Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu”


Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu”

Mustafa Ünver

Yine yoğun bir iş günü bitmiş, kendini taşıyamayacak kadar bitkin ayaklarla otobüs durağında bekliyordu Hasan. Sararmış yaprakların ağaçlardan rüzgarın da etkisiyle sağa sola uçuşarak düşmesi, şehirde buruk ve hüzünlü bir sonbahar şarkısının terennüm edilmesine neden oluyordu. Hasan bir an önce evine dönmenin özlemini duyuyordu. Sıcak bir çorba içip gül yüzlü eşinin ferahlatıcı sohbetiyle ancak kendine gelebilirdi. Gün onu iyice bunaltmış, gerçekten yormuştu. İşyerindeki şef iş dağılımı ve ücretlendirme konusunda açıkça haksızlık yapıyordu. Bu haksızlık sadece bugün olmuş da değildi sonra. Bir şeyi bir defa yapabilen her zaman yapabiliyordu işte. Canla başla, özverili ve işinin hakkını vererek kurumuna faydalı olma gayretinde olan Hasan’a her zamanki gibi yine sadece yoğun iş yükü düşmüş; hafta sonu gerçekleşecek olan havadan sudan mini tatili kaymaklı mesai ücretiyle katmerleyen görevlendirme şefe yağcılık yapmaktan başka bir vasfı olmayan, üstelik toplantı konusuyla uzaktan yakından ilgi ve alakası olmayan Uygun’a verilmesi ister istemez canını sıkmıştı. İçi dardı ve bu sıkıntı onu günün rutin yorgunluğundan daha çok bitiriyordu. “Külfet nimete, nimet külfete göredir, ilkesi hani nerede? Beden yorgunluğu geçer, ama gönüldeki yorgunluk ne olacak? Geçmiyor işte,” diye kendi kendine içlenip söyleniyordu.

Yüzüne düşen çiseli yağmur damlaları hoşuna gitmiş, içine birden ferahlık gelmişti. Durağın sundurmasına girmeye çalışan insanların aksine Hasan dışarı çıkmaya çalışıyordu. Bu haksızlıklara sadece içinde isyan etmiyordu. Şefin yüzüne karşı bu haksızlığı açıkça ifade ederek tepki göstermesi başlangıçta Hasan’ı bir miktar rahatlatmıştı. Bu kez de şefin pişkin haksızlık kılıfı canının daha da sıkılmasına neden olmuştu. İnsan yeri gelince ne kadar kaba, vahşi ve görgüsüz olabiliyordu işte. Neymiş efendim bu görevlendirme tamamen kendi tercihi ve görev yetkisi içindeymiş ve dışarıdan haksız ve adaletsiz görünebilse bile kurumun sağlıklı işlemesi için yetkisini böyle kullanması gerekiyormuş. Böyle yapılmazsa makam zedelenir, kurum zarar görürmüş. Özrü kabahatinden büyük denir ya, şefinki de o misal. Sanki genel müdüre yağcılık etmek için yeğenini allayıp pulladığını kimse bilmiyordu. Sonra şefin Hasan’dan hoşlanmadığını; onun dürüst, çalışkan, kimseye yağcılık etmeyen, sadece kendi işinde ve gücünde biri olmasından hiç hazzetmediğini sanki kimse bilmiyordu. Anlayacağınız kümesi bekçi kıyafeti giymiş tilkiler bekliyordu. Hani şair diyor ya: “Günümüzde insan olmanın / Çok ağır bedeli var / Ya parçası olacaksın alçaklığın / Ya seni parçalarlar,” o hesap. Karanlık ancak karanlıktan hoşlanıyordu; aydınlıktan ise nefret ediyordu işte. Haksızlık ve adaletsizlik de en kara zulümdü, zulmetti, haramdı ve zifiri karanlıktı. Hatta sadece günah işlemek, haksızlık etmek, adaletsizlik yapmak değil; başkasının yaptığı yanlışa rıza gösterip desteklemek de aynı şekilde günah ve haramdı. Hele de adalet ve hak hiç ama hiçbir şart ve durumda örselenemeyecek kadar büyük kavramlar ve değerlerdir. “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse de kıyamet kopsun,” sözünün ağırlığı hele de iddiası olan bu türden insanlarda gram çekmemesine öyle üzülüyor, öyle öfkeleniyordu ki. Sadece kuru ezan, vatan, bayrak mottosuyla verilen kitlesel coşkuya zaman zaman sosyal medyada eşlik edip tempo tutmak ve haftada bir Google havuzundan seçtiği ayet veya hadisi paylaşmak ne kadar kolay, ne kadar sığ bir dindarlıktı. Ne ki bunlar her şey için yeter görünüyordu kimi zihniyet insanına. Muhammed Peygamber’in “ben de adil olmayacaksam ya kim adaletli olacak?” diye haykırışı ve serzenişi özellikle de iddialı insanlarda neden ama neden bir türlü karşılık bulmuyordu. Bu nübüvvet haykırışına herkesten önce onların “biz de adil olmazsak, ya kim adil olacak?” diye icabet etmesi, durumlarını düzeltmesi, hak yemeyi bırakması gerekmez miydi? Hem sonra adaletsizlik ve haksızlık yapmanın bir gerekçesi, bir izahı olabilir miydi? Böyle bir fasit mantığa hakka körlük yaşamış olanlardan başkası sığınabilir miydi? Her şeye bir izah, bir kılıf elbette bulunabilirdi belki ama hakka ve adalete karşı asla bulunmamalıydı, bulunamazdı. Çünkü hak ve adaletten daha yukarı hiçbir değer yoktu ki şu alemde. Haksızlığı ve adaletsizliği mazur gösterecek, caiz kılacak hiçbir gerekçe de olamazdı bu yüzden. Kama-manas haksızlık ve adaletsizlik yapma konusunda ne türden kuşkular, sanılar ve sanrılar oluşturursa oluştursun vehim asla itibar edilemez, dikkate alınamazdı. Hatta ne türden bir zorunluluk olsa bile herhangi bir zaruret bir başkasının hakkını ortadan kaldıramazdı.

Hasan zihin dünyasında bu düşünce ve duygularla cebelleşirken inmesi gerektiği durağa bir hayli yaklaştığını bile fark etmemişti. Bu yaman çelişkilere karşı iç dünyasında patlayan volkan öyle kolay dinecek gibi değildi. Başını alıp dağlara vurmak, hayatının geri kalanında hiçbir insan yüzü görmeden Robenson Crusoe misali yaşama hülyası benliğini kaplamıştı ki bu kez de otobüsün camından kaldırımdaki dev reklam panosunda pişkin pişkin sırıtan insan silueti dikkatini çekti. Popüler ulusal televizyon dizilerinden tanıdığı ünlü komedyenin otuz iki dişini birden sergileyerek ve iki elinde tutarak gösterdiği yeni formüllü Arap sabununun altında kocaman harflerle yazılmış “Bir sor, haydi bir sor bakalım; ben bunu niye yaptım?” cümlesine acı acı gülümsedi. “Hey güzel Allah’ım Sen bana ve aklıma mukayyet ol ne olur!” mırıltısını terennüm etmesiyle durağında inmesi bir oldu.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Başarı Hikayeleri, Bir Hikaye, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir