyen âlemden emir aldığını söyledi. Kardeşleri de, bu sözlerin doğru olduğuna tanıklık ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek, hanım sultanla birlikte düğüne davet etti. Düğün sırasında yaşlı baba, çocuklarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi; çocuklarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da, çocuklarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi mutlu yaşadılar.

ZİYA GÖKALP “ALTIN IŞIK” KİTABINDAN HALK MASALLARI

HAZIRLAYAN:

MEHMET NURİ YARDIM
TÜRK KLASİKLERİ

HALK MASALLARI

 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, kuğu, kuğular, padişah, prenses, şehzade,

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html/feed 0
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html#respond Wed, 30 Nov 2022 07:22:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8688 Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi Âşıklardan Halk Hikayeleri Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız: Sakın dağlar gibi yüceyim deme Zaman gelir etrafın kar olur Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme Her kışın sonunda bir bahar olur Dağ odur ki üzerinde kar ola Bülbül odur ötüşünde […]

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi

Âşıklardan Halk Hikayeleri

Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız:

Sakın dağlar gibi yüceyim deme
Zaman gelir etrafın kar olur
Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme
Her kışın sonunda bir bahar olur
Dağ odur ki üzerinde kar ola
Bülbül odur ötüşünde zar ola
Dost odur ki dar gününde yar ola
Geniş günde düşman bile yar olur
Reyhanî ne yapsa kalır o destan
Bir günde toprağı verirler üstten
Varlığın kefendir evin kabristan
Nöbetçin iki taş bir mezar olur

Sizlere anlatacağım bu hikâye Ali İzzet adında Diyarbakırlı bir aşiret ağasının oğlu Hüseyin ile gelini Senem’in hikâyesidir.

Ali İzzet Ağa’nın sadece bir kız çocuğu vardı, başka da çocuğu olmuyordu. “Ya Rab bana bir oğul ver, bir oğul ver, bir oğul ver,” diye hep feryat ediyordu. Bu şekilde aylar, yıllar birbirini kovaladı, değişen bir şey yoktu. Bir gün, demek ki saati, vakit gelmiş, hani Allah’ın eşref saati derler ya, o vakte rastlamış olmalı ki Allah onun dualarını kabul etmiş, bir oğlu olmuştu Ali İzzet Ağa’nın.

Müjdeciler müjde getirdiler, kurbanlar kesildi, davullar vuruldu, zurnalar çalındı. Ali İzzet Ağa oğlunun adını Hüseyin koydu.

Zaman geçti, Hüseyin büyüdü, artık yirmi yaşına gelmişti. Ali İzzet Ağa işte o zaman oğlunu evlendirmeye karar verdi. Kendi oğluna layık, kendi aslına, asaletine değer güzel bir gelin bulmak için Diyarbakır’ın bütün beldelerini dolaştı, gezdi. Nihayet Senem adında bir kız buldu. Düğün dernek kuruldu, davullar, zurnalar çalındı, çok toy tutuldu. Yedi gün boyunca kurbanlar kesildi, yemekler yendi, takılar takıldı. Ali İzzet Ağa sonunda Senem Hanım’ı kendi evine getirip oğluyla evlendirmişti.

Aradan yedi yıl geçti. Şimdi siz ne derseniz deyin dostlar, kimisi heyecandan der, kimisi bir hastalığı vardır der, biz bir şey demeyeceğiz, sadece şu kadarını söyleyeceğiz ki aradan bunca zaman geçmesine rağmen Hüseyin’in bir çocuğu olmamıştı. Ali İzzet Ağa, bir gün evinin önündeki bahçeye çıktı, kuşların birbiriyle cıvıldaştığını, ötüştüğünü görünce çok etkilendi, “ya Rab,  sanki bu feleğin pazarlığı da bizimle,” diye dert yandı Allah’a, “ben hep bir oğul istedim, şimdi oğlum da kalkıp oğul mu isteyecek?” Senem Hanım o esnada bahçeyle uğraşıyordu. Bakalım orada Ali İzzet Ağa feleğe sitem, Senem’e de minnet olsun diye neler söylüyordu:

Böyle bağlar, böyle bağlar
Kızım yar başını böyle mi bağlar
Kuş uçmaz kervan geçmez
Yıkılsın böyle bağlar ey

Senem Hanım bu sözlere içerledi, “kaynatam bu sitemi bana yapıyor,” diye söylendi, “ama aslında bende bir suç yok, onun kendi oğlunda iş yok.”

Sonra da sırtını bir ağaca yaslayıp o kamış parmaklarını mızrap etti. Bakalım Senem Hanım, Ali İzzet Ağa’ya ne cevap veriyordu:

Böyle bağlar böyle bağlar
Gelin başını böyle bağlar
Ah bülbül güle konmadı
Neylesin böyle bağlar

Ali İzzet Ağa, Senem’in ne demek istediğini anlamadı, o kendi âlemindeydi, siteminin ikinci kıtasına devam ediyordu:

Yüce dağdan kar beklerim
Has bahçadan nar beklerim
Yedi yıldır bağ becerdim
Meyvesi yok bar beklerim.

Ali İzzet Ağa sözünü bitirir bitirmez Senem aldı ikinci sözünü:

Yüce dağdan kar bekleme
Has bahçeden nar bekleme
Yetmiş bahçeyi becersen
Sen oğlundan bar bekleme

Bunun üzerine Ali İzzet ağa son sözünü söyledi:

Yüce dağlar karsız olmaz
Has bahçeler narsız olmaz
Başka bir bağı becerim
Oğul bağı barsız olmaz

Senem Hanım da ona şöyle cevap verdi:

Her yüksek dağların karı yok
Her yiğidin ikrarı yok
Buna Senem neylesin
Senin oğlun barı yok

İşte o anda bahçenin kapısı açıldı ki kim geldi, Hüseyin geldi. Meğer Hüseyin babasıyla Senem atışmaya başladığında eve varmış, o atışma boyunca da kapının önünde beklemiş. Hüseyin, kimseyle hiç konuşmadan, sinirli bir halde geçip içeriye girdi. Senem anlamıştı Hüseyin’in darıldığını, o da peşinden içeriye girdi. Hüseyin’in çantasını hazırladığını gördü, “nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Eh, artık bana yol göründü Senem,” dedi Hüseyin, “sen beni babama şikâyet ettin, senin oğlunda erkeklik yok dedin. Şimdi ben kalkıp sana başka kocaya git diyemem, o yüzden ben gidiyorum. Sen de başının çaresine baksan iyi edersin.” O çantasını toplarken Senem de oturmuş ağlıyordu.

Hüseyin heybesini sırtına aldı, bindi bir ata. Nereye gidecekti şimdi bu adam, çok zengin bir babanın oğlu, o güne kadar hiç mi hiç çalışmamış, elini kalemden kıskanan bir adam, atına binmiş nereye gidiyordu, gurbete. Arkasından ağlıyor, ağıtlar yakıyordu Senem Hanım, ama nafile, Hüseyin gidiyordu.

O akşam Diyarbakır’dan çıktı Hüseyin, Bağdat şehrine doğru gidiyordu.

Günler sonra Bağdat şehrine vardı. Bir zamanlar bir işten parmaklarını kıskanan bu adam şimdi bir inşaatta çalışmaya başlamıştı, kazmaya, küreğe sarılmış, çalışıyordu. Çok geçmeden birkaç arkadaş da edindi kendisine. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları takip etti, Hüseyin artık neredeyse yedi yıldır orada çalışıyordu. Bir gün arkadaşıyla arası bozuldu. O arkadaşı tuttu Bağdat şehrinden Diyarbakır’a, Hüseyin’in babasına, Ali İzzet Ağa’ya, “Amca başınız sağ olsun, emri hak vaki oldu, oğlunuz aramızda yedi yıldır çalışıyordu, ama artık rahmetli oldu,” diye bir mektup yazdı.

Tabii, o zamanlar posta yok, tren yok, Hüseyin’in arkadaşı bir kervancıya verdi bu mektubu. Kervancılar mektubu ancak aylar sonra Diyarbakır’a getirip Ali izzet Ağa’ya ulaştırabildiler. Mektubu Ali izzet Ağa’ya okudular, Ali İzzet Ağa o anda beyninden vurulmuşa döndü, ne yapacağını bilemedi, ağlamaya başladı, hüngür hüngür ağlıyordu. Eşi dostu yanına baş sağlığına geliyor, Ali İzzet Ağa’yı teselli ediyorlardı. Fakat ne mümkün, Ali İzzet Ağa aylarca yemedi, içmedi, çok üzüntülüydü.

Fakat öte yandan kafasını kurcalayan bir düşünce de musallat olmuştu ona:

Oğlu ölmüştü, peki, şimdi bu gelini, Senem’i ne yapacaktı, başka bir oğlu da yoktu ki onunla evlendirsin, bıraksın da Senem yâd ellere gelin mi olsundu.

Düşündü, düşündü, sonunda bir dostuna, canından bile çok sevdiği Kahraman Ağa’ya haber gönderdi. Dostluklar çok önemlidir. Samimi dost canından çok sever dostunu. Ali İzzet Ağa şu mektubu yolladı Kahraman Ağa’ya:

“Benim oğlum Hüseyin öldü, sen de gel benim gelinim Senem’i kendinize gelin et, oğluna götür. Biliyorsun Kahraman, ben senin evine geldiğim zaman senin evin benim evimdir, senin gelinin de benim gelinim sayılır. Oğlum öldü, bari Senem gibi birevimdir gelinim de yâd ellere gitmesin.”

Kahraman Ağa bu haberi alınca çok üzüldü. Yapacak bir şey yok deyip istemeye istemeye, eşiyle dostuyla birlikte kalktı, Diyarbakır’a geldi. Senemi ikinci defa gelin ettiler. Bu sefer davullar, zurnalar çalmadı, sade bir tören yapıp aldılar Senem’i götürdüler. Arkalarından sadece bir davul ve zurna, bir de birkaç atlı gidiyordu. Onlar gitmeyedursun biz haberi nereden verelim, Bağdat’tan.

Hüseyin’in, arkadaşıyla arası düzelmişti, eskisi gibi dost olmuşlardı. Bir ara arkadaşı Hüseyin’e onun arkasından iş çevirdiğini itiraf etti, “Hüseyin, kardeşim hakkını helal et,” dedi, “ sana çok kızdığımdan babana senin öldüğünü haber veren bir mektup yazdım.” Hüseyin arkadaşına gücenmedi, hatta bir nebze de sevinmiş gibi oldu bu mektuba, “iyi olmuş,” diye düşündü, “ben öldüm diye Senem de artık benim yolumu o kadar beklemeyip başka bir kocaya gitmiştir. O zaman ben de evime dönerim, artık bu derdim de bu sırrım da benimle beraber mezara gider.”

Hüseyin ilkin böyle düşündü ama meselenin o kadar kolay olmadığını kendisi de içten içe biliyordu. Ne de olsa serde sevdalık vardı. Hüseyin o gurbet elde geçirdiği yedi yılın bir gününde, bir anında bile Senem’i düşünmeden edemedi. Fakat elinden de bir şey gelmiyordu, erkeklik gururu elini kolunu bağlamıştı. Bunca zamandır yüzüne hasret kaldığı Senem’i ancak rüyalarında görebilmişti. Hüseyin fark etti ki o güne kadar Senem’in hiç değilse kendi evinde, babasının yanında olduğunu bilmek onun acısını bir nebze olsun hafifletiyordu. Şimdiyse sevdiği kadının yâd ellere vardığının, ellerin yâri olduğunun düşüncesi bile Hüseyin’in içini ateşlerle dolduruyor, eritiyordu.

Hüseyin atına bindi, yola revan oldu, çıktı Bağdat’tan, nereye gidiyordu, memleketine, Diyarbakır’a, baba ocağına doğru gidiyordu. Diyarbakır’ın Süsem yaylalarına kadar gelmişti, orada bir baktı ki ne baksın; birkaç atlı kendisine doğru geliyor, bir atın üzerinde de bir gelin var, bir de arkalarından yavaş yavaş gelen davulcuyla zurnacı… Düğün alayı biraz daha yaklaşınca, Âşık Hüseyin, gelinin endamına şöyle bir baktı ki gelin tıpkı Senem’e benziyor, “yahu, Senem olmasın bu,” dedi kendi kendine. Orada atının üzerinde sazını sinesine çekti Âşık Hüseyin, bakalım o düğün alayına ne söyleyecek, düğün alayı ne dinleyecekti, sizler de ne dinleyeceksiniz, Allah hepinizi var etsin:

Güneş çalmış Diyarbakır düzüne
Baba nerden aldız siz bu gelini
Âşık oldum kirpiğine yüzüne
Acep nerden aldız siz bu gelini

Âşık Hüseyin söylüyor, düğün alayı da dinliyordu. Kahraman Ağa öne çıkıp “yavrum, sen kimsin,” diye sordu, “sen bu gelini tanıyor musun?” Bu soru karşısında yavaştan aldı Hüseyin, “belki de tanırım babacan,” dedi, “belki de tanırım.” Sonra da devam etti türküsüne:

Keten gömlek giymiş eli dizinde
Arzumanım kaldı ela gözünde
Üç buhağında üç yüzünde
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin sözünü bitirince Kahraman Ağa arkaya dönüp gelinin yanında duran kadınlardan birine, “yenge hanım,” diye seslendi, “bizim gelinin yüzünde, gerdanında hal, ben diye bir şey var mı?” Gelinin peçesini açıp baktılar ki yüzünde iki, gerdanında da üç beni hâlları var.

“Evet, efendim,” dedi kadın, “o benler gelinde var.” Kahraman Ağa şaşırdı, “Allah Allah,” dedi, sonra da Hüseyin’e dönüp “yavrum, acaba sen birisine mi benzettin bizim gelini,” diye sordu, “onun ismini de bilir misin?” Hüseyin gene ağırdan aldı, “belki de bilirim baba,” deyip türküsüne devam etti:

Bugün hava bulanıktır serindir
Sığındım Mevla’ya Mevla’m kerimdir
Korkarım ki benim Senem yârimdir
Baba götürmeyin verin yârimi

Kahraman Ağa, Âşık Hüseyin’in bu sözleri karşısında iyice şaşırdı, “oğlum sen bu gelinin adını nereden biliyorsun,” diye hayretle sordu Hüseyin’e, “onun kocası ölmüş, kimi kimsesi de yok, sen kimsin yavrum?” “Hele şöyle,” dedi Hüseyin, sonra da bakalım kendisini nasıl tanıttı:

Babanın sözünü baştan tutmalı
Varıp gurbet ele tekrar gitmeli
Erini öldürüp yâri satmalı
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin ölmediğini ima ediyordu, “nereden çıkarıyorsunuz benim öldüğümü, kocasını öldürüp yârini mi satıyorsunuz,” diye sitem ediyordu onlara.

Ondan sonra şu sözlerle kendisini iyice aşikâr etti:

Ne karaymış bu alnımın yazısı
Kaderine razı olmaz bazısı
İşte benim İzzet Bey’in kuzusu
Baba götürmeyiverin yârimi

Hüseyin son bendini de bitirmişti ki Kahraman Ağa eğilip yerleri öptü, topraklara sarıldı, “yarabbi sen ne büyüksün,” dedi, “eğer biz Hüseyin’e rastlamasaydık, tevafuk edip de karşılaşmasaydık, ben bu gelini götürecektim, Hüseyin daha sonra çıkıp gelecekti, ben de aziz dostum Ali İzzet’le ebedi bir çıkmaza girecektim.” Sonra Hüseyin’e dönüp “oğlum, baban ağlaya ağlaya kör olmak üzere,” dedi, “sen şimdi git Diyarbakır’a, babanı teselli et yavrum, biz de Senem’i tekrar size getirip teslim edeceğiz.” Hüseyin, Kahraman Ağa’nın elini öptü, o da gözlerinden öptü Hüseyin’in, hasretle sarıldılar birbirlerine. Hüseyin atına binip  düğün alayından ayrıldı, biraz sonra o yaylanın ortasında, tabiatın sessizliğiyle baş başa kalınca bir tuhaf oldu, kendisini dinledi; bu defa da meselenin öteki yanı, hani erkeklik gururuna bir türlü yediremediği şu hal duyuruyordu kendisini.

“Yahu, ben ne talihsiz adamım, ben ne şanssız bir insanım,” diye söylendi, “ne olurdu biraz daha geç gelseydim, Senem başkasına gidecekti, ben de bu dertten, bu ıstıraptan, bu çileden kurtulmuş olacaktım ki tam yerinde rastladık, tam!”

Hani bir söz vardır ya dostlar, “aynı tas, aynı hamam,” eve dönmesine dönecekti Hüseyin ama derdi de onla beraber dönecekti. Bir yanda aşk bir yanda gurur, bakalım bu işin sonu nereye varacaktı.

Hüseyin şöyle bir etrafına baktı, kendini tabiata bıraktı: Ağaçların salınışı, rüzgâr esişi, her yanın yemyeşilliği bir yaşama sevincini fısıldıyordu. İşte o an bir münacatta, bir yalvarışta bulundu Hüseyin. Bakalım Hüseyin orada ne söylüyordu, vekâleten biz Veysel Yıldız olarak ne söyleyeceğiz:

Al bu haberlerimi sen rüzgar
Gökleri direksiz kurana götür
Altı günde var eyledi dünyayı
Pazar günü temel kurana götür
Şevketli efendim sultani vezir
Nerde Allah desen orada hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Düşkünler tadına erene götür
Hüseyin’im derdim dağlardan yüce
Yazık kitap etsem olmuyor hece
Kara herk içinde kara karınca
Karanlık gecede görene götür

Hüseyin o yalvarışını bitirmişti ki fani bir ihtiyar kılığında bir pir aniden peyda oldu orada, “selâmünaleyküm, Hüseyin oğlum,” dedi. Hüseyin hâlâ o dalgınlığının içindeydi, baktı ki karşısında kendisine gülümseyen yaşlı bir adam duruyor, “aleykümselâm, baba,” diye karşılık verdi. Neden sonra, olayın garipliğinin farkına vardı, “siz nerden geldiniz,” diye sordu. Pir gülümsemesini sürdürerek “oğlum, sen çağırmasını bilirsen,” dedi, “biz de gelmesini biliriz.

Bizim için örtük perde, kilitli kapı olmaz. Yavrum, sırtını şöyle bir sıvazlayayım da derdin şifa bulsun.” Hüseyin gayriihtiyarî sırtını döndü, sonra tekrar yüzünü dönünce bir baktı ki ne baksın; ihtiyar kaybolmuştu, her şey bir anda olup bitmişti, akıl sır erdiremedi bu işe.

Oradan yoluna devam etti Hüseyin. Nereye gelmişti, Diyarbakır önlerine kadar gelmişti, orada bir çeşme vardı, Hüseyin o çeşmeyi görünce anladı ki baba ocağına varmıştır, Hüseyin’in ömrü hayatı oralarda geçmişti, “çeşmeye şöyle bir yaklaşayım da bir su içeyim oradan,” dedi, yorulmuştu. Çeşmeye yöneldiği anda baktı ki bir kız çeşmeden su dolduruyor; baştan ayağa karalar bağlamış bir kız. Hüseyin bir su isteme bahanesiyle ona bir şeyler sormayı düşündü, bakalım Hüseyin orada ne diyordu, çeşmeden su dolduran kız kimdi ve Hüseyin’e ne cevap veriyordu:

Bana bir yudum su verin içeyim
Ne düşmüşsün ahu zara bacım can
Bu dünyanın işi bitmez bir dava
Gel aldanma ahu zara bacı can

Bakalım baştan ayağa karalar giyinmiş bacı ne cevap veriyordu:

İç suyunu yolcu geç git yoluna
Koyma dert üstüne yara gardaşım
Gözyaşlarım döndü bahar seline
Her gün döktüm bu pınara gardaşım

Bunun üzerine Âşık Hüseyin kıza neden karalar giydiğini soruyordu:

İnsan bir kaptandır dünya bir gemi
Çarpar bir kayaya sonu encemi
Ölüsü olmayan bilmez matemi
Niye böyle kara giydin bacı can

Bu kız Fatma’ydı, Hüseyin’in kardeşi Fatma’ydı ve cevap veriyordu ağabeyine:

Bir karında yattık gitti gelmedi
Yuvamızda baykuş öttü gelmedi
Ecel yollarını tuttu gelmedi
Mihman oldu bir mezara gardaşım

Hüseyin baktı ki kız mezardan, ölüden bahsediyor, kendi kendine “yahu, bu benim bacım, bizim Fatma olmasın,” dedi. Bakalım Hüseyin ona ne söylüyordu:

Gurbete giderken vaadi ne idi
Dünyadan aldığı tadı ne idi
Sen kimsin kardeşin adı ne idi
Söyle bana aşikâra bacı can

Hüseyin’in son sözleri üzerine bakalım Fatma nasıl cevap veriyordu:

Kırılsın kanadı çarkıfeleğin
Genç yaşımda boşa gitti emeğim
Fatma bacısıyım Hüseyin Bey’in
Senem gitti başka yara gardaşım

Sonunda Fatma tanımıştı Hüseyin’i, Hüseyin de Fatma’yı tanımıştı, ağabey kardeş birbirinin boynuna sarıldılar. Yedi yılın hasreti sonunda birbirine kavuşmuştu. “Fatma, bacım, şimdi biz eve gidelim,” dedi Hüseyin, “babama da bir kavuşayım. Bir iyi haberim daha var; yolda gelirken düğün alayıyla karşılaştım. Onlar da daha sonra buraya gelecekler, yani Senem gitmedi.” Fatma bu haberi alınca iyice bayram etti, koluna girdi ağabeyinin, “eve gidelim, babam da seni görsün,” dedi, “nicedir ağlamaktan harap olmuş gözleri artık bir gülsün.”

Eve vardıklarında Hüseyin baktı ki babası kapının önündeki sal taşının üzerine bir post atmış, onun üstünde oturuyor. Az kalsın tanıyamayacaktı babasını Hüseyin, Ali İzzet Ağa’nın neredeyse o post kadar beyazlanmıştı. Hüseyin babasını böyle saçı sakalı bembeyaz olmuş bir halde görünce, hemen eline vardı babasının, “babam,” dedi, “yedi yılda ne hale gelmişsin böyle?” Sarıldı babasına, ağladı, hüngür hüngür ağladı. Baba oğul birbirlerine sarılmışlardı, ama yine de bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, “yok, oğul, yok, benim kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu artık, seçemiyorum seni yavrum,” dedi, “benim oğlum gurbet elde öldü, burada olamaz. Biliyorum, sen beni teselli etmek için Hüseyin olduğunu söylüyorsun, ama benim oğlum gurbet ellerde garip bir mezar oldu, sen benim oğlum değilsin.”

Oğlunun geldiğine bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, Hüseyin ise babasına sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Daha kavuştuğuna sevinemeden babasının bu içler acısı hali karşısında yüreği sızladı Hüseyin’in. Üstelik babası da hâlâ inanamıyordu oğlunun geldiğine, “yok oğul yok, ben yaşlandım diye
beni teselli mi ediyorsun,” diyordu. Şimdi ne yapaydı da babasını inandıraydı Hüseyin, sazını sinesine çekti, bakalım babasına ne diyordu:

Efkârlanma yaralanma babacan
İnan baba oğlun Hüseyin geldi
Yaradan’ı sever isen ağlama
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin söylüyor, Ali İzzet Ağa ise hüngür hüngür ağlıyordu:

Her yılda bir bayram olduğu gibi
Ağlayan yetimler güldüğü gibi
Yusuf’un Mısır’dan geldiği gibi
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin devam ediyordu, Ali İzzet Ağa ise hâlâ inanamıyordu bir türlü, ağlıyordu. İhtiyarlamış, bembeyaz olmuştu, gözlerinden yaşlar tane tane akıyor, sel oluyordu. Nihayet, “oğlum, Hüseyin gibi oğul gelse de olur, gelmese de,” dedi, “Senem gibi bir gelin gittikten sonra…”

Hüseyin, babasının bu lafından onun gelinini ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar değer verdiğini anladı. Devam etti sözüne:

Hüseyin’im döndüm deli şaşkına
Bundan sonra minnet etme müşküle
Yeri göğü yaratanın aşkına
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin sözünü bitirdi, Ali İzzet Ağa, “oğlum, Senem gibi gelinim gitti, çok perişan oldum,” dedi, hâlâ hüngür hüngür ağlıyordu, “sen nerdeydin yavrum, hem niçin ölüm haberin geldi,” diye sordu. Hüseyin babasının ellerinden tuttu, “baba, sen gelinini telaş etme,” dedi, “artık bütün acılar geride kaldı. Yolda senin dostunu, Kahraman amcayı gördüm, Senem gelinini tekrar getirecekler, düğün alayı da gelecek, sen hiç üzülme baba, olur mu? Bundan sonra senin yanından hiç ayrılmayacağım baba.” Ali İzzet Ağa ihtiyarlamış, erimiş, çocuk kadar kalmıştı. Hüseyin, aslan gibi serpilmiş o adam, babasını, çocuk kadar kalmış o ihtiyarı kucağına aldı. Ali İzzet Ağa, “oğlum Hüseyin beni balkona çıkar,” dedi, “o aziz dostumun gelişini, artık ne kadar görebilirsem, balkondan şöyle bir izleyeyim, gözleyeyim.” Ali İzzet Ağa’nın gözleri az görüyordu, kulakları da ağır işitiyordu. Aradan çok geçmemişti ki ileriden nal sesleri, davul zurna duyuldu. Az sonra Kahraman Ağa peşinde bir kalabalıkla kapıya gelip dayanmıştı.

Kahraman Ağa balkonda duran arkadaşını gördü, “Selâmünaleyküm, Ali İzzet Ağa, senin gibi sadık bir dostu ben değişir miyim hiç dünyaya,” diye seslendi, “senin gelinini rabbim bana nasip etmedi, onu geri getirdim. Gözün aydın olsun, oğlun da sapasağlam evine geldi. Artık bana da verdiğin emaneti geriye teslim etmek düşer.”

Bunun üzerine Ali İzzet Ağa arkadaşına, “Kahraman Ağa, dostum, senden bir ricam daha var,” dedi, “madem Senem’i getirdin, Senem’i indir, yerine de kızım Fatma’yı bindir.” Böylece Ali İzzet Ağa, Kahraman Ağa’nın oğluna kendi kızını, Fatma’yı gelin olarak verdi. Senem’in indiği o ata Fatma’yı bindirdiler.

Bir yıl sonra Hüseyin’le Senem’in biri kız, biri erkek, cıvıl cıvıl ikiz çocukları olunca hem Ali İzzet Ağa hem de Hüseyin ile Senem öyle büyük bir mutluluğa kavuştular ki geçmişte yaşanılan tüm o üzüntüler unutuldu. Hüseyin’in Hüseyin’in vaktiyle üzgün bir şekilde ayrıldığı o evin bahçesinde şimdi çocukları koşuşuyor, kelebekler uçuşuyordu, Ali İzzet dedeleri de ağaca sırtını vermiş mutlulukla onları izliyordu.

İşte bir hikâyenin daha sonuna geldik. Bu aile de böyle bir mutlu sona ulaştı. Daha nice hikâyelerimiz vardır, sizlerle başka bir hikâyede buluşmak üzere…

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, Âşıklardan Halk Hikayeleri, Hikâye, Hikâyelerimiz,

 

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html/feed 0
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html#respond Tue, 29 Nov 2022 15:16:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8684 Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, […]

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdiler. Padişah karpuzları kesti, kızlarının bu bilmecelerindeki anlamları anladı.

Padişah, önce büyük kızını çağırdı, “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan, “Siz bilirsiniz padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra ortanca kızını çağırarak, aynı soruyu sordu ve aynı yanıtı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra küçük kıza gelince, ona da aynı soruyu sordu; ama küçük sultan, saray(lı)lara özgü incelikli ikiyüzlülüğe gerek görmedi:

“Şevketli babacığım! Beni gence veriniz,” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi, hemen tellallar çağırtarak, nerede tembel, miskin, uyuşuk bir genç varsa, haber verilmesini duyurttu. Meğer, yoksul bir kadıncağızın, Tembel Ahmet adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah, küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.

Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi, onu arkasına alarak götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki:

“Sen onu bahçeye götürdün, oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası, “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbet de getiririm,” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen, seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın? Hadi git, çalış, para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa, bu odunla sana güzel ziyafet çekerim!” dedi. Tembel Ahmet bu durumu görünce, korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti; orada, onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı; akşam olunca eve geldi, yavaşça kapıyı çaldı.

Tembel Ahmet: “Tak, tak!”

Annesi: “Kim o?”

Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”

“Gir içeri!”

“Hanım evde mi?”

“Evde.”

“Odun elinde mi?”

“Elinde.”

“Öyleyse gelmem. Al bu parayı; ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Annesi her ne yaptıysa, Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün, yine beş on kuruş kazanarak, akşam kapıya geldi.

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum…”

“Hanım evde mi?

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyleyse içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Ertesi gün bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi:

“Bu parayı harçlık olarak ailene bırak. Seni kervanbaşı tayin ediyorum; benimle Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim,” dedi. Tembel Ahmet bu teklifi kabul etti, beş yüz kuruşu alarak eve geldi:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”

“Hanım evde mi?”

“Evde değil!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”

“Oğlum, içeri gel de az biraz yüzünü göreyim.”

“Hanım evde, şimdi gelemem, Allahaısmarladık!”

Tembel Ahmet, kervanla beraber yola çıktı.

Kervan, bir gün ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kovayla kuyuya inmesini ve orada kovayı suyla doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak, hayvan başına bir lira alacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince, yeniden kovayı salıyorlar, Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu. Ama Tembel Ahmet yalnız bu işle uğraşmıyordu; kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeri girince bir köşk gördü. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu.

Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce, “Aman Allah aşkına olsun, beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet, “Şimdi seni çıkarırsam, dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir kötülük ederler; birkaç gün daha sabret, ilk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki atla, bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım,” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet köşkün bahçesine çıkınca, orada yemişleri gerçek narlardan farksız yapay nar ağaçları gördü. Tembel, gerçek sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.

Bir gün akşama doğru, Tembel Ahmet’in evinde, karısıyla annesi konuşuyorlardı, kapı çalındı;

“Tembel Ahmet, size gönderdi,” diye içeriye, narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan, “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına, “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim!” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrütlerle dolu olduğunu gördüler; “Bu narları saklayalım,” dediler.

Ertesi gün, kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla, padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde, tekke gibi, bütün yolcuların ve seyyahların misafir edileceğini, pek güzel yemekler verileceğini duyurdular. Padişah, vezirine, “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kılığımızı değiştirip oraya gidelim, bir çorba içelim; belki sahiplerini de görürüz,” dedi. Derviş kılığına girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.

Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca, tüccar ona bir altın tepsi verdi, “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen, sana çok bahşiş verecektir,” dedi. Tembel Ahmet, Musul’a giderek, tepsiyi padişaha sundu. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce, dört yıldan beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu tanıdı. Padişah, yüzüğün onun eline nasıl geçtiğini sordu; Tembel Ahmet, kuyu serüvenini anlattı.

Padişah, “O, benim kızımdır; sizin ülkenin veliahtıyla nişanlıdır. Bir gün, kızım ortadan kayboldu; çok aradık, bulamadık. Nişanlısı da, uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan, hem benden, hem kendi padişahından çok bağışlar alırsın,” dedi. Tembel Ahmet’e beş on arabayla bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi, kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra, sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Ama, önce ben çıkacağım; çünkü, sen daha önce çıkarsan, beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!”

Tembel Ahmet, kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı, Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla, annesiyle görüştükten sonra, nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının, eniştesi olduğunu; kendisi de memlekete gitmek üzere olduğundan, onu yanında götürebileceğini söyledi. Sultan memnunlukla, birlikte gitmeye razı oldu. Kafile, şehre bir saat uzaklıktaki bir köye ulaşınca, Tembel Ahmet, “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz; ben gidip, geldiğinizi haber vereyim,” dedi. Tembel Ahmet, kulübesinin kapısına geldi, sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene kocacığım!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi görkemli bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevherlerle dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet’e, “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm,” dedi; hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı, büyük bir gösterişle saraya getirdi.

Ertesi akşam, padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah, ister istemez, deli şehzadeyi de birlikte götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye zararı yoktu; yalnızca derin bir iç sıkıntısıyla yaşıyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O arada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine sununca, onu tanıdı. Tembel Ahmet, “Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam haline koyan, kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı, ben de ona ve size değerli bir hediye getirdim:

Dört yıldan beri şehzadeyi bu durumda bulunduran sevgilisini getirdim!” dedi. Bu anda, dört yıllık aşk özlemiyle yanan kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce, elini alnına götürdü, gözleri canlanmaya başladı. Halinden tavrından, yavaş yavaş anılarının uyandığı, belleğinin yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra, tamamıyla aklı başına geldi: “Ah sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün, kırk gece düğün yapılarak, şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

Yazar: ZİYA GÖKALP 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı,

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html/feed 0
Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html#respond Thu, 03 Jun 2021 14:37:32 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8105 Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” Anadolu Masalları: Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üstüne koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimenlerin […]

The post Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF”

Anadolu Masalları: Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üstüne koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimenlerin üzerine konmuşlar. Bunlardan kırkı bir silkinişte kız, bir tanesi de yakışıklı bir delikanlı oluvermiş.

Bütün bu olan bitenleri hayran hayran seyreden padişahın kızı, bileziğini koluna takmak için, dere kenarından kalkınca, yakışıklı delikanlı yeniden bir güvercin oluvermiş, taşın üzerinde duran bileziği boynuna geçirip uçup gitmiş. Kırk kızın kırkıda güvercin olup onun peşinden pırradak uçup gitmişler. Anadolu Masalları

Ondan sonraki günlerde kız yine has bahçedeki derenin kenarında oturmuş, güvercinleri beklemiş ama ne gelen, ne giden olmuş bir daha. Delikanlıya gönlünü kaptırmış olan kız derdinden hastalanarak yataklara düşş. Babası ülkenin en ünlü hekimlerini çağırtmış ama kızın derdine derman bulan olmamış. En son kızına bir hamam yaptırmış; her gelen, önce başından geçen ilginç bir olayı anlatır, ondan sonra yıkanırmış.

Günlerden bir gün hamama genç ve güzel bir gelin gelmiş ve başından geçen şu olayı anlatmış:

“Bir gün çayın kenarında çamaşır yıkarken, işimi bitirmek üzereydim ki, odunum bitti. O sırda otuz katır yükü odun geçiyordu yakınımdan. Peşlerine düşerek yürümeye başladım. Gittiler, gittiler, kayalık bir yerde bir kapının önünde durdular. Biraz sonra kapııldı ve katırlarla birlikte ben de içeri girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Burası bir mutfaktı. Nefis yemekler pişiyordu tencerelerin içinde. Birinin kapağını açtım. O sırada bir ses; “bırak onu, açma kapakları. Onu peri padişahımızın oğlu yiyecek” diye seslendi. Kapağı kapattım, mutfaktan çıkıp bir başka büyük odaya girdim. İşte o zaman ne olduysa oldu. Tam kırk bir tane beyaz güvercin doldurdu odayı. Kanatlarını çırpar çırpmaz, kırkı birer genç kız, biri de aslan gibi bir yiğit oluverdi. Delikanlı bir odaya girdi, elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, odanın her bir yanı tiril tiril titredi.” Bunun üzerine:

“Sizler nasıl titriyorsanız, sevgilim de böyle titreyip inlesin” dedi ve odadan çıkıp gitti. Ertesi gün katırlarla birlikte ben de bu garip yerden çıkıp evime döndüm.

Bunu duyan padişahın genç kızı:

“Bütün hamam senin olsun, yeter ki beni oraya götür,” demiş.

Ertesi gün katırların peşine düşen genç kız, açılan kapıdan içeriye giriyor, tencere kapaklarını kaldırıyor, karnını bir güzelce doyuruyor ve güvercinlerin gelmesini beklemeye koyuluyor. Görünmemek için de büyük odadaki dolaplardan birinin içine saklanıyor. Biraz sonra gelen güvercinlerden kırkı kız, biri de erkek oluyorlar. Bir de ne görsün? Delikanlı, gönül verdiği genç değil mi? Elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, her yer titreyip inlediği halde, kızın saklı olduğu dolapta ne bir hareket görülür, ne bir ses duyulur.

“Ey dolap, kaç senedir kahrını çekiyorum da, sen niçin inlemiyorsun?” diye sorar delikanlı.

“Ya Hüsnü Yusuf, içinde sevgilin saklı, onun için inlemiyorum,” diye dile gelen dolap karşılık verir. Dolabı açan delikanlı sevgilisini karşısında görünce, sevincinden deliye döner.

Gel zaman git zaman, kız, sevgilisine, bir çocukları olacağını müjdeleyince; delikanlı:

Şimdiye kadar periler, senin burada olduğunu anlamadılar. Fakat anlarlarsa seni öldürürler. Ben seni, Padişah babamın sarayına götürüp, kapının önüne bırakırım. Sen de: Hüsnü Yusuf’un başı için beni içeri alın” dersin. Ben her gün seni görmeye gelirim, diye kızın gönlünü alır, sonra da onu kanadına bindirip babasının sarayı önüne bırakır: O gece kız bir erkek çocuk doğurur.

Bir gece, saraya gizlice giren Hüsne Yusuf’la kızın konuştuklarını hizmetçiler görüyor ve gidip padişaha haber veriyorlar. Padişah kızı huzuruna çağırtınca, kız olan biteni bir bir anlatıyor. Ertesi gece Hüsnü Yusuf gelince yakalanıyor. “Serbest bırakmalarını, bırakmadıkları takdirde perilerin hepsini öldüreceklerini söylüyorsa da, gene bırakmıyorlar. Padişah beyaz bir güvercin satın aldırıyor. Sarayın fırınlarından birini de yaktırıyor. Periler gelip Hüsnü Yusuf’u istiyor, üstelik de padişahın üstünü başını parçalıyorlar. Bunun üzerine Padişah elindeki beyaz güvercini havaya kaldırıyor ve:

“Hüsnü Yusuf’un yokluğuna yıllarca katlandım, bundan böyle de katlanırım ama sizin yanınıza da bırakmam artık onu,” diyor. Sonra elindeki güvercini yanmakta olan fırının içine fırlatıyor. Fırlatılanın Hüsnü Yusuf olduğunu zanneden kırk perinin kırkıda fırına dalar ve hepsi de yanarlar. Böylece kötülük perilerinin elinden kurtulan iki gencin düğünü yeniden yapılır, yenilir, içilir, muratlarına geçilir.

Derleyen: Veysel ARSEVEN

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1964, sayı:178

The post Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html/feed 0
Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html#comments Fri, 14 May 2021 15:32:25 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8084 Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” Anadolu Masalları, Çok eski yıllarda Bağdat’tan göç etmiş bir bey varmış. Şehir şehir dolaşırmış. Macera meraklısı, kahraman, nükteci ve zekâ oyunları yapmaktan hoşlanırmış. Gel zaman git zaman Türkiye’ye yerleşmiş. Aşiret kurmuş, boylar yetiştirmiş, nesiller üretmiş. Ege kıyılarında yıllarca hüküm sürmüş. Bu beyin torunlarından Ali Şah, dedelerinin buyruğunu aynen yaşatan, […]

The post Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI”

Anadolu Masalları

Anadolu Masalları, Çok eski yıllarda Bağdat’tan göç etmiş bir bey varmış. Şehir şehir dolaşırmış. Macera meraklısı, kahraman, nükteci ve zekâ oyunları yapmaktan hoşlanırmış. Gel zaman git zaman Türkiye’ye yerleşmiş. Aşiret kurmuş, boylar yetiştirmiş, nesiller üretmiş. Ege kıyılarında yıllarca hüküm sürmüş.

Bu beyin torunlarından Ali Şah, dedelerinin buyruğunu aynen yaşatan, kahraman, atılgan, cengâver bir delikanlıymış. Vezirleriyle beraber bir gün ormanlık bir yerde geziye çıkmış. Yol kenarından geçerken bir yaşlı adamın başını eğdiği süpürgeleri üzerinde dikkatle çalıştığını, duyduğu nal seslerine dahi başını kaldırmadığını görmüş. Arkasındaki maiyetini durdurarak bu çalışkan adamla konuşmak istemiş. Yaklaşmışlar…

“Baba, orada ne yapıyorsun?” demiş Şah. Neden sonra yaşlı adam başını kaldırmış. Hiç durumunu değiştirmeden şöyle, kalın kaşları altından zekâ fışkıran bakışlarıyla Şaha bakmış:

“Göz açan dikiyorum oğul” demiş. Şah adamın zeki biri olduğunu görerek, şuna birkaç sual sarayım, demiş içinden.

“Baba, sana birkaç sual soracağım, benimle konuşur da bunlara doğru cevap verirsen seni mükâfatlandırırım, eğer cevap veremezsen bir zaman veririm, bunun sonunda da yine cevap veremezsen seni asarım” demiş.

İhtiyarı bir düşüncedir almış. Ne yapsın? Fakat hazır cevap olduğu için hemen cesaretlenerek:

“Olur, oğul” demiş.

Şah, askerlikle ilgili birçok sual sormuş Göz açan baba bunların hepsini cevaplandırmış. Bu sefer Şah onu zekâca denemek istediğinden:

“Eeee baba, biraz da havai şeyler soracağım sana, altın kime denir, gümüş kime denir, bakır kime denir? Bunun cevabı için sana kırk gün müsaade, eğer bilemezsen başınıuçururum” demiş.

İhtiyarı almış bir düşünce. Zira hemen bulup cevap verememiş. O devirlerin kudretli Şahların elinde olduğundan, biricik kelleciğini düşünüp durmuş. Şah atını mahmuzlayıp, bilmeceyi bulduğun zaman sarayıma gelir bildirirsin, demiş, bir rüzgâr gibi oradan uzaklaşmış. Göz açan baba dikmekte olduğu süpürgeleri toplamış. Düşünceli düşünceli evine dönmüş. Bir karısı ile üç kızı varmış. Babasının düşünceli halini gören küçük kızı babasının bir derdi olduğunu sezerek:

“Babam, babam, dertli babam, söyle ne düşünürsün?” demiş. İhtiyarcık kızının bileceğine hiç ihtimal vermeyerek:

“Derdimle dertlenirsin kızım, hiç sorma daha iyi” demiş. Kız durur mu? Babasına ısrar etmiş, sonunda niçin kederli olduğunu öğrenip,

İlâhi baba, bundan kolay ne var ki, demiş, altın Şahlara, krallara denir, gümüş ise onun veziri vüzerası, bakır da bizler gibi fakir fukaradır git kendisine söyle” demiş. Göz açan babanın sevinçten etekleri zil çalmış. Doğru Şahın sarayına.

Şah demiş ki:

“Ey Göz açan baba, bunu sen bilmedin, gel de doğrusunu söyle, eğer bilseydin, diğer bildiklerin gibi sorduğum zaman bana söylemez miydin, doğrusunu de bana, bunu kimden öğrendin?”

Şaha yalan söylenir mi hiç. Gözaçan baba deyivermiş:

Şahım, şahım gül yüzlü şahım, üç kızım var, en küçüğü bildi bunu”. Şah mânalı mânalıgülmüş. Bir kese altın vererek babayı göndermiş. Aklı kızda. Zekâsı hoşuna gitmiş. Dadısı ile lalasını kızın evine göndererek, bir kaç gün sonra hatırını sordurmuş. Otuz altını da bu Araplarla beraber göndermiş. Kız misafirleri buyur etmiş, altınları alıp odadan çıkarak saymış ki yirmi sekiz tane, içeri girmiş. Anadolu Masalları

Misafirler kıza evde kim olduğunu ve kendisinin ne işle meşgul bulunduğunu sormuşlar. Kız demiş ki:

“Annem biri iki yapmaya gitti, ablamın biri has bahçeye gül serpmeye, diğeri de çirkinleri güzel yapmaya gitti. Beni sorarsanız ben de ufak tefecik Cennet evleri yapıyorum. Bir taraftan da mutfakta baş aşağı baş yukarı yemeği pişiriyorum demiş. Misafirler kalkmışlar. Kızın söylediklerini unutmamak için tekrarlamışlar. Kız tam kapıdan çıkacakları zaman demiş ki:

“Benden selâm edin gül yüzlü şahıma öldürmesin toyla toygarı, herkesin ayı otuzun da doğar, benimki acaba neden yirmi sekizinde doğdu?”. Tayalar (dadı) bunun ne olduğunu anlamadan gidip, konuşulanları Şaha anlatmışlar.

Şah hiddetle üzerine yürümüş. Size itimat ettim, gönderdim, demek yolda altınlardan ikisini çaldınız? Demiş. Arapların korkudan dudakları şark diye çatlamış. Af dilemişler. Şah diğer konuşmaları sormuş. Söylemişler. Annesi ebe imiş, ablasının biri nakış hocasıymış, diğeri de gelin yüzü süslermiş, kendisi de yazı yazıyor ve mutfakta kuru fasulye pişiriyormuşdemiş. Şah, eğer “öldürmesin toyla toygarı” demeseydi, sizi hemen öldürürdüm, bereket sizin canınızı yine o kurtardı, demiş.

Aradan günler geçmiş Şah zeki Gözaçan babanın kızını unutamamış. Bir gün babası ile annesine durumu açmış. Valide sultanoğlunun üzülmesine dayanamamış, gidip kızıbabasından istemiş. Evlenmeye karar verilmiş. Fakat Şah kıza ayrıca haber göndererek birkaç gün içinde dokuz aylık hamile olarak üç kız kardeşin de huzuruna gelmelerini istemiş.

Küçük kız, düşünmüş. Kardeşlerinin karınlarına birer yastık bağlayarak şahın huzuruna çıkarmış. Kendisi de bir yastık bağlayıp Şahın huzuruna çıkmış. Şah büyük kıza sormuş:

“Kızım sen neye aş eriyorsun?”

“Pirzola, köfte, hamur tatlılarına.”

“Pekiy seni ahçı ile evlendiriyorum.”

“Ya sen” diye ikinci kıza sormuş. O da.

“Ben giyim kuşam istiyorum, atlaslar, ipek dibağlar, ipek kumaşları canım istiyor” demiş.

Şah “Seni de terzi başına veriyorum” deyip onları göndermiş. Sonraaa, dönmüş küçük kıza:

“Ya sen neye aş eriyorsun bakalım” demiş.

Kız:

“Mercandan hoşaf, inciden pilav, buzdan şiş kebabına aş eriyorum.” demiş. Şah şöyle bir şünmüş:

“Küçük hanım, haydi kudretim var, inciden pilav yaptırırım, mercandan hoşaf da yaparım, fakat buzdan şiş kebabı nasıl yapayım, pişerken erimez mi? Hiç bu olacak şey mi?” demiş. Kız gülmüş:

Şahım, birkaç gün içinde genç bir kız dokuz aylık yüklü nasıl olur?” demiş. Şah, mağlup olduğunu anlayarak, kızı hemen annesine götürmüş. Kırk gün kırk gece düğün yaparak evlenmişler. Kıza da şah tembih etmiş kimseye akıl öğretmeyeceksin diye. Kız annesi ile babasını kendi sarayının karşısına aynı şahın biçiminde bir saray yaparak oturtmuş.

Aradan günler geçmiş. Bir gün kız pencereden dışarısını seyrederken penceresi altın da iki fakir kadının dövünerek ağlaştıklarını görmüş. Merak ederek çağırıp sormuş. İki oğlumuz da askere gitti, bize bakacak kalmadı aç biilâç kaldık. Şaha anlatmak istiyoruz içeriye bırakmıyorlar, halimize ağlıyoruz demişler. Kız akıl vermiş:

“Sarayın güney tarafına dönün, köşedeki pencere altında, deve uçtu pire kaçtı diye bağırın. Şah sizin sesinizi duyar içeriye alır”, demiş. İhtiyarlar aynen yapmışlar. Gerçekten Şah istediklerini yapmış ve kimden akıl aldıklarını sormuş, söylemişler. Bu benim hanımdır diyerek kızmış. Belli etmeyerek karısına bir daha yapmamasını tembih etmiş. Günlerden bir gün şah çok sıkılıyormuş. Kuyumcu başısını çağırmış:

“Bana bir yüzük yap, üzerine bir marka işle, bakınca hoşuma gitsin güleyim” demiş ve kırk gün müsaade vermiş. Kuyumcu başıyı bir düşünce almış. Tam otuz dokuz gün düşünmüş. Bulamamış. Bir gün tasalı tasalı sarayın civarında dolaşırken kızın penceresin altından geçmiş. Kız bu dertli adama yardım etmeyi aklına koymuş.

“Baba, derdin nedir?, Anlatsana” demiş. Durumu öğrenince,

“Bunu bilmiyecek ne var demiş, yüzüğün üzerine şöyle bir yazı kaz: Gam gelir keyf gider, keyf gelir gam gider.

Kuyumcu sevinçle saraya koşmuş. Hazırladığı yüzüğü Şaha vermiş. Şah ise derhal anlamış. Bu sefer çok kızarak, kimin akıl verdiğini sormuş. Öğrenince hemen karısının yanına gelmiş. Derhal saraydan çıkmasını, burada en çok neyi seviyorsa onu da birlikte alıp gitmesini söylemiş. Kız son defa bir isteği olduğunu, bunu şah yaparsa çıkıp gideceğini söylemiş. Şah kabul etmiş. Son defa bir yemek yemeği, fakat kızın odasında ve başbaşa olmasını istemiş.

Akşam olmuş. Kız sofrayı hazırlamış, iki bardak koymuş. Şahınkinin içine bir parça o zamanlar kullanılan afyon parçası atmış. Gece olmuş Şah yemeğe gelmiş. Yemek sonunda uykusu gelerek sedir üzerinde uyuya kalmış. Kız hemen, birkaç uşak çağırarak sedirle beraber şahı, sarayın aynı biçimdeki, babasının evine nakletmiş.

Sabah olmuş. Şah uyanmış. Bakmış güler yüzü ile karısı karşısında. Hiddete gelmiş. Bağırmış.

“Sen yine burada mısın? Çık git demedim mi?”

“Kız yine gülmüş, Şahın dizi dibine oturmuş.

Şahım demiş, burası babamın sarayı, siz bana en sevdiğin şeyi al git demediniz mi? Sizin sarayınızda sizden başka sevdiğim bir şey yok. Ben de bu en çok sevdiğim şeyi, siz uyurken uşaklarla babamın evine getirdim. Ferman sizin” demiş.

Şah gülmüş. Karısın affetmiş. Bu çok zeki kadını veziri yaparak devlet işlerinde ondan pek çok faydalar sağlamış. Onlar ermiş muratlarına, biz de çıkalım kerevetlerine.

Derleyen: İsmet BARLOK

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1970, sayı: 246

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi, Anadolu Masalları, Türk Masaları, kısa masallar, kısa hikayeler, hikaye örnekleri, masal örnekleri,

The post Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html/feed 1
Anadolu Masalları “FELEK” https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html#respond Tue, 11 May 2021 05:01:47 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8063 Anadolu Masalları “FELEK” Anadolu Masalları: Vaktiyle zengin bir ağa ve bir de ailesi varmış. Ağa, hizmetkâr tutup çalıştırırmış. Herkesin hayran olduğu yaşantıya sahipmiş. Yıllar sonra zenginliğini kaybetmiş. Köy halkıüzerindeki nüfuzu da azalmış. Bir gün evinin ocak başında hanımıyla oturuyormuş. Yanlarına hizmetçileri gelmiş oturmuş. Ağa içini çekerek: “Ah Felek,” demiş. Hizmetçi hemen Ağa’ya dönerek: “Sana bir şey […]

The post Anadolu Masalları “FELEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “FELEK”

Anadolu Masalları

Anadolu Masalları: Vaktiyle zengin bir ağa ve bir de ailesi varmış. Ağa, hizmetkâr tutup çalıştırırmış. Herkesin hayran olduğu yaşantıya sahipmiş. Yıllar sonra zenginliğini kaybetmiş. Köy halkıüzerindeki nüfuzu da azalmış.

Bir gün evinin ocak başında hanımıyla oturuyormuş. Yanlarına hizmetçileri gelmiş oturmuş. Ağa içini çekerek:

“Ah Felek,” demiş. Hizmetçi hemen Ağa’ya dönerek:

“Sana bir şey mi oldu, bir yanlış iş mi yaptık Ağa?”

“Sen ne yapacaksın oğlum. Ne yaptıysa Felek yaptı bana.”

İki gün sonra hizmetçi ağanın hanımına diyor ki:

“Yenge, dağarcığımı ekmek doldur, bana ver.”

Hizmetçinin nereye gideceğini ne yenge soruyor, ne de kendisi söylüyor. Dağarcığını alıp yola koyuluyor. Kurduğu hayal, feleği bulup ağasının hakkını alacak. Köy, ilçe, kent dolaşıp duruyor. Günlerden bir gün bir ilçeye varıp bir kahveye gidiyor. Kahvede yanındaki masada oturan birisi çay dağıtan garsona dönerek:

“Felek, şu garip adama bir çay ver.”

Garson da hizmetçiye çayı getiriyor. Hizmetçi durmadan çay içiyor ve hem de seviniyor. İçinden diyor ki:

“Yarabbi, şükür feleği buldum”.

Vakit geç. Kahvede oturanlar evlerine gidiyorlar. Hiç kimse kalmıyor. Yalnız hizmetçi ile Felek kalıyor. Felek diyor:

“Konağın varsa konağına buyur. Yoksa buyur ben misafir edeyim.”

Hizmetçi kalkıyor. Kahvenin kapısını içeriden kilitliyor. Anahtarı cebine koyuyor. Garsonun yakasına yapışıyor:

“Ulan Felek! Tez ağanın hakkını ver.”

Felek şaşkına dönüyor.

“Kardeşim sen nasıl adamsın. Ne ağası, ne hakkı, ben bir şey bilmiyorum.”

Hizmetçi sopayı atıyor. Feleği dolandıra dolandıra dövüyor. Felek ne kadar yemin ediyorsa fayda etmiyor. Hizmetçi, ağasının hakkını istiyor. Felek bakıyor, bu beni öldürecek, bir kurnazlık düşünüyor:

“Dur ağanın hakkını vereyim diyor.”

“Ver bakalım.”

Kahveden dışarı çıkıyorlar. Herkes yatmış. Yarı gece olmuş. Felek:

“Bana bak hemşerim, diyor. Karşıda üç kavak var. Birinci değil, ikinci değil, üçüncünün dibinde ağanın hakkı. İşte sana kazma kürek. Git, kaz çıkar.”

Hizmetçi gidiyor. Felek ise Kahveye girip kapıyı kitliyor. Masaları, sandalyeleri kapının arkasına yığıyor. Yatıyor. Fakat uykusu gelmiyor. Kırıklarına, morartılarına baktıkça ağlıyacak oluyor ağrıdan, sızıdan. Hayret ediyor bu nasıl işti, nasıl belâydı diye. Biraz sonra bakıyor, kapı vuruluyor. Feleğin korkusu çoğalıyor.

“Hemşeri, ben kapıyı açmam, yatmışım” diyor.

“Yahu Felek bana ya bir heybe, ya da bir çuval ver.”

“Git başka yerden al.”

“Vallahi, billahi bir şey yapmıyacağım. Allah bir bildiğin gibi inan bana. Bir çuval veya bir heybe alacağım.”

Felek kalkıp kapının arkasından masayı, sandalyeyi kaldırıp yerine koyup kapıyı aralıyor ve bir heybe veriyor. Felek kapı aralığından bakıyor ki hizmetçi çabuk çabuk gidiyor. Kapının önünde biraz bekliyor. Düşünüyor:

“Yahu, ben rüya mı görüyorum. Böyle ne oluyor”.

Az sonra hizmetçi heybeyi zorla getiriyor. Felek heybeye bakıyor ki hakikaten altın dolu. İkisi de o gece kahvede yatıyorlar. Felek korkusundan heybedeki altına yan bile bakamıyor. Hizmetçi kendi kendine der ki:

“Bu bir hırsız. Ağamın hakkını çalmış. Buna biraz versem iyi olur amma, kimin hakkını kime vereyim. Bu altınlar Ağamın”.

Sabah olur. Kahveden ayrılır. Düşer yola. Günlerce yol aldıktan sonra ağasının köyüne varır. Eve gelince ağasıyla, yengesini ocağın başında bulur.

“Oğlum, hayrola nerelere gittin, nerede kaldın. Zorla getirdiğin heybe ne dolu?”

Hizmetçi heybeyi ağanın önüne bırakır.

“ Ağa! Feleği bulup, hakkını almak benim vazifemdi. Şimdi Ağalık da senin vazifen. Ağa gözlerine inanamaz altınları görünce. Altının birazını da hizmetçiye verir. Hizmetçi vedalaşır, kendi köyüne döner. Ağa yengeye döner:

“Biz bunu kaçmış biliyorduk. Aylardır yoktu. Hangi söze uydu gitti. Evimizde de hülüslü çalışırdı. Sonunda o da taksimattan kısmetini aldı. Dünyada ne sadıkane insanlar varmış. Herkes böyle tertemiz kalpli olsa yaşamak çok iyi ve zevkli, kolay olur. Allah ocağına bağışlasın.

Derleyen: Mehmet SÜRMELİ

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1970, sayı: 246

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi, Anadolu Masalları, Türk Masaları, define masalları, define hikayeleri,kısa masallar, kısa hikayeler, hikaye örnekleri, masal örnekleri,

The post Anadolu Masalları “FELEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html/feed 0
Halk Hikayeleri: “FATMACIK İLE YUSUFÇUK” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-fatmacik-ile-yusufcuk.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-fatmacik-ile-yusufcuk.html#respond Sun, 09 May 2021 15:16:31 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8052 Halk Hikayeleri: “FATMACIK İLE YUSUFÇUK” Halk Hikayeleri: Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Vay neler varmış vay neler varmış. Develer tellallık yapar, pireler davul çalarmış. Cinler cirit oynar, periler şarkı söylermiş. Sonra efendime söyleyeyim. Allah’ın kulu çokmuş. Nar gibi kızaran, ahına yanan kızlar, delikanlılar pınar […]

The post Halk Hikayeleri: “FATMACIK İLE YUSUFÇUK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayeleri: “FATMACIK İLE YUSUFÇUK”

Halk Hikayeleri

Halk Hikayeleri: Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Vay neler varmış vay neler varmış. Develer tellallık yapar, pireler davul çalarmış. Cinler cirit oynar, periler şarkı söylermiş. Sonra efendime söyleyeyim. Allah’ın kulu çokmuş. Nar gibi kızaran, ahına yanan kızlar, delikanlılar pınar gibi kaynarmış.

Böyle bir zamanda, bir Fatmacık ile Yusufçuk derler ala gözlü, yay kaşlı, ahu bakışlı iki kardeş varmış. Bunların da zalim mi desem zalim, Azrail’den beter bir üvey anaları varmış, başlarına yapmadığını bırakmamış. En sonunda kızmış, çocukları yok etmenin yollarını aramış. Kıymaya karar vermiş bu canlara da, tutmuş Fatmacık ile Yusufçuğu bir kafese atmış. Meğer insan eti yermiş bu canavar kadın. Aklına esmiş, besliyeyim bunları da olsunlar semiz, yedikçe etleri doyursun midemi bir temiz diye, düşünmüş. Çocukları kaz gibi her gün kafeste haplıyarak bir iyice beslemiş. Zaman geçmiş, çocuklar gelişmiş. Gayrı kesilir, etleri yenir duruma geldi demiş üvey anaları da, önce bir yuvmak istemiş onları Salmış pınara çocukları.

Fatmacık ile Yusufçuk, serbest kalınca koşmuşlar kırlara. Dere dememişler, geçmişler. Dağ taş dememişler kuş gibi uçup pınara gelmişler. Bir avuç su yüzlerine alıp derinden bir oh çekmişler. Tabiattır dert ortağımız, akan gözyaşlarımız; sevinç gözyaşlarımızdır demişler. O sırada da nur yüzlü, saçlarına ak düşş ihtiyar, yaşlı bir kadıncağız görmüşler. Kadıncağız hafiften doğrulmuş, bakmış çocuklara, gözler yaşlı. Dayanamamış, ağlamış, yüreği bir iyice dağlanmış. Koşmuş çocuklara, almış onları yanına. Ey kara gözlü, yay kaşlı yavrular, duydunuz mu sizin evde neler oldu demiş de çocukların ilgilerini iyice çekmiş. Başlamış bir bir anlatmaya. Anlattıkça ağlamış, dağ taş yerinden oynamış. Canavar ananın plânı iyice anlaşılmış. Çocuklar şaşmışlar, kanlı gözyaşları dökmeye başlamışlar. Bu sırada bütün ağaçlar eğilmiş, kuşlar gelmiş de çocukların dert ortağı olmuş. Ak saçlı ihtiyar kadın onlara üç yol göstermiş. Ama hep geyik izinin olduğu yoldan gideceksiniz demiş. Yola çıkmadan önce de bir iğnelik, baltalık, usturalık, tarlalık, bir de susak su almayı unutmayın demiş. Babanızın size ermesini istemiyorsanız gün batıncaya kadar bunları yapın diye de sıkı sıkı tenbih etmiş. Çocuklar söyleneni yapmışlar.

Eee… Hayli zaman geçmiş. Dünya bu etme bulma dünyası derler, eskiler böyle söylerler. Eden bulurmuş, zalim anayı yavrularının başına musallat eden baba da bulmuş. Babaları koşarak arkalarından gelirmiş. Fatmacık susaktaki suyu dökmüş, dökülen su deniz olmuş. Baba da bu denizde boğulmuş. İki kardeş az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bakmışlar arkalarına da bir arpa boyu yol gittiklerini görmüşler. Sel olup dağları aşmışlar, yel olup okyanusları geçmişler, kan ter içinde bu ulu düzlüğe gelmişler. Oturmuşlar, konuşmuşlar, konan kuşlara bakmışlar. Gidecekleri yolu bir iyice kararlaştırmışlar. Sona kalkıp yola koyulmuşlar. Yedi yılla bir gün gitmişler, varmışlar Hindistan’a. Sıcak bir ülke imiş Hindistan, yanmışlar, iyice de susamışlar. Yusufçuk dayanamamış, “su su” diye Fatmacığın yüzüne bakmış. Fatmacık ne yapacağını şaşırmış, aman kardeşim burada geyik izlerinden başka yerde su yok, sakın içeyim onlardan deme, diye öğüt vermiş. Arkasından da geyik izinden içersen geyik olursun, hayvan izinden içersen hayvan olursun demiş. Ama Yusufçuk çok küçük bir çocukmuş, fazla dayanamamış, geyik izinden su içmiş, geyik olmuş. Fatmacık yalnız kalmış, şaşkınlık içinde oturmuş ağlamış, kara taşa dert yanmış da derdine yanan olmamış. Ağaçlara, ağaçların dallarına, dallara konan kuşlara seslenmiş de yine ses veren olmamış. Bağrı yanmış, saçını yolmuş, ak günün aklığında, kara gecenin belirtileri başlamış. Gecedir bu, yalnız korkulur, taş yürekli olsa bile kişi, yüreği burkulur. Fatmacığında yüreği burkulmuş, içine bir korku iyice dalmış. En sonunda bir kavak ağacının tepesine çıkmış. Geceyi uykusuz gözlerle geçirmiş. Yıldızlar arkadaşı, ay dert ortağı olmuş.

Sabahın alaca karanlığında içi dolmuş. Uykulu gözlerle olduğu bir sırada, on sekizinde nevcivan bir delikanlı gelmiş. Pembe yanaklarında güller açar, pazularında yaylar kırılırmış. O sırada bir deniz olmuş. Suyu berrak mı berrakmış. Delikanlı oltayı denize atmış. Fatmacık da denize düşüp oltaya takılı kalmış. Delikanlı oltayı çıkarmaya başlamış, işte o sırada Fatmacık heyecanla uyanmış, meğer bu gördüğü bir rüya imiş. Rüya olmasaydı da gerçek olsaydı diye yanmış. Hayırdır inşallah, hayırlı sabahlara Allah’ım diye dua etmiş. Sabırsızlıkla beklemiş şafağı. Sökmüş gün, tepeler al kızıl olmuş. Fatmacık gözlerini ufuklara dikmiş. Şimdi ne yapmalıyım diye kendi kendine kuramlar kurmaya başlamış. O sırada da gözün alabildiğine uzaklardan bir atlının doludizgin geldiğini görmüş. Atlı doludizgin gelirken tozu dumana katarmış. Meğer her sabah atını bu kavağın altındaki pınarda sularmış.

Atlı delikanlıymış. On sekizinde ya varmış ya yokmuş. Nevcivan, tuvana (Kuvvetli, dinç)bir delikanlıymış. Gözleri güler, kızaran yanaklarında güller açarmış. Ağzında dudakları bir gül goncası gibi imiş. Karanfil bıyıkları yeni terlemiş, elâ gözleri sanki sürmeli gibi imiş. Kirpikleri ok gibi olup, görenlerin kalbinde yara açarmış. Sürmeli keklik gibi hop hop hoplar, kanı kaynarmış. Fatmacık bakmış, rüyasında gördüğü delikanlı değil mi? Bakmış bakmış da sevdasına yanmış. Kanı delikanlıya bir iyice kaynamış. Bu sırada da delikanlı atı pınara sürmüş. At kafasını eğmiş, birden bire ürkmüş.

Delikanlı şaşmış, hayvana da ne oldu diye kızmış, sonra da başını bir yukarıya ne var diye kaldırmış. Bir de ne görsün. Şaşırmış, atına desene be atım, havaya bakan al, yere bakan mal bulur; sen de malı bulmuşsun da benim haberim yokmuş, diye seslenmiş. Kız da güzel mi güzelmiş. Yay kaşlı, elâ gözlü, ayın on dördü gibi bir kızmış. Yanakları kızarmış, al atlastan ateş olmuş. Oğlan kıza, kız oğlana vurulmuş da dönmüşler Leyla ile Mecnun’a. Hikaye

Fatmacık hemen aşağı inmek istemiş ama nasıl ineceğini bilememiş. Bu sırada gökten bir kuş gelmiş, hey delikanlı, kavağı kes demiş. Fatmacığın aklına bu sırada balta gelmiş, atmış baltayı aşağı. Delikanlı almış baltayı, sallamış kavağa da balta kırk demiş, kırkıncı balta da kavağı yerle bir etmiş. Fatmacık koşmuş delikanlıya, delikanlı basmış Fatma’yı bağrına, sarmış kolları ile incecik belinden de atmış atına almış getirmiş kızı bir kuş gibi anası ile babasının yanına. Ama işler bitmemiş, o sırada bir çingene kızı çıkagelmiş. Aklına Fatmacığın iğne gelmiş. Bakmış olmıyacak, karanfil bıyıklı delikanlısından olacak, çıkarmış iğneyi, batırmış çingene kızına. Çingene kızı yere serilmiş, iki dakika geçmeden bir kuş olup uçup gitmiş. Delikanlı ile Fatmacık şaşkınlık içinde bakışmış.

Aradan bir zaman geçmiş, kuş her sabah gelip evin penceresine konmaya başlamış. Her konuşta da bir kerecik Yusufçuk diye seslenirmiş. Böylece kanayan kalbini yanık yanık öterek dile getirmiş. Aradan yine bir müddet geçmiş, bu sefer kuş iyice dile gelmiş. Her sabah gelir, delikanlının penceresinde şöyle seslenirmiş:

Hey bey oğlu bey oğlu, akıttın kanımı, narıma yanasın dermiş. Delikanlı hem şaşırmış, hem de şüpheye düşermiş. Derken canına tak demiş, kuşu yakalatıp kesmiş. Ne var ki akan kandan bir söğüt bitmiş. Etrafı tarlalık olmuş. Fatmacık oradan geçerken dalları eğilir, yüzüne serinlik verirmiş. Delikanlı geçerken yukarı kalkar, sıcak bir alev saçarmış. Neden sonradır ki Fatmacığa yol gösteren ak saçlı ihtiyar ninecik çıkagelmiş. İşte o sırada delikanlı kaval yapmak istemiş. Fatmacık usturayı delikanlıya vermiş. Delikanlığüten bir dal kesmiş, kesilen dal güzel bir kız olmuş.

Kalan söğüt gövdesine nine bakmış gövde yerinden oynamış, Yusufçuk olmuş Herkes şaşmış bu işe, baş göz etmek düşş delikanlı enişteye. Delikanlı enişte, onları başgöz etmiş. Yusufçuk da onları af etmiş. Fatmacığın düğünü de o zaman birlikte olmuş. Düğünler çifter kurulmuş, davullar çifter vurulmuş. Sofralar çifter konulmuş misafirler çifter çifter sofraya oturmuş da bu düğünler kırk gün kırk gece sürmüş.

Gökten üç elma düşş, bir ateşmiş, aşklarını dile getirmiş. Biri muratmış, evlilik demekmiş. Biri hayat demekmiş, yaşamaya delâlet edermiş. Bunlar da ancak Allah’ın sevgili kullarına gelirmiş. Bunlara da böyle kişilermiş ki, bu üç elma onlara gelmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

Halk Masalları – Hikayeleri

Derleyen: Numan KARTAL

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi, peri masalları, peri hikayeleri, cadı masalları, cadı hikayeleri, hikaye örnekleri, masal örnekleri,

The post Halk Hikayeleri: “FATMACIK İLE YUSUFÇUK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-fatmacik-ile-yusufcuk.html/feed 0
Halk Hikayeleri; “DÜRÜMCEKLİ KADIN MASALI” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-durumcekli-kadin-masali.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-durumcekli-kadin-masali.html#respond Thu, 06 May 2021 12:38:06 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8042 Halk Hikayeleri; “DÜRÜMCEKLİ KADIN MASALI”  Halk Hikayeleri; Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Kara Böcü (böcek) varmış. Bu böcü, aklına nerden esmişse esmiş, evlenmeye karar vermiş ve er aramaya çıkmış. Uzun süre gezmiş, dolaşmış, nihayet karşısına bir tilki çıkmış. Kara Böcü’nün yanına varmış ve sormuş: “Merhaba Kara Böcü. Nereye gidiyorsun […]

The post Halk Hikayeleri; “DÜRÜMCEKLİ KADIN MASALI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayeleri; “DÜRÜMCEKLİ KADIN MASALI”

 Halk Hikayeleri; Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Kara Böcü (böcek) varmış. Bu böcü, aklına nerden esmişse esmiş, evlenmeye karar vermiş ve er aramaya çıkmış. Uzun süre gezmiş, dolaşmış, nihayet karşısına bir tilki çıkmış. Kara Böcü’nün yanına varmış ve sormuş:

“Merhaba Kara Böcü. Nereye gidiyorsun böyle kendi başına?”

Bizim Kara Böcü’nün buna fena halde canı sıkılmış ve tilkiyi paylamış:

“Halt etmişsin sen, ne diye Kara Böcü oluyum?

Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hay can kadın, desene,” demiş.

“Pekâlâ,”demiş tilki ve sorusunu yeni baştan sormuş:

“Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hay can kadın?”

Kara Böcü cevap vermiş:

“Er aramaya.”

“Bana varır mısın?”

“Sana varsam sen beni neyle döversin?”

“Tekmeyle, tekmeyle canını çıkartırım.”

“Haydi, öyleyse ben sana varmam” demiş.

Bizim dürümcekli dürcen kadın tekrar yollara şş. Az sonra da karşısına parlak tüyleriyle pek güzel bir horoz çıkmış.

“Nere gidiyorsun kara böcü?”

“Halt etmişsin, ne diye Kara Böcü oluyum?

Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hay can kadın desen olmaz mı?”

“Pekâlâ. Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hay can kadın?”

“Er aramaya.”

“Bana varır mısın?”

Kara Böcü yine aynı suali sormuş:

“Sana varsam sen beni ne ile döversin.”

“Dıktığımınan dıktığımınan (gagam ile) gözlerini oyarım.”

Bunun üzerine dürümcekli dürcen kadın yine:

“Haydi, oradan, ben sana da varmam,” demiş ve yoluna devam etmiş. Bir süre sonra karşısına bu sefer de bir fare çıkmış.

“Nere giden Kara Böcü?”

“Halt etmişsin, ne diye Kara Böcü oluyum?

Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hay can kadın desene.”

“Dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, nere giden hey can kadın?”

“Er aramaya.”

“Bana varır mısın?”

“Sana varırsam sen beni neyle döversin?”

Fare cevap vermiş:

“Kuyruğumunan kuyruğumunan gözüne sürme çekerim.”

Dürümcekli dürcen kadın buna pek sevinmiş.

“Öyleyse, ben de sana varırım” demiş.

İkisi de memnun bir şekilde, ileride akıp gitmekte olan derenin kenarına oturmuşlar. Bu sırada canı sıkılan Fare Bey:

Şurada bir bey konağı var. Ben oradan biraz şeker çalıp getireyim de beraber yiyelim,”demiş

Dürümcekli dürcen kadın da bunu kabul etmiş ve Fare Bey, şeker çalmak üzere. Bey konağına doğru yola çıkmış. Fare Bey gidince canı sıkılan dürümcekli dürcen kadın, “Bari biraz su içeyim” diye dereye eğilmiş ve eğilmesiyle de “cupp” diye suya yuvarlanması bir olmuş. Ne yapacağını şaşıran dürümcekli dürcen kadın, bir iki debelenmiş ama bir türlü derenin kenarına ulaşamamış. Bu sırada Bey’in konağına yiyecek götüren deve kervanları o taraftan geçiyorlarmış. Devecilerin konağa gitmelerinin muhtemel olduğunu düşünen dürümcekli dürcen kadın bağırmaya başlamış:

“Deveci emmi, deveci emmi, Beyin konağına varırsan, Fare Beyi görürsen, dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, suya düşş hay can kadın” deyiverin.

Deveciler bu sesi duymuşlar, fakat nerden geldiğini bir türlü anlayamamışlar. Sağa, sola bakınmışlar kimseler yok. Fazla vakit kaybetmeyip yola koyulmuşlar. Beyin konağına varıp, mallarını indirirlerken devecilerden biri: “Yahu yolda bir ses

“Deveci emmi, deveci emmi: bey konağına varırsan, Fare Beyi görürsen, dürümcekli dürcen kadın, bürümcekli bürcen kadın, suya düşş hay can kadın, deyiverin” diye bağırdı. Etrafı aradık, amma kimseleri bulamadık. Kim bu Fare Bey” demiş. O sırada Fare Bey de mutfak dolabında şeker aşırmakla meşgulmuş. Şekerleri falan hemen bırakıp, derenin kenarına koşmuş:

“Agel (al gel, uzat) ellerini dürümcekli dürcen kadın” demiş. Ama dürümcekli dürcen kadın oralı olmamış:

“Haydil, ben sana küskülü püsküllü (küstüm, darıldım)” demiş. Fare Bey yalvarmaya başlamış:

“Canım, benim ne kabahatım vardı? Kendin düşşsün. Ellerini uzat da seni kurtarayım.

Fakat dürümcekli dürcen kadın her seferinde;

“Ya! Ben sana küskülü püsküllü” diyormuş. Bir yalvarmış olmamış, iki yalvarmış olmamış, nihayet Fare Beyin sabrı taşmış. Bir değnek uzatarak dürümcekli dürcen kadını sudan çıkarmış ve:

“Sen bana küskülü püsküllü ise, ben de sana depmeli depmeli (tekmeli) diyerek, oracıkta ezip atıvermiş

Derleyen: Feyyaz CANER

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1975, sayı: 310

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi,

The post Halk Hikayeleri; “DÜRÜMCEKLİ KADIN MASALI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayeleri-durumcekli-kadin-masali.html/feed 0
Masal “Bıyık Balta ve Şehzade” Masalı https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-biyik-balta-ve-sehzade.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-biyik-balta-ve-sehzade.html#respond Wed, 28 Apr 2021 14:28:43 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7994 Masal “Bıyık Balta ve Şehzade” Masalı Masal: Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde bir Padişah varmış. Büyük başın büyük derdi olur derler. Bu padişahın da bir derdi varmış. Şu geçici hayat zehir olmuş kendine, şu darı dünya zindan mı zindan olmuş padişaha. Ne dersiniz ne idi bu padişahın derdi acaba? […]

The post Masal “Bıyık Balta ve Şehzade” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Masal “Bıyık Balta ve Şehzade” Masalı

Masalcı

Masal: Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde bir Padişah varmış. Büyük başın büyük derdi olur derler. Bu padişahın da bir derdi varmış. Şu geçici hayat zehir olmuş kendine, şu darı dünya zindan mı zindan olmuş padişaha. Ne dersiniz ne idi bu padişahın derdi acaba? Kendinizi hiç yormayın ben söyleyivereyim. Padişahın iki gözü de görmez imiş. Göz görmez olurda hayat, hayat olur mu hiç. Onun hayatı, hayat değilmiş işte. Baş vurmadık hekim, kullanmadık ilaç kalmamış. Kalmaya kalmamış ya bi türlü de iyi olmamış. Küsmüş hayata, küsmüş dünyaya.

O hayata küsmekte olsun günlerden bir gün o kente bir dervişin yolu düşmüş. Söz sözü açmış, söz dönmüş dolaşmış Padişahın durumuna gelmiş. Derviş “Kolay o kolay o” demiş. Meğerse derviş Padişahın gözünün nasıl göreceğini, hangi merhemin iyi geleceğini bilirmiş. “Beni padişaha götürün” demiş derviş. Padişaha haber vermişler. “Dervişi huzura alın” demiş, padişah. Derviş huzura alınmış padişah “Söyle bakalım derviş baba, gözüm nasıl görecek; gözüme hangi ilâç merhem olacak” demiş. Derviş “Denizde bir balık vardır padişahım, bu balık diğer balıklara benzemez. Altın gibi sarı, gümüş gibi parlak! Sözün kısası güzel bir balıktır. Bu balık tutulacak, havanda dövülerek bir merhem yapılacaktır. Yapılan merhemden bir parça alıp gözlerinize sürerseniz, gözleriniz derhal görecektir” demiş ve sonra sırra kadem basmış. Padişah “Ne dilersen dile benden Derviş Baba!” demiş ama vezirler, Derviş sırra kadem oldu haşmetlim, diyerek padişahın sözünü kesmişler. Padişah dervişin Hızır olduğunu anlamış, vezirlerine: “Çağırın oğlumu!” diye emir vermiş. Şehzade huzura çağrılmış. Padişah; “Oğlum demiş şehzadeye. Denizde hiçbir balığa benzemeyen bir balık varmış. Bu balığı tutar havanda döver bundan yapılan merhemden gözlerime sürersem derhal görecekmişim. Tez elden emir ver, bu balığı tutsunlar, tutanlara hediyeler vereceğimi halka ilan et.” Bunu duyan şehzade “baş üstüne babacığım, derhal!” demiş ve huzurdan ayrılmış.

Şehzade yurdun dört bir tarafına ulaklar salmış. Balığın eşgâlini tarif ettirmiş halka. Haberi alan halk adeta sevinçten bayram yapmış. Bir taraftan padişahlarının gözleri görecek, bir taraftan da balığı tutarlarsa büyük bahşişler alacaklar. “Balığı tutan ben olayım” gücüyle elleri kolları sıvayıp açılmışlar denize. Günlerce uğraşan binlerce balıkçı bir türlü tarif edilen balığı tutamamışlar. Bugün tutacağız, yarın tutarız hülyalarıyla gece gündüz kürek çekip, ağ atmışlar olta sallamışlar heyhat bir türlü balık yok. Yok, olunca da ne yapsınlar ümidi kesmişler. Halk ümidi kese dursun biz gelelim saraya. Padişah “Allah büyüktür bir gün olur oltanın birinde çıkıverir, ağlardan birine takılıverir demiş. Hakikatta öyle olmuş. Tam ümitlerin kesildiği herkesin matemlere daldığı bir günde tarif edilen balık, ihtiyar, fakir bir balıkçının ağına takılmaz mı? Bu öyle bir balıkmış ki balıkçının sevinçten aklını başından almış. Koşmuş balıkçı şehzadeye. Şehzade balığı görünce hayretten gözleri fal taşı gibi açılmış. Nasıl açılmasın ki balığın pulları altın gibi sarı, gümüş gibi parlak, gözleri mavi mavi. Kıyılıp da havan da dövülecek bir balık değilmiş meğer. “Ne yapsam, ne yapsam” diye kararsızlık içinde kalmış şehzade. En sonunda içinden bir ses gelmiş: “Bu güzelim balığa nasıl kıyılır, bundan iyi olacak gözler görmeyiversin. Sal balığı!”. Bütün gücü kayboluvermiş şehzadenin. Sanki büyülenmiş. Elleri gevşemiş, gevşemiş ve balığı salıvermiş. Balık suya cup, düşüp kaybolmuş.

Şehzade saraya dönünce Padişah babasının yanına koşmuş. Babası sevinçle “Getirdin mi balığı oğul?” demiş. Şehzade “Babacığım, babacığım beni affet! Balık o kadar güzel, o kadar güzeldi ki kıyılıp da havanda dövülecek balık değildi. Kıyamadım salıverdim onu,” diyebilmiş ve olduğu yere yığılıvermiş. Gazaba gelen padişah “demek balık benden kıymetli, gözüm iyi olmayıversinmiş. Defol karşımdan, senin gibi evlâdım yok benim artık!” diye bağırıp çağırmaya başlamış.

Şehzade kulağı kuyruğu kısıp sıvışmış huzurdan. Maiyetine bir hizmetçi alarak başını alıp gurbet ele revan olmuş. Kâh yürürler, kâh bir pınar başında biraz dinlenerek epeyce yol almışlar. Dinlenme sırasında hizmetçi yemekleri hazırlamış Şehzade sofraya oturur ve uşağa “haydi bakalım sen de gel!” dermiş. Hizmetçi de hemen hacetli imiş ki hemen sofraya Cezayir dayısı gibi kurulmuş. Şehzade ise buna kızar “böyle uşak olmaz” dermiş içinden. Buyur etmeyiversin diyeceksiniz ama şehzade de bir onu yapamıyormuş işte. Ne olursa olsun buyur edermiş herkesi. Buyur edermiş ama kimsenin de sofraya oturmasını istemezmiş. Yanındaki uşak bir türlü durumu ya anlamazmış yahut da işine öyle gelirmiş. Bir böyle iki böyle derken sonunda yanamamış uşağı başından savmuş. Ve yola yalnız başına devam etmiş. Hem yoluna devam eder hem de rast geldiği köylerden kasabalardan kendine yarayışlı bir uşak ararmış. Fakat gönlünden geçirdiği uşağı bir türlü bulamazmış. Derken epeyce köyler, kentler geçmiş sonunda karşısına civa gibi bir adam çıkmış. “Ben sana uşak olurum” demiş şehzadeye. Şehzade de beğenmiş adamı. Uşak olarak almış yanına. Bu adamın “Balta Bıyık” mış adı. Şehzadenin kıyamayıp denize salıverdiği babasının ondan yapılacak merhemli gözlerinin göreceği, onun yüzünden diyarı gurbete çıktığı ve bu meşakkatlere katlanmasına sebep olan altın renkli, gümüşleyin parlak, mavi gözlü o güzelim balık yok mu? İşte Balta Bıyık onun tam kendisi imiş. Şehzadenin yaptığı iyiliği bir türlü unutamamış meğer. Şehzadenin bir uşağa ihtiyacı olduğunu anlayınca koşmuş ona uşaklığa. Şehzadenin “Balta Bıyık” ın ne olduğunu denize salıverdiği balığın insan olacağını nereden bilsin. Gaipten bilici değilmiş ki uşağının neyin nesi olduğunu anlasın. Uşak mı uşak demiş ve almış yanına o kadar.

Şehzade ve Balta Bıyık yollarına devam etmişler. Yoruldukları yerde dinlenmişler, dinlendikleri yerde yollarına devam etmişler. Derken bir hana rastlayıp orada konuklaşmışlar. Balta Bıyık hemen sofrayı hazırlayıp efendisini buyur etmiş. Şehzade “Balta Bıyık sen de gel” demiş fakat Tanrı’dan olsa da gelmese demiş içinden. Balta Bıyık “Buyurun efendim, afiyet!” demiş. Şehzade bir “oh!” çekmiş içinden: “Aradığım uşağı yeni buldum” diye şehzade huzur içinde yemeğini yemiş. Biraz sonra da yatak odasına geçip güzel bir uykuya dalmış. Vakit gecedir. Balta Bıyık silahlarını alıp nöbete geçmiş. Buna sebep ne diyecek olan olur. Cevabını verelim. Han cinlerin ve perilerin yatağı imiş. Hana gelen yabancılar diri girer, ölü çıkarmış. Çünkü yabancılar bu hanın cinlerin yurdu olduğunu bilmezler ve destursuz girerlermiş hana. Buna kızan cinler de gece toplanırlar hana gelen konukları boğarlarmış. Balta Bıyık bunu bildiği için nöbete geçmiş. Şehzadeye bir zarar gelmesin diye. Filvaki dediği de olmuş: gece yarısı olunca cinler toplanmaya başlamışlar hanın önündeki meydanlığa. Hepsinin toplandığı kanaatına varan Balta Bıyık nişan alıp boşaltmış silahı cinlere. Cinler darmadağın olmuşlar fakat içlerinde biri cinleri başı vurulmuş. Ve bir kara keçe oluvermiş. “Artık uyuya bilirim” demiş Balta Bıyık. Yatağına uzanmış, rahat bir uykuya dalmış.

Sabah olunca Şehzade uyanmış, etrafına şöyle bir göz atmış. Hanın ön tarafındaki meydanlıkta bir kara keçe şeklinde bir yığıntıya gözleri ilişmiş. Hayretle “Bu da nedir?” demiş içinden. Sonra “Balta Bıyık, Balta Bıyık demiş bu kara keçe nedir.” Balta Bıyık “Gece göçebeler konakladı belki onlardan kalmıştır” diyerek Şehzadeye durumu çaktırmamış.

Hazırlanarak tekrar nereye varacağı belli olmayan yollarına revan olmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dağlar aşıp, ovalar geçmişler günün birinde bir büyük kente vasıl olmuşlar. O kentte bir dünya güzeli varmış. Ona kim talip olursa zifaf gecesine diri girer ölü çıkarmış. Bizimkilerin vardıkları zamanda “Yok mu talip!” diye tellallar çağırıyormuş. Balta Bıyık ileri atılmış “Biz varız!” diye. Şehzade önce şaşırmış ve kabul etmemişse de sonra kabul etmiş.

Akşam olunca dünya güzel ile şehzadeyi gerdeğe katmışlar. Balta Bıyık kapıyı sağdıç olarak beklemiş. Onlar derin bir uykuya dalınca Balta Bıyık anahtar deliğinden gözlemeye başlamış. Acaba taliplerin ölümüne sebep nedir diye. O anda bir evranı kızın ağzından çıkmaya başlamaz mı? “Tamam demiş Balta Bıyık, ölüme sebep budur. Talipleri bu evran sokup öldürüyor” Nişan alıp boşaltmış silahı evrana. Evran derhal ölmüş. Koşmuş Balta Bıyık evranı çekip almış. Çıkarken evranın kuyruğu Şehzadenin yüzüne dokunu vermiş. Şehzade sıçrayarak uyanmış. Balta Bıyık’ı görünce “Ne var Balta Bıyık, nedir yüzüme dokunan o soğuk şey?”. Bir şey olmamışçasına “Bir şey yok efendim, kedi sıçrayıverdi de onu dışarı çıkardım” demiş Balta Bıyık. Şehzade tekrar dalmış uykusuna. O uyumakta olsun Balta Bıyık tekrar beklemeye başlamış. Ne duru durmaz bir evran daha çıkmaya başlamış kızın ağzından. Hemen nişan almış ve tetiğe basmış Balta Bıyık. Fakat tüfek ateş almamış. Bir daha, bir daha tetiğe basar amma bir türlü ateş aldıramamış tüfeğe. Bakmış ki yılan şehzadeyi sokacak, aniden kararı vermiş. Bıçağı çekip fırlatmış yılana. Bereket versin ki bıçak yılanın tam can evine tesadüf etmiş de yılan derhal ölmüş. Değilse Şehzade de diri girecek zifaf gecesine, ölü çıkacaklardan olacakmış. Yılanın öldüğünü gören Balta Bıyık, koşmuş yılanı çıkarmış kızın ağzından. Götürürken aksilik olacak ya yine yılanın kuyruğu bu sefer de şehzadenin burnuna dokunmaz mı? Sıçrayıp kalkmış Şehzade. “Aman Balta Bıyık, bu da nedir?” demiş. Balta Bıyık: “Yok bir şey efendim fare atlayıverdi de” demiş. Şehzade tekrar uykusuna dalmış: Balta Bıyık da nöbetine geçmiş. Sabaha kadar beklemiş ama bir yılan daha çıkmamış.

Sabah olunca halk yollara, meydanlara, akın etmiş, durumu öğrenmek için. Bakmışlar ki şehzade sağ. Hayretten ağızları açık kalmış, şehzade, dünya güzeli ve Balta Bıyık şehre elveda deyip yollarına revan olmuşlar. Git bunda gel bunda derken bir pınar başına varmışlar. “Azıcık dinlenelim” demişler. Bu sırada Balta Bıyık: “Eee! Şehzadem demiş şimdiye değin hiç ses çıkarmadan, sen de aldırmadın. Bu kadar vurdumduymazlık olmaz: Bu kadın ikimizin olacak” Şehzade: “nasıl olur, Balta Bıyık? Lâzımsa al senin olsun.”, demişse de o, “olmaz illâki ikimizin olacak diye tutturmuş. Sonunda da Şehzade hık mık etmeye başlayınca “Yo o kadar değil deyip kızı tuttuğu gibi baş aşağı etmiş ve kızı silkmeye başlamış. Bu o kadar kısa bir zamanda olmuş ki şehzade de ne yapacağını şaşırmış. Kız da, tir tir titremeye başlamış. Balta Bıyık silktikçe kız tamamen korkmuş ve ağzından bir torba “Pat!” deyip düşmüş. Balta Bıyık koşup torbayı açmış. Bakmış ki durum çok fena. Torbanın içi evran yavrularıyla doluymuş: Şehzadeye işaret ederek:

“İşte Şehzadem çıkarmak istediğim şu melunlardı. Bunların büyüklerini gerdek gecesinde öldürdüm. Bu güzelin talipleri öldürdüğüm evranlara kurban gitmişlermiş. Muhakkak siz de onların akibetine uğrayacaktınız: Fakat ben meydan vermedim. İlkinde kedi atladı diye size çaktırmadım. Sonrakinde fare atladı diyerek durumu sezdirmedim. Düşündüm taşındım bunların gerisi de vardır diye. Ne yapayım da gerisini çıkarsam dedim ve sonunda biraz önceki usule başvurdum. Görüyorsunuz ya dünya güzelinde zere kadar da olsa gözüm yok. Zaten olamaz da. Çünkü iyilik edene kemlik mi edilir? Siz benim hayatımı kurtardınız, bağışladınız. Ben de bu iyiliğinize karşılık şükran borcumu ödedim. Haydi, dostum, ülkeniz, anneniz, babanız sizi bekliyor. Bir millet sizi bekliyor. Lütfen şu pulu alınız Padişah babanızın gözlerine sürünüz, o zaman göreceksiniz babanızın gözü derhal açılacak ve görecektir, demiş pulları şehzadeye vermiş. Sonrada :

“Alik bilmezse balık bilir” demiş ve sırra kadem olmuş.

Şehzade ve dünya güzeli bu olay karşısında donup kalmışlar. Neden sonra akılları başlarına gelmiş. Birbirlerine sarılmışlar. Bilmem ne kadar zaman geçmiş. Sonra ne içinde memleketlerine dönmek üzere yollarına revan olmuşlar. Günlerce yol tepmişler. Yoruldukları yerlerde dinlenmişler. Derken günün birinde ülkelerine gelip ana ve babalarına kavuşmuşlar. Balta Bıyığın verdiği pulu padişahın gözlerine sürmüşler. Pul gözlere değer değmez padişahın gözüne, gönlüne bir ışık huzmesi doluvermiş. Yeniden umut dolu bir hayat başlamış padişahta.

Bu hayırlı haberi duyan bütün ülke sevinmiş, düğün bayram yapmışlar. Bu sevinçli mutlu günlere bir gün daha eklenmiş. O da dünya güzeli ile şehzadenin düğünleri, padişah oğlu ile gelinine kırk gün kırk gece devam eden bir düğün yaparak onları da muratlarına erdirmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

1 Evran: Yılan

Derleyen: Hüsnü YILDIZ – Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1961, sayı:148

masal, masal oku, çocuk masalları, çocuk hikayeleri,ders veren hikayeler, ders veren masallar, halk masalları, anadolu masalları, halk hikayeleri, anadolu hikayeleri, masalcı, masal sitesi, masal okuma sitesi, çocuklar için masallar, peri masalları, şehzade, balta bıyık, yılan, hayvan masalları,

The post Masal “Bıyık Balta ve Şehzade” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-biyik-balta-ve-sehzade.html/feed 0
Sihirli Fasulye Masalı https://hikayelerimizden.com/masal-2/sihirli-fasulye-masali-2.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/sihirli-fasulye-masali-2.html#respond Fri, 06 Dec 2019 19:00:49 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4929 Sihirli Fasulye Masalı Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş. […]

The post Sihirli Fasulye Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Sihirli Fasulye Masalı

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş. Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya,

“Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.

“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”

“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam.

Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.

“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.

Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış. Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.

“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı. “Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.” Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:

“Fee-fi-fo-fum, işte bir çocuk kokusu duydum. Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek. Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”

“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş. Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış. Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.

“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış. Çok geçmeden dev çıkagelmiş.

“Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.

“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”

Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş. Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış. Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.

“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı. Delikanlı orada değilmiş tabii ki.

“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar. Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış. “İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış. Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.

“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”

O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.

Halk Masalı

The post Sihirli Fasulye Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/sihirli-fasulye-masali-2.html/feed 0