Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Refik Halit Karay arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/refik-halit-karay Hikaye Çeşitleri Mon, 25 Dec 2023 18:15:10 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Refik Halit Karay arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/refik-halit-karay 32 32 Hikaye Oku “ANTİKACI” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html#respond Mon, 25 Dec 2023 18:15:10 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9280 Hikaye Oku “ANTİKACI” Refik Halid Karay Hikaye oku; Otomobili ikide bir durdurup erkek, çocuk, kadın, kimi  görürsek soruyorduk: Hikaye  “Antikacı Şeyh Efgani’nin evi bu sokakta mıdır?” Yanımdaki adam Lübnan’da belediye müsteşarlığında bulunan bir delişmen Fransızdı; zengindi, şarka unvan almak için gelmişti; ibrik koleksiyonu yapıyordu. Halep’e bu şeyhin şöhretini işiterek koşmuş, bir gece evvel kermeste tanıştığımız […]

The post Hikaye Oku “ANTİKACI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “ANTİKACI”

Refik Halid Karay

Hikaye oku; Otomobili ikide bir durdurup erkek, çocuk, kadın, kimi  görürsek soruyorduk: Hikaye 

“Antikacı Şeyh Efgani’nin evi bu sokakta mıdır?”

Yanımdaki adam Lübnan’da belediye müsteşarlığında bulunan bir delişmen Fransızdı; zengindi, şarka unvan almak için gelmişti; ibrik koleksiyonu yapıyordu. Halep’e bu şeyhin şöhretini işiterek koşmuş, bir gece evvel kermeste tanıştığımız sırada, bana, ertesi gün beraber aramaklığımızı teklif etmişti. İçki ahbaplığı bu ya, peki demiştim. Hikaye 

Neden sonra, işaret edilen bir kapının tokmağını vuruyorduk. Hikaye  

İçeriye girer girmez beni bir şaşkınlıktır aldı: Ta kapı yanından başlayarak karmakarışık bir eşya yığını, leğenler, ibrikler, kandiller, kaseler, yazılı taşlar, boyalı camlar, tuğla parçaları yerlere serilmiş, duvarlara asılmış, rafları doldurmuş, merdiven basamaklarına kadar sıralanmıştı. Hikaye 

Kapı iple çekilerek açıldığı için bizi karşılayan yoktu; fakat yukarıdan bir ses geliyordu: Hikaye 

“Tafaddalu!” Hikaye 

Bir şey düşürmemeye, bir şeye basmamaya ve çarpmamaya dikkat ederek ahşap ve gıcırtılı merdivenlerden çıktık; sahanlık da tıka basa doluydu. İkinci katta kapıları açık üç oda göründü; üçüncüde eşya ve hırdavat tavanlara kadar taşmıştı. Hikaye 

Sesin geldiği tarafa yürüdük. Yer minderlerinde, antikalara gömülü gözlüklü bir adam oturuyordu; saçı sakalına karışmıştı; başında türbe çuhası renginde, koyu yeşil bir kumaş sarılmış acayip bir külah ve sırtında koyun pöstekisinden kolsuz bir hırka vardı. Yanındaki küllü bakır mangalda, birbiri üstüne konmuş çay ibrikleri dumanlanıyordu. Hikaye 

“Tafaddalu!” Hikaye 

Fakat yerinden kalkmadı; eşyalar arasında bize birer tahta kahve iskemlesi gösterdi. Oturmaya cesaret edemeyen arkadaşım sordu: Hikaye 

“İbrikleri görmek istiyorum.” Hikaye 

Kötü bir Fransızca ile öteki cevap verdi: Hikaye 

“Dolaşıp bakınız, arayınız, beğendiğinizi getiriniz, uyuşuruz.” Hikaye 

Daha iyi bir muamele görmek ümidiyle belediye müsteşarı dedi ki: Hikaye  

“Sizi bana, yüksek komiserlik başkatibi tavsiye etti.” Hikaye 

“Teşekkür ona … Hikaye 

İyi müşterimdir, inek ve öküz çıngırağı toplar. Beş bin çeşit çıngırağı olduğunu söylüyor. Bütün Avrupa ve Asya’da kullanılan çıngırakları tamamlamış; yakında Afrika ve Okyanusya’yı aramaya başlayacak! Yalnız Afganistan’ dan kendisine seksen yedi parçasını ben sattım.

Çıngıraklar içinde deveninkiler en kıymetsizidir. En değerlileri yak çıngıraklarıdır, Tibet’te … Yak denilen hayvan 2000 metre irtifadan aşağıda yaşayamaz.”

Antikacı Şeyh, bunları söyledikten sonra, odaları “Geziniz, seçiniz!” manasına eliyle işaret etti ve önündeki kitabı okumaya koyuldu. Ben yerimden kımıldamadım; zira ibrik hakkında hiçbir fikrim yoktu; bildiklerim eskiden baba evinde kullanılan sarı leğen ibrik ve adi bakır ibriklerdi. Hepsinin de ağızları, nedense, şiş karınlarının altından başlardı; testilerle farkları da buralarındaydı.

Fransız oda oda gezmeye başladığından, sakalına rağmen çok genç görünen Şeyh Efgani ile karşı karşıya kalmıştım; bir müddet etrafımdaki tozlu topraklı, eğri büğrü, yamru yumru, kırık mırık, çarpuk çurpuk eşyaya baktım; nihayet bıktım; şimdi antikacının yüzünü seyrediyordum.

Gayet muntazam, hatları nazik, teni beyaz ve mat bir çehre; gözleri adeta mavi ve saçları sarışın, ensesinde gür ve pembe bir kan tabakasının kuzey insanlarını ve Anglosaksonları hatırlatan feyzini (bereket, bolluk) görmekteyim. Bu renge cenupta ve Asya’da rastlanmaz.

Zihnimden Afganistan’a ait bütün malumatımı geçirmekteyim. Bir yerde okumuştum: “Afgan dağlıları sarışın ve mavi gözlüdürler, bu itibarla da etnograf mütehassısları için çok meraklı bir mevzu teşkil ederler.”

Ben, böyle dikkatli dikkatli yüzüne bakıp düşünürken, birdenbire Şeyh’in gözleri üzerime çevrildi. Hoşlandığını anlatan bir bakış…  Bir an için mavi, tatlı rengin içinden, yanar ispirtoya tutulmuş bir iğne kızıllığı geçmişti. Bunu belli etmemeye çalıştığını sezdim; gülümsüyordu ama, bana bir hoşnutsuzluk çökmüştü. Düşündüğümü açıkça söylemeyi tercih ettim; Fransızca: “Afganistanın’ın dağlık ahalisinden olmalısınız,” dedim, “sarışın ve mavi gözlüsünüz… “

Ferahladığını zannettim. Bu sefer candan gülerek: Hikaye 

“Evet … Galabadlıyım. Siz nerelisiniz?” Hikaye 

“Türkiyeli.”

Mavi gözler yüzüme dikildi, kaldı. Bu adam, şüphesiz benden hazzetmiyor; aramızda ilk dakikadan itibaren bir antipati hasıl olmuştur; konuştukça, tanıştıkça bu, artacaktır.

Her zaman dikkat etmişimdir; Açık ve dürüst iş yapmayanlar benden ürkerler, göz göze gelmekten çekinirler; huzurum onlar için hiçbir zaman hoşlandırıcı olmaz. Zahir, derim, yüzümde kolayca aldatılacak bir adam olmadığımı belli eden bir şey var, derinleştirici ve teferruata nüfuz etmeye istidatlı (yetenek) bir bakış… Bu bakışta bir “Görüyorum!” manası…

Fakat, hakikaten, bu, böyle midir? Hadsiz, hesapsız tecrübelerimle anlıyorum ki kim bakışlarımın karşısında kaçamak, çekingen davrandıysa ve ben de bir “Kabımda olamamak” diye anlatabileceğim bir huzursuzluk duydumsa, o adamın sonunda dürüst olmadığı meydana çıkmıştır. Seyahat, edebiyat ve politika hayatı esnasında rastladığım tipler hep bu neticeyi verdi.

Öyle olmakla beraber, Şeyh’in sükfıtundan sinirlenerek sormaya devam ettim:

“Antikaları siz mi gezer toplarsınız?”

“Kendim de toplarım, başkaları da getirir… Afgan’da, İran’da, Irak’ ta, her tarafta ortaklarım vardır.”

“Demek ara sıra gezersiniz … Hindistan’a, Tibet’ e filan? Türkiye’ye de gider misiniz?”

Gözleri çoktan gene kitabına çevrilmiştir; başını kaldırmadan cevap veriyor:

“Çok az gezerim, Türkiye’ye de hiç ayak basmadım.”

Acaba? …

Bu sırada belediye müsteşarı içeriden seslendi:

“Geliniz aziz dostum, geliniz; bir ibrik buldum ki…” Hikaye 

Kalktım. Yürürken arkamdan o bir çift mavi gözün, kitap sayfalarından ayrılıp beni dikkatle seyrettiğine hüküm vermiştim. Birden döndüm ve tahminimde haklı olduğumu anladım: Zira Afganlı Şeyh ‘in gözlerini anlatamayacağım bir mana ile bana dikili bulmuştum.

Alışveriş bittikten sonra, antikacı bize ufacık billur kadehlerden yeşil çay ikram etti. Yeşil çay sıcağa, susamaya karşı en mükemmel devaymış.

“Biz Afganlılar çayı çok severiz.”

Biraz geçti; gene o söylüyordu:

“Biz Afganlılar çaydan bıkmayız.” Hikaye 

Ve bana öyle geliyordu ki, Şeyh bu “Afganlı” kelimesinde fazla ısrar ediyordu. Mamafih doğru söylemek lazım: Beni meraka, vesveseye düşüren bu noktaları o zaman şuurla, vazıh (açık, net) bir surette öğrenmemiştim. Bütün onları aradan on sene geçtikten sonra, şimdi anlatacağım bir tesadüfle hatırlıyor, on sene evvel müphem (belirsiz) olarak duyduğum hislerin değerini bu tesadüfün tesiriyle kıymetlendiriyordum.

Bana öyle gelir ki, seçme adamlar; bir hadise karşısında sadece -benim gibi- müteessir olanlar, müphem şeyler duyup ruhlarından incinenler değildir; teessürle beraber bir hüküm verebilenlerdir. Soğuktan veya sıcaktan nebatlar da teessür duyarlar; fakat korunamazlar, tesirinde kalmakla yetinirler.

Yeni aldığı antikaları sevinçle bağrına basan arkadaşıma arabada dedim ki:

“Sevimsiz bir adam bu Şeyh … Ne dersiniz?” Sözüme ehemmiyet bile vermedi:

“Hele siz şu ibriğe bakınız, Emevi devrine ait ne değerli bir eser!”

Ben diyemedim ki: Hikaye 

“O herifin gizli bir rolü var, hatta Afganlı bile değildir!”

***
Filistin vakasının başlangıcındaydı; Mısır dönüşü Kudüs’teki King David Oteli’nde yol arkadaşlarımla beraber akşam viskisi içiyorduk. Masaların çoğunda İngiliz subayları oturuyordu; kapıdan bir yenisi girdi.

Bu geleni gözüm ısırıyordu. “Nereden görmüştüm acaba,” diyordum, “işgal zamanı İstanbul’da mı? Kahire’de mi?

Vapurda veya trende sivil kıyafette mi?”

Sonra, birden, aklımdan yeşil tülbentli bir külah, bir darmadağınık saç sakal, bir çift inatçı, çiğ, sevimsiz mavi göz geçti. Subayla karşı karşıya gelmemek için iskemlemin yerini usulcacık değiştirdim.

Bir sır sezdiğini belli etmek, böyle, sokaklarında serseri kurşunların dolaştığı ve sabahleyin köşe başlarında ölülerin sıralandığı yerde akıllı işi olmasa gerekti.

Fakat Suriye’ye dönünce, Şeyh efendiyi sormaktan kendimi alamadım.

“Çoktan memleketine gitti,” dediler, “yerine kardeşinin getirtti, şimdi eşyayı satan odur. Kendi halinde saf bir delikanlı!”

Ama bu sefer antikaları görmeye gidecek olan herhalde ben değildim!
Şişli, 1 939

Gurbet Hikayeleri- Yeraltında Dünya Var/ Refik Halid Karay 

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, öykü, gurbet hikayeleri, Refik Halit Karay hikayeleri, Refik Halit Karay, Türk edebiyatı, hikaye arşivi, hikaye örneği, öykü arşivleri, hikaye arşivleri, öykü örnekleri, hikaye örnekleri,

The post Hikaye Oku “ANTİKACI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html/feed 0
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html#respond Wed, 26 Jul 2023 13:24:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9101 Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi Refik Halit Karay   Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: “Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?” “Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.” Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini […]

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi

Refik Halit Karay

 

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:

“Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?”

“Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”

Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun zevkini kaçıracak.

İçinden:

“Bir başkasını bulunca savarım! ” dedi.

Fakat hikayesini dinlediği için savamadı:

Balkan Harbi kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış:

Düşman geliyor!

Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da…

Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, firar için ne vasıta varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru…

Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su tabakaları, gece… Dinliyorlar:

Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı. ..

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duyuyor.

“Uyuma Ali,” diyor, “uyuma!”

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:

“Uyuma Emine’m,” diyor “uyuma!”

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:

“Uyu ciğerim,” diyor, “uyu Osman’ım!”

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, horada bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin kudretsizliğine bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi budur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Nihayet bu oluyor.

Evvela çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felaketin kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hepsinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkanı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lazımdır.

Hangisini?

Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “Eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hala yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duyamayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yeni anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor:

Ali, gemi azıya almış bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hala devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

“Çık sırtıma Ali,” diyor, “iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme! “

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

“Kurtulduk Ali,” diyor. “Kalk Ali!”

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hala:

“Kalk Ali, kurtulduk Ali,” diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor…

Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

“Bey,” dedi, “işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!”

Şişli, 1 939 – Refik Halit Karay

Ağlatan Hikayeler, hikaye, hikaye oku, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, tarihi hikayeler, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay hikayeleri, 

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html/feed 0
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html#respond Wed, 31 May 2023 13:09:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9070 Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı. Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan […]

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK”

Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay

Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı.

Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan yıkansa da temizlik hissi vermez, oynamayı öğrenmediğinden de kimseyi eğlendiremezdi. O güne kadar “Hoşt! ” lara alışmıştı; ilk “Kuçukuçu! “yu Osman’ dan işitti.

Osman bir kabahat işleyip yad illere düştüğü zaman bu köpek gibi sokaklarda sürtmüş, durmuş, neşe yüzünü unutmuştu. Ona da her uzandığı kapı aralığından dilini anlamadığı adamlar “Hoşt! “a benzettiği keskin bir kelimeyle haykırıyorlar, elinde gezdirdiği kağıt çiçeklerle Kulhüvallahi yazılı tabaklara bakmadan tersyüzü geri çeviriyorlardı.

Bu çiçekleri viraneler arasında yapıyor, bu tabakları bostan kıyılarında yazıyordu.

Bereket ki, sıcak iklimli memleketlerde, Akdeniz kıyılarında dolaşıyordu. Bütün geçtiği yerler deniz kokuyordu ve ona bu koku besleyici geliyordu. Deniz, muz, portakal, şeker kamışı, kırmızı biber, kekik ve süprüntü kokuyordu. Ağaçlardaki olgun, sıcak meyvelerle yerlerdeki çürük yemiş kabukları kokusundan sersemleştiğini ve mütemadiyen bunları yemekten de içinin koflaştığını, boşaldığını duyuyordu.

Bir akşam, çit kenarında sırtüstü yatmış, kafasından neler geçtiğini fark etmeden düşünürken, kendisine birinin baktığını sezdi. Başını kaldırıp etrafını aradı.

Bir ufak köpeğin yaşlı gözleriyle karşılaşmıştı. Acıdı:

“Kuçukuçu! ” diye çağırdı.

Köpek başını yana eğdi; bir kulağını dikmiş, öbürünü aşağıya sarkıtmıştı. O güne kadar işitmediği bu tatlı sözün manasını anlamaya çalışıyor, anladığına da inanmıyor gibiydi.

İşte iki bahtsız böyle tanıştılar.

Osman’ın taşlara, topraklara sürtünmekten havı dökülmüş kirli haki ceketiyle köpeğin açlıktan sertleşip seyrekleşmiş kirli postu yan yana geldi; birbirine uydu. Her ikisinde de hasret derecesini bulmuş olan sokulma ihtiyacı çarçabuk ısınmalarına yardım etmişti. Ayrılmaz dost oldular. Osman kağıttan çiçek, yazılı tabak sattı; satamadığı zaman fırından ekmek dilendi, kasaplardan kemik topladı; aşırdığı bile oldu…

Köpeğiyle konuşuyordu. O, gamlı yüzüyle, gene kuyruğu bacaklarının arasında, yanakları yaşlı dinliyordu.

Sevildiğini, sevdiğini anlatamayan, neşesini ve gönül çalkantısını belli edemeyen bir huyu vardı. Gözleri fersiz, kuyruğu hareketsiz, akar gözleriyle mahzun mahzun seviyordu. Sevinç havlaması bile bir kısık hıçkırıktan başka bir şey olamıyordu. Efendisinin arkasından hala, kovulacakmış gibi bir ürkeklikle gidiyor, dönüp hemen kaçmaya hazır bir halde çekingen, ihtiyatlı, ara bırakarak yürüyordu.

Osman bir memleketten bir memlekete geçerken köpeğini yollarda, kah yürütüyor, kah koltuğunun altına alıyordu. Yormaktan korkuyordu; ölüverir diye korkuyordu. Uyurken yanında nefesini nefesine uyduran bir dert yoldaşından gene mahrum, gene tek başına kalmaktan korkuyordu; çilesine katlanıyordu.

Çok defa aç, daima yurtsuz ve yolcu, böyle iki yıl geçti.

Osman’ın bütün kurduğu hülya bir kulübesi olmak ve akşam dönünce köpeğini kapısının önünde bekler bulmaktı.

Bazen iş çıkıyordu, köpeğini hanlarda bırakıyor, fakat büyük köpeklerin parçalaması ihtimaliyle gününü korkular içinde geçiriyordu. Bazen de onu bir yerde bırakmadığı için işe gidemiyordu.

Olmayacak bir ihtimale inanmıştı: Bu köpek de Osman’ın memleketinden nasılsa buralara düşmüştü; o da kendisi gibiydi, yurt hicranı çekiyor, havasına, suyuna, güzelliğine ısınamıyordu. Her şeyi garipsemişti, onun için böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, yaşlı gözlüydü.

Birbirlerinden hazzedişlerinin bir sebebi de bir yurt yavrusu, bir dert ortağı oluşlarıydı.

Böyle düşündüğü için köpeğini büsbütün seviyor, onu yabancı ülkelerde tek başına bırakmaktan ürküyordu.

“Ölüverirsem ne olacak?” diye hatırından fena fikirler geçirirken, kendisinden fazla ona yanıyordu.

Zira Osman’ın hastalandığı, ateşli öksürük nöbetlerine tutulduğu, günlerce bir hendek içine sokulup yattığı oluyordu. Köpek dizlerinin arasına giriyor, öksürükler fazlalaşınca başını çevirip nemli, bulanık gözleriyle yüzüne bakıyordu. Sonra içini çekiyor, kıvrılıyor, burnunu karnına sokup uyumadan, hareketsiz ve gözleri açık sanki ikinci nöbetin gelişini korka korka bekliyordu.

Zaman ikisini de gittikçe, birbirine benzetmişti. Kirli sarı renkte, sıska, mahzun, fersiz bakışlı, sırtları kabarmış, tüyleri taras taras, çirkin ve lüzumsuzdular.

Onun için de artık kasabalara uğramayarak kırlarda yaşıyorlar, yavaş yavaş çöllere kayıyorlardı.

Nihayet jandarmaların eline düştüler.

Kolları iple arkasına bağlı, Osman günlerce bir silahlı süvarinin önünde sıcak ovalarda yürüdü. Köpeği çok geriden, daha ihtiyatlı ve ürkek peşi sıra gelmişti. Karakollarda beklenirken uzaklarda, kayalar arasına saklanarak gözcülük ediyor, yola düşülünce meydana çıkarak, sinsi, toprak kabartılarını siper tutarak, arkalarından geliyordu.

Kulakları daima tetikte, dikiliydi. Osman’ın öksürüklerini duyunca bir kısa müddet duruyor, başını eğip bir kulağını sarkıtarak dinliyordu.
Böylece hududa geldiler.

Osman serseri ve yabancı olduğu için daha güneydeki bir komşu ülkesine atılacaktı. Sının aşınca köpeğine kavuşacaktı ya…

Hep bu ümitle, ciğerlerinin söküldüğüne, sade dışardaki sıcaktan değil, içinin ateşinden de eridiğine bakmayarak yürüyordu. Hasretin sona ermesi için hem de asker gibi, dik ve intizamlı yürüyordu.

Barakalar önünde durup ellerini ipten sıyırdıkları zaman ona sarıldı, kucağına, aldı, öptü, okşadı. Fakat birden sarsıldı. Gümrük kolcusu gözleri akan sıska, iğrenç köpeği göstererek:

“Yasak,” demişti, “baytar şahadetnamesi olmadan hayvan geçemez!

Hayvancağızı geçiremediler.

Osman’ın kollarından çözülüp ip onun boynuna takıldı ve hudut levhasını tutan direğe bağlandı.

Osman yalvardı; kefiyeli jandarmanın ellerine sarıldı, fesli kolcunun ayaklarına kapandı. Herkes, memurlar, kahveci, maşlahlı yolcular, bütün halk gülüyordu. Osman öksürüyordu: İngiliz çavuşu piposunun dumanını seyrediyordu.

Köpek kuyruğunu bacaklarının arasına büsbütün sıkıştırmış, kamburu büsbütün çıkmış, gözleri daha bulanık, yanakları sırsıklam, başını gene eğmiş, bir kulağı sivri, öteki düşük melul melul bekliyordu.

Nihayet jandarmalar kızdılar. Osman’ın çürük, kof sırtına öldürücü birkaç dipçik vurdular, hududun öte yanına, bayır aşağı, taşlıklara yuvarladılar. Bunu gören köpek, evvela, yerinden fırlamak, ipini kırmak, hayatında ilk defa, dişleri meydanda, kuyruğu dimdik, hırlayarak iri çizmeli adamlara saldırmak istedi, yapamadı.

Çölleri, yoldaşının ardında, aç karnına, susuz, uykusuz, dili bir karış, sinsi sinsi günlerce aşmaktan mecalsizdi; yapamadı. Sadece derin derin içini çekti.

Sonra döndü döndü, kıvrıldı; ıslak burnunu karnının tüyleri arasına gömdü ve yaşlı gözlerini -daima kovucu, “Hoşt! ” deyici olarak tanıdığı- dünyaya son bir usanç içinde yumdu.

Şişli, 1 939 Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, öykü, hikaye okuma, kısa hikaye, kısa hikayeler, kısa öykü, gurbet hikayeleri, refik halit karay, duygusal hikaye, ağlatan hikaye, acıklı hikaye, köpek, köpek hikayesi, üzgün köpek, ağlayan köpek, köpek hikayesi, 

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html/feed 0
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html#respond Wed, 24 May 2023 12:39:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9052 Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” Refik Halit Karay Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır.  Hiçten veya hoş bir şeydir. Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, […]

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN”

Refik Halit Karay

Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır. 

Hiçten veya hoş bir şeydir.

Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, sedef parıltılı çapkın kırışıklığa… Derinin öpmeye, okşamaya, hatta koklamaya davet eden bir cilvesi değil mi?  Kadının ceylan gözlerine dalıp kaldığımız gibi pürüzsüz yanağının parşömeni üstündeki bu cazibeli aşk yolu krokisine bakıp aklımızdan iç bahçelerdeki kuytu, karanfilli manzaraları düşünmüyor muyuz?

Halep çıbanının böylesi, öyle bir güzelin yüzünde seher vakti göğündeki çoban yıldızı kadar yıkanmış, taze, kokulu bir ışıkla parlamıyor, bütün vücuda bir körpelik, cinsi cazibe ve cinsi rayiha (koku) serpmiyor mu?

Her ne ise, bir asker bu kadar şiir yapabilir. Size daha iyisi, hikayemi anlatayım.

Bize dost iki Arap emiri arasındaki gazvelere bir nihayet vermek, dostluk kurmak için Yemen vali ve kumandanı İzzet Paşa, beni uzak çöle, ta Hadramut hududuna göndermişti. At ve hecin (iki hörgüçlü deve) sırtında on iki gün yol aldıktan sonra bir masal memleketine vardım.

Koca kumsalların ortasına, sanki yer azmış, arsa pahalıymış gibi onar katlı alçı evler kurmuşlar. Bir nevi bembeyaz, fağfur apartmanlar… Balkonları, terasları, cumbaları ile sipsivri, göz kamaştırıcı, baş döndürücü eğreti sinema kuleleri! Çanak, çömlek cinsinden çatlamaya, kırılıp parçalanmaya istidatlı o kadar gevrek şeyler ki, insana bir top patlasa, hepsi birden “hak ile yeksan” (yerle bir olmak ) olacaklar tesirini yapıyor.  Merdivenlerden çıkarken ayaklarımı pek basmaktan korkuyorum.

Yağmur, bu memlekette üç dört senede bir yağıyormuş…  Yağmıyormuş, bir sel halinde iniyor, sarnıçları, havuzları, barajları dolduruyor, birden kesiliyormuş. Ta yeni yağmura kadar kullanılan, içilen ve hurmalıklara akıtılan bu sudur. Çürümüş, sineklenmiş, kurtlanmış, kokmuş bir su…

Bir su leşi!

Emirin veziri, abanozdan kemikleri ve köseleden derisi olan bir eski Habeş kölesi, süte düşmüş hamam böceği gibi tiksindirici, iri, kara gözlerini, mavimtırak akları içinde çırpındırarak tembih etti:

“Ya Hazreti Kaid, cibinliğinizi uyurken açık bırakmayınız, bir sinek vardır, sokarsa habis bir çıban yapar, tedavisi zordur.”

Arap, “habis” kelimesini her ne için kullanırsa ondan çekinmelidir.

Ben de çekindim, cibinliğimi her zaman sıkı sıkı örttüm. Kenarlarını şiltenin arasına elimle soktum. Nasıl örtüneyim, sokmayayım, korkmayayım? Çarşıda, pazarda yüzleri yarıdan yarıya kemirilip, oyulmuş iğrenç adamlara rast gelip “frengiden mi?” diye sorduğum vakit:

“Hayır,” diyorlardı, “habis çıbandan… “

Bu habis çıban, nerede çıkarsa, etrafını bir selin açtığı oyuk gibi deşiyor, göz veya burun, ne bulursa alıp götürüyordu.

Bir gün şakağımda tatlı bir kaşıntı duydum; aynama baktım; hafif bir kızarıklık, ortasında başsız bir sivilce…

Hemen vezire koştum. Başını salladı, kaşlarını oynattı, sonra ellerini birbirine vurdu. Gelen kölesine bir emir verdi:

İçeriye bir kocakarı soktular. Değil hakikatte, kabus geçirirken bile karşılaşmanızı tavsiye edemeyeceğim bir cadı… Altında küpü, elinde süpürgesi eksikti. Kaşınan yeri bir de o gözden geçirdi ve hükmünü verdi:

“Ta kendisi!”

İşte size, şimdi dünyanın en acayip bir çıbanından ve tedavisinden bahsedeceğim: İlk iş hurmalıklar altına rahat bir döşek kurmak oldu. Beni içine yatırdılar ve hizmetime üç Sudanlı köle ayırdılar.

Emir demişti ki:

“San’a’ ya dönmeniz için iki hafta yolda geçirmeniz lazım gelir, tedavi vaktini geçirmiş olursunuz. Hem orada bunu bilen yoktur. Biz, Allah’ın izniyle sizi iyi etmeye çalışacağız.”

