Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*”


Bir Kadın Hikayesi  “KARA PUSARIK*”

Mustafa Ünver

Aylardan kasımdı ve artık kış tüm alametleriyle gelmekte olduğunu belli ediyordu. Köyün üzerine senede sadece bir kaç kez çökerek hayatı zindan eden, gündüzü gözün gözü görmediği zifiri karanlık geceye döndüren o sis fırtınasının bastığı gündü. Kahvaltı olarak içine bayat bazlama ekmeği doğranmış tarhana çorbasını içtikten sonra üç yaşındaki oğluyla köyüne dönmek üzere yola çıktı Zehra. Misafir olduğu evde havanın açılmasına kadar durması için yapılan tüm ısrarlara, “şunun şurası yürüme sadece bir saatlik yolum var. Müsaade edin köyümüze dönelim biz, her şey için sağolun. Hem yalnız da değilim; erkeğim var yanımda, Ahmet’im var” diyerek kalması yönündeki tüm önerileri kibarca reddetti Zehra. Bir yandan da oğlunun kızıl saçlarını okşayarak gülümsüyordu.

Yola çıkarken kendisini ve çocuğunu üç gün boyunca konuk eden ev sahiplerine misafirperverlikleri için sayısız teşekkür etti, minnetini ifade etti kendince nazik deyişlerle. Avludaki çatal kapıda yapılan son vedalaşmanın ardından oğluyla birlikte köylerine doğru yürüyüşe başladı Zehra. Görüş mesafesi elli metreyi bulmuyorsa da ortalıkta ciddi sayılabilecek bir sıkıntı görünmüyordu. Hava yumuşak ve sakindi. Yirmi yaşındaki Zehra, ölçülü bir fiziğe sahipti. Fidan gibi, su gibi güzel bir gelindi. Aynı zamanda yiğit, akıllı, becerikli ve güler yüzlüydü. Yanakları al al olurdu konuşurken. Konuştuğu zaman kelimeler kabarık dudakları arasındaki biçimli ağzından ve bembeyaz dişlerinden inciler gibi dökülürdü. Terbiyeli, görgülü, oturup kalkmayı bilen bir gelindi. On altı yaşında evlendi Zehra. Ahmet ilk çocuğuydu. Kocası Hüsnü kendine göre biraz kaba sabaydı. Pek dengi olmasa da yine de mutlu mesut bir evliliği vardı. Şükürlü, sabırlı ve kanaatkâr kadındı Zehra. Rahmetlik baba tarafından akrabalarının düğününe katılmak için bu köye gelmiş ve ata dostu bir ailenin yanında üç günlüğüne misafir olmuştu.

Yolculuğun başlarında Ahmet kendi yürüyor, kucak istemiyordu. Bu da tabii Zehra’yı sevindiriyordu. Sis dalgaları da biraz açılmaya başlamıştı. Derken rüzgar aniden sert esmeye başlamış, dumanlar da iyiden iyiye görüş mesafesini azaltmıştı. Göz gözü görmez haldeydi. Sadece bir karaltı olarak görebildiği Ahmet’in elini sımsıkı tutuyor, “sakın korkma oğlum, tek elimi bırakma” diyerek zorlukla yürümeye devam ediyordu. Gözlerini ancak kısık şekilde açabiliyordu. Tipi ve sis çok yoğundu. “Havanın bu kadar bozacağını bilsem yola çıkmazdım”, diye geçiriyordu içinden Zehra. Yürüyorlardı yürümesine ama ne tarafa doğru yürüdüğünü de bilemeyecek kadar tipinin ve kara pusarıkların içinde kalmışlardı.

Derken uzaktan kendi taraflarına doğru yaklaşan iri yarı bir karaltı gördü. Önce bir ayı olmasından endişelendi karartının. Karartı yaklaştıkça gelen kimsenin başına keçe kalpak geçirmiş, gövdesine saçaklı ve uzun yün palto giymiş bir adam olduğunu fark etti. Aralarındaki mesafe yirmi otuz metreden az değildi. Gördüğü siluetin ayı olmadığına sevinmiş sevinmesine ama bu kez de içine, gelenin iyi mi kötü mü bir insan olduğu endişesi ve korkusu yayılmıştı. Hiçbir söz ve ses olmaksızın iki karaltı birbirine yaklaştıkça yaklaştı. Elini uzatsa dokunacak kadar yaklaşınca adam tam önlerinde duraladı ve “hey kadın bu havada bu bebeyle nereden gelir nereye gidersin? hiç böyle pusarık havada dışarı çıkılır mı?”, diye ünledi. “Ben Ovalıdanım, çocuğumla köyüme gidiyorum”, dedi. Korkudan Zehra adamın yüzüne de pek dikkatli bakamadı ama kara ve kirli sakallı, buruşuk yüzlü, iri gövdeli bir adam olduğunu fark etti. Biraz duraladı adam, bir şey demedi. Sonra “demek Ovalı Köyüne gidiyorsun he?”, dedi. Adam bu sözleri sanki kafasında bir plan kuruyor ve plan için de biraz zaman kazanmak istiyormuş gibi ağırdan ağırdan söylemişti. Zehra’nın bu durumdan işkillendiğini anlayan adam sanki sislerin içinden bir şey görünüyormuş gibi sağa sola şöyle bir bakarak “Bacı sen şu yolu dümdüz takip et, bu yol sizi köyünüzün bağlantı yoluna ulaştıracaktır. Ama sakın başka yönlere sapayım deme. Yoksa yolunuzu kaybeder, köyü bulamazsınız”, dedi. Zehra adamın kötü biri olmadığını görüp rahat bir nefes aldı. “Çok teşekkür ederim ağam, sağ ol”, dedi adama. Adam da gülümseyerek “haydi bacı sen de sağ ol, yolunuz açık olsun” diyerek ters istikamete doğru yürüdü. Zehra da “haydi oğlum” diyerek adamın söylediği yöne doğru hareket etti. Yürüme ilerledikçe puslu hava bırakın dağılmayı her atılan adımla sanki daha da yoğunlaşmaya, kararmaya ve üzerlerine çökmeye başlıyordu. Yorgunluktan mızıldamaya başlayan Ahmet’i kucağına alarak ne kadar yürüdüklerini tahmin bile edemiyordu Zehra. Ama yorgunluktan sırtı iyiden iyiye ısınmış, alnı da boncuk boncuk terlemişti. Ahmet’ten bulduğu fırsatta başındaki çemberin yeniyle alnından dökülen terleri siliyor, “oğlum biraz da kendin yürür müsün? bak çok yoruldum ben de”, diyordu. Ahmet ise hemen mızıldanmaya başlıyordu. Saatlerce yürümüştü Zehra bu halde, ama köylerinin alt yoluna bir türlü ulaşamamışlardı. Zehra artık dayanamayacak, bir adım bile atamayacak dereceye ulaşınca kucağından Ahmet’i indirdi ve “hiç gücüm kalmadı yavrum, artık biraz da kendin yürümelisin”, dedi. Çocuk bu kez söz dinledi ve yürümeye başladı. “Açıl biraz artık hava, ne olur açıl”, diye yalvarıyordu bazen Zehra. Ama pusarık söz dinlemiyor, aksine kara dumanlar gittikçe çöküyor, rastladığı her varlığı egemenliğine alıyor, bir ahtapot gibi sayısız kollarıyla sararak boğuyordu. Dayanılacak gibi değildi. Saatlerce yolda olduklarına emindi ve “ikindi vakti yaklaşsa gerek”, diye düşünüyordu. Tek tük çam ve meşe ağaçlarının yanından yürüdüklerini fark etti Zehra. Köylerine giden yolun üzerinde çam ve meşe ağaçlarının olduğunu hiç hatırlayamamıştı. Hatta olmadığına emindi. “Bu işte bir yanlışlık var ama, haydi hayırlısı”, diye söyleniyordu Zehra kendi kendine. Yürümeye devam ediyorlardı. Başta yanlarından tek tük geçtikleri çam ve meşe ağaçları artık çoğalmaya başlamıştı. Rüzgarlar çam ağaçlarının dallarını ıslık çalarak yalıyordu. Hava daha da soğumaya başlamıştı ki Zehra kendilerinin artık tamamen yanlış bir yöne doğru yürümüş olduklarından şüphe duymadı. Kaygı ve korkusu iyiden iyiye artmıştı. Çünkü burası, misafirlikte olduğu köyün dağlarından, yaylalarından başka bir yer değildi. Her taraf asırlık çam ve meşe ağaçlarıyla kaplıydı. Etraftan mis gibi reçine kokuları yayılıyordu ılgıt ılgıt. Rüzgarların ormandaki ağaçların yapraklarını yalarken çıkardığı sesler son derece ürkütücü ve korkutucuydu. Ormanda kara pusarık çok daha yoğundu. Bırakın insan önünü, ayağını bastığı yeri görsün, burnunun ucunu bile göremiyordu. Anlaşılan kalpaklı yaban adam yanıltmıştı ve onları köylerine götürecek yolun tam tersi istikamete yönlendirmişti. Artık Zehra oğluna pek belli etmeye çalışmasa da iyice korkmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemiyordu.

Derken “Çakır Ağam önce sen gör, ben bebeye mukayyet olurum”, diyen bir ses duydu karanlığın içinden. Bu ses, evet bu ses, kalpaklı yaban adamın sesiydi. Demek yaban adam tuzak kurmuştu. Nasıl da inanmıştı halbuki ona. O anda dumanların içinden bir el çıkmış ve Ahmet’i Zehra’nın elinden çekip almıştı. “Ne olur bize bir kötülük etmeyin ağalar, ben evli barklı bir kadınım, yolumu kaybettim, ne olur bana ve oğluma kötülük etmeyin”, diye ağlayarak bağırıyordu Zehra.

İnce, uzun boylu, kıyafeti düzgün bir adam karanlığın içinden çıkarak “gel buraya” diyerek sertçe ve hızla kolunu Zehra’ya sarıp O’nu kendine doğru çekti ve bir anda yere yatırdı. Zehra’nın adamın elinden ve güçlü kollarından kurtulması imkansızdı, hiç hali kalmamıştı, yerden ne bir taş kapacak gücü, ne bunu akıl edecek izanı kalmıştı. Sonra Kalpaklı yaban adamın gelip zavallı vücudunu hırpalamaya başladığında yarı baygın vaziyetteydi Zehra.   Vahşi adamlar zavallı kadına defalarca tecavüz etmişlerdi. 

Ahmet’in sesi gelmiyordu. Yaban adam ya onu uzağa götürmüş ya da öldürmüştü. Bunu düşünmek bile istemiyordu olanca çöküntü, perişanlık ve bitkinlik içinde.

Kendine geldiğinde oğlu Ahmet başının üstünde hıçkıra hıçkıra “anne, anne” diyerek ağlıyordu. Bir taraftan da annesinin çıplak kalmış yerlerini yırtık elbiselerin kenarlarını çekiştirerek örtmeye çalışıyordu. Kendine gelir gelmez Zehra hemen oğluna sarıldı, öptü kokladı yavrusunu ağlayarak. Bir yandan da kendine çeki düzen vermeye çalışıyordu. Lime lime olmuş üst elbisesi ve açık kalan yerlerini örtebildiği kadar örtmeye çalıştı. Aradan kaç saat geçmişti, ne kadar baygın yatmıştı, hiç bilemedi Zehra. Ama sis dağılmış, hava açılmıştı. Hatta güneş yeni doğmaya hazırlanıyordu. Gece boyu dağda baygın mı yatmış oluyordu şu halde Zehra? Ya kurtlar veya ayılar saldırsaydı dağların içinde onlara gece boyu, ya yavrusunu parçalasalardı. Tepelerinde sanki göğe değecek kadar ihtişamlı çam ağaçları sakin sakin hışırdıyordu. Dünkü havaya inat bugün her taraf cam gibiydi, pırıl pırıldı. Şırıl şırıl bir derenin aktığını gördü Zehra yan tarafta. Kalkıp elini yıkadı, su içti, yüzüne su vurdu, saçını başını düzeltti olabildiği kadar. Çantasındaki su kabını doldurdu ve Ahmet’e içirdi. Bir kaç lokma çörek yedirdi oğluna. Kendi de bir parça çörek yemek istedi kuvvetlenmek için ama yaşadığı iğrenç olaydan midesi bulandı, içi almadı. Ayağa kalkıp platoya doğru bakınca uzakta, çok uzakta köylerine götüren yolu görebildi. Çok uzaktaydı ama görünüyordu yol. Böyle bir facia yaşanmış olamazdı. Böyle bir vahşet yaşanmış olamazdı. Böyle bir aşağılama ancak ve ancak çok kötü bir rüyada yaşanabilirdi. Yürürken yanaklarına düşen gözyaşları ne yazık ki olup bitenin rüya olmadığı gerçeğini yüzüne çarpıyordu. Keşke her şey sadece kötü bir rüya olsaydı.

Köyüne oğluyla birlikte yarı çıplak ulaşabildi Zehra. Ne yazık ki çilesi burada da bitmedi. Kayınpederi ve kocası eve sokmadılar Zehra’yı. Olanı biteni anlatmasına ve bunda Zehra’nın hiçbir suç ve günahı olmamasına rağmen “kirlenmiş bir kadın bizim gelinimiz olamaz” diyerek adaletsiz ve haksız yargılamalarını yüzüne çarptılar zavallıcığın. “Bari yavrumu benden ayırmayın”, diye kapı önünde çaresiz, harap bitap ağlayıp sızladığı halde “torunumuza bir kahpenin annelik etmesine nasıl izin verebiliriz” diyerek ikinci haksız yargılarını biçtiler zavallı Zehra’ya.

Saatler sonra Zehra çaresiz, aç, susuz, harap bitap vaziyette kendini anasının avlusuna zor attı. Anası “kendi güzel, bahtı kötü kızım, vah talihsiz yavrum vah” diyerek kızını eve aldı.

Zehra bu işi burada bırakmayacaktı elbette, bırakmadı da. Ertesi gün iki saat yürüme uzaklıktaki ilçeye giderek savcıya olan biteni, işte anlatabildiği kadar anlattı ve namusunu kirleten ahlaksız alçaklardan şikayetçi oldu. Çakır Ağa ismini alan jandarmanın suçluların her ikisini de teşhis için Zehra’nın karşısına dikmesi zor olmadı. Zalimler yargılandılar ve sekizer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Hüküm giydiler, hapse girdiler girmesine ama Zehra’nın maruz kaldığı aşağılık muamele, yuvasının yıkılması, oğlundan mahrum kalması, haksız yere toplumca lekelenmesi karşısında neye yarardı ki, neyi telafi edebilirdi ki?

Zehra’nın köyü ona yapılan bu aşağılık saldırıyı topyekün kendilerine yapılmış bir aşağılama olarak kabul etti. Muhtarından azalarına, azalarından tüm köy halkına kadar verilen bu karar sistematik bir saldırganlık kararıydı. Karşı köye olabildiğince zarar verilecek, olabildiğince düşmanlık sergilenecekti. Yazık ki uygulamaya koydukları bu ölçüsüz misilleme saldırıları köyün canilerine, azgınlarına ve arkalılarına değil; hemen her zaman garibanlara karşı sergileniyordu. İlçeden köyüne gitmekte olan yaşlı, çelimsiz ve gariban bir adam olan Kuyruk Hasan’ı köylerinin önündeki yoldan geçerken evirip çevirip dövmüşler, ağzını burnunu kana bulamışlardı. “Evladım benim suçum ne? Benim size kötülük eden ahlaksızlarla ne alakam var? Ben bir kötülük mü ettim size? Yapmayın ne olur, etmeyin ne olur”, diye ne kadar yalvarsa da yaşlı adam, sistematik dayak faslından kendini kurtaramamıştı. Kan revan içinde ağlaya ağlaya kendini köyüne zor attı zavallı ihtiyar. Bir defasında da köyden yine kendi halinde yaşayıp gitmekte olan bir fakirin, Boyunsuz Muharrem’in iki ineğinden birini ahırından çalarak kendi köylerine götürmüşlerdi. İneği köy ortasında keserek tüm hanelere birer pişirimlik et olarak dağıtmışlardı. Garip Muharrem sabah kalkıp ahırına vardığında ineğinin çalındığını görünce üzüntüden ve çaresizlikten yere çöküp nasıl da ağlamıştı. Bir başka seferde ise köylerin ortak otlağında yayılmakta olan iki malak ineğini urganlarından sökerek götürmüşler, hayvanlara el koymuşlardı. Malakların sahiplerinin köklü bir aileye, Tonyalılara ait olduğunu fark edince de kendilerince kestikleri yüklü tutardaki usulsüzlük cezasını muhtarlığa ödemedikçe hayvanları geri vermeye yanaşmadılar. Güya malaklar kendi köylerine ait otlaklarda yayılmaktaydı ve bu cezasız bırakılmaması gereken ağır bir suçtu.

Arkadaşlar bu örnek kurmaca olayda da gördüğümüz gibi, zalim ve mazlum olma, karanlıkla aydınlık arasındaki ince çizgi kadar birbirine çok yakın ve hassas değil mi? Sanki her şeyin bir tık ötesi aydınlık veya karanlık. Mazlumsunuz ama bir anda zalim olabiliyorsunuz. Ezilmişsiniz ama günün birinde en acımasız bir ceberuta dönüşmüş olabiliyorsunuz. Zamanında çok haksızlığa uğramışsınız ama fırsatı ele geçirince zavallı insanlara haksızlık yapmaktan zerre tereddüt etmeyen bir tirana, bir diktatöre dönüşebiliyorsunuz. Yaşı doksanlara gelmiş saygıdeğer bir hocam var, sağlık ve afiyette daim olsun- sıklıkla şöyle der: “Şu yaşa geldim Allah’ın yarattığı şu insan denilen mahluku daha çözemedim.”

Biliyorsunuz arkadaşlar Kur’an-ı Kerim Maide Suresinin 8. ayetinde ölmez bir ilkeden, her zaman adaletli ve ölçülü olmaktan söz eder. Adalet ve ölçülülük her zaman zulmün karşısındadır çünkü. Şu bardağın konması gereken yerine konması adalet, yerine konmaması zulümdür çünkü. Adalet ölçüsünde yapılacak en küçük bir sapma boşlukta kalmaz ve mutlaka zulüm dünyasına demir atarak sahibini anında zalim yapar. Haydi o ayeti üzerinde iyice düşünmek için bir kez daha hatırlayalım: “Ey inananlar! Adaleti Allah için her zaman ayakta tutun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kızgınlık ve nefret, sizi adaletten sapma günahına düşürmesin. Adil davranın. Çünkü her türden kötülüğe karşı sakınaklı ve korunaklı olmaya en yakın yol, adil olmaktır. Allah’tan korkun. Sakın unutmayın, Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”

Evet arkadaşlar sizce insanın kurmaca olayımızda geçen türden trajik ve yaman çelişkilerin ve haksızlıkların içine düşmemesi için ne türden önlemler alınmalı? Neler olmalı? Neler yapılmalı? Bu konuda sizleri dinlemek istiyorum. Kim söz almak ister? Pekâlâ buyur bakalım Filiz, ilk eli sen kaldırdın, söz sende.

Hocam bence ilkin mazlum, sonra zalime dönüşen köyün gösterdiği dengesiz ve adaletsiz düşmanlıklar ve saldırganlıklar tepedeki kurdun aşağıdaki kuzuya “suyumu bulandırıyorsun, seni yiyeceğim” diyerek verdiği anlamsız cezadan farksızdı. Kurt bir kere kuzuyu yemeyi kafasına koymuş çünkü. Azgınlık, saldırganlık, taşkınlık ve suça zaten çok meyilli insanların bir tikel olayı bahane ederek kendilerine yol açmalarının savunulabilir hiçbir yönü olamaz.

Hem sonra yaşanan çirkin olay zaten yargıya intikal etmiş ve failler sekizer yıl hapse mahkum edilmişler. Bunun ötesinde hele de olayla hiç ilgisi olmayan gariban ve arkasız insanlara sırf o köyden oldukları için eziyet etmek, canlarına kastetmek, mallarına musallat olmak olacak iş değil, tam bir eşkıyalık.

Teşekkür ederim Filiz, hem örnek olayı ana hatlarıyla çok iyi özetledin hem de bağlamındaki çelişkileri çok güzel dile getirdin. Biraz önce sen de söz istemiştin Aykut, sen nasıl yorumlarsın bu bağlamda sergilenen yanlışların metodolojik olarak ifade ettiği anlamı?

Hocam ben biraz da arkadaşım Filiz’in bıraktığı yerden devam etmek isterim. Şöyle ki insanlar cezaları kendileri vermeye kalktıkları taktirde ortaya onulmaz facialar çıkabiliyor. Çoğu zaman makul sınırın çok ötesine taşabiliyor. Çünkü insan yetkiyi kendinde gördüğünde ve buna inandığında kural, kaide, sınır, makul ceza tanımıyor. Hemen zalimleşiyor, tiranlaşıyor; düşman olarak tanımladığı kesimlere karşı adalet, vicdan ve merhamet sınırlarını kanırtıp aşındıran bir orantısız güç kullanım sergilemekte tereddüt etmiyor. İnsan böyle bir varlık hocam ne yazık ki. Yıllar önce bir arkadaşım anlatmıştı: Birisi Kur’an’ın hırsızlara layık gördüğü el kesme cezasını eleştirir ve bunu bir vahşet olarak görürmüş. Bir gün işe gitmek için sokağa çıktığında arabasının çalındığını görmüş. Tabii yıllarca dişinden tırnağından artırarak zar zor sahip olduğu arabasının çalınmasına öyle üzülmüş ki. O sırada bir arkadaşı “arabanı çalan hırsızı yakalasan elini keser misin” diye sormuş. Öfke ve üzüntüden zaten deliye dönmüş olan mağdur kişi “ne elini, kafasını koparırım, kafasını” diye cevap vermiş. Bu arada tabii önceden düşündüğü fikrinden dolayı mahcup olmuş. Bunu soran arkadaşı da “bak böyle yapman zulüm olur, hırsızlık yapanın kafasını koparamazsın, en çok eli kesilebilir, ötesi vahşet olur” demiş. Bu yüzden cezaları insanlar kendileri vermemeli. Adaletli bir devlet düzeni muhakkak olmalı. Ayrıca hukuka dayalı bir devlet düzeninin insan hayatı için ne kadar elzem olduğu, bir gün herkesin hukuka ihtiyaç duyabileceği da ayan beyan ortaya çıkmıştır hocam.

Ağzına sağlık Aykut konuyu belli bir düzeye yükselttin. Şimdi de sözü Melis’e bırakmak istiyorum. Melis, insanın mazlumken zalimleşme yolundaki ölçüsüz davranışlarıyla adaletli bir hukuk devleti nosyonu arasındaki ilişkiye dair sen neler söylemek istersin?

Hocam aslında sözünü ettiğiniz bu iki unsur bir tahterevalliyi andırıyor. Biri yükselince diğeri düşüyor; biri güçlenince diğeri zayıflıyor. Ne zaman ki devlet devletlikten çıkıyor, hukuk guguğa dönüyorsa orada eşkıyalık ve çetelik faaliyetleri de o nispette artıp gelişiyor. Bu tespiti sahip olduğumuz tüm tarihi belgeler ve kayıtlar kanıtlıyor. Devletin zayıfladığı, suçluları yakalamaya ve cezalandırmaya yetişemediği, yetişmek istemediği ya da geç kaldığı tüm dönemlerde suç örgütleri ve faaliyetleri artmıştır. Osmanlıdan Cumhuriyet dönemine kadar zavallı Türk halkı bu zalimlerin ellerinden neler çekmişler neler, zulümlerinden inim inim inlemişler. Ben de arkadaşlarıma katılıyorum, bana göre de çelişkilerin minimize olmasının çözümü adil, tarafsız, eşitlikçi bir hukuk devletinin tüm organlarıyla çalışmasından geçmektedir.

Arkadaşlar sizinle bir kez daha gurur duydum, görüşlerinizi açık yüreklilikle ve büyük bir olgunlukla dile getirdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ülkemizi her alanda ileriye götürecek olanın bu mantalite olduğuna ben de yürekten inanıyorum. Söz almayan sadece Ali kaldı, sen ne dersin Ali?

Hocam bana diyecek bir şey kalmadı, buna sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. (Gülüşmeler) Madem bana da söz verdiniz ben de Zehra’yı merak ediyorum hocam. Zehra nasıl oldu? Hayata tutunabildi mi yeniden?

Pekâlâ Ali bundan sonrasında sen nasıl bir hayat yakıştırırdın Zehra’ya? Haydi söyle bakalım, ne dersen öyle yazalım sonunu.
(Gülüşmeler) Şey Hocam teşekkürler öncelikle Zehra’nın kaderinde beni de söz sahibi ettiğiniz için. (Gülüşmeler) Pekâlâ öyleyse şöyle bitirelim hikayeyi hocam:

Yaşadığı menfur olaydan tam iki yıl sonra, çocuksuz olarak dul kalmış iyi yürekli, zengin ve olgun bir adam Zehra’ya talip oldu. Gelen bu kısmeti tepmedi Zehra ve evlendi yeniden. İnsan değerinin taktir edildiği sevgi dolu, sımsıcak bir yuvası oldu. Bir oğlan bir kız iki de çocukları oldu. Ahmet de belli aralıklarla annesini ve kardeşlerini görmeye geliyor. Merak etmeyin onlar mutlu…

Mustafa Ünver

* Pusarık, “sis, duman” anlamına gelen eski Türkçe bir kelimedir. 1400? yılından önceye tarihlenen Dede Korkut kitabında bu kelime “kara pusarık ordumun üzerine tökilür gördüm,” şeklinde geçmektedir. Bkz. Nişanyan Sözlük, “Pusarık” Md.

Mustafa Ünver

hikaye, öykü, acı hikayeler, kadına şiddet, kadın tecavüzü, taciz, kadın hikayeleri, yine bir kadın hikayesi, ağlatan hikayeler, şiddet hikayeleri, hikaye oku, hikaye okuma, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver Hikayeleri,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir