Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” 6 yorum


Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ”

Refik Halit Karay

Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

“Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’ daki gibi:

“Hasan gel!”

“Hasan git!” demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu.

Hassen şekline girmişti:

“Taal hun ya Hassen,” diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

“Ruh ya Hassen … ” derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pürnahıl (süs ağacı gibi baştan aşağı) çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.

Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere ne ev! Yalnız ara sıra
kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile …

Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

“Gemel! Gem el!” dedi.

Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs …

“Ya habibi! Ya ayni!”

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar …

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu.

Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (sarı meşinden yapılan bir çeşit ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu:

Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’ da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:

“Türk çocuğu musun be?”

“İstanbul’ dan geldim!”

“Ben de o taraflardan … İzmit’ ten!”

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

“Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

“Sen niye buradasın?”

“Bir kabahat işledik de kaçtık!”

Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan … Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları
sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

“Gidiyor musun?”

“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor … Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

“Ağlama be! Ağlama be!”

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

“Ağlama diyorum sana! Ağlama! .. “

Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Şişli, 1 938 Refik Halit Karay

Refik Halit Karay 

14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.  Romancı, öykü yazarı ve gazetecilik yaptı.

Eserlerinde sade bir dil kullanmasına rağmen tasvir ve tahliller bakımından zengin bir anlatıma sahiptir. Anadolu’yu ve Anadolu insanının hayatını “Memleket Hikâyeleri”  eserinde eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. Bu eseri, realist hikâye tarzının başarılı bir örneğidir

Sanatçı, Cumhuriyet yönetimiyle de fikir ayrılıklarına düşmüş, Beyrut ve Halep’e sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünlerdeki gözlemleri ise bir diğer önemli hikâye kitabı olan “Gurbet Hikâyeleri”ne yansımıştır. Af kanunu ile yurda döndükten sonra “Aydede” adlı mizah dergisini tekrar yayımlamaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde daha çok romanla uğraşan Refik Halit, eserlerindeki güçlü gözlemleriyle dikkat çeker. Olayları ve kahramanları en ince ayrıntılarına kadar görmeyi başaran sanatçı, bu özelliğiyle eserlerinde yoğun bir gerçeklik duygusu uyandırır. Eserlerindeki bir diğer önemli özellik ise türü ne olursa olsun mizaha ve tenkide yönelmesidir. Bunu özellikle hikâye ve romanlarında karakterler üzerinden yapar.

Sanatçı, önemli romanlarından olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eserinde Meşrutiyet’le zenginleşen insanları; Çete‘de Türk çetecilerin Fransızlarla olan mücadelesini; bir inceleme roman özelliği de taşıyan Yezid’in Kızı adlı eserinde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidilerin hayatlarını; Sürgün‘de Yüzbaşı Hilmi Efendi’ye atılan bir iftira yüzünden onun Beyrut’a sürgün edilişini ve burada yaşadığı sıkıntıları; Bugünün Saraylısı‘nda İstanbul’da kendi halinde bir aileye katılan sonradan görme bir akraba kızın ailenin değerlerini alt üst etmesini anlatır.

Yazarın gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade akıcı dili, güçlü tekniği ile 20, yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmasına vesile olmuştur.

Türk edebiyatına birçok eser kazandıran Refik Halid Karay, İstanbul’u bütün renk ve çizgileriyle yansıtarak Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. 18 Temmuz 1965 yılında da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, çok acıklı hikaye, acılı hikaye, ağlatan hikayeler, duygusal hikayeler, gurbet hikayeleri, eskici,


Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

6 yorum “Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ”