Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Kısa Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/kisa-hikayeler Hikaye Çeşitleri Sun, 17 Mar 2024 23:00:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Kısa Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/kisa-hikayeler 32 32 Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html#respond Sun, 17 Mar 2024 23:00:48 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9319 Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye: — Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın! “Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı. — Kapıyı vurdun mu? […]

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi

Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye:

— Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın!

“Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı.

— Kapıyı vurdun mu? Diye sordu.

— Vurdum. Evde adam olsaydı duyardı. Komşular duydular.

— Koy dükkana, ben uğrar alırım.

Yürüdü, postaneye gitti. Yüreğinde bir sıkıntı, bir ateş. Altı aylık evlidir. Karısını gözünden kıskanıyor. Adamın aklına en olmayacak şeyler gelir!…

Postanede duramadı, Arkadaşına:

— Recep, dedi, sen buradan ayrılma. Beni yukarıdan sorarlarsa, belediye ye gitti, de. Ben eve kadar bir gideyim. Şimdi gelirim.

Kasaptan ciğeri aldı, bir solukta eve.

Yukarı mahallede oturuyorlardı. Evinin kapısına varınca cebinde anahtarını aradı. Elleri titriyor “Elbet bir şey var ki, ellerim böyle titriyor.” diye düşünüyordu.

Kapıyı açtı. Hiç ses yok.

Kapının sağ yanında her gün oturdukları odaya baktı. Yok. Kapının arkasında, çiviye asılmış bir erkek ceketi ile pantolon var. Buz gibi oldu. “Bunlar kimin” diye düşündü. Kendisinin!… Kıskançlık gözlerini bürümüş, görüyor da tanımıyor.

Yattıkları odanın kapısını açarken içeride karısını bir yabancı ile görecekmiş gibi geliyordu. Orası da boş.

Nereye gitti? Komşulara gitmez. Hırsız korkusu ile evi boş bırakmaz. Bırakacak olsa bile haber verir. Onu nerede aramalı?

Ciğeri mutfakta bırakıp kaynatasının evine gidecekti. Ara kapıyı açıp bahçe üstüne, camekânlı sofaya çıktı. Kulağına kadın sesleri geldi. Bahçe büyük, ağaçlarda kapıyor, kimler olduğu görülmüyor. Eğildi, ağaçların altına baktı. Karşı duvarın dibinde birkaç kadın var. Kendi kız kardeşini tanıdı.

Elinde ciğerle bahçeye çıktı. Komşu kızları, hasım kızları toplanmışlar; çocuklukları akıllarına gelmiş olsa gerek, köşe kapmaca oynuyorlar. Bağrışıp gülüşüyorlar.

Biraz yaklaşınca karısı onu gördü. Koştu, ciğeri elinden aldı, mutfağa girdi, oradan da sabunla el havlusu getirdi.

Hayri; kızlara sataşıp alay etmek istiyor, karısı da:

—Hadi, ellerini yıka, ellerini yıka. Çabuk olsana, diye bağırıyor. Hayri’yi kuyu başına çekiyordu. Hayri sevindi. Karısının yüzüne bakıp güldü. Sonra ellerini yıkadı. Elinde havlu ile kızlara doğru yürüdü:

– Ulan şu ettiğiniz işe bakın be! İçinizde bu evli, bu da evli – kendi kız kardeşini göstererek – bu da sözüm yabana, nişanlı. Kalanınız da at gibi kızlar, bağırtınızdan deniz kıyısında durulmuyor!

Kızlar:

—Sen karışma, git işine, diye bağırdılar.

Hayri onlara bakıp gülüyordu.

Kız kardeşi:

—Yıkıl, git oradan, sen bize ne karışıyorsun diye bağırdı.

Hayri:

—Ulan, dedi seni alan herifte kaz kadar beyin var mı?

Karısı havluyu elinden alıp:

—Hadi git işine, diye kolundan çekiştirmeye başladı.

Kızlar da arkasından ittiler, Hayri’yi bahçeden aşırdılar. Karısı da arkasından geldi. Eve girince Hayri durdu. Karısını kucakladı. Bağrına bastı. Sanki kırk yıldır görmemiş gibi. Yüzünden, gözünden öptü. Doyamıyor, bitiremiyordu.

Karısı:

— Canım ne yapıyorsun? … Çocuk musun? … Kızlar bahçede diye, çırpınıyor!

Güçle elinden kurtuldu.

Hayri, evden çıktı. Elleri ceplerinde, ıslık çalarak, ayaklarını sürterek yokuşta aşağı iniyordu. Denizden karpuz kokuları geliyor. Uzakta gök kavşağında bir duman var. Bugün posta günü mü?

Yetim Mehmed’in evinin köşesinde Semerci Halil ustaya karşı geldi. Halil usta, yokuşu yavaş yavaş çıkıyor. Soluyarak:

— Ne o Hayri, dedi, evden mi geliyorsun? Geceler yetmiyor değil mi?

— Yok valla, dayı. Ciğer almıştım da eve bıraktım… İşte gidiyorum.

Halil usta, Hayri’nin arkasından söylendi:

— Git bakalım… Git ya! Ama bu işler e böyle sürer sanma! Benim de günde üç yol eve gidip dükkâna döndüğüm olurdu. Sonra yollar uzadı. Şimdi tövbeler olsun… İkindiyin dükkândan çıkıyorum, akşama eve zor yetişiyorum. Bir gün gelir bu yollar, sana da uzar anladın mı? Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefeste at gibi solur solur da çıkamazsın. Bak bana! Gidi gençlik…

Hayri, bu sözlerin hiç birini işitmedi.

Çoktan yokuşu inmiş, beklide postaneye de varmıştır.

Memduh Şevket ESENDAL 

Memduh Şevket Esendal – Biyografi

Memduh Şevket Esendal 29 Mart 1883 tarihinde Çorlu’da Rumeli göçmeni olan yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Çocukluğu savaş yıllarına rastladığından dolayı  maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim görememiştir. Ancak kendi kendisini yetiştirmiş; Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiştir. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesinin sorumluluğunu üstüne aldı, 1900’de gümrük memurluğu yapmış,  İstanbul Teftiş kuruluna çağrıldı, parti müfettişi olarak görev yaptı. Tüm yurdu gezdi. Kurtuluş savaşında Atatürk ile birleşen İttihatçıların arasında yer aldı.

Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra, 1921’de orta elçi olarak Azerbaycan Bakü’ye gönderilmiştir. Dönüşünde “Meslek” adlı haftalık siyasi gazeteyi çıkarmış, çeşitli liselerde tarih ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır. Tahran elçiliğine atandı. Elazığ’dan Milletvekili oldu. Kabil ve Moskova elçiliği yaptı. Bilecik’ten milletvekili oldu. Daha sonra CHP genel sekreteri olarak seçildi.

1945 yılından itibaren siyasi hayatına son vermiş ve sadece edebiyata yönelmiştir. Dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanmış ve eserleriyle ödül almış olan sanatçı 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirmiştir.

Esendal’ın ilk yazıları İrtika (1902), Musavver Fen ve Edep (1900) gazete ve dergilerinde çıktı. Ama onun asıl hikayeleri ne zaman yazdığı bilinmiyor. Yayınılanan ilk hikayesinin 4 kanunu­evvel 1324 (17 aralık 1908) tarihli Tanin gazetesinde çıkan “Veysel Çavuş” olduğu Muzaffer Uyguner tarafından saptandı. İkinci olarak yayımlanan ise Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yer alan “İkisinin Arasında” adlı hikayesidir. Yine bu derginin 47. sayısındaki “Korku” adlı hikaye onundur. Ağustos 1912 tarihini taşıyan “El Malının Tasası” daha sonraları Meslek dergisinde “Vapur Davası” adıyla yayımlandı (31 mart 1925), son kez de “Temiz Sevgiler” adıyla işlenerek aynı adı taşıyan kitabına alındı. Toplanabilen hikayelerinin sayısı 69′ a ulaştı.

1934 yılında M.Ş.E. takma adıyla Ayaşlı ile Kiracıları romanını yayımladı. Bu roman CHP’nin düzenlediği roman yarışmasında derece aldı. Ülkü, Sanat ve Edebiyat Gazetesi, Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Türk Dili, Ulus dergi ve gazetelerinde hikayeleri yayımlandı.

Politikadaki kişiliğini ayrı tutmak istediğinden çalışmalarını, sayıları 12’yi bulan takma adlarla yayımladı. M.Ş.E., Mustafa Yalınkat, Mustafa Memduh, M.Oğulcuk, İstemenoğlu en çok kullandığı takma adlarından oldu.

Esendal, Cumhuriyet dönemi öykücülüğünde kendine özgün bir yer edindi. Bu yer, gelişim çizgisindeki Türk öykücülüğü için önemli bir kilometre taşı sayıldı. O yıllarda birkaç usta öykücü kişiliğinde temsil edilen Türk öykücülüğü, Esendal’ın kaleminde apayrı bir nitelik gösterdi. Esendal, toplumumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan vefalı, çalışkan; evine, işine, yurduna bağlı insanları severek anlatan bir usta öykücümüz oldu. Fethi Naci, “Telgraf yazar gibi yazıyor romanını” dedi.

Kısaca Edebi Kişiliği

  • Türk edebiyatında Çehov tarzı öykünün ilk temsilcisidir.
  • Kişilerin günlük yaşamda dikkat çekmeyen yönlerini anlattığı öyküleri ile tanınır.
  • Durum öyküsünün ilk temsilcisi olan yazarın son derece güçlü bir gözlem yeteneği vardır.
  • Kendi ifadesiyle “topluma ayna tutan” bir sanatçıdır. Toplumun aksayan yanlarını, insanların psikolojik sorunlarını ruhsal durumlarını ele almıştır.
  • Öyküyü gereksiz süslemelerden kurtarmıştır. Dili, konuşma dilidir.
  • Yapıtlarında sıradan insanların gündelik yaşamlarını anlatmıştır.
  • Hayatı ve olayları nesnel bir şekilde yansıtmıştır. Edebiyatsız edebiyat yapmaktan yanadır.
  • Kişilerini daha çok İstanbul Aksaray’daki orta tabakadan seçmiştir.

Memduh Şevket Esendal’ın Eserleri

Roman:

  • Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957)
  • Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra)
  • Miras

Öykü

  • Bir Kucak Çiçek
  • Bizim Nesibe
  • Gödeli Mehmet
  • Güllüce Bağları Yolunda
  • Hava Parası
  • İhtiyar Çilingir
  • Kelepir
  • Mendil Altında
  • Otlakçı
  • Sahan Külbastısı
  • Veysel Çavuş
  • Gönül Kaçanı Kovalar
  • Mutlu Bir Son
  • Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958)
  • Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958)
  • Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983)
  • Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra)
  • Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra)
  • İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)
  • Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984’te yayınlandı

Hatıra

  • Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar

Mektup

  • Kızıma Mektuplar
  • Oğullarıma Mektuplar

hikaye, hikaye oku, öykü, masal, biyografi, Memduh Şevket Esendal, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye okumak, hikaye arşivi, hikaye örnekleri, Memduh Şevket Esendal hikayeleri,

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html/feed 0
“Çavuş Emmi” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html#respond Tue, 21 Nov 2023 19:19:57 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9266 “Çavuş Emmi” Hikayesi Recep Şükrü Güngör Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı. Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, […]

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Çavuş Emmi” Hikayesi

Recep Şükrü Güngör

Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı.

Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, bu kurtarmaz demiş. Birkaç kuruş vermişler de Çavuş Emmi’yi savmışlar. Yaşarken elinden para ne kadar zor çıkarsa, ölünce de oğullarından aynı şekilde çıkıyormuş. Onca mala mülke karşılık cenaze masrafı olarak birkaç kalıp sabun verilir mi? Kabul etmez tabi Çavuş Goca.

Evine mevlit sonrası toplandığımızda anlatmıştım da tebessüm etmişti yas alayı. Boz eşeği vardı Çavuş Emmi’nin. Eli ayağı o eşek idi. Ona biner, gider gelirdi tarlaya takıma, bağa bahçeye. Çalıştığı yoktu ya, göz kulak oluyordu mahsullerine.

Cuma Amca, dalıyor, kendi kendine anlatmaya devam ediyordu. Dünyada bir karış yer kalmadı Çavuş Goca sana. On yıl önce şu avlu duvarı meselesi yüzünden benimle kavga ettin. Bizim takımın hakkından yer aldın. Halbuki orası takım adına bana düşmüştü, benim hakkımdı, benim avlum olacaktı. Lakin, bizim çocukların sözünü tuttum, duvarı yukarı çektim. O günkü kavga da boşa gitti. O gün sağ başparmağını boşa kırdın. Duvar taşlarına ayağını çarpa çarpa boşa dövündün. Kalmadı işte Çavuş Emmi. Sana da kalmadı. Kıl Durmuş’a da kalmayacak. Yavuz at yemini, yavuz it ününü artırır. Kıl Durmuş ki, trafo paralarını yıllarca yedi. Bütün oymaktan topladı; “Yatırdım, yetmedi, az bir borç kaldı.” dedi. Ama yatırmamış, kendi ihtiyaçlarına harcamış. Motor almış, köten almış, römork almış. Ona da kalmayacak. Büyük buluşma sırası ona da gelecek. Bana döndü:

Şimdi o avlu duvarı meselesini düşünüp, kavgamıza gülüyorum, dedi.

Yeniden kendi kendisiyle konuşmaya başladı.

Yolumu daralttığına, araba geçemez hale getirdiğine, köşeyi iyice yukarı çekip ev yaptırdığına bakıp da gülüyorum. Fani işleri değil miydi yalancı dünyanın. Sahi sana neden Çavuş demişlerdi? Ökkeşiye Hazretlerinde şeyhin yanına oturmuştun, şeyh de seni köye Çavuş seçmişti. Sonra bir akşam senin evde zikir çekmiştik. Ne tatlıydı o zikir gecesi.

Cuma Amca, kafasını kaldırdı, yanımıza gelen üç beş cami cemaatine de seslendi:

Köyde herkese bir şeyler anlatmıştı ama, Kıl Durmuş’a anlatamamıştı. Oysa, Kıl Durmuş’a her meselede arka çıkardı. Ölü bizim, Allah rahmet eylesin; bizim adamımız, ne yapayım, ses çıkaramıyorum, dumanı doğru çıksın yeter, derdi. Çocuklarımıza Kur’an öğretmişti. İlerleyen yaşında bile devam etmişti bu mübarek hizmetine. Cesedi nurluydu. Yüzünde tebessüm vardı. Kur’an öğrenen talebelerine tebessüm ederdi ya, işte öyle gülümseyen bir hâli vardı. Daldı. Biraz bekledi. Kafasını sağa sola salladı. Belli ki Çavuş Emmi’nin gidişine çok üzülüyordu. Cenazene sevenin de sevmeyenin de geldi. Çünkü köyün tek kurs hocasıydın. Sana düşman kesilen Ziya’nın bile çocuğuna gizlice Kur’an öğretmiştin, seni hiç sevmeyen Pala Omar’ın torununa da. Saffet Ziya’nın Cumali’si senin sayende cumaya gelmeye başlamıştı. Bir bahar vakti idi. Günlerden cuma. Güneş sarı sarı gülümsüyordu buğday tarlalarına. Tomurcuklar patlıyordu .Ayrık otu topraktan ayırıp başını yeryüzüne uzatıyordu. Papatyalar düğün alayı gibi dizilmişlerdi. Dağ laleleri ekinlerin arasından boy vermişler, kırmızı kırmızı selamlıyorlardı baharı.

İmam, ince, tegannili sesiyle salaya başladı. Tarlada çapa yapıyorduk. Cumadır sela verilir dedik. Lakin imam selayı inna lillahi ile bitirip künye okumaya başlayınca tarlada çalışan başlar yekindi. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Yazı, köye dönen karartılarla doldu. İşi gücü hemen bıraktık. Acı haber tez yayılır. Çavuş Emmi’nin haberi bütün yazıda, selanın duyulmadığı yerlerde bile duyuldu. Çoluk çocuk, avrat uşak, pür telaş köye döndük. Çavuş Emmi ölmüş. Köyün arabaları caminin önüne getirildi. Birkaç ihtiyar bacının dışında herkes arabalara doluştu. Şehre, Çavuş Emmi’nin cenazesine gittik. Kenar mahallede oturan oğlunun evinde geçinmiş, son nefesini vermiş. Karısı Fadıma Bacı’nın haberi yoktu. O, köyde oğlu Adem’in yanında kalıyordu. Gelini Melek ne kadar eziyet etse de gitmiyor, başka yerim yok, şehirde yaşayamam diyordu. Yüzü güzele kırk günde doyulur; huyu güzele kırk yılda doyulmaz, der de gelini yererdi gelen gidene. Gelinin yüzü değil huyu güzel olsun, derdi. Fadıma Bacı, Çavuş Goca’nın öldüğünü o saat anlamış, Fatiha’sını okumuş. Yüreğine ölümün acısı, ayrılığın hasreti çöreklenmiş ama kimselere bir şey dememiş. Selayı duymamış mı diyeceksin. Duyamazdı ki, kulağına bağırarak konuşurduk da zor işittirirdik. İki senedir göremediği kocasından yeni ayrılıyormuş gibi ayrılık acısı çökmüş içine. Çavuş Emmi, sık sık doktora gittiğinden, doktor gözetiminde yaşadığından şehirdeki oğlunun yanında kalıyordu. Sıcak, tatlı bir gündü. Sessizce gömdük Çavuş Emmi’yi. Oysa, onun hayatı böyle sakin değildi. Konuşurdu, Adem Babamız’dan girdi mi, Nuh Nebi’den çıkmayınca bırakmazdı. Hele gazavatlara başlamaya görsün, bitmezdi, öğle olurdu, ikindi olurdu, davarın kalkım vakti, bahçecilere hareket saati başlardı da Çavuş Emmi sözüne mecburiyet karşısında virgül koyar, sonraki gün devam ederdi.

İki gün sonra oğulları, gelinleri toplanıp geldiler. Konu komşu toplandı. Pazartesi akşamı idi. Camide mevlit okuduk. Rahmetli severdi mevlit okumayı. Mevlit halkasında yeri belli idi. Onun yerini boş bıraktık, cemaat o boş yere bakıp bakıp ağladı. Kıl Durmuş da oradaydı, kafasını tusturup köşeye pusmuştu. Sonra Çavuş Emmi’nin toprak damına geçtik. Melek gelinin çayını içtik. Fatiha’lar, Yasin’ler okuduk. Fadıma Bacı’ya başsağlığı diledik. Çavuş Goca’nın iyiliklerini anlattık.

Maminekler’de geçen hadiseyi de ben anlattım. Fadıma Bacı, dudak hareketlerimden ne anlattığımı anladı, tebessüm etti. Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin, dedi. Eve doğru giderken avlu duvarının taşına bir tekme attım. Değmezsin be, dedim. Kalmadı işte, Çavuş Emmi’ye de kalmadı. Ölü aşı neylesin, türbe taşı neylesin, biz bir Fatiha okuyalım Çavuş Goca’ya. Cuma Amca, omzuna attığı partal ceketini giydi. Ezan yakın, hadi sen minareye, ben de içeriye dedi. Şerefede vakti beklerken aşağıya musallaya baktım, kadidi çıkmış bir ihtiyar öğrencilerine Kur’an öğretiyordu.

Recep Şükrü Güngör

hikaye, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye örneği, kısa hikaye, duygusal hikaye, düşündüre hikaye, ibretlik hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, öykü, seçme öyküler, öykü örneği, uzun hikaye, kısa hikaye, 

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html/feed 0
Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html#respond Sun, 19 Nov 2023 16:24:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9257 Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi Kokoreççi Yazar Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. […]

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi

Kokoreççi Yazar

Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. Artan üç kuruşla da iddaa kuponu doldurdu. Üç maçtan yatmasına rağmen anlatırken tek maçtan yattığı yalanını uydurdu. Kışlık ayakkabıları neyle aldığını soran annesine yanıt vermedi. O da bir daha sormadı.

Yürüyüşe çıktığı bir akşam geri döndüğünde evin ziline iki kere basmasına rağmen açan olmayınca, üst katın ziline bastı. Rahatsız ettiği için özür diledi. Kapıyı açtıkları için teşekkür etti. İçeri adım attığında ailesinin evde olduğunu görünce depresyona girdi. Üç ay çıkamadı. Mecidiyeköy’den metrobüse binip Şirinevler’de indiği bir akşam akbilini iade kutucuğuna okutmayı unuttu. Geri dönerken merdivenlerde üniversiteli bir kızla çarpıştı. Düşen defter ve kitapları toplamak için eğildiğinde kızdan küfür yedi. Duymazdan geldi. Daha sonra böyle yaptığı için geceleri uyuyamadı. Zihninde o anı tekrar tekrar canlandırıp her seferinde kıza ağzının payını verdi. Unutana kadar her gece yaptı bunu. Minibüste şahit olduğu bir tartışma sebebiyle bu anısı canlandı. Olayı kökünden halletmek için kızla çarpıştığı yerde çarpıştığı saatlerde beklemeye karar verdi. Karşılaşacak olsa tam olarak ne yapacağını bilemiyordu. O sinirle kendini kaybedebileceğini düşünüyordu sadece. Kendini zaptedemezse kalabalıktan birilerinin kızı nasıl olsa kurtaracağını biliyordu. İki hafta boyunca her akşam bekledi. Olay yerini terk etmeden önce karnını doyurduğu seyyar kokoreççiyle arkadaş oldu. Adam artık ayranı bedavadan veriyordu. İlerleyen samimiyet sebebiyle her akşam orada ne yaptığını anlattı. Okulların tatile girdiğini öğrenmesiyle birlikte yedi yıl yaşlandı; şakaklarından kelleşti ve saçlarının geri kalanına aklar düştü. Son lokmayı son yudumla yutup o defteri oracıkta kapattı. Seyyar kokoreççiden seyyar kokoreççiliğin püf noktalarını öğrenmeye başladı. Gerekli eğitimi aldıktan sonra konuyu ailesine açtı. Sermaye konusunda babası ve amcası yardımcı oldu.

Geceleri kokoreççilik yapıp gündüzleri ilham geldikçe yazdı. Dergilerden kazandığı telifi ayran aldığı toptancıya yatırdı. Yarım ekmek kokoreç artı ayranı iki buçuk liraya sattı. Kısa sürede kâra geçip babası ve amcasına borcunu ödedi.

Şirinevler Meydanı’nda mesleğini devam ettirmekte. Üst geçit merdivenlerinde çarpışıp küfür yediği kızın hayatını mahvetmesi üzerine intikam ateşiyle yanıp tutuşurken kokoreççi olan bir gençle ilgili yazdığı İntikam Ateşinde Kuzu Kokoreç, onun opus magnum’u kabul ediliyor. Bir öykü derlemesinde yer alan öyküsünü seyyar kokoreççilere ve şu banka reklamında oynayan sucu çocuğa ithaf etti.

Evlenip Evinin Hanımı Olan Yazar

Üniversiteye gelene kadar yazmak aklında bile yoktu. Zaten yeminliymiş gibi kurgusal bir şeyler okumuyordu. Bu yüzden Türk Dili ödevini teslim etmeyip bütünlemeye kaldı. (İmlâyla ilgili herhangi bir derdi yoktu.) Kopya çekip geçti. Dönme dolaba binip yaşadığı kente tepeden baktı. Kendisine ilân-ı aşk eden yedinci çocukla sinemaya gitmeye karar verdi. Çocuk ne kadar da çok ve nasıl da iyi kitaplar okuduğundan söz etti. İlgiye değer öyküler yazdığını anlattı durdu. Fakat imlâyla pek arası yoktu. Aynı paragrafta dört benzer hatayla karşılaşınca çocukla bir daha görüşmemeye karar verdi. Öfkesini dizginleyemeyip -de’lerin Dahiliği’ni yazmaya başladı. Kısa öykü olarak tasarladığı metin kısa romana, oradan da romana evrildi. Yüz otuz dokuz sayfada insanın mesnetsiz özgüvenini, özbenliğinin farkında olmayışını, aptal olduğunun farkında olanların kendilerini zeki sanan aptallardan daha iyi olduklarını irdeledi durdu. Dosyasını bir yayınevinin ilk roman yarışmasına gönderdi. Sonuçlar açıklanana kadar çeşitli öyküler yazmayı denedi ama kendince başarılı olamadı. -de’lerin Dahiliği’nden daha iyisini yazamayacağını anladı. Yarışmada birinci olduğu açıklandı. Basıma hazırlanan romanını geri çekti. İyi olduğunu anlaması için Ben yazarım, diyenlerin onayını alması gerekmediğini düşündü. Okurları hesaba katmadı. Kendisiyle söyleşiye gelen bir gazeteciyi kışları kar yağmayan ama ayazı dayanılmaz olan bir güneydoğu kasabasına gönderdi. Beş gece boyunca vicdanı sızladı. Altıncı gece o acıyı duyumsamadı. Mezuniyet törenini tribünden seyretti. Kepini fırlatmadı. Eve dönerken geçtiği ara sokaklardan birinde gördüğü duvar yazısı sebebiyle floresan gibi aydınlandığını hissetti. Eve gidip dünya üzerindeki eğrilerden birini doğrultmanın mutluluğu üzerine uzun bir öykü yazdı. Öyküyü yaşadığı kentin yerel gazetesinde Sentetik Müstear adıyla yayınlattı. Teşekkür etti, telif istemedi. O gece bir parkta oturup yıldızları seyretti. Evlenip İsveç’e yerleşmeden önce bir dilek ağacına çaput bağladığına dair söylentiler var. Du Jag Den Blyertspenna öyküsü bir derlemede yer aldı. O zamandan beri herhangi bir şey yazdıysa da yayımlatmadı. Eşi ve iki çocuğuyla birlikte Östersund’da yaşıyor.

Müdür Olunca Resepsiyonistken Yazdıklarını Bastıran Yazar

Saçları tepelerden seyrelmeye başlamıştı. Otuzuna geldiğinde kel kalırsa intihar edeceğini söylüyordu. Otuza dokuz kala askere gitti, sekiz kala geldi. Yedi kala işe girdi. Küçük bir otelde resepsiyonist olarak çalışıyordu. Yabancı dil bilmesini gerektiren bir iş olmadığı için yabancı dil bilmiyor oluşu sorun yaratmadı. Vardiyalı bir işti; bir hafta gündüzcü, bir hafta gececiydi. Gelenlerin kaydını yapıyor, ertesi günün ücretini ödemek zorunda kalmamaları için kaça kadar kalabileceklerine, kahvaltının kaçla kaç arasında olacağına dair bilgi veriyor ve odanın anahtarını teslim ediyordu. Girişteki televizyon yedi gün yirmi dört saat açıktı. Çoğunlukla spor ve müzik kanallarını seyrediyordu. Nadiren haberlere bakıyordu. Baktığı sıralarda neden haberlere pek göz atmadığını anlıyordu. Dünyanın halinden hoşnut değildi. Kendi yağında kavrulan bir şehirde yaşadığı için kendisini şanslı hissediyordu. Çocukluk arkadaşlarının oradan ayrılmak için o kadar ısrarcı davranmalarına anlam veremiyor, güneşin doğarken de batarken de güzel göründüğü bu ufak şehri seviyordu.

Otuza altı kala oteldeki otuz odanın otuzunun da bir kere bile dolduğunu görmediğini fark etti. Piyasa araştırması yapınca çevredeki otellerin de aynı durumda olduğunu anladı. Bu araştırma onu insanlar hakkında düşünmeye sevk etti ve otele gelenlere roller yazmaya başladı. Otuza beş kala kurguda zayıf olduğunu fark etti ve kitaplar okumaya başladı. Otelin çaprazındaki kütüphaneye üye oldu. Parayla alamayacağı kitaplar buldu. Gündüzleri yeterli konsantrasyonu sağlayamazken geceleri bu sorun ortadan kalkıyordu. Başta deftere yazarken düşüncelerini daha süratli bir biçimde ifade edebilmek adına bilgisayara geçti. Bu arada tepedeki seyrelme yerini parlaklığa bırakmıştı. O parlaklığı saçlarını uzatıp geriye tarayarak kapatıyordu. Otuza dört kala saçlarının geri kalanı tepedeki parlaklığı kapatmak için kısa gelmeye başladı. Üç kala saçlarındaki göç oranı iyice arttı ve iki kala kafasını tamamen yalnız bıraktılar. Zannettiğinin aksine kısa sürede yeni görüntüsüne alıştı. Periyodik olarak berbere gitme angaryasından kurtulmuştu. Zamanla bu kel halinin ona seksilik kattığını fark ettiyse de bunu kadınlara karşı hiçbir zaman silah olarak kullanmadı. Otuza bir kala müdür oldu. Kendisine özel tahsis edilmiş odasında yazmak, resepsiyonda yazmaya benzemiyordu. Yeni bir şeyler yazamadığını fark edince o zamana kadar yazdıklarını ele alıp tekrar okudu. Yedi yüz otuz dokuz sayfayı okuyup düzenlemesi, uygun bulmadıklarını elemesi, ayırdıklarını tekrar gözden geçirip düzenlemesi dört ayını aldı. Yayıneviyle falan uğraşmadı. Kasapların oradaki matbaaya gitti. Konuştu, anlaştı, parası neyse verdi. Dört yüz elli baskıyı il kütüphanesine, marketlere, kırtasiyelere, çevre il ve ilçe merkezlerindeki gazete bayilerine, liselerin müdürlerine, üniversitenin dekanına, organize sanayideki ustalara, mezarlık bekçilerine, eşine, dostuna, akrabalarına hediye etti. Dayısını ziyarete gittiği bir akşam yengesinin kitabı çaydanlık altlığı olarak kullandığını görünce diğerleri ne yapıyordur diye düşündü. Araştırmak istediyse de karşılaşacağı cevaplardan korktuğu için böyle bir şeye kalkışmadı. Dört bardak çay içip kalktı. O gün bugündür herhangi bir şey yazmadı.

Edebiyat Dünyasını Derinden Sarsmamak İçin Yazmayı Bırakan Yazar

Kendini bildi bileli başarılıydı. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi takdirle bitirmişti. Elini attığı her spor dalında ortalamanın üstünde bir başarı elde etmişti. Mezuniyetinden sonra yüksek maaşlı bir işe başlamıştı. O kadar başarılıydı ki bulaştığı başka bir işte de aynı başarıyı yakalayıp yakalayamayacağını anlayabilmek için yıllık izine ayrılıp Kızılay Meydanı’nda simitçilik yaptı. Satışların tavan yapması simitçiler mafyasının kulağına gitti ve tezgâhına yüksek bir meblağ karşılığında el konuldu. Yıllık izninin bitmesine daha vardı. Evine dönerken gördüğü ilân üzerine bir fotoğrafçılık kulübüne gitti. Mülâkattan başarıyla ayrılan on kişiye yüzde yüz burs verilecekti. Mülakat esnasındaki akıl dolu ‘Sizce sizi neden seçmeliyiz?’, ‘Sevdiğiniz beş fotoğraf sanatçısı?’, ‘Diane Arbus?’, ‘Şrilomlarıabizittinmi?’ sorularına fikir dolu yanıtlar vererek yüzde yüz burs almaya hak kazandı fakat  acil bir işi çıktığını söyleyerek bursu almadan oradan ayrıldı. Evine gidip bozayı tencereden kaşıkla içen bir ailenin yürek burkan dramını anlatan bir öykü yazdı. Bu öykü edebiyat dünyasını adeta salladı. Çok iyi eleştiriler alan öykünün yazarının sonraki işlerini merakla beklemeye başladılar. Herkes ne yapacak, nasıl bir şey yazacak diye beklerken oturdu, hayatı boyunca bulaştığı hiçbir işte başarılı olamamış bir adamla ilgili öykü yazdı. Öykü, adamın geç yaşta yürümeye başlamasıyla başlıyor, öteki tarafa göç edeli çok olmuşken bisiklet kullanmayı bilmeyişini hatırlamasıyla son buluyordu. Birkaç sayfalık bu öykünün kendisine edebiyat dünyasının kapılarını ardına kadar açacağını kestirmesi güç olmadığından, yayınlamayı düşünmedi. Çekmecelerinden birisine koyup iznini erken sonlandırdı. Birkaç yıl sonra taşındığı esnada nakliye çalışanlarından birisi tarafından bulunan öykü özenle katlanıp cebe yerleştirildi. Nakliyeci akşamleyin evine döndüğünde öyküyü iki kere okudu. Kimi yerlerini düzeltip değiştirerek günümüze uyarladı. Ana karakterin iki özelliğinden birini tamamen çıkartıp diğerini yarım bıraktı. Olay örgüsüne kendince birkaç şey ekledi. Tamamlandığını ve daha iyi olduğunu düşündüğünde iki kere daha okudu. Ekleyip çıkartacak başka bir şey bulamayınca bir edebiyat sitesine gönderdi. Sükse yaratacağını düşündüğü öykü iki kere Twitter’da, üç kere de Facebook’ta paylaşıldı ve sayfası on sekiz kere görüntülendi. Sayfayı görüntüleyen on sekiz kişiden yedisi öyküyü baştan sona okurken, beşi açar açmaz kapattı, üçü ikinci paragrafta bırakırken geriye kalan üçü de beşinci paragrafa gelmeden vakitlerini daha fazla boşa harcamak istemediler.

Öykünün asıl yazarı yönetici pozisyonundaki işine devam ederken öykünün hırsızı gerçekleştirdiği başka bir hırsızlık sebebiyle işinden oldu. Öykünün orijinaliyse içinde bulunduğu pantolonla birlikte çamaşır makinesine girmeden önce dörde katlanmış olarak varlığını devam ettiriyordu.

Akın Çetin

altKitap 2013 Öykü Seçkisi

hikaye, öykü, hikaye seçkisi, öykü seçkisi, kısa hikayeler, düşündüren hikayeler, başarı hikayeleri, hikaye okuma, hikaye oku, öykü oku, hikaye yaz, öykü yaz,

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html/feed 0
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html#respond Sat, 28 Oct 2023 17:59:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9241 Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle, Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır. Çocuk olduğum yılları düşündüğümde […]

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar” 

Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle,

Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır.

Çocuk olduğum yılları düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Hangi yıllar mı?…

SMS’in, MMS’in olmadığı, pulların yalanarak zarf arkalarına yapıştırıldığı yıllardan bahsediyorum. Dükkân önlerine duvarlar boyu sıralanan “tebrik kartları” nın büyük bir zevkle, gönderilecek kişiye göre seçildiği yıllardan yani… Başkalarının senin adına hazırlamadığı, seninde internetten kopyala-yapıştır yöntemiyle çoğaltarak aynı mesajı tüm tanıdıklarına göndermediğin yıllardı. Tebrik kartını seçmekte bir emekti o yıllarda, arkasına kendi mesajını yazmak ta…

Daha aileler çekirdekleşmemişti o yıllarda. Üst kattaki komşu da, çocukların gürültüsünden şikayetçi değildi. Tüketim ekonomisi bu günkü gibi pompalanmıyordu.

Oyunlarımızda bugünden farklıydı, oyuncaklarımız da… Her yönüyle farklıydı o yıllar. İletişim araçları bu günkü gibi ne gelişmişti, ne de bu kadar yaygındı. Artistlerin silikonları patlamıyordu o yıllarda. Bizi de ilgilendirmiyordu zaten. Şimdiki gibi darbe planlarından değil, eğer yapılırsa darbelerden haberimiz oluyordu.

En fazla altı pilli radyonun beş on evde bulunabildiği yıllardı. O da ajansları dinlemek için. Birde “arkası yarın” programları beklenirdi gençler tarafından merakla. Dinleme işi bittikten sonra pili çıkarılırdı bitmesin diye. Zayıflayan piller ayazda bırakılırdı tekrar dolsun diye. Dinlenen sanatçılar herkesin hayalinde farklı canlanırdı. Müzik taş plaklardan dinlenirdi bulabilenler tarafından.

İnsanların vadesiyle öldüğü yıllardı. Trafikte bu kadar yoğun değildi, trafik kazaları da… Ve kazalarda ölenlerde… Ölenler için kalp krizi, beyin kanaması, kanser vb. ölüm sebeplerinin yerine “vadesi yetti” deniliyordu sıklıkla. Kaderin ve kadere inanmanın hakim olduğu yıllardı. Ne doğum kontrolü için bu kadar para harcanıyordu, ne de doğum yapmak için. “Tüp Bebek” (suni tohumlama) bilinmiyordu daha. Her şey Allah’ın takdiriydi. Sünnetçilerin “Fenni” olduğu yıllardı.

Gıdaların genetiği değiştirilmemişti daha. Herkesin kendi gıdasını ürettiği yıllardı. Herkesin az-çok tarlası vardı mevsimine göre bitkiler yetiştirdiği. Tarlalar ya atla ya da öküzle sürülürdü. Kara saban kullanılırdı yani. Tarlalar da günümüzdeki gibi hor kullanılmazdı. Nadasın hakim olduğu yıllardı. Toprağın bile dinlenmeye bırakıldığı zamanlardı bu günün aksine. Ardıç kütüğünden yapılan tapanlar ağırlaşsın diye çocuklar bindirilirdi genellikle. Daha güneş doğmadan gidilen tarlalarda hep birlikte çalışılırdı. Anne ve çocukların getirdiği “kuşluk yemeği” (kahvaltı) yenirdi zevkle. Hiçbir şeyin hilesi hurdası yoktu o yıllarda. Ata-dede usulü yapılırdı her şey. Kendi yiyeceğine hile katmazdı kimse. Suni gübreler bilinmiyordu. Dört çeker traktörlerle yarılmamıştı toprağın bağrı daha. İşler ilkelce yapılıyordu belki ama; toprak daha verimli, ürünler daha bereketliydi. Aç gözlü değildi insanlar. Aza kanaat edilen yıllardı.

Ekin denirdi tarladaki buğdaya. Orak ya da tırpanla biçilirdi o yıllarda. Tarlanın büyüklüğüne göre üç-dört günde biçilirdi komşuların yardımıyla. Erkekler biçer, kadınlar deste eder, çocuklarsa su taşırdı çalışanlara. Deste edilen ekinler öküzlerin çektiği kağnılara “anadut”larla yüklenerek harman yerine getirilirdi. Motorlu araç sesleri yerine kağnı gıcırtıları vardı o yıllarda. “Meses” denirdi öküzleri sürmek için kullanılan uzun sopaya. Ucunda “sakıt” denilen ucu sivri demirler olurdu genellikle. Öküzler yorulunca kağnılara “dayak” atılırdı durdurulup öküzler dinlensin diye. Harman yerine getirilen ekinler üst üste yığılarak büyük harmanlar yapılırdı. Yağmur yağdığında üzeri örtülür dindiğinde açılırdı. Harman yerinde yüzlerce komşu harmanı bulunurdu. Köyün hepsi harman yerinde olurdu o mevsimde. “Döven” ya da “gem” denilen el yapımı araçları öküzler çekerdi harmanı sürmek için. Geme binmek büyük bir zevk olurdu biz çocuklar için. Gem sürme işi bittiğinde dövülen saplar toplanırdı “yaba” denilen parmaklı küreklerle. “Cec küreği” denilen tahta kürekler kullanılırdı sonra. Harman savurmak için rüzgâr beklenirdi günlerce. Bu iş için en müsait zaman sabahın erken saatleri ve akşamın alacası olurdu genellikle. Diğer vakitlerde rüzgâr pek olmadığından harman başı sohbetleri yapılırdı herkesin katıldığı. Yemekler orda yenir, çaylar orda içilir, yataklar orda serilirdi. Ateşler yakılıp buğday ve nohut kavrulurdu çerez niyetine.

Harman savurma işiyle sap samandan ayrıldığında “silme” denilen ölçü aracıyla buğdaylar ölçülerek “yayma” denilen adam boyu kıl çuvallara doldurulurdu el yapımı. Altı yedi kişiyle zor yüklenirdi kağnılara bu çuvallar. Eve gelen buğdayları kadınlar günlerce elerdi “gözer, sarat, kalbur” denilen eleme araçları ile. Unluk buğdaylar ayrı “yayma” lara doldurulurdu değirmene götürülmek üzere. Bulgurluklar kazanlarda kaynatılır, kurutulur ve seçilirdi değirmen öncesi. Değirmen işi de günlerce sürerdi. Öbek öbek yaymalar olurdu değirmende sıra bekleyen. Değirmen sonrası tekrar eve dönüş başlardı gıcırdayan kağnılar eşliğinde. Damda veya bahçede serilirdi getirilen bulgurlar kurusun diye. Bu arada tavuğu, kargası, serçesi; her türden börtü böceği nasibini alırdı bu ürünlerden. Savrularak kepek bulgurdan ayrılırdı önce hayvan yemi olarak. Kuruyan bulgurlar için tekrar bir eleme faslı başlardı sonra. “Setik” denilen küçük bulgurlar köftelik olarak bir kenarda yerini aldıktan sonra bulgurlar “yaymalanır” dı ardından. İhtiyaç fazlası buğdaylar oda büyüklüğündeki, tahtadan göz göz yapılmış ambarlara konurdu daha sonra kullanılmak üzere.

Kilere “himlik” dendiği yıllardı. Himlikte sıra sıra yaymalar yerini alırdı kışın kullanılmak üzere. Un, bulgur, nohut, fasulye; beş on komşunun günlerce yaptığı leğenlerce yufka ekmek… Ekmek demişken, “çarşı ekmeği” ya da “somun” denirdi fırın ekmeklerine. Bin de bir girerdi sofralara o yıllarda. Lahmacunun yufka ekmeğe sarılıp yenildiği yıllardı vesselam.

İnsan eli fazla değdiğinden mi? Yoksa bunca çalışmaya sevgisini, birliğini, beraberliğini kattığından mıdır bilinmez, tadı-lezzeti bir başka olurdu yiyeceklerin. Kışlık yiyecekleri hazır olmanın huzuru ile diğer işlerine devam ederdi insanlar. Hayatı yakalamak, güne yetişmek gibi kaygıları yoktu insanların. Hayatı yaşamaktı gayeleri. Şimdiki gibi hayat onları yaşamazdı.

Her işte birlikte olmak, birlikte yapmak anlayışı hakimdi bu günkü bölünmüşlüğün aksine. Tarım ürünlerinde hal böyle iken, hayvan ürünleri ve kışlık yakacağın hazırlanışı da farklı değildi bir başka yazının konusu olarak.

Bu pencereden bakıldığında çocukluğumu, çocuk olduğum yılları özlüyorum netice olarak…

Mehmet Akif Önder

 

hikaye, hikaye oku, hikayeler, kısa hikayeler, öykü, hikayelerimizden,  geçmişe özlem, öykü, çocukluk yılları, kısa hikayeler, kısa öyküler, 

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html#respond Tue, 24 Oct 2023 18:00:18 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9222 Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz “Arapça İlahi de Neyin Nesi?” Mustafa Ünver Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz

“Arapça İlahi de Neyin Nesi?”

Mustafa Ünver

Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını bilmediği “O jizn! tı kakaya kırasivaya” cümlesi diline pelesenk oldu kaç zamandır. Mırıldandı bir kaç kez içinden. Ne güzel bir akşam saatiydi bu anlar, hiç bitmesin istenen türden hazlar yaşatıyordu.

İki saat öncesinde altı yaşındaki oğlunu elinden tutarak götürdüğü mevlit merasimine ne kadar da neşeli yürüyorlardı. “Baba nereye gidiyoruz?” sorusuna “Peygamberimizin doğum günü için düzenlenen cami programına katılacağız oğlum. Doğum gününü kutlayacağız peygamberimizin,” cevabı yeterli oldu şimdilik çocuk merakına. Bu cevap ne olur yetsin ve en azından bir süreliğine başka soru sormasın oğlu; konuşmasın, konuşmasınlar istiyordu. Yaz akşamının yaydığı burcu burcu büyülü anlarını sadece ruhani zikir ve dualarla buluşturmak istiyor, bereketine inandığı bu anların bir tanesi bile kaçsın istemiyordu. Ama istediği olmadı, meraklı çocuk tekrar konuştu. “Peygamberimiz ölmedi miydi babacığım? Ölmüş birinin doğum günü partisine ilk defa katılacağım,” cümlesine sadece “Peygamberlerin ölümleri ile hayatları aynıdır oğlum. Onlar her zaman sonsuzlukta çok güzel bir hayat yaşarlar,” demekle yetindi. “Her şey yerli yerinde olmalı; bana göre şu an, çocuğumla bile olsa konuşma anı olmamalı, kimseyle konuşmamalıyım şu an,” diye iç geçirdi ve zikirle dolu büyülü havayı solumaya devam etti. Böyle müstesna anlarda kainatı, sahibini anarak dinlemek ruhuna inanılmaz iyi geliyordu. Camiye girdiklerinde hocalardan biri Kur’an’dan bir pasaj okuyordu. Kıble duvarında asılı duran büyük değirmi saate bakılırsa program yeni başlamış olmalıydı.

Kur’an-ı Kerim Allah kelamı, değiştirilemez, orijinal formunu her hâlükârda muhafaza etmek lazım, âmennâ. Bununla beraber mesajının herkesçe anlaşılması için diğer dillere çevirisi elbette yapılabilir, yapılmalıdır, yapılıyor da zaten; bu da başka bir konu. Ebu Hanife’nin Kur’an’dan hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin öğreninceye kadar kendi dilinde namaz kılabileceğini caiz gördüğü fetvası da tamam; bu da başka bir konu. Tamam bunların hepsini anladım da seyircilerinin yüzde yüzünün Türk olduğu bir mevlid merasiminde, programın başından sonuna kadar söylenen beş ilahinin hepsinin de Arapça olması ne alaka? Onlar da mı Allah kelamı ki orijinal dillerinin muhafazasına gayret ediliyor? Yahya Kemal’in “Türkçe annemin ağzımda ak sütüdür,” dediği ana dilimizde mis gibi buram buram Anadolu kokan yüzlerce hatta binlerce ilahilik şiirlerimiz yok sanki. Hem sonra çocuklarımızın bile severek mırıldandığı onlarca Türkçe güftesi olan harika ilahilerimiz de var zaten. Bu durumda dilini anlamadığımız Arapça ilahilere neden ihtiyaç duyuyoruz ki? Yunus Emre’den, Hacı Bayram’dan, Hacı Bektaş’tan, Şeyh Galip Dede’den ve onlarca erenden söylemek varken. Tam bu gelgitler arasında aklına gerçek bir yaşantı karesi geldi. Bir lise müdürünün emekli olduktan sonra anılarını toplayarak oluşturduğu biyografik ajandasında bir öğrencisinin dilinden “Türkü de Neyin Nesi” başlığı altında anlatılmıştı bu hatıra, buyurun beraber okuyalım:

“Kadir Ünver, İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeni ve okul müdürüydü. Saygın ve yumuşak huylu bir kişiliği vardı. Babacan bir adamdı. Lise yıllarında uzun süre okul müdürlüğü yaptı ve öğrenciler arasında lakabı “Kadir Ağa,” idi. Sağ sol çatışmalarının had safhada olduğu bir dönemde idarecilik yaptı. Bu dönemde Milli Görüşçülerle Ülkücüler sürekli kavga ederlerdi. Bu kavga sırasında Kadir Ünver, Akıncılardan yana tavır koyarak bizim gözümüzde saygınlığını yitirmişti… Ancak 12 Eylül’den sonra barışmıştık ve bu kez de sınıflarda, koridorlarda türkü, şarkı gırla giderdi. Muhsin, Behzat ve ben sınıfın assolistleriydik. Bir gün sınıfın kapısına yakın bir yerde hareketli bir türkü söylüyordum. Bu arkadaşlar da bana eşlik ediyorlardı. Gürsel ve Hayati de önlerindeki sıra kapaklarına vurarak tempo ritim tutuyorlardı. O gürültü esnasında hafifçe sırtıma bir yumruk indi. Dönüp arkama baktığımda müdür Kadir Ağa’yla burun buruna geldik. Bana sözü şu oldu: “Lan eşşek oğlum, geç yerine; türkü de neyin nesi, ilahi söyleseniz ya!” Benim de Kadir Hoca’ya cevabım şu oldu: “Hocam ilahi bizi kesmiyor; imam hatipliyiz ama aynı zamanda genç insanlarız, sizin yaşınıza gelince inşallah biz de ilahi, gazel ve kaside okuruz.” Kadir Hoca bir kaç nutuk daha attıktan sonra, “Bayramım imdi bayramım imdi / Bayram ederler yar ile şimdi,” ilahisinden bir kaç mısrayı bestesiyle birlikte gürül gürül okuyarak çekip gitti.”

Hanım ellerinin yaydığı mis kokuların dönüş yolu esrikliğinde uykulu uykulu yürüyen ve bu kez hiç soru sormayan oğlunun elini hafifçe tutarken “Keşke ben de Arapça ilahi aşkındaki gençlere şöyle bir ünleyebilsem gürül gürül,” diye iç geçirdi:

Ulan aslan oğlum, geç yerine; Arapça ilahi de neyin nesi? Mis gibi Türkçe, “sordum sarı çiçeğe” ilahisini söyleseniz ya.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, dini hikayeler, ilahi, mevlit, mevlit gecesi, Arapça ilahiler, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html/feed 0
Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html#respond Tue, 10 Oct 2023 22:44:08 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9213 Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” Mustafa Ünver Yine yoğun bir iş günü bitmiş, kendini taşıyamayacak kadar bitkin ayaklarla otobüs durağında bekliyordu Hasan. Sararmış yaprakların ağaçlardan rüzgarın da etkisiyle sağa sola uçuşarak düşmesi, şehirde buruk ve hüzünlü bir sonbahar şarkısının terennüm edilmesine neden oluyordu. Hasan bir an önce evine dönmenin özlemini duyuyordu. Sıcak bir çorba içip gül […]

The post Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu”

Mustafa Ünver

Yine yoğun bir iş günü bitmiş, kendini taşıyamayacak kadar bitkin ayaklarla otobüs durağında bekliyordu Hasan. Sararmış yaprakların ağaçlardan rüzgarın da etkisiyle sağa sola uçuşarak düşmesi, şehirde buruk ve hüzünlü bir sonbahar şarkısının terennüm edilmesine neden oluyordu. Hasan bir an önce evine dönmenin özlemini duyuyordu. Sıcak bir çorba içip gül yüzlü eşinin ferahlatıcı sohbetiyle ancak kendine gelebilirdi. Gün onu iyice bunaltmış, gerçekten yormuştu. İşyerindeki şef iş dağılımı ve ücretlendirme konusunda açıkça haksızlık yapıyordu. Bu haksızlık sadece bugün olmuş da değildi sonra. Bir şeyi bir defa yapabilen her zaman yapabiliyordu işte. Canla başla, özverili ve işinin hakkını vererek kurumuna faydalı olma gayretinde olan Hasan’a her zamanki gibi yine sadece yoğun iş yükü düşmüş; hafta sonu gerçekleşecek olan havadan sudan mini tatili kaymaklı mesai ücretiyle katmerleyen görevlendirme şefe yağcılık yapmaktan başka bir vasfı olmayan, üstelik toplantı konusuyla uzaktan yakından ilgi ve alakası olmayan Uygun’a verilmesi ister istemez canını sıkmıştı. İçi dardı ve bu sıkıntı onu günün rutin yorgunluğundan daha çok bitiriyordu. “Külfet nimete, nimet külfete göredir, ilkesi hani nerede? Beden yorgunluğu geçer, ama gönüldeki yorgunluk ne olacak? Geçmiyor işte,” diye kendi kendine içlenip söyleniyordu.

Yüzüne düşen çiseli yağmur damlaları hoşuna gitmiş, içine birden ferahlık gelmişti. Durağın sundurmasına girmeye çalışan insanların aksine Hasan dışarı çıkmaya çalışıyordu. Bu haksızlıklara sadece içinde isyan etmiyordu. Şefin yüzüne karşı bu haksızlığı açıkça ifade ederek tepki göstermesi başlangıçta Hasan’ı bir miktar rahatlatmıştı. Bu kez de şefin pişkin haksızlık kılıfı canının daha da sıkılmasına neden olmuştu. İnsan yeri gelince ne kadar kaba, vahşi ve görgüsüz olabiliyordu işte. Neymiş efendim bu görevlendirme tamamen kendi tercihi ve görev yetkisi içindeymiş ve dışarıdan haksız ve adaletsiz görünebilse bile kurumun sağlıklı işlemesi için yetkisini böyle kullanması gerekiyormuş. Böyle yapılmazsa makam zedelenir, kurum zarar görürmüş. Özrü kabahatinden büyük denir ya, şefinki de o misal. Sanki genel müdüre yağcılık etmek için yeğenini allayıp pulladığını kimse bilmiyordu. Sonra şefin Hasan’dan hoşlanmadığını; onun dürüst, çalışkan, kimseye yağcılık etmeyen, sadece kendi işinde ve gücünde biri olmasından hiç hazzetmediğini sanki kimse bilmiyordu. Anlayacağınız kümesi bekçi kıyafeti giymiş tilkiler bekliyordu. Hani şair diyor ya: “Günümüzde insan olmanın / Çok ağır bedeli var / Ya parçası olacaksın alçaklığın / Ya seni parçalarlar,” o hesap. Karanlık ancak karanlıktan hoşlanıyordu; aydınlıktan ise nefret ediyordu işte. Haksızlık ve adaletsizlik de en kara zulümdü, zulmetti, haramdı ve zifiri karanlıktı. Hatta sadece günah işlemek, haksızlık etmek, adaletsizlik yapmak değil; başkasının yaptığı yanlışa rıza gösterip desteklemek de aynı şekilde günah ve haramdı. Hele de adalet ve hak hiç ama hiçbir şart ve durumda örselenemeyecek kadar büyük kavramlar ve değerlerdir. “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse de kıyamet kopsun,” sözünün ağırlığı hele de iddiası olan bu türden insanlarda gram çekmemesine öyle üzülüyor, öyle öfkeleniyordu ki. Sadece kuru ezan, vatan, bayrak mottosuyla verilen kitlesel coşkuya zaman zaman sosyal medyada eşlik edip tempo tutmak ve haftada bir Google havuzundan seçtiği ayet veya hadisi paylaşmak ne kadar kolay, ne kadar sığ bir dindarlıktı. Ne ki bunlar her şey için yeter görünüyordu kimi zihniyet insanına. Muhammed Peygamber’in “ben de adil olmayacaksam ya kim adaletli olacak?” diye haykırışı ve serzenişi özellikle de iddialı insanlarda neden ama neden bir türlü karşılık bulmuyordu. Bu nübüvvet haykırışına herkesten önce onların “biz de adil olmazsak, ya kim adil olacak?” diye icabet etmesi, durumlarını düzeltmesi, hak yemeyi bırakması gerekmez miydi? Hem sonra adaletsizlik ve haksızlık yapmanın bir gerekçesi, bir izahı olabilir miydi? Böyle bir fasit mantığa hakka körlük yaşamış olanlardan başkası sığınabilir miydi? Her şeye bir izah, bir kılıf elbette bulunabilirdi belki ama hakka ve adalete karşı asla bulunmamalıydı, bulunamazdı. Çünkü hak ve adaletten daha yukarı hiçbir değer yoktu ki şu alemde. Haksızlığı ve adaletsizliği mazur gösterecek, caiz kılacak hiçbir gerekçe de olamazdı bu yüzden. Kama-manas haksızlık ve adaletsizlik yapma konusunda ne türden kuşkular, sanılar ve sanrılar oluşturursa oluştursun vehim asla itibar edilemez, dikkate alınamazdı. Hatta ne türden bir zorunluluk olsa bile herhangi bir zaruret bir başkasının hakkını ortadan kaldıramazdı.

Hasan zihin dünyasında bu düşünce ve duygularla cebelleşirken inmesi gerektiği durağa bir hayli yaklaştığını bile fark etmemişti. Bu yaman çelişkilere karşı iç dünyasında patlayan volkan öyle kolay dinecek gibi değildi. Başını alıp dağlara vurmak, hayatının geri kalanında hiçbir insan yüzü görmeden Robenson Crusoe misali yaşama hülyası benliğini kaplamıştı ki bu kez de otobüsün camından kaldırımdaki dev reklam panosunda pişkin pişkin sırıtan insan silueti dikkatini çekti. Popüler ulusal televizyon dizilerinden tanıdığı ünlü komedyenin otuz iki dişini birden sergileyerek ve iki elinde tutarak gösterdiği yeni formüllü Arap sabununun altında kocaman harflerle yazılmış “Bir sor, haydi bir sor bakalım; ben bunu niye yaptım?” cümlesine acı acı gülümsedi. “Hey güzel Allah’ım Sen bana ve aklıma mukayyet ol ne olur!” mırıltısını terennüm etmesiyle durağında inmesi bir oldu.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Başarı Hikayeleri, Bir Hikaye, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

The post Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html/feed 0
Bir Hikaye Oku “Çınarlı” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html#respond Tue, 10 Oct 2023 22:01:13 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9216 Bir Hikaye Oku “Çınarlı” Mesut Akdağ Uzun dalları, geniş yaprakları ve büyük gövdesi ile etrafı baştanbaşa kuşatan Koca Çınar hemen şehrin kenarındaydı. Şehrin kalabalığından, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak isteyenlerin kendilerini dar attığı ve şehrin uğrak yeridir. Bu sebeple şehrin en meşhuru ve gözdesiydi. Şehrin hemen dışında sayılabilecek fakat bir adımlık diye tarif edilebilen kuytuda sotede bir […]

The post Bir Hikaye Oku “Çınarlı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Bir Hikaye Oku “Çınarlı”

Mesut Akdağ

Uzun dalları, geniş yaprakları ve büyük gövdesi ile etrafı baştanbaşa kuşatan Koca Çınar hemen şehrin kenarındaydı. Şehrin kalabalığından, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak isteyenlerin kendilerini dar attığı ve şehrin uğrak yeridir. Bu sebeple şehrin en meşhuru ve gözdesiydi. Şehrin hemen dışında sayılabilecek fakat bir adımlık diye tarif edilebilen kuytuda sotede bir yer. Yazları serin kışları ılık geçer. Bu nedenle müdavimleri çok olur. Bazı zamanlar iğne atsan yere düşmeyecek kadar izdiham yaşanırdı. Buluşmak isteyen, sözleşen burayı adres verir, burada birleşirler ve görüşürlerdi. Hatta yön tarifini de buraya göre tarif ederlerdi: “Çınarlıya doğru düz gittin mi görürsün.” “Çınarlıdan  bayağı uzak şehrin öte tarafında.’’ “Çınarlıyı arkana al, sağına, soluna al’’ gibi tariflerle yol yordam gösterirler.

Çınarlı, ismini işte bu koca çınardan almakta ve öyle bilinmekte. Şöhreti sadece çınar ağacından gelmemekte. Tadına doyum olmayan, insanın içtikçe içesi gelen, odun ateşinden yapılan çayıyla “Çınarlı Çay Bahçesi” şöhretine şöhret katmıştır. O koca çınarın dallarının gölgesinin ulaşabildiği yerlere masa sandalyeler konulmuş. Yetmemiş ihtiyacı karşılamak için yeni çınarlar dikilmiş ve onların altına da masalar atılmış. Şehir buraya taşınıyor, bilhassa hafta sonları. Bazı vakitlerde boş masa bulmak imkansız hale geliyor. Bu sebeple, gelip hoş vakit geçirmek isteyen gruptan biri feda edilir, masa kapmak için neredeyse gün doğmadan gönderilir. Diğerleri gelinceye kadar beklerdi.

İşte meşhur Çınarlı hınca hınç kalabalık olur. Bir demlik çay keyfi için saatlerce beklenir, sıkıntılar çekilir. Fakat yer bulunup da çayı yudumlamaya başlanınca tüm yorgunluklar her bir yudumda akar giderdi. Yeni nişanlananlar, sözlenenler, kaçamak sevgililer, okuldan kaçan öğrenciler, gün yapan hanımlar, dertleşmek için dostlarını çağıranlar, dışardan misafir ağırlayanlar ve daha niceleri hep buraya akın ederler. Kısacası şehrin en mümtaz ve seçkin mekanı.

Hafta içi olmasına rağmen kalabalıktı. Bunun olacağını kestirdiği için arkadaşına rezil olmamak için randevulaştıkları saatten, üç saat erken gelmişti. Aşağı yukarı yarım saat bekledikten sonra bir masaya oturabildi. Çayını ısmarladı, çay gelinceye kadar etrafını gözlemleye başladı. İlk dikkat çektiği masaların düzeni oldu. Hepsi bir hizada, enine-boyuna tam bir uygunluk vardı. Aralarda garsonlar rahat dolaşsın ve yan masalardaki müşteriler birbirinden rahatsız olmasın diye genişçe tutulmuş. Yan masadaki konuşmalar neredeyse duyulmuyor. Duyulsa bile anlaşılmıyordu. İnsanlar rahatça konuşuyorlar, dertleşiyorlar ve sırlarını paylaşabiliyorlardı. Masalar tek tip ve aynı renk ve desenli örtülerle döşenmiş. Çınarın yeşilliğiyle uyum sağlanmış, kişinin ruhunu okşuyor, ruh dinginliği veriyor. Çocuklar unutulmamış, canları sıkılmasın diye bir park yapılmış. Çay bardakları, kahve fincanları ve demlikler çınar motifleri ile bezenmiş. Buranın özel bir yer olduğunu hissettiriyor. Çayı yudum yudum içerken tamamen buranın içinde oluyorsunuz. Dış dünyadan uzaklaşıyorsunuz.

İşte o zaman anlıyorsunuz buranın sanki Allah’ın, bu şehir halkına ihsanından bir lütuf olarak cennetten getirmiş. Neredeyse cennetin tüm güzelliklerini buraya da işlemiş, taşımış. Sanki buraya gel huzur bul, dünyadan sıyrıl, her derdinin devasını burada bulabilirsin. Her derdin bir devası vardır sakın kendini tasalarla mahvetme dercesine insanları buraya davet ediyor. Çınarlıda bir yudum çay içen, cenneti yaşayarak her şeyin sonlu olup musibetlerin gideceğini, yerine saadetin geleceğini insan daha iyi idrak ediyor, anlıyor.
Ismarladığı çay gelince daldığı duygulu gözleminden istemeyerek de olsa ayrıldı. Garsona istekli isteksiz zorlamayla gülümseyerek teşekkür etti. Çayın odunsu kokusunu iliklerine kadar hissetti. Bir anda her şeyi unuttu, gözlerini yumarak derin hülyalara daldı. Çınar yapraklarının rüzgarla raksına eşlik etmiş. Rüzgarla sarmaş dolaş olmuş, çınarın gölgesinde oturanların çehrelerini okşayarak yüzlerde tebessümler oluşturmuşlar. Rüzgârın yüzünde esintisini hissedip gülümseyerek kendine geldi. İnce belli ve çınar motifli çay bardağını alıp odun ateşinde kaynayan çayı yudumladı. Midesine ininceye kadar içindeki kederler adete biri bir eriyor, yok oluyor. Derin bir oh çekti. Çayın tadını zerrelerine kadar hissetti ve zevkini çıkarmaya çalıştı.

Gözlemine kaldığı yerden başladı. Bu sefer bakışlarını yan masalarda oturanlara çevirdi. Çeşit çeşit insanlar, farklı beklentiler, farklı umutlar, faklı çehreler, farklı yüz ifadeleri. Hepsi ayrı bir alem, ayrı bir dert tasa, ayrı ayrı şahsiyetler. Bu sebeple hepsinin sohbet konuları farklı. Ruh halleri de farklı.

Hemen sağ yanı başında bulunan masadaki çift dikkatini çekiyor. Her hallerinden yeni nişanlı oldukları belli olan çift, sanki ayakları bulutların üstünde geziyorlar, etrafından tamamen kopmuşlar, baş başa vermişler konuşuyor. Kız ne kadar mutlu erkek o kadar kaygılı, kız ne kadar gözlerinden umut fışkırıyor erkeğin o kadar gözlerinden endişeler saçılıyor, kız ne kadar neşeli erkek o kadar dertli görünüyordu. Kız çayını içiyor içtikçe de gözlerindeki mutluluk, umut, sevinç artıyor. Erkek kaygısından, endişelerinden o güzelim çayı unutmuş, soğutmuş olduğu gibi duruyor. Kız, gelecekten, kuracakları sıcak yuvadan konuşuyor, mutluluğu sadece gözlerinden değil tüm bedeninden hareketlerinden okunuyordu. Fakat erkek de tam tersine üzgün, umutsuz, yılgın, sinirliliği tüm vücudunu kaplamış, iki büklüm tedirgin bir vaziyetteydi. Kız çayını içtikçe içi açılıyor, yüzünden neşe gülücükleri fışkırıyordu.

Onları, kendi hallerinde bırakarak hemen yanlarındaki masaya atladı gözleri. Bunların da çiftimizden farkı yok gibiydi. Bunlar da çiftti fakat bir dost, bir arkadaş görünümlü iki erkekti. Birinin yüzü kendisine dönük olduğundan rahatlıkla görebiliyor, hayatın tüm çilelerini görmüş, okumuş-yazmış, ömrün yükünü omuzlarında taşımış, çehresinde ciddilik emaresi okunan fakat gülümseyen yüzüyle insana kendine çeken ve tecrübe abidesi bir kimseyi andırıyor ilk bakışta. Ötekisinin sırtı dönük olduğu için tam göremiyordu. Konuşurken yaptığı jest, mimiklerden duruşundan bayağı morali bozuk, hayattan kopmuş, hayata küsmüş, sanki işlerinde bir şeylerin ters gittiği anlaşılıyordu.

Yüzü dönük arkadaşı çaydan bir yudum alıyor, yüzüne can, kan, nur geliyor. Ufaktan bir gülümseme edası beliriyor ve arkadaşına nasihatler ediyordu. Sırtı dönük arkadaşı ise derdinden, kederinden çayı unutmuş, nasihatlere kulaklarını tıkamış. Arkadaşının her nasihatinde o, ellerini kaldırıyor olmaz, imkânsız der gibi hareketler yapıyor. Bir ara arkadaşı, ‘’Çayını soğutma. İç bir kendine gel’’ der fakat içmez ve olumsuz haline devam eder.

Sanki çayda bir keramet var. Bu cennetten bir köşe olan Çınarlıda insanın rahatlaması, keyif alması, dertlerinden kurtulması sanki çayla oluyor.

Tüm masalara göz attığında dolu çay bardağı varsa oraya dert, tasa hakim. Boş çay bardağının olduğu masalarda da huzur, mutluluk ve mesut ifadeler hâkim.

Ne var bu çayda? Ne iksir var ki bu çayı içen mutlu oluyor. Gerçi çay kendi hayatımızdır. Acılarıyla, sevinçleriyle bir arada yaşarsak yani hayatı olduğu gibi görüp benimseyip yudum yudum içersek Çınarlının çayını tatmış oluruz.

Mesut Akdağ

Başarı Hikayeleri, kısa hikayeler, bir hikaye, gerçek hikaye, güzel hikayeler, Düşündüren hikayeler, eğitici hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, Öykü, öykü oku, Mesut Akdağ, Mesut Akdağ hikayeleri,

The post Bir Hikaye Oku “Çınarlı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html/feed 0
Hikaye Oku “Taziye” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html#respond Sun, 01 Oct 2023 18:34:00 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9192 Hikaye Oku “Taziye” Mustafa Ünver Ateşli genç sofi “bu söz ne menem bir şey, hiçbir anlamı yok, öylesine kafadan sıkılmış, işkembeyi kübradan sallanmış bir laf, olsa olsa sadece bir aforizma,” dedi. Halbuki kendisi sabahtan beri yüksek sesle meşrebine ait onlarca aforizma savurup duruyordu ortalığa, sanki onların bir anlamları varmış gibi. Kaldı ki kendi meşrebine körlük […]

The post Hikaye Oku “Taziye” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “Taziye”

Mustafa Ünver

Ateşli genç sofi “bu söz ne menem bir şey, hiçbir anlamı yok, öylesine kafadan sıkılmış, işkembeyi kübradan sallanmış bir laf, olsa olsa sadece bir aforizma,” dedi. Halbuki kendisi sabahtan beri yüksek sesle meşrebine ait onlarca aforizma savurup duruyordu ortalığa, sanki onların bir anlamları varmış gibi. Kaldı ki kendi meşrebine körlük derecesinde fanatikçe taraftarlığı olmasaydı ve karşıdakini azıcık dinleyip anlamaya çalışsaydı, muhatabının söylediği aforizmanın saatlerdir kendisinin o tok sesiyle bangır bangır ortama salladığı bölük pörçük lafları desteklediğini bile görebilecekti. Ama fanatizm böyle bir hastalıktı zaten. Doğru sadece kendi grubundan çıkabilirdi, çıkmalıydı, çıkartılmalıydı. Sadece kendi söylediklerini ve söyleyeceklerini düşün, onları ifade et ve yücelt. Karşı taraftan gelecek her türlü sözü ve cevabı bırak dinleyip anlamaya çalışmayı hemen reddet, küçümse, değersizleştir ve alaya al. Söylediğine ve ağzını açtığına öyle pişman et ki muhatabını; meydan tamamen sana, pardon meşrebine kalsın. Böylece hep sen konuş, hep sen savur; ola ki bu sayede orada bulunanlardan birilerini etkilemiş olarak yapıya kazandırabilesin. Sonra asla hata kabul etme, hiç geri adım atma; hep ötekini suçla, hasım tespit etmeyi unutma. Aman dikkat, karşı takıma hiçbir şekilde puan kazandırma. İşte körlüğün tanımı.

Başka bir meşrebe ait aforizmayı hafifseyip alaya alması tamamen bu fanatik körlükten kaynaklanmıştı. Tartışma hakkı teslim, adaleti ihya etmenin semtinden bile geçmiyordu. Bir insanın kendine ait olan en saçma bir şeye altın muamelesi çekip başkasına ait değerli ve yüce bir şeye, eski ve küflü teneke parçası muamelesi çekebilmesi insanlık adına ne acı bir çelişkiydi. “Her parti ancak kendisine ait olanla sevinip ferahlar,” ayeti geldi aklına.

Muhatabın sahibine nispet ederek ifade ettiği “yok yok olursa, var olur,” aforizmasının aslında toy sofinin dediği gibi “öylesine kafadan sıkılmış,” bir söz olmadığını, aksine matematikteki “eksi ile eksiden artı çıkar,” şeklindeki kurala benzediğini, hatta aynı şeyi ifade ettiğini fark etti. Hem sonra bu söz Allah’ın varlığını ispat eden önemli bir ilke de barındırıyordu. Allah’ın varlığı mı, yoksa haşa yokluğu mu ispatlanmaya daha muhtaç bir tezdi? Başka bir deyişle varlığının mı, yoksa yokluğunun mu açık ve sağlam delilleri vardı? Bugüne kadar varlığına dair onlarca delil görmüş, duymuş, okumuş ve incelemişti. Ama yokluğuna dair ciddiye alınabilecek tek bir delil ne duymuş, ne görmüş, ne de okumuştu. Öyleyse yokluk yok olmuş, yerini bir olan Allah’ın varlığına bırakmıştı. Ortaya iki yoktan bir var çıkmıştı şu halde. Rusların dediği gibi “İnsan anasız babasız yaşar, Tanrı’sız yaşayamazdı” işte, mesele bu kadar açıktı. Fanatik taraftarlığı, meşrebine futbol takımı tutar gibi körü körüne bağlanması, böylesine değerli düşünceleri ıskalamasına neden olmuştu. Hayatta ne çok şey ıskalanıyordu zaten tam da bu körlükten.

Ortamın ilmi bir tartışmaya izin vermeyecek kadar kalabalık ve heterojen, üstelik de kısa oturulması gereken bir taziye meclisi olması tartışmanın içine dahil olmasına engel oldu. Çünkü taze ölü dua isterdi, ruhuna gürül gürül Kur’an’lar, Fatiha’lar okunmasını arzu ederdi; cenaze sahipleri de taziyecilerin “ne yapalım ki emir büyük yerden, Allah rahmet etsin, başınız sağ olsun,” diyerek omuzlarına samimice dokunulmasını beklerdi. İlmi bir tartışmaya, hele de atışmaya izin verecek bir cedel ortamı hiç mi hiç yoktu. Böyle bir ortam olsaydı bile “aptalın yanlışını düzeltme, senden nefret eder,” sözü gereği kendisine samimi olarak sorulmadıkça belki yine de konuşmazdı.

Gökten yıldız topladıklarını sanan zavallılar, yerde, etrafında oturdukları sofranın mahiyetini bilmeyecek kadar kaba ve softa kimselerdi işte. Onlar büyük haritayla meşguldüler zanlarınca. Yerdeki basit, adi ve değersiz varlıklar meşgul olunmaya değmezdi kendilerince. Halbuki hiçbir büyük harita küçük haritayı ihmal etmemeliydi. Küçüğü ve azı ihmal eden büyüğe ve çoğa hakkını veremez, aza şükretmeyen çoğa şükredemez, kuruşta adil davranmayan tomar tomar paralarda da adil davranamazdı. Yerdekini değerleyemeyen göktekini nasıl fark edebilecekti ki? İmkansızdı bu. Şairin “güneşi ceketinin iç cebinde kaybetmek,” dediği bu olsa gerekti.

“Genç katır sert yellenir,” misali heyecanlı toy sofi hâlâ sallamaya devam ediyor, sürekli konuşuyor ve bir türlü susmak bilmiyordu. İçinden kaç defa “lâ havle,” çekti, “hay sizin meşrep terbiyenizi seveyim,” diye mırıldandı defalarca kendi kendine ve daha fazla dayanamayıp ortamı usulca terk etti.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye yaz, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, düşündüren hikayeler, ibretlik hikayeler, yol gösteren hikayeler, hikaye arşivleri, kısa hikayeler, Mustafa Ünver hikayeleri kısa ve güzel hikayeler, taziye, sofi, aforizma,

The post Hikaye Oku “Taziye” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html#comments Fri, 29 Sep 2023 14:48:49 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9186 Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” Dr. AYFER KARA Sıcak bir yaz günüydü, Hekimhan Kaymakamı her cumartesi alışkanlık edindiği üzere bir iki köyü gezecekti, kahvaltısını yaparken gezdiği köyleri yazdığı not defterine baktı, sırada Başkavak (Miheyl) vardı. Bardağındaki çayı yudumlarken kendi kendine “Ne garip bir isim Miheyl” dedi. Zil çalıyordu, gri eşofmanını aceleyle çıkarıp pantolonunu giydi, […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL”

Dr. AYFER KARA

Sıcak bir yaz günüydü, Hekimhan Kaymakamı her cumartesi alışkanlık edindiği üzere bir iki köyü gezecekti, kahvaltısını yaparken gezdiği köyleri yazdığı not defterine baktı, sırada Başkavak (Miheyl) vardı. Bardağındaki çayı yudumlarken kendi kendine “Ne garip bir isim Miheyl” dedi. Zil çalıyordu, gri eşofmanını aceleyle çıkarıp pantolonunu giydi, saçlarını kapının girişinde bulunan aynada eliyle hızlıca düzeltti ve kapıyı açtı, gelen şoförü Ragıp’tı. “Günaydın efendim, emrettiğiniz gibi birkaç soğuk içecek alıp arabaya koydum” dedi ve hemen koşup arabanın kapısını açtı. Kaymakam Bey arabaya oturdu, yol boyunca hiç konuşmadılar. Kaymakam yüzüne vuran güneşten rahatsız olup bir sağa bir sola geçti. Yarım saat sonra Başkavak’a vardılar. Muhtarın evine gittiler. Köylülerin hemen hepsi oradaydı. Kaymakamı güler yüzle karşıladılar, çay ikram ettiler. Karşılıklı hâl hatır sorduktan sonra kaymakam muhtara sordu, “Miheyl” ne anlama geliyor? “Miheyl bir Rus’muş, buraya gelip yerleşmiş. Çok çalışkan bir adammış, biraz sonra göstereceğim fıstık ağaçlarını o dikmiş” dedi. Kaymakam şaşırdı Miheyl hakkında daha çok şey duymak istiyordu. “Yabancı biri niçin bu dağa gelip yerleşmiş ki?” diye tekrar sordu. Ancak kimse bilmiyordu. Kaymakam, köy derneğini, okulu ve okul lojmanına bakmak istedi. Üçü de yan yana bir tepede bulunuyordu. Okul, öğretmen olmadığı için kapalı idi. Köyde de otuz ev ya vardı ya yoktu. İnsanlar bu köyden göçüp gitmişlerdi. Kaymakamın şoförü fıstık toplamak istiyordu, kaymakamdan izin aldı, zaten kaymakam da burada biraz yalnız kalmak istiyordu. Arabadan köyün manzarasını, yeşil tepeleri seyrederken uyuya kaldı. Rüyasında Mihayl Vasilyeviç’i görüyordu.

Mihayl Vasilyeviç ahıra girdi, sarı üzerine beyaz benekli ineğinin yularını çözüp dışarı çıkardı. Atını bahçedeki erik ağacına bağlamıştı. Arlov cinsi atının üzerindeki heybenin bir gözüne kapının önünde duran saksıdaki birkaç fıstık fidanını, birkaç değerli eşyasını, diğer gözüne de kapusta tohumlarını, biraz kartoşka ve siyah beyaz benekli kedisi Luna’yı koydu. İneği Kalina, atı Maşka ve kedisi Luna’nın başına okşadı, Luna heybede yatmayı çok severdi. Evinin önündeki kavaklar rüzgârdan sallanıyor, su arktan nazlı nazlı akıyordu. Arkı atlayıp sokağa çıktığında son kez yan yana vagon gibi dizilmiş ambarına, ahırına, hamamına ve iki katlı taş evine uzun uzun baktı. Verandaya bir kuş yuva yapmıştı, Mihayl, “Kuş yavrularını göremeyeceğim diye içinden geçirdi. Ceviz ağaçları, elma ağaçları ne kadar da büyümüştü. Bu evi babası inşa etmişti. Kardeşi Palina’yı bu evde evlendirmişlerdi. Kardeşi Sergey’i, annesi Marina ve babası Vasil kızamık hastalığından bu evde ölmüşlerdi. Babası Vasil evin önüne sıra sıra diktiği kavakları çaydan su getirip sulamıştı. Sonra tüm köylüler toplanıp her evin önünden geçecek şekilde su arkları açmışlardı. O vakit henüz Mihayl doğmamıştı. Sonra ailece geçirdikleri bayramlar gözünde canlandı. Bu düşüncelerden kurtuldu ve değirmenci Niko’ya veda etmek için çaya doğru yollandı. Mihayl Malaya Vorontsovka’dan (İncesu) ayrılırken cızılar ötüyordu, kurbağalar viyaklıyordu, gökyüzünde hilal vardı, sıradan bir akşamdı. O, değirmenci Nikolay’ı çok severdi. Buradan gitmek istediğini daha önce ona anlatmıştı. Niko, “Müslümanlarla nasıl yaşayacaksın? Seni içlerine ya almazlarsa o zaman geri mi döneceksin?” dedi. Mihayl “Burada Müslümanlarla hiçbir meselemiz olmadı ki orada olsun, eğer gittiğim hiçbir yerde kabul görmezsem Beyrut’a oradan da Amerika’ya giderim demişti. Niko da “Sen bilirsin, yolun açık olsun, Tanrı seninle olsun!” demişti, ama hiç de hoşuna gitmemişti.

Mihayl Vasilyeviç, Büyük Pyotr ve II. Ekaterina dönemlerinde Malakanların neler yaşadıklarını, Tambov’dan Azak Denizi civarındaki Tavriya bölgesine sürülmelerini, Tavriya bölgesindeki mutlu günlerini I. Nikolay’ın Çarlığı sırasında özendirilerek Kafkasya’ya göç ettirilmelerini, bu göçü kabul edenlerin 1839 yılından itibaren elli yıl süreyle askerlik yapmadıklarını, bir dönem istemeyerek de olsa silahlandıklarını ve Maksim Gavriloviç’i daha çok Niko’dan dinlemişti. İki yüz yıldır savaşmak istemediklerinden ve dini inançlarından dolayı çarlık yönetimi tarafından dışlanıyorlar, sürgün ediliyorlardı. Kars’ta pazardaki birinden geçmişte Alevilerin kendilerine benzer şekilde yaşadıklarını, Alevilerin, vergi vermemek ve baskıdan kurtulmak için dağlara sığındıklarını, orada yaşadıklarını, Malakanlar gibi cem denilen toplantılarda toplumsal sorunlarını çözdüklerini duymuştu, elbette bunun doğru olup olmadığını bilmiyordu. Kış bastırmadan kendi de böyle bir dağ köyüne yerleşip savaştan uzak duracaktı. Mihayl’in babası Vasil istemediği halde Osmanlı Rus Savaşı’nda Rus Ordusu’na lojistik destek sağlamıştı, Çarlık yönetimi onları Kars’ın verimli topraklarına yerleştirmişti. Mutlu mesut yaşarken Presviter Klubnikin bu bölgede bir kaos veya savaş olacağını, bunun için de Duhoborların, Malakanların ve Prigunların bu bölgeden Amerika ve Kanada’ya göçmesi gerektiği konusunda ısrar etmişti. Mihay’in ağabeyi ve ağabeyinin ailesi ve kız kardeşi Palina da Klubnikin’e inanarak Los Angelas’a göç etmişti. I. Dünya Savaşı’nın başladığı haberi gelmişti ve buradan ayrılmazsa savaşa çağırılacaktı. Ayrıca Mihayl’in gönlü de kırıktı. Çakmak köyünde düzenlenen eş bulma töreninde Sara’yı görmüş, ona âşık olmuş ama onun evlilik teklifini Sara kabul etmemişti. Sanki Mihayl’in inadına Malaya Vorontsovka’dan Aleks Mihayloviç ile evlenmişti. Mihayl her pazar ayininde onu görmekten hoşnut olmuyordu. Onu görmek Mihayl’i uykusuz gecelere mahkûm ediyordu. Amerika veya Kanada’ya gitmek istemiyordu, çünkü atından, ineğinden kedisinden ayrılmak istemiyordu. Belki tekrar geriye dönebilirdi, ailesinin mezarları Malaya Vorontsovka’da (İncesu) idi.

Mihayl, yirmi dakika yürüyerek Kars Çayı’na ulaştığında değirmenin köpekleri havlayarak ona doğru koştular, Mihayl’ı görünce kuyruklarını salladılar. Niko değirmenin kapısını açtı, Mihayl’i karşısında görünce onun buralardan tamamen gideceğini anladı ve acı bir şekilde gülümsedi. Niko elli yaşlarında dinç, sağlıklı ve bembeyaz dişli yakışıklı bir adamdı. O akşam değirmende yalnızdı. “Gel içeri Mihayl Vasilyeviç, sofra hazır” dedi. Sofrada tereyağı, kaşar peynir, yoğurt, lahana turşusu, krep ve kompot vardı. Niko, yemek sırasında “Lütfen Mihayl Vasilyeviç gitme, nereye gideceksin ne yapacaksın? Seni kızım Alyona’yla evlendireyim” diye ısrar ettiyse de Mihayl kararlıydı, artık buralarda durmak istemiyordu. Yemekten sonra Mihayl “Ben artık gideyim diye ayağa kalktı. Niko, “Sabah erken yola çıkarsın bu gece burada kal” dedi. Mihayl de son kez çok sevdiği Niko ile biraz daha sohbet etmek istiyordu. Geç saatlere kadar sohbet ettiler. Sabah ayrılırken sıkı sıkı sarıldılar, Niko ona kendi yaptığı bir bıçağı hediye etti.
Mihaly Vasilyeviç yedi saatlik bir yolculuktan sonra Çakmak köyünde yaşayan halası Sonya’ya geldi, halası fırında ekmek yapıyordu. Mihayl’i görünce hemen elini yıkadı, önlüğüne sildi. Kardeşi Vasil’in Kars’ta kalan tek oğlunu hasretle kucakladı.

Kahvaltı sofrasına evde ne varsa ne yoksa koydu, birlikte güzel bir kahvaltı yaptılar, eskilerden bahsettiler. Sonya ve onun kocası Valeriy Mihayl’e sarılıp ağlaştılar. Mihayl ayrılırken Sonya ona on beş bulka ve bir altın lira verdi. Sonya Hala, Mihayl düzlükte kayboluncaya kadar yaşlı gözlerle arkasından baktı. Mihayl Vasilyeviç, kendini yalnızlığın kucağına atmıştı, yolda ineğini sağıp sütünü içerek ve hatta bazen sütüyle ekmek, sebze ve meyve takas ederek Sarıkamış, Horasan, Pasinler, Erzurum, Erzincan üzerinden yirmi günde Merzeme’ye (Ballıkaya) geldi. Merzeme dağların eteğinde bir köydü. Köyün ileri geleni Ali Ağa ona etli bulgur pilavı ikram etti, buraya niçin geldiğini sordu. Mihayl Vasilyeviç buraya yerleşmek istediğini, kimsesi olmadığını söyedi. Ali Ağa onun bir şeylerden kaçtığını anlamıştı. Ama üzerine varmadı. Mihayl çok çalışkandı, ahırın kırık kapısını onardı, hayvanları tımar etti, ahırı temizledi, çeşmeye yalak yaptı, kısa sürede Ali Ağa, Mihayl’i çok sevdi, kendi köyünde boş ev yoktu ama daha uzakta maşatlıkta bir ev vardı. Ali Ağa Mihayl’e maşatlıkta Ermeni bir karı kocanın öldüğünü evlerinin boş kaldığını oraya yerleşebileceğini söyledi. Orada da Aleviler yaşıyordu. Çobanı Veli’yi çağırdı ve Mihayl’i oraya götürmesini söyledi. Mihayl eve yerleşir yerleşmez ilk iş olarak fıstık fidanlarını evinin önüne dikti. Civarda yaşayan köylüler sarı uzun saçları ortadan ayrılmış, sakallı, yeşil gözlü, iri yarı “Mihayl” isimli bu adama iyi davrandılar. Düğünlerine ve toplantılarına çağırdılar. Mihail’e “Size kimler derler, nerelisin?” diye sorduklarında o “Bize Malakanlar derler, ben muhacirim” diyordu. Onlar “Malakan” kelimesini daha önce duymadıklarından kısa sürede unutuyorlardı.

Mihayl Vasilyeviç maşatlığa yerleşeli üç yaz olmuştu. Komşuları onu seviyordu, o çok farklıydı, atıyla tarlayı sürüyordu, kartof (patates) ve kelem (lahana) ekiyordu, herkese yardım ediyordu, okuma yazma biliyordu. Evinin damını her yıl sıvıyordu. Toprak ısınmadan tarlaya buğday ve arpa ekmiyordu. Çünkü toprak ısınmadan tohum ekilirse istenildiği gibi kaliteli ürün alınmazdı.

Yemekten önce mutlaka kekik gibi çeşitli çaylar içiyordu. Çayın yanında da bal yiyordu. Asla onlarla rakı içmiyordu. Köylüler onun kan davasından kaçıp buraya yerleştiğini düşünüyorlardı. Ama öyle değildi, Mihayl savaşmak istemeyen, çalmayan, öldürmeyen, barışçıl bir toplumdan geliyordu. Mihayl kadınlara da gözünü kaldırıp bakmıyordu. Tertemiz bir adamdı, hakikaten süt kadar temiz bir karaktere sahip tam bir Malakan’dı. Mihayl bu yörenin insanına çok çabuk alıştı. Köylüler çok samimi insanlardı.

Mihayl’in mezheptaşları inançları yüzünden krestit yapmadıkları, domuz eti yemedikleri, ihtişamlı kiliseler için vergi vermek ve savaşmak istemedikleri, oruç zamanında süt ürünlerini tükettikleri için Sibirya’ya ve Tavriya’ya bölgesine sürülmüşlerdi. Aleviler de gözden uzak olmak için bu dağlara inançları yüzünden çekilmişlerdi.

Ali Ağa ve Mihayl on beş günde bir birbirlerini ziyaret ediyorlardı, Mihayl ona mızıka çalıyor, Ali Ağa da ona saz çalıyordu. Birlikte güzel vakit geçiriyorlardı. Bu ziyaretlerden birinde Ali Ağa, Mihayl’e “Miheyl artık evlenmen lazım, evin var, her şeyin var bir de karın olsun, benim yeğenim Elif becerikli, akıllı ve yiğit bir kız, birbirinize yakışırsınız” dedi. Mihayl bu teklife memnun oldu. Siyah saçlı, elma yanaklı, kara gözlü Elif ile evlenmeyi kabul etti. Aslında Malakanların adetine göre kız ve oğlan tanışıp anlaşırdı, sonra kızın ailesi oğlan tarafının masasına mendil bırakırdı, damat adayının ailesi de mendilin yanına para bırakırdı. Ama artık Mihayl’in bu şekilde evlenmesi imkânsızdı ve tek yaşamaktan sıkılmıştı. Kışın zaman geçmek bilmiyordu, komşularıyla sohbet ettikleri, semaverde çay demledikleri eski günlerini özlüyordu. Mihayl, Kars’ta Malaya Vorontsovka’da yaşasaydı ona asla bir Türk kızını vermezlerdi. Yani Ali Ağa onu onurlandırmıştı. Ali Ağa düğünde etli pilav verdi, davul zurna eşliğinde halaylar çekildi. Mihayl çok iyi bir koca oldu, bir iş yapmadan önce mutlaka Elif’e soruyordu. Elif ve Mihayl birbirlerini çok seviyorlar, el ele verip çok çalışıyorlar. Biri toprağı sürerken diğeri tohum saçıyor, çamaşırı bile birlikte yıkıyorlardı. Mihayl’in bahçeye diktiği fıstık fidanları da hayli büyümüştü, Mihayl onlardan aldığı gözleri Niko’nun bıçağı ile köydeki genç dağın, alıç fidanlarına aşıladı. İki yıl sonra ağaçlar fıstık vermeye başladı. Köydeki insanlar ilk defa fıstık yiyorlardı. Her konuda Mihayl’e akıl danışıyorlardı ve bu akıllı adamı çok seviyorlardı. Mihayl de onları seviyordu. Mihayl ailesini, akrabalarını ve tanıdıklarını çok özlese de onlardan hiç söz etmiyordu. Çünkü onun akrabalarının bazıları Kanada’ya, Amerika’ya göçmüşler bazıları da Rusya’ya dönmüşlerdi bile, Rusya Kars’tan çekilmişti ve Kars Türklere bırakılmıştı, Keşiş Klubnikin’in söylediği gibi bölgede bir kaos ortamı vardı.

Kaymakam, şoförü Ragıp’ın ona seslenmesiyle uyandı. Şoför elinde bir poşet fıstıkla dönmüştü. Kaymakam rüyasında sanki bir film seyretmişti, hatta bazen Mihayl’in kendisi olmuştu. Artık Miheyl’in kim olduğunu, niçin burayı yurt edindiğini ve insanların bu köyü niçin “Miheyl” olarak isimlendirdiğini biliyordu. Maalesef örnek bir şahsiyet olan Mihayl’in mezarına köylüler onun adının yazılı olduğu bir taş bile dikmemişlerdi. Onun adı artık köyün de adı değildi, bu bölgede ilk defa fıstık yetiştiren Miheyl’in adı bu bölgeye yerleşmiş olan ilk ve son Malakan olarak bu fıstık ağaçlarında yaşayacaktı.

Dr. AYFER KARA
MİNSK, 2023

The post Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html/feed 1
Hikaye Oku “BARA BİLLOM” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html#comments Thu, 21 Sep 2023 20:00:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9171 Hikaye Oku “BARA BİLLOM” Prof. Dr. Murat KARA Malatya’nın Hekimhan İlçesinde insanlar eskiden yazları sadece bahçelerini ekip dikmek ve ürünleri toplamak için değil, serinlemek ve temiz hava almak için Mayıs ayı ortalarında Hekimhan’dan daha yüksekte olan bahçe evlerine taşınırlardı. Çünkü bahçeler geceleri oldukça serin olurdu hatta sabaha karşı hava daha da soğuduğu için insanlar yataklarının […]

The post Hikaye Oku “BARA BİLLOM” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “BARA BİLLOM”

Prof. Dr. Murat KARA

Malatya’nın Hekimhan İlçesinde insanlar eskiden yazları sadece bahçelerini ekip dikmek ve ürünleri toplamak için değil, serinlemek ve temiz hava almak için Mayıs ayı ortalarında Hekimhan’dan daha yüksekte olan bahçe evlerine taşınırlardı. Çünkü bahçeler geceleri oldukça serin olurdu hatta sabaha karşı hava daha da soğuduğu için insanlar yataklarının içinde büzülürlerdi. Yaz boyunca acil bir ihtiyaçları çıkmadığı sürece alışveriş yapmak için cuma günü hariç Han’a (Hekimhan) inmezlerdi. Çünkü cumaları kasabada pazar kurulur. Bir de, eğer Ramazan ayı yaza gelmiş ise teravih namazı için inerlerdi. Hekimhan halkı özellikle yazın Han Bağlarında ve Kandıl’da otururlardı. O yıllarda sokak lambaları olmadığı için akşam karanlığında teravih namazına gitmek için evlerinden çıkıp yol boyunca diğer yaya veya eşeğe binmiş insanlara katılarak bir teravih konvoyu oluşturulurdu. Teravih namazı bitiminde de aynı şekilde insanlar bu konvoyla Han Bağlarına geri dönerlerdi. O yıllarda kasabanın tek camisi Köprülü Mehmet Paşa Camisiydi ve tüm namazlar bu camide kılınırdı.

Sanırım 1950 veya 1951 yılıydı ve Ramazan ayıydı. Herkes tarafından sevilen ve aynı zamanda çok içki içen çarşı esnafından “Servet” isimli bir adam vardı. Servet, Ramazan ayı olmasına rağmen her zaman olduğu gibi yine içip sarhoş olmuştu. O akşam, üzerine beyaz, uzun bir entari giyip mezarlığa giderek musalla taşının üstünde ki salacanın (üstü açık tabut) içine girerek yatmıştı. Bağ ahalisi camiden çıkmış, konvoy halinde evlerine dönüyordu. O vakit çevre yolu olmadığı için Budaklı-Kandıl yolu mezarlığın girişiyle aynı seviyede idi. Kalabalık teravihten çıkmış musalla taşının hizasına geldiğinde salacanın içinden birden beyazlar içinde bir varlık “bara billom” diye bağırarak birçok defa yatıp kalkmaya başladı. Ahali şaşırmıştı. Herkes korkuyla “Hortlak, hortlak var diye bağırıp kaçışmaya başladı. Bazıları orada dona kalmıştı ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. O nesil hortlak hikâyeleri ile büyütülmüş bir nesildi. Çocuklar ocağın etrafına dizilir yaşlıların korkunç cadı, hortlak, cinlerin padişahı, al karısı vb. gibi hikâyelerini dinlerdi. Çocuklar bazen o kadar korkarlardı ki gece tuvalete tek başlarına gidemezlerdi. O zamanlarda hemen herkes hortlaklara, perilere ve cinlere inanıyordu.

Aliseydi, Ahmet dayısı ve arkadaşları yan yana seğirtiyorlardı (Seğirtmek= koşar adımlarla yürümek). Hortlak kısa bir süre sonra salacadan çıkıp koşarak arkalarına düşmüştü. Var gücüyle koşuyordu. Ahmet dayı korkmuyordu veya korkusunu belli etmiyordu. Hızlı yürüyordu ama koşmuyordu (Han deyimiyle carı carı yürümek ya da seğirtmek). Bağ köprüsünü geçmişlerdi ki arkadaşlardan biri olan Doğan, Aliseydi’ye bağırdı:

— Ula oğlum, hortlak üzerimize doğru geliyor, kaçalım haydi.

Konvoydan bazıları çoktan görünmez olmuşlardı. Bağ köprüsünü geçip yokuşa geldiklerinde Ahmet dayı durup Ayetel Kürsi, Nas, Felak Surelerini arka arkaya okuyordu. Aliseydi ve kalabalıktan birkaç kişi onun yanında duruyordu. Ahmet dayının maneviyatına ve gücüne her zaman saygı duyarlardı. Hortlak onlara yetiştiğinde sesinden onun Servet olduğunu anladılar. Servet de Ahmet dayıyı tanıdı. Onlar Servet ile konuşmaya başlayınca oraya buraya saklanmış adamlar da çıktılar. Hep birlikte hem Servet’in entarili haline hem de kendi saflıklarına kahkahalarla gülüyorlardı. Ahmet dayı sordu:

 Oğlum Servet sen ne diye bağırıp insanları korkutuyorsun, senin derdin ne, bu mübarek Ramazan’da içki içilir mi? Servet mahcup bir şekilde cevap verdi:

— Sizi düşman askerleri belledim Ehmet emmi, kusuruma bakmayın, dedi ve Ahmet dayının elini öptü.

Aliseydi yine bir olayın sonunda kahramanlardan biri olmuştu. Servet içkinin verdiği cesaretle peşlerinden koşmuştu ki düşmanları korkutsun. Aslında Servet “bara billom” diye bağırırken o vaktin meşhur İtalyan marka Parabellum tabancayı kastediyormuş. Gerçekte tabancası falan yokmuş. Karanlıkta o kalabalığı bir tabur düşman askeri zannetmiş, kendini savunmak ve askerleri korkutmak için sarhoş kafasıyla güya ateş ediyormuş.

(Bu hikâye merhum Aliseydi PEKTAŞ (Ö. 2005) tarafından aktarılmıştır. Servet, hortlak sanılan kişinin gerçek adı değildir. Merhumun adını hikâyede zikretmek istemedim.)

Yazan: Prof.Dr. Murat KARA

hikaye, hikaye oku, kısa hikaye, korku hikayesi, eğlenceli hikaye, hortlak hikayeleri, korkunç, cadı, hortlak, cinlerin padişahı, al karısı hikayeleri, 

The post Hikaye Oku “BARA BİLLOM” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html/feed 1