Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Ağlatan Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/aglatan-hikayeler Hikaye Çeşitleri Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Ağlatan Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/aglatan-hikayeler 32 32 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9308 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı. Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir […]

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin”

Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum, üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp, sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken yüzüm onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. Sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum.

Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi…

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı. Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar, yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan ibaret çamaşırımı yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri, eve gelince onun hala işini bitirmemiş olduğunu gördüm. Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen iplere seriyordu. Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları, entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın kendi çamaşırlarını da benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme oldu. Canım sıkıldı. Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime:

Herhalde aralarında anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk çıkardım. Biraz tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim. Odama girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereliydi? Birdenbire bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım. Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle, çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç… Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi’nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var…- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya… Hasta… Çok hasta…-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu. Sokağın kirli karlarını süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi
acıttı. Soğuk, merakımı yenmek üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde bir maksadı olacaktı. Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım hisler belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını, belki de beni utandıracağını tahmin eder gibiydim.

Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil, fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı. Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu. İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi… Yıkatacak çamaşırın yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum. Onun için kadının bu sualine dikkat bile etmeden -yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını döndü, ben kapıyı kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı. Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş  ayazda belki saatlerce beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime:

-Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:

-Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan…

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan uyuyakalmışım…

Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini  söyledim. -Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç parçadan ibaret çamaşırları kapının arkasına yığdım. Madam:

-Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım, lazım…- diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı.

-Gelir elbette!- diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli, lazım oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin
yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim.

Bir adam boyunu pek aşmayan alçak evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak, gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum. Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı. Ara sıra sıska bir köpek yolun bir kenarından öbür kenarına geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor, gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı. Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince, teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:

-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti.

Aynı homurtulu sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi kendine söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede kimsenin kimseyi gördüğü yok ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki evin kapısını yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim. İyice akşam olmuş, ufukta ay yükselmeye başlamıştı. Biraz ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir şey görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına parmağımla vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar kapıya döndüm. Biraz sonra taşların üzerinde çıplak ayak sesleri duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu.

Çıplak ayakları, benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık düşüyordu.

Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik. Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim titreme, sesini tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti. -Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir:

Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça: Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl danışayım… Vah kızım vah…-

Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.
Sabahattin Ali – 1939

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, ağlatan hikayeler, acı hikayeler, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali Hikayeleri, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü, düşündüren hikayeler, düşündüren öyküler, 

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html/feed 0
Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-kadin-hikayesi-kara-pusarik.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-kadin-hikayesi-kara-pusarik.html#respond Thu, 14 Sep 2023 06:47:55 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9164 Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*” Mustafa Ünver Aylardan kasımdı ve artık kış tüm alametleriyle gelmekte olduğunu belli ediyordu. Köyün üzerine senede sadece bir kaç kez çökerek hayatı zindan eden, gündüzü gözün gözü görmediği zifiri karanlık geceye döndüren o sis fırtınasının bastığı gündü. Kahvaltı olarak içine bayat bazlama ekmeği doğranmış tarhana çorbasını içtikten sonra üç yaşındaki […]

The post Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*”

Mustafa Ünver

Aylardan kasımdı ve artık kış tüm alametleriyle gelmekte olduğunu belli ediyordu. Köyün üzerine senede sadece bir kaç kez çökerek hayatı zindan eden, gündüzü gözün gözü görmediği zifiri karanlık geceye döndüren o sis fırtınasının bastığı gündü. Kahvaltı olarak içine bayat bazlama ekmeği doğranmış tarhana çorbasını içtikten sonra üç yaşındaki oğluyla köyüne dönmek üzere yola çıktı Zehra. Misafir olduğu evde havanın açılmasına kadar durması için yapılan tüm ısrarlara, “şunun şurası yürüme sadece bir saatlik yolum var. Müsaade edin köyümüze dönelim biz, her şey için sağolun. Hem yalnız da değilim; erkeğim var yanımda, Ahmet’im var” diyerek kalması yönündeki tüm önerileri kibarca reddetti Zehra. Bir yandan da oğlunun kızıl saçlarını okşayarak gülümsüyordu.

Yola çıkarken kendisini ve çocuğunu üç gün boyunca konuk eden ev sahiplerine misafirperverlikleri için sayısız teşekkür etti, minnetini ifade etti kendince nazik deyişlerle. Avludaki çatal kapıda yapılan son vedalaşmanın ardından oğluyla birlikte köylerine doğru yürüyüşe başladı Zehra. Görüş mesafesi elli metreyi bulmuyorsa da ortalıkta ciddi sayılabilecek bir sıkıntı görünmüyordu. Hava yumuşak ve sakindi. Yirmi yaşındaki Zehra, ölçülü bir fiziğe sahipti. Fidan gibi, su gibi güzel bir gelindi. Aynı zamanda yiğit, akıllı, becerikli ve güler yüzlüydü. Yanakları al al olurdu konuşurken. Konuştuğu zaman kelimeler kabarık dudakları arasındaki biçimli ağzından ve bembeyaz dişlerinden inciler gibi dökülürdü. Terbiyeli, görgülü, oturup kalkmayı bilen bir gelindi. On altı yaşında evlendi Zehra. Ahmet ilk çocuğuydu. Kocası Hüsnü kendine göre biraz kaba sabaydı. Pek dengi olmasa da yine de mutlu mesut bir evliliği vardı. Şükürlü, sabırlı ve kanaatkâr kadındı Zehra. Rahmetlik baba tarafından akrabalarının düğününe katılmak için bu köye gelmiş ve ata dostu bir ailenin yanında üç günlüğüne misafir olmuştu.

Yolculuğun başlarında Ahmet kendi yürüyor, kucak istemiyordu. Bu da tabii Zehra’yı sevindiriyordu. Sis dalgaları da biraz açılmaya başlamıştı. Derken rüzgar aniden sert esmeye başlamış, dumanlar da iyiden iyiye görüş mesafesini azaltmıştı. Göz gözü görmez haldeydi. Sadece bir karaltı olarak görebildiği Ahmet’in elini sımsıkı tutuyor, “sakın korkma oğlum, tek elimi bırakma” diyerek zorlukla yürümeye devam ediyordu. Gözlerini ancak kısık şekilde açabiliyordu. Tipi ve sis çok yoğundu. “Havanın bu kadar bozacağını bilsem yola çıkmazdım”, diye geçiriyordu içinden Zehra. Yürüyorlardı yürümesine ama ne tarafa doğru yürüdüğünü de bilemeyecek kadar tipinin ve kara pusarıkların içinde kalmışlardı.

Derken uzaktan kendi taraflarına doğru yaklaşan iri yarı bir karaltı gördü. Önce bir ayı olmasından endişelendi karartının. Karartı yaklaştıkça gelen kimsenin başına keçe kalpak geçirmiş, gövdesine saçaklı ve uzun yün palto giymiş bir adam olduğunu fark etti. Aralarındaki mesafe yirmi otuz metreden az değildi. Gördüğü siluetin ayı olmadığına sevinmiş sevinmesine ama bu kez de içine, gelenin iyi mi kötü mü bir insan olduğu endişesi ve korkusu yayılmıştı. Hiçbir söz ve ses olmaksızın iki karaltı birbirine yaklaştıkça yaklaştı. Elini uzatsa dokunacak kadar yaklaşınca adam tam önlerinde duraladı ve “hey kadın bu havada bu bebeyle nereden gelir nereye gidersin? hiç böyle pusarık havada dışarı çıkılır mı?”, diye ünledi. “Ben Ovalıdanım, çocuğumla köyüme gidiyorum”, dedi. Korkudan Zehra adamın yüzüne de pek dikkatli bakamadı ama kara ve kirli sakallı, buruşuk yüzlü, iri gövdeli bir adam olduğunu fark etti. Biraz duraladı adam, bir şey demedi. Sonra “demek Ovalı Köyüne gidiyorsun he?”, dedi. Adam bu sözleri sanki kafasında bir plan kuruyor ve plan için de biraz zaman kazanmak istiyormuş gibi ağırdan ağırdan söylemişti. Zehra’nın bu durumdan işkillendiğini anlayan adam sanki sislerin içinden bir şey görünüyormuş gibi sağa sola şöyle bir bakarak “Bacı sen şu yolu dümdüz takip et, bu yol sizi köyünüzün bağlantı yoluna ulaştıracaktır. Ama sakın başka yönlere sapayım deme. Yoksa yolunuzu kaybeder, köyü bulamazsınız”, dedi. Zehra adamın kötü biri olmadığını görüp rahat bir nefes aldı. “Çok teşekkür ederim ağam, sağ ol”, dedi adama. Adam da gülümseyerek “haydi bacı sen de sağ ol, yolunuz açık olsun” diyerek ters istikamete doğru yürüdü. Zehra da “haydi oğlum” diyerek adamın söylediği yöne doğru hareket etti. Yürüme ilerledikçe puslu hava bırakın dağılmayı her atılan adımla sanki daha da yoğunlaşmaya, kararmaya ve üzerlerine çökmeye başlıyordu. Yorgunluktan mızıldamaya başlayan Ahmet’i kucağına alarak ne kadar yürüdüklerini tahmin bile edemiyordu Zehra. Ama yorgunluktan sırtı iyiden iyiye ısınmış, alnı da boncuk boncuk terlemişti. Ahmet’ten bulduğu fırsatta başındaki çemberin yeniyle alnından dökülen terleri siliyor, “oğlum biraz da kendin yürür müsün? bak çok yoruldum ben de”, diyordu. Ahmet ise hemen mızıldanmaya başlıyordu. Saatlerce yürümüştü Zehra bu halde, ama köylerinin alt yoluna bir türlü ulaşamamışlardı. Zehra artık dayanamayacak, bir adım bile atamayacak dereceye ulaşınca kucağından Ahmet’i indirdi ve “hiç gücüm kalmadı yavrum, artık biraz da kendin yürümelisin”, dedi. Çocuk bu kez söz dinledi ve yürümeye başladı. “Açıl biraz artık hava, ne olur açıl”, diye yalvarıyordu bazen Zehra. Ama pusarık söz dinlemiyor, aksine kara dumanlar gittikçe çöküyor, rastladığı her varlığı egemenliğine alıyor, bir ahtapot gibi sayısız kollarıyla sararak boğuyordu. Dayanılacak gibi değildi. Saatlerce yolda olduklarına emindi ve “ikindi vakti yaklaşsa gerek”, diye düşünüyordu. Tek tük çam ve meşe ağaçlarının yanından yürüdüklerini fark etti Zehra. Köylerine giden yolun üzerinde çam ve meşe ağaçlarının olduğunu hiç hatırlayamamıştı. Hatta olmadığına emindi. “Bu işte bir yanlışlık var ama, haydi hayırlısı”, diye söyleniyordu Zehra kendi kendine. Yürümeye devam ediyorlardı. Başta yanlarından tek tük geçtikleri çam ve meşe ağaçları artık çoğalmaya başlamıştı. Rüzgarlar çam ağaçlarının dallarını ıslık çalarak yalıyordu. Hava daha da soğumaya başlamıştı ki Zehra kendilerinin artık tamamen yanlış bir yöne doğru yürümüş olduklarından şüphe duymadı. Kaygı ve korkusu iyiden iyiye artmıştı. Çünkü burası, misafirlikte olduğu köyün dağlarından, yaylalarından başka bir yer değildi. Her taraf asırlık çam ve meşe ağaçlarıyla kaplıydı. Etraftan mis gibi reçine kokuları yayılıyordu ılgıt ılgıt. Rüzgarların ormandaki ağaçların yapraklarını yalarken çıkardığı sesler son derece ürkütücü ve korkutucuydu. Ormanda kara pusarık çok daha yoğundu. Bırakın insan önünü, ayağını bastığı yeri görsün, burnunun ucunu bile göremiyordu. Anlaşılan kalpaklı yaban adam yanıltmıştı ve onları köylerine götürecek yolun tam tersi istikamete yönlendirmişti. Artık Zehra oğluna pek belli etmeye çalışmasa da iyice korkmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemiyordu.

Derken “Çakır Ağam önce sen gör, ben bebeye mukayyet olurum”, diyen bir ses duydu karanlığın içinden. Bu ses, evet bu ses, kalpaklı yaban adamın sesiydi. Demek yaban adam tuzak kurmuştu. Nasıl da inanmıştı halbuki ona. O anda dumanların içinden bir el çıkmış ve Ahmet’i Zehra’nın elinden çekip almıştı. “Ne olur bize bir kötülük etmeyin ağalar, ben evli barklı bir kadınım, yolumu kaybettim, ne olur bana ve oğluma kötülük etmeyin”, diye ağlayarak bağırıyordu Zehra.

İnce, uzun boylu, kıyafeti düzgün bir adam karanlığın içinden çıkarak “gel buraya” diyerek sertçe ve hızla kolunu Zehra’ya sarıp O’nu kendine doğru çekti ve bir anda yere yatırdı. Zehra’nın adamın elinden ve güçlü kollarından kurtulması imkansızdı, hiç hali kalmamıştı, yerden ne bir taş kapacak gücü, ne bunu akıl edecek izanı kalmıştı. Sonra Kalpaklı yaban adamın gelip zavallı vücudunu hırpalamaya başladığında yarı baygın vaziyetteydi Zehra.   Vahşi adamlar zavallı kadına defalarca tecavüz etmişlerdi. 

Ahmet’in sesi gelmiyordu. Yaban adam ya onu uzağa götürmüş ya da öldürmüştü. Bunu düşünmek bile istemiyordu olanca çöküntü, perişanlık ve bitkinlik içinde.

Kendine geldiğinde oğlu Ahmet başının üstünde hıçkıra hıçkıra “anne, anne” diyerek ağlıyordu. Bir taraftan da annesinin çıplak kalmış yerlerini yırtık elbiselerin kenarlarını çekiştirerek örtmeye çalışıyordu. Kendine gelir gelmez Zehra hemen oğluna sarıldı, öptü kokladı yavrusunu ağlayarak. Bir yandan da kendine çeki düzen vermeye çalışıyordu. Lime lime olmuş üst elbisesi ve açık kalan yerlerini örtebildiği kadar örtmeye çalıştı. Aradan kaç saat geçmişti, ne kadar baygın yatmıştı, hiç bilemedi Zehra. Ama sis dağılmış, hava açılmıştı. Hatta güneş yeni doğmaya hazırlanıyordu. Gece boyu dağda baygın mı yatmış oluyordu şu halde Zehra? Ya kurtlar veya ayılar saldırsaydı dağların içinde onlara gece boyu, ya yavrusunu parçalasalardı. Tepelerinde sanki göğe değecek kadar ihtişamlı çam ağaçları sakin sakin hışırdıyordu. Dünkü havaya inat bugün her taraf cam gibiydi, pırıl pırıldı. Şırıl şırıl bir derenin aktığını gördü Zehra yan tarafta. Kalkıp elini yıkadı, su içti, yüzüne su vurdu, saçını başını düzeltti olabildiği kadar. Çantasındaki su kabını doldurdu ve Ahmet’e içirdi. Bir kaç lokma çörek yedirdi oğluna. Kendi de bir parça çörek yemek istedi kuvvetlenmek için ama yaşadığı iğrenç olaydan midesi bulandı, içi almadı. Ayağa kalkıp platoya doğru bakınca uzakta, çok uzakta köylerine götüren yolu görebildi. Çok uzaktaydı ama görünüyordu yol. Böyle bir facia yaşanmış olamazdı. Böyle bir vahşet yaşanmış olamazdı. Böyle bir aşağılama ancak ve ancak çok kötü bir rüyada yaşanabilirdi. Yürürken yanaklarına düşen gözyaşları ne yazık ki olup bitenin rüya olmadığı gerçeğini yüzüne çarpıyordu. Keşke her şey sadece kötü bir rüya olsaydı.

Köyüne oğluyla birlikte yarı çıplak ulaşabildi Zehra. Ne yazık ki çilesi burada da bitmedi. Kayınpederi ve kocası eve sokmadılar Zehra’yı. Olanı biteni anlatmasına ve bunda Zehra’nın hiçbir suç ve günahı olmamasına rağmen “kirlenmiş bir kadın bizim gelinimiz olamaz” diyerek adaletsiz ve haksız yargılamalarını yüzüne çarptılar zavallıcığın. “Bari yavrumu benden ayırmayın”, diye kapı önünde çaresiz, harap bitap ağlayıp sızladığı halde “torunumuza bir kahpenin annelik etmesine nasıl izin verebiliriz” diyerek ikinci haksız yargılarını biçtiler zavallı Zehra’ya.

Saatler sonra Zehra çaresiz, aç, susuz, harap bitap vaziyette kendini anasının avlusuna zor attı. Anası “kendi güzel, bahtı kötü kızım, vah talihsiz yavrum vah” diyerek kızını eve aldı.

Zehra bu işi burada bırakmayacaktı elbette, bırakmadı da. Ertesi gün iki saat yürüme uzaklıktaki ilçeye giderek savcıya olan biteni, işte anlatabildiği kadar anlattı ve namusunu kirleten ahlaksız alçaklardan şikayetçi oldu. Çakır Ağa ismini alan jandarmanın suçluların her ikisini de teşhis için Zehra’nın karşısına dikmesi zor olmadı. Zalimler yargılandılar ve sekizer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Hüküm giydiler, hapse girdiler girmesine ama Zehra’nın maruz kaldığı aşağılık muamele, yuvasının yıkılması, oğlundan mahrum kalması, haksız yere toplumca lekelenmesi karşısında neye yarardı ki, neyi telafi edebilirdi ki?

Zehra’nın köyü ona yapılan bu aşağılık saldırıyı topyekün kendilerine yapılmış bir aşağılama olarak kabul etti. Muhtarından azalarına, azalarından tüm köy halkına kadar verilen bu karar sistematik bir saldırganlık kararıydı. Karşı köye olabildiğince zarar verilecek, olabildiğince düşmanlık sergilenecekti. Yazık ki uygulamaya koydukları bu ölçüsüz misilleme saldırıları köyün canilerine, azgınlarına ve arkalılarına değil; hemen her zaman garibanlara karşı sergileniyordu. İlçeden köyüne gitmekte olan yaşlı, çelimsiz ve gariban bir adam olan Kuyruk Hasan’ı köylerinin önündeki yoldan geçerken evirip çevirip dövmüşler, ağzını burnunu kana bulamışlardı. “Evladım benim suçum ne? Benim size kötülük eden ahlaksızlarla ne alakam var? Ben bir kötülük mü ettim size? Yapmayın ne olur, etmeyin ne olur”, diye ne kadar yalvarsa da yaşlı adam, sistematik dayak faslından kendini kurtaramamıştı. Kan revan içinde ağlaya ağlaya kendini köyüne zor attı zavallı ihtiyar. Bir defasında da köyden yine kendi halinde yaşayıp gitmekte olan bir fakirin, Boyunsuz Muharrem’in iki ineğinden birini ahırından çalarak kendi köylerine götürmüşlerdi. İneği köy ortasında keserek tüm hanelere birer pişirimlik et olarak dağıtmışlardı. Garip Muharrem sabah kalkıp ahırına vardığında ineğinin çalındığını görünce üzüntüden ve çaresizlikten yere çöküp nasıl da ağlamıştı. Bir başka seferde ise köylerin ortak otlağında yayılmakta olan iki malak ineğini urganlarından sökerek götürmüşler, hayvanlara el koymuşlardı. Malakların sahiplerinin köklü bir aileye, Tonyalılara ait olduğunu fark edince de kendilerince kestikleri yüklü tutardaki usulsüzlük cezasını muhtarlığa ödemedikçe hayvanları geri vermeye yanaşmadılar. Güya malaklar kendi köylerine ait otlaklarda yayılmaktaydı ve bu cezasız bırakılmaması gereken ağır bir suçtu.

Arkadaşlar bu örnek kurmaca olayda da gördüğümüz gibi, zalim ve mazlum olma, karanlıkla aydınlık arasındaki ince çizgi kadar birbirine çok yakın ve hassas değil mi? Sanki her şeyin bir tık ötesi aydınlık veya karanlık. Mazlumsunuz ama bir anda zalim olabiliyorsunuz. Ezilmişsiniz ama günün birinde en acımasız bir ceberuta dönüşmüş olabiliyorsunuz. Zamanında çok haksızlığa uğramışsınız ama fırsatı ele geçirince zavallı insanlara haksızlık yapmaktan zerre tereddüt etmeyen bir tirana, bir diktatöre dönüşebiliyorsunuz. Yaşı doksanlara gelmiş saygıdeğer bir hocam var, sağlık ve afiyette daim olsun- sıklıkla şöyle der: “Şu yaşa geldim Allah’ın yarattığı şu insan denilen mahluku daha çözemedim.”

Biliyorsunuz arkadaşlar Kur’an-ı Kerim Maide Suresinin 8. ayetinde ölmez bir ilkeden, her zaman adaletli ve ölçülü olmaktan söz eder. Adalet ve ölçülülük her zaman zulmün karşısındadır çünkü. Şu bardağın konması gereken yerine konması adalet, yerine konmaması zulümdür çünkü. Adalet ölçüsünde yapılacak en küçük bir sapma boşlukta kalmaz ve mutlaka zulüm dünyasına demir atarak sahibini anında zalim yapar. Haydi o ayeti üzerinde iyice düşünmek için bir kez daha hatırlayalım: “Ey inananlar! Adaleti Allah için her zaman ayakta tutun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kızgınlık ve nefret, sizi adaletten sapma günahına düşürmesin. Adil davranın. Çünkü her türden kötülüğe karşı sakınaklı ve korunaklı olmaya en yakın yol, adil olmaktır. Allah’tan korkun. Sakın unutmayın, Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

Evet arkadaşlar sizce insanın kurmaca olayımızda geçen türden trajik ve yaman çelişkilerin ve haksızlıkların içine düşmemesi için ne türden önlemler alınmalı? Neler olmalı? Neler yapılmalı? Bu konuda sizleri dinlemek istiyorum. Kim söz almak ister? Pekâlâ buyur bakalım Filiz, ilk eli sen kaldırdın, söz sende.

Hocam bence ilkin mazlum, sonra zalime dönüşen köyün gösterdiği dengesiz ve adaletsiz düşmanlıklar ve saldırganlıklar tepedeki kurdun aşağıdaki kuzuya “suyumu bulandırıyorsun, seni yiyeceğim” diyerek verdiği anlamsız cezadan farksızdı. Kurt bir kere kuzuyu yemeyi kafasına koymuş çünkü. Azgınlık, saldırganlık, taşkınlık ve suça zaten çok meyilli insanların bir tikel olayı bahane ederek kendilerine yol açmalarının savunulabilir hiçbir yönü olamaz.

Hem sonra yaşanan çirkin olay zaten yargıya intikal etmiş ve failler sekizer yıl hapse mahkum edilmişler. Bunun ötesinde hele de olayla hiç ilgisi olmayan gariban ve arkasız insanlara sırf o köyden oldukları için eziyet etmek, canlarına kastetmek, mallarına musallat olmak olacak iş değil, tam bir eşkıyalık.

Teşekkür ederim Filiz, hem örnek olayı ana hatlarıyla çok iyi özetledin hem de bağlamındaki çelişkileri çok güzel dile getirdin. Biraz önce sen de söz istemiştin Aykut, sen nasıl yorumlarsın bu bağlamda sergilenen yanlışların metodolojik olarak ifade ettiği anlamı?

Hocam ben biraz da arkadaşım Filiz’in bıraktığı yerden devam etmek isterim. Şöyle ki insanlar cezaları kendileri vermeye kalktıkları taktirde ortaya onulmaz facialar çıkabiliyor. Çoğu zaman makul sınırın çok ötesine taşabiliyor. Çünkü insan yetkiyi kendinde gördüğünde ve buna inandığında kural, kaide, sınır, makul ceza tanımıyor. Hemen zalimleşiyor, tiranlaşıyor; düşman olarak tanımladığı kesimlere karşı adalet, vicdan ve merhamet sınırlarını kanırtıp aşındıran bir orantısız güç kullanım sergilemekte tereddüt etmiyor. İnsan böyle bir varlık hocam ne yazık ki. Yıllar önce bir arkadaşım anlatmıştı: Birisi Kur’an’ın hırsızlara layık gördüğü el kesme cezasını eleştirir ve bunu bir vahşet olarak görürmüş. Bir gün işe gitmek için sokağa çıktığında arabasının çalındığını görmüş. Tabii yıllarca dişinden tırnağından artırarak zar zor sahip olduğu arabasının çalınmasına öyle üzülmüş ki. O sırada bir arkadaşı “arabanı çalan hırsızı yakalasan elini keser misin” diye sormuş. Öfke ve üzüntüden zaten deliye dönmüş olan mağdur kişi “ne elini, kafasını koparırım, kafasını” diye cevap vermiş. Bu arada tabii önceden düşündüğü fikrinden dolayı mahcup olmuş. Bunu soran arkadaşı da “bak böyle yapman zulüm olur, hırsızlık yapanın kafasını koparamazsın, en çok eli kesilebilir, ötesi vahşet olur” demiş. Bu yüzden cezaları insanlar kendileri vermemeli. Adaletli bir devlet düzeni muhakkak olmalı. Ayrıca hukuka dayalı bir devlet düzeninin insan hayatı için ne kadar elzem olduğu, bir gün herkesin hukuka ihtiyaç duyabileceği da ayan beyan ortaya çıkmıştır hocam.

Ağzına sağlık Aykut konuyu belli bir düzeye yükselttin. Şimdi de sözü Melis’e bırakmak istiyorum. Melis, insanın mazlumken zalimleşme yolundaki ölçüsüz davranışlarıyla adaletli bir hukuk devleti nosyonu arasındaki ilişkiye dair sen neler söylemek istersin?

Hocam aslında sözünü ettiğiniz bu iki unsur bir tahterevalliyi andırıyor. Biri yükselince diğeri düşüyor; biri güçlenince diğeri zayıflıyor. Ne zaman ki devlet devletlikten çıkıyor, hukuk guguğa dönüyorsa orada eşkıyalık ve çetelik faaliyetleri de o nispette artıp gelişiyor. Bu tespiti sahip olduğumuz tüm tarihi belgeler ve kayıtlar kanıtlıyor. Devletin zayıfladığı, suçluları yakalamaya ve cezalandırmaya yetişemediği, yetişmek istemediği ya da geç kaldığı tüm dönemlerde suç örgütleri ve faaliyetleri artmıştır. Osmanlıdan Cumhuriyet dönemine kadar zavallı Türk halkı bu zalimlerin ellerinden neler çekmişler neler, zulümlerinden inim inim inlemişler. Ben de arkadaşlarıma katılıyorum, bana göre de çelişkilerin minimize olmasının çözümü adil, tarafsız, eşitlikçi bir hukuk devletinin tüm organlarıyla çalışmasından geçmektedir.

Arkadaşlar sizinle bir kez daha gurur duydum, görüşlerinizi açık yüreklilikle ve büyük bir olgunlukla dile getirdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ülkemizi her alanda ileriye götürecek olanın bu mantalite olduğuna ben de yürekten inanıyorum. Söz almayan sadece Ali kaldı, sen ne dersin Ali?

Hocam bana diyecek bir şey kalmadı, buna sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. (Gülüşmeler) Madem bana da söz verdiniz ben de Zehra’yı merak ediyorum hocam. Zehra nasıl oldu? Hayata tutunabildi mi yeniden?

Pekâlâ Ali bundan sonrasında sen nasıl bir hayat yakıştırırdın Zehra’ya? Haydi söyle bakalım, ne dersen öyle yazalım sonunu.
(Gülüşmeler) Şey Hocam teşekkürler öncelikle Zehra’nın kaderinde beni de söz sahibi ettiğiniz için. (Gülüşmeler) Pekâlâ öyleyse şöyle bitirelim hikayeyi hocam:

Yaşadığı menfur olaydan tam iki yıl sonra, çocuksuz olarak dul kalmış iyi yürekli, zengin ve olgun bir adam Zehra’ya talip oldu. Gelen bu kısmeti tepmedi Zehra ve evlendi yeniden. İnsan değerinin taktir edildiği sevgi dolu, sımsıcak bir yuvası oldu. Bir oğlan bir kız iki de çocukları oldu. Ahmet de belli aralıklarla annesini ve kardeşlerini görmeye geliyor. Merak etmeyin onlar mutlu…

Mustafa Ünver

* Pusarık, “sis, duman” anlamına gelen eski Türkçe bir kelimedir. 1400? yılından önceye tarihlenen Dede Korkut kitabında bu kelime “kara pusarık ordumun üzerine tökilür gördüm,” şeklinde geçmektedir. Bkz. Nişanyan Sözlük, “Pusarık” Md.

Mustafa Ünver

hikaye, öykü, acı hikayeler, kadına şiddet, kadın tecavüzü, taciz, kadın hikayeleri, yine bir kadın hikayesi, ağlatan hikayeler, şiddet hikayeleri, hikaye oku, hikaye okuma, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver Hikayeleri,

The post Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-kadin-hikayesi-kara-pusarik.html/feed 0
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html#respond Wed, 26 Jul 2023 13:24:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9101 Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi Refik Halit Karay   Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: “Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?” “Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.” Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini […]

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi

Refik Halit Karay

 

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:

“Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?”

“Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”

Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun zevkini kaçıracak.

İçinden:

“Bir başkasını bulunca savarım! ” dedi.

Fakat hikayesini dinlediği için savamadı:

Balkan Harbi kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış:

Düşman geliyor!

Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da…

Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, firar için ne vasıta varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru…

Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su tabakaları, gece… Dinliyorlar:

Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı. ..

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duyuyor.

“Uyuma Ali,” diyor, “uyuma!”

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:

“Uyuma Emine’m,” diyor “uyuma!”

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:

“Uyu ciğerim,” diyor, “uyu Osman’ım!”

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, horada bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin kudretsizliğine bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi budur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Nihayet bu oluyor.

Evvela çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felaketin kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hepsinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkanı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lazımdır.

Hangisini?

Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “Eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hala yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duyamayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yeni anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor:

Ali, gemi azıya almış bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hala devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

“Çık sırtıma Ali,” diyor, “iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme! “

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

“Kurtulduk Ali,” diyor. “Kalk Ali!”

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hala:

“Kalk Ali, kurtulduk Ali,” diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor…

Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

“Bey,” dedi, “işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!”

Şişli, 1 939 – Refik Halit Karay

Ağlatan Hikayeler, hikaye, hikaye oku, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, tarihi hikayeler, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay hikayeleri, 

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html/feed 0
Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html#comments Mon, 24 Jul 2023 14:40:30 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9079 Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” Uzun boyu, yapılı bedeni, buğday teni, kırçıl saçları, uzun kirpikleri, dolgun bıyıkları, çipil mavi gözleriyle benim en sevdiğim amcalarımdan biriydi. Daha doğrusu rahmetlik babamla amca çocuklarıydılar; yine de benim amcamdı işte. Çınlayan karanlık inşaat duvarları içinde çalışırken çingir çingir söylediği Neşet Ertaş türküleri hâlâ kulaklarımda. “Zülüf Dökülmüş […]

The post Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Gerçek Bir Duygusal Hikaye

“Çipil Mavi Gözlü Amcam”

Uzun boyu, yapılı bedeni, buğday teni, kırçıl saçları, uzun kirpikleri, dolgun bıyıkları, çipil mavi gözleriyle benim en sevdiğim amcalarımdan biriydi. Daha doğrusu rahmetlik babamla amca çocuklarıydılar; yine de benim amcamdı işte. Çınlayan karanlık inşaat duvarları içinde çalışırken çingir çingir söylediği Neşet Ertaş türküleri hâlâ kulaklarımda.

“Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Karadır Şu Bahtım Kara”, “Neredesin Sen”, “Yazımı Kışa Çevirdin Leylam”, “Mühür Gözlüm”.

Hepsini de söylerdi, hepsinden de söylerdi çalışırken zaman zaman. Ne de güzel ve dokunaklı sesi vardı. İnsan güzeli, adam iyisi bir ustaydı amcam. Babamın iş ortağı olması onu sıklıkla görmemi, zaman zaman da inşaatlarda birlikte çalışmayı mümkün kılıyordu. Bana hiç kızdığını hatırlamıyorum; bilindik usta çırak ilişkisini hiç yaşamadım onunla. Bükreş Sokak’taki inşaatta çalışırken merdivenlerden kopan şangır şungur sesleri üzerine bir çırpıda koşup gelmişti. Lavaboyu düşürüp kıranın ben olmadığımı gördüğünde yüzünde ferahlık ve rıza anlamı taşıyan anlık bir gülümsemeyle bana bakmış, “korktuydum seni kırdı diye, ohh” demişti. Sevecen, neşeli, nükteli ve merhametli bir koca adamdı benim amcam.

Köye tutkundu; her fırsatta gidip orada yaşamaya can atardı. Hastalığının ilk zamanlarında duyduğu her şey hakkında, konuşmaya yeni başlayan ve keşfettiği her şeyi merakla sorgulayan bir çocuk saflığı ve sevecenliğiyle “bizim köyde yetişir mi?” diye sorması gülümsemelere neden oluyordu ilk duyanlarda. Hastalık ilerledikçe sorular da, konuşmalar da, kelimeler de karanlık bir sessizliğe ve suskunluğa gömülmeye başladı. Yakınlarını, hatta yarım asırlık eşini bile tanımaması acı bir kekreliğe neden oluyordu. “Beni de mi tanımadın yanımda yatıp duruyorsun işte, ben senin karınım karın” dedikçe yengem, “Beraber yatıyoruz diye nereden benim karım oluyorsun?” sorusuyla cevap vermişti bir keresinde de.

Ne var ki onunla konuşup zihin katmanlarını canlandırma gayretleri, her seferinde çıkışı bulunamayan ve çaresiz duvara toslanan ümitsizliklerle sonuçlanıyordu. Hastalığın orta aşamasında her şeyi iyiden iyiye unutmaya başladı; ama bir namazı hiç unutmadı, bir de parayı. Tabiî bir de kendisini çok sevdiği köyüne götüren arabasını. Tehlikenin büyümesiyle önce aküsü söküldü arabanın ondan habersizce, sonra da satıldı. Buna içerleyip ağlamış mıydı bilmiyorum.

Batıkent’ten Kızılay’a, öğle namazını kılmaya Kocatepe Camii’ne nasıl gelmişti bilemedim. Onu görünce camide, kalkıp yanına gidip oturdum. İlk sünneti yanında kıldım ama beni farketmedi. Eline dokundum, bakmadı bile bana. Bütün namazı yan yana kıldık; beni yine farketmedi. Namaz çıkışında yanında yürüdüm bir yabancı gibi. Ayakkabılarını nasıl bulup hızla giydiğini yine anlamadım. “Amca,” dedim koluna hafifçe dokunarak “beraber gidelim mi?” Soruma homurtulu ve kızgın ses yarımlarıyla cevap verdi; kolunu sertçe çekti benden. Hızla yürüdü mermer avludan Mithatpaşa çıkışına doğru. Ben arkasından baka kaldım ümitsiz ve çaresiz. Oysa çok istemiştim onu bir yemeğe götürmeyi ve onunla biraz vakit geçirmeyi.

Zahmetli ve üzüntü dolu on yılın ardından konuşmayı tamamen unuttu amcam. Sadece etrafa o çipil mavi gözleriyle anlamsız ve boş baktı durdu. Köydeki bahçesinden kesilen yaşlı meşe ağacına öyle acımış ve içlenmiş olmalıydı ki, günlerce çipil gözlerinden yaşlar aktı sicim sicim.
Yemek yemeyi ve su içmeyi unuttu her şeyle beraber. Sonunda da ağzına konan lokmayı çiğnemesi ve yutması gerektiğini unuttu. Nefesi kesildi sıklıkla, acillere zor yetiştirildi. Yediğini yutması gerektiğini unutmak ne acı şeydi. Aylarca sadece serumla beslendi. Yürümeyi, ayakta durmayı unuttu ve sürekli yatmaktan iyileşmeyen yaralar patladı kalçalarından, kasıklarından, baldırlarından. Bakımını hep vefalı yengem yaptı yüksünmeden. Derisini kaldırarak derin yaraların dibine kadar uzanan sünger ve bezlerle girip temizledi o kokan bozulmaları. İçi iltihaplı yaraların üstü kabuklandığında sanki yılların hemşiresiymiş gibi makasla ustalıkla yarayı açıp akıntıyı temizledi her seferinde, bazen günde iki kez.

Nihayet soğuk bir kasım günü o çok sevdiği köyünün sarı tepesine uğurladık göz yaşları içinde. Acın, kederin işte bitti artık amca. Çektiklerin yaşadıklarına kefâret olsun, üzerindeki karlar rahmet taneciklerine dönüşsün hep.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, gerçek hikayeler, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, demans,

The post Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html/feed 2
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html#comments Tue, 09 May 2023 14:25:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9020 Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” Refik Halit Karay Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak […]

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ”

Refik Halit Karay

Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

“Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’ daki gibi:

“Hasan gel!”

“Hasan git!” demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu.

Hassen şekline girmişti:

“Taal hun ya Hassen,” diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

“Ruh ya Hassen … ” derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pürnahıl (süs ağacı gibi baştan aşağı) çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.

Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere ne ev! Yalnız ara sıra
kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile …

Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

“Gemel! Gem el!” dedi.

Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs …

“Ya habibi! Ya ayni!”

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar …

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu.

Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (sarı meşinden yapılan bir çeşit ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu:

Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’ da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:

“Türk çocuğu musun be?”

“İstanbul’ dan geldim!”

“Ben de o taraflardan … İzmit’ ten!”

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

“Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

“Sen niye buradasın?”

“Bir kabahat işledik de kaçtık!”

Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan … Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları
sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

“Gidiyor musun?”

“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor … Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

“Ağlama be! Ağlama be!”

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

“Ağlama diyorum sana! Ağlama! .. “

Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Şişli, 1 938 Refik Halit Karay

Refik Halit Karay 

14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.  Romancı, öykü yazarı ve gazetecilik yaptı.

Eserlerinde sade bir dil kullanmasına rağmen tasvir ve tahliller bakımından zengin bir anlatıma sahiptir. Anadolu’yu ve Anadolu insanının hayatını “Memleket Hikâyeleri”  eserinde eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. Bu eseri, realist hikâye tarzının başarılı bir örneğidir

Sanatçı, Cumhuriyet yönetimiyle de fikir ayrılıklarına düşmüş, Beyrut ve Halep’e sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünlerdeki gözlemleri ise bir diğer önemli hikâye kitabı olan “Gurbet Hikâyeleri”ne yansımıştır. Af kanunu ile yurda döndükten sonra “Aydede” adlı mizah dergisini tekrar yayımlamaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde daha çok romanla uğraşan Refik Halit, eserlerindeki güçlü gözlemleriyle dikkat çeker. Olayları ve kahramanları en ince ayrıntılarına kadar görmeyi başaran sanatçı, bu özelliğiyle eserlerinde yoğun bir gerçeklik duygusu uyandırır. Eserlerindeki bir diğer önemli özellik ise türü ne olursa olsun mizaha ve tenkide yönelmesidir. Bunu özellikle hikâye ve romanlarında karakterler üzerinden yapar.

Sanatçı, önemli romanlarından olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eserinde Meşrutiyet’le zenginleşen insanları; Çete‘de Türk çetecilerin Fransızlarla olan mücadelesini; bir inceleme roman özelliği de taşıyan Yezid’in Kızı adlı eserinde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidilerin hayatlarını; Sürgün‘de Yüzbaşı Hilmi Efendi’ye atılan bir iftira yüzünden onun Beyrut’a sürgün edilişini ve burada yaşadığı sıkıntıları; Bugünün Saraylısı‘nda İstanbul’da kendi halinde bir aileye katılan sonradan görme bir akraba kızın ailenin değerlerini alt üst etmesini anlatır.

Yazarın gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade akıcı dili, güçlü tekniği ile 20, yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmasına vesile olmuştur.

Türk edebiyatına birçok eser kazandıran Refik Halid Karay, İstanbul’u bütün renk ve çizgileriyle yansıtarak Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. 18 Temmuz 1965 yılında da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, çok acıklı hikaye, acılı hikaye, ağlatan hikayeler, duygusal hikayeler, gurbet hikayeleri, eskici,

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html/feed 6
Hikaye “Kadın” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html#respond Thu, 03 Feb 2022 14:12:34 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8303 Hikaye “Kadın” “Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın. Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi. Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine. Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini. Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi. Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da […]

The post Hikaye “Kadın” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Kadın”

“Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın. Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi. Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine. Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini. Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi. Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata.

Keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydı…

Dumanı üzerinde koydu yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardı, uzattı adama. Adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. Bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne kattı.

Yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı…

İçindeki öfkeye eksik olan tuzu bahane etti, hıncını kadından çıkardı. Taşlar, sopalar, yumruklar kırabilirdi kadının kemiklerini, ama kelimeler kadar canını yakamazdı hiçbiri.

Kemikleri iyileşti zamanla, ama ruhu hiçbir zaman iyileşmedi kadının.

Kendisine uzanan her ele karşı ürkek kaldı. Hırpalandı, hor görüldü, aşağılandı, bıçaklandı, öldürüldü kadın ya da kadınlar, bizim kadınlarımız…

İnsan gibi yürüyebilecekleri bir yol bırakılmayınca, kendi içine doğru yürümeye başladı ve sonunda düştü. Kendi içine düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten…

Sonra bir gün kendisini esir eden bu hayattan kurtulmak istedi. ‘Bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?’ gibi sebeplerle daha fazla ölecek gücü kalmamıştı. Bir boşanma dilekçesine imza attı, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah atıldı. Belki de hayatında ilk kez kendisi için bir şey yapmaya cesaret eden kadın, 50 metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla kayıplara karıştı.

“Aldılar, götürdüler, namazı kılındı, gömüldü…”

Gazetelerde H.K. diye geçti adı. Haberini okuyanlar derin bir nefes aldı, böyle bir felaketi kendileri yaşamamış olduğu için.

Sevmediği bir adamla zorla evlendiren babası bile ağladı ardından, ‘Pişmanım’ dedi günah çıkarmak ister gibi. Asıl darbeyi babasından almıştı aslında kadın, zaten ondan da görmemişti şefkatli bir dokunuş. Hayatındaki tüm erkekler kırmıştı kolunu kanadını. Hatta bir kez kendisi kıymak istemişti canına. Kocasının yumruğuyla kırdığı camın kırıklarını bileklerine gömmüştü. Yakmıştı canını cam kırıkları, ama canın kırgınlığı daha çok acıtıyordu. Canına okudular kadının, elbirliğiyle üstelik. Geçmişine okudular, geleceğine okudular, ama kadına iki dize güzel bir şiir okumadılar. Kahkahasına bile kulp taktılar kadının, yine elbirliğiyle üstelik. Ama kulağının arkasına bir çiçek takmadılar. Yetim yaralarıyla, öksüz hayalleriyle geçti bu dünyanın toprağından kadın. Biri geçti, diğerleri geçmekte hala…

Biri tacize, biri tecavüze, biri şiddete maruz kalıyor. Birinin saçının rengine karışılıyor, birinin eteğinin boyuna. Ve bir diğerinin varlığı bile günah sayılıyor…

İşte tam şu an biri eve mahkûm ediliyor, biri cezaevine kapatılıyor, biri istemediği bir evliliğe zorlanıyor.

Kendinden geriye siyah-beyaz yarım tebessümlü bir fotoğraf kalan, dünyaya ‘ah’ını bırakarak giden tüm kadınların anısına…”

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, kadınlarımızın acı hikayeleri, kadın hikayeleri, dayak yiyen kadınlar, dövülen kadınlar, haksızlığa uğrayan kadınlar,

The post Hikaye “Kadın” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html/feed 0
Anneler Günü Bir Kadın Gittiğinde https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anneler-gunu-bir-kadin-gittiginde.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anneler-gunu-bir-kadin-gittiginde.html#respond Mon, 11 May 2020 14:41:19 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=6175 Anneler Günü; Anneler Günü Bir Kadın Gittiğinde Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde “yetim-öksüz” kalan çok olur. Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler… Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar. Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların. O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz. […]

The post Anneler Günü Bir Kadın Gittiğinde appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anneler Günü; Anneler Günü Bir Kadın Gittiğinde

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde “yetim-öksüz” kalan çok olur. Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler… Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.

Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların. O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz. Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının. Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.

 Bir kadın gittiğinde…

 Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;

Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci…

Bir anne gider… Bir dost… Bir arkadaş… Bir sevgili... Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde… Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır. Kapı eşiğindeki “Dikkat et…” duyulmaz, Annesi gitmiştir “geç kalma”nın. kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler. Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında Ve bir kadın gittiğinde pek çok “yetim” bırakmıştır arkasında.

The post Anneler Günü Bir Kadın Gittiğinde appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anneler-gunu-bir-kadin-gittiginde.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye; “Ölümüne Sevgi” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-olumune-sevgi.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-olumune-sevgi.html#respond Sun, 05 Apr 2020 15:25:00 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=5795 Çok Güzel Bir Hikaye; “Ölümüne Sevgi” Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye; “Ölümüne Sevgi” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye; “Ölümüne Sevgi”

Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler.

Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.

Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu.

Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.

Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve “Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı” dedi.

Kan nakli ilerlerken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu.. Gülümsemesi de yok oldu.

Titreyen bir sesle doktora sordu:

“Hemen mi öleceğim?..”

Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vucudundaki bütün kanı verip, öleceğini sanmıştı…

The post Çok Güzel Bir Hikaye; “Ölümüne Sevgi” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-olumune-sevgi.html/feed 0
“Anne Gözüyle Görmek” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anne-gozuyle-gormek-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anne-gozuyle-gormek-hikayesi.html#respond Fri, 13 Sep 2019 19:48:13 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2956 “Anne Gözüyle Görmek” Hikayesi Hikaye Oku; Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. […]

The post “Anne Gözüyle Görmek” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Anne Gözüyle Görmek” Hikayesi

Hikaye Oku; Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı.

Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi.

Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti.

Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti.

“Badem” dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti…

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.

Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.

Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.

Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.

Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu.

Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı.

Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı.

Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü.

Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu.

Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.

Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak;

– Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış.

Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?

Yaşlı doktor

– Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi.

Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, O’nun gözünden gördün kendini!..

The post “Anne Gözüyle Görmek” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/anne-gozuyle-gormek-hikayesi.html/feed 0
Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html#respond Fri, 13 Sep 2019 19:28:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4253 Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” Hikaye oku; İşimin yoğunluğu, eşim ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen “İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu. Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü […]

The post Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek”

Hikaye oku; İşimin yoğunluğu, eşim ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen “İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu. Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.

– “Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm” diye yanıtladım.

– “Sadece ikimiz mi?” Biraz düşündü ve “Çok isterim” diye cevap verdi.

O cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu.

Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıl dönümlerinde giydiği elbise vardı. Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde:

– “Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim gerçekten çok etkilendiler” dedi. “Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar.”

Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi.Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu.

Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim.

– “Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin” dedi.

Ben de gülümsedim.
– “O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim” dedim.

Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiç bir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi evine bırakırken;

– “Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen” dedi ve bir akşam tekrar buluşmaya karar vererek ayrıldık.

Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu:

– “Çok güzeldi” dedim. “Düşünebileceğimin çok üstündeydi.”

Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki, onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı. Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı:

– “Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum.”

O an, “Seni Seviyorum” demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım.

The post Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye; “Seni Seviyorum Demek” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/yasanmis-gercek-bir-hikaye-seni-seviyorum-demek.html/feed 0