Cadı, her seher vakti başımın ucuna dikiliyor, çıbanı muayene ediyor, “Daha olmamış!” diyerek dönüp gidiyordu.

Nihayet bir sabah kıvamını bulduğunu söyledi ve bir iğne ile sivilcenin başını yerinden, büsbütün koparmadan usulcacık oynattı. Sonra koynundan bir yumak çıkardı, ucunu o sivilcenin, yaraya henüz takılı olan başına ilmikledi.

Yumağı sağdı sağdı, öteki ucunu da hurma ağacının alt dallarından birine bağladı.

Hissettim ki yumağın daldaki ucuyla çıbanımın içinde göremediğim bir katı yumak birbirine eklenmiştir.

Tembih şu idi:

On gün kımıldamadan yatmak ve bu ipliği koparmamak!

Hayatım bu ipliğe bağlıydı.

Şayet o koparsa çıbanın özü içinde kalır ve benim de yüzüm, çarşıda rastladığım Bedevilerinki gibi gelir, deşilir, yara çene kemiklerimi meydana çıkarır, bir gözümü de alıp götürürdü.

Onun içindir ki kımıldanmadan, kımıldanırım diye uyumadan yatıyordum. Gözlerim çıbanımla hurma dalı arasında hafif hafif sallanan incecik tirede, kalıp gibi yatıyordum.

Ve o tire her gün birazcık daha gevşiyor, yaramdan eklenen parça ile uzuyor. Bir örümcek ağı teli gibi iki baştan tutturulmuş, boşlukta gidip gidip geliyordu.

Ben başımı dimdik tutarak gündüzleri çöl güneşinin kalayladığı kamaştırıcı göğe gözlerimi kapıyor, geceleri açarak kalaylı göğün işlenmiş manzarasında dinlendiriyordum.

Şüphesiz ki çıbanımın kozası her gün biraz daha sağılıyor, boşanıyor, ufalıyor, tükeniyordu.

“Ya koparsa?” diyordum.

Köleler, korku içinde, bir ağızdan haykırışıyorlardı.

“Allah saklasın!”

Sıkıcı bir rüzgar, bir yağmur, maazallah bir kum fırtınası yahut, kölelerin dikkatsizliğine uğrayarak içimin geçtiği bir sırada sersemlikle kımıldanıvermem çöl sıcağında pişerek yavaş yavaş ibrişimlenen bu cerahat tiresini koparabilirdi. O zaman?

Aklıma hemen tabancam geliyordu, tam çıbanımın olduğu yere namlusunun dayanacağı toplu, eski sistem, dom dom kurşunlu tabancam.

Onuncu günü Emir geldi, vezir geldi, eşraf ve ahali geldi, hurma ormanı panayır yeri gibi insanla doldu.

Cadı da gelmişti.

İğnesini çıbanıma soktu, hiç ağrı duymuyordum, içinden haşlanmış balık gözüne benzettiğim ufacık, toparlacık, bembeyaz bir sert boncuk çıkardı, etrafa gösterdi.

“Özü alındı!” diye başımdakiler sevindiler.

Sevinç ahaliye de geçti. Darbukalar çalındı, kılıç kalkan oynandı. Allah’a, padişaha, emire dualar edildi.

Ben, ucu daldan çözülüp elime verilen tireye bakıyordum: Kadının yumağındaki iplikle çıbanımdan boşanan arasında hiç fark yoktu. Avcumda incecik, sağlam, yarı şeffaf, sarıya bakan bir balık oltası tutuyordum.

Binbaşı şakağında eski bir yanığa benzeyen küçük kırışıklığı gösterdikten sonra, hasret sezilen bir sesle:

“İmparatorluk zabiti neler çeker, fakat neler görürdü!” dedi, elini kadehine götürdü.
Lübnan, 1 930 – Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, gurbet hikayeleri, çıban, Hadramut çıbanı, Halep çıbanı, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay Hikayeleri, hikaye özetleri, kısa hikayeler, kısa hikaye, 

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html/feed 0