Hikaye “Bünyamin’in Düşüşü”


 Hikaye “Bünyamin’in Düşüşü”

Televizyonun hipnotize edici ışığı an bean değiştirilen kanallar yüzünden göz kırpıp duruyordu, kumandanın efendisi, iki oda bir salon evin tek otoritesi, çekirdek ailesinden son kalan üye de öldüğünden beri tek başına yaşayan bir sessizlik düşkünü, otobüse yürüyerek yetişmeye çalışan, borç verenle göz göze geldiği an özenle kaçmaya başlayan, otuz beşine merdiven dayayan, kara saçları her yıl daha da kırlaşan, her yıl daha da dökülen ve bu yüzden ara ara ağzından eksik etmediği ay çekirdeği kabuklarını televizyon ekranına tükürerek genlerine söven bir adam, lisede hafızasına ekilen otuz beş yaşlı malum şiir şu son yıl içinde olur olmadık durumlarda aklına gelmeye başlayan, şimdiye dek dünya ağacındaki yasak elmaları hamutuyla yiyen ve yemeye devam eden somurtkan bir âdemoğlu, canı istediğinde bağırır ve küfreder ve kahkahalar atar ve sarhoş olur ve olur olmadık eylemleri ardı ardına bağlar, kafa kâğıdında BÜNYAMİN TUFAN yazıyor, babası memurdu su işlerinde, annesi maaşsız-memurdu ev işlerinde, adı ise ünlü bir iş adamından geliyordu. Büyük adamdı, derdi babası, hiçbir büyüklüğünü göremedik be baba.

Adı anılmaya değmez bir devlet dairesinin en alt katında, üst kattakilerin politik doğruculuğu boş vermiş bir benzetmeyle, fare yuvası dedikleri arşive benzeyen bir yerde çalışıyordu. Tabii ki fare yuvası benzetmesini hiçbir zaman benimsememişti, evet, fareler vardı, karanlıktı, havasızdı, kâğıt kokuyordu, fare ölüsü kokuyordu, tavandan sarkan titrek ampullerin ara sıra çıkarttığı akım-gidip-geliyor sesiyle, farelerin insan kulağının vıc vıc diye
algıladığı dedikodu sesi mütemadiyen birbirine karışıyordu, ama benimsememişti işte, masasının üzerindeki tabelada Arş. Grv. Bünyamin Tufan yazıyordu, tatmin ediciydi, daha fazlasını istemiyordu da aslında, şartlar istemesini gerektirdi. Bünyamin şartların adamıydı, şartlar denizinde yüzmezdi o, sırt üstü uzanır ve o denizde sürüklenmeyi beklerdi, bu son sefer de yine çok acayip bir yöne sürüklenmiş, o bile şaşmıştı denize, halbuki hiç şaşırmayan bir adamdı, katil filmin yönetmeni bile çıksa şaşırmazdı, kitapların önce sonunu okurdu, paket yapılmış hediyeleri sevmezdi, sürprizlerden bilhassa nefret ederdi, kötü kokulardan nefret ederdi, hem mecazi hem gerçek anlamda, buzdolabından gelen bozuk kokusu, üst kattan gelen pis işlerin kokusu, üçüncü sütunda sondan beşinciyle altıncı kitaplığın arasında boylu boyunca uzanan cansız bedenin gün geçtikçe şiddeti artan çürük kokusu. Ne biçim de kokuyordu ceset.

Aslan bizonu kovaladı, bizon kaçtı arkasına bile bakmadan, Bünyamin heyecanla takip etti bu gösteriyi, kaçan da kovalayan da insan olsaydı yine aynı hissiz yüz ifadesini koruyabilir miydim acaba? diye merak etti kısa bir süre, sonra boş verdi, bizon dereleri aştı, çıplak tepeleri, güneşin alnında kovalamaca devam etti ve dış ses büyük bir iştahla yorumladı, Bünyamin yerinde huzursuzca kıpırdandı, önündeki kahve sehpasında duran kâğıt parçasına, Sonu belli kovalamacalar tedirgin ediyor, yazdı, ikiliklere adanmış bir defteri vardı kendisinin, adettendir ki, amacının dışında kullanılan 2001 yılı ajandasıydı, sayfaların solunda bir eylem, sağında da karşıt bir eylem başlığı bulunurdu, tedirgin edenler – rahatlatanlar, güldürenler – ağlatanlar, koşturanlar – yürütenler, susturanlar – bağırtanlar. Bizon muhtemelen birbirine benzeyen yirminci tepeciği tırmandı ve nihayet, nefes nefese, sürüsüne ulaştı, sürüsüne bereket. Aslan durakladı, bizon sürüsüne şöyle bir baktı, gerisin geri kaçarken Bünyamin de kâğıda, Avcıdan kurtulanlar rahatlatıyor, yazdı.

Buzdolabını açtı ve küçük dikdörtgene zar zor sığan cesede bir kez bile bakmayıp, dolap kapağındaki yumurtalığa koyduğu gofretlerden bir tane aldı ve kapağı kapatıp soğukkanlılıkla televizyonun başına döndü. Yüzünde ikircikli bir ifade vardı, ya gerçekten belgesele dalmıştı, ya da zihninde Buzdolabımda ceset var! diye bağıran diğer Bünyaminlerden birinin sesine kayıtsız kalmaya çalışıyordu. Diğer Bünyaminler tedirgin ediyor. Susmaları rahatlatıyor.

Yelkovan ve akrep zamanın peşinde, hızla döndüler, gece karardı ve açıldı, güneş göğe tırmandı ve Bünyamin Tufan adı anılmaya değmez devlet dairesinin döner kapısından girip, daha bu saatten meşgul insanların arasından geçerek, kindarca basılan klavye tuşu sesleri -kâğıt hışırtıları – bir baştan diğer başa bağırış çağırışlar – verilen selamlar alınan selamlar ve çay hüpletme sesleri eşliğinde, Birinci Kat’ın boş masalarından birine, cesetten boşalan masaya oturdu. Sandalyenin dönmüyor oluşu sinirini bozdu, aşağıdaki, yani arşivdeki, yani fare yuvasındaki sandalyesi dönenlerdendi, sıkılınca dönmenin rahatlığı bir başka oluyordu. Midesi bulanana dek.

Arşiv görevlisiyken, aşağı balya balya belge getiren Birinci Katta mevki sahibi kişilerle konuşurdu ara sıra, kadının biri gelmişti bir keresinde, elleriyle göğsüne bastırdığı belgelerle. Laf lafı açmış, abartısız ast-üst gülüşmeleriyle muhabbet olağandan bir yirmi saniye daha uzamış ve kadın alt katın mütereddit flüoresanlarından kaçarcasına merdivenlere koşarken, Buradan kurtulmak istiyorsan, ezeceksin birilerini, demiş ve ceketini düzelterek, merdivenlerin karanlığında kaybolmuştu. O an fark etmişti Süha, kadın erkeğe benziyordu, ya da adı anılmaya değmez devlet dairesinin kendisine.

Adamı öldüreceği günün sabahı televizyonun önündeki sürtünmeden dolayı rengi atmış kanepeye oturup, beş liracıdan aldığı duvara asılı matbaa çıktısı tabloya saplamıştı bakışlarını. Beyaz gömlekli kırmızı kravatlı kara paltolu melon şapkalı bir adam beline kadar gelen bir briket duvarın önünde öylece dikiliyordu, kollarını hazırolda dururcasına yapıştırmıştı vücuduna, briket duvarın ardında yağmur habercisi bir gökyüzü berrak bir denizle kesişmekteydi ve tepeden görünmez bir iple sarkıtılmış yeşil bir elma yüzünden adamın yüzünü seçemiyordunuz. Ben miyim bu adam? diye merak etmişti o an, yoksa ‘ezeceğim’ adam mı?

Adamı öldüreceği günün akşamı, topuk sesleriyle ve gökten düşen kamikaze damlalardan sakınmak için açılan şemsiyelerin şaklamalarıyla dolu iş çıkışında, Bünyamin elinde bir taşla, gözüne kestirdiği bir ensenin peşine düşmüştü, bir erkek ensesinin, boyu bir yetmiş civarı, kilosu doksan yüz. Adamı karanlıklarda takip etmiş, sokak lambasının ışığı altında elindeki taşı enseye indirmişti, enseye, kafanın arkasına, art arda, kafatasına çatlatırcasına, kafayı asfalta gömmeye çalışırcasına. Elbette her şey planlıydı, hiçbir şey rastgeleliğin eline bırakılmamıştı. Nasrettin’di adamın ismi, arşive inip çıkardı, kendini anlatıp dururdu, sadece kendini, çünkü kendinden başkası yoktu, yapayalnızdı, uyurken yalnız, kalktığında yalnız, kahvaltısını ederken yalnız, eve döndüğünde yine yalnızdı, aynı Bünyamin gibi. O kadar az insan varlığından haberdardı ki, öldüğünde kimse arayıp sormadı bile, Bünyamin Nasrettin oldu, ya da Nasrettin Bünyamin’di zaten, kimse ayırtına varmadı. Fakat bir ay geçti, eller meydana çıkardı foyayı.

Nasrettin Yılmaz olarak, masasının başında yaptığı iş önüne konan belgelerdeki rakamları toplamak ve bilgisayara geçmekten ibaretti, adı anılmaya değmez devlet dairesinin bu Birinci Katı sanki bir fabrikaydı ve kendisi de bürokrasi üretim bandının başında çalışan bir işçiydi, belge arşive gitmeden önce kim bilir kaç kişinin elinden, kim bilir kaç işlemden geçmişti, ona da kala kala saymanlık (kendi koymuştu yeni vazifesinin ismini) yapmak kalmıştı, özenle kendi evine taşıdığı ceset buzdolabının içinde iki büklüm halde, çürümekte, morarmakta, kendisiyse burada rakamları toplamakta, doğruluklarını kontrol etmekteydi, Ama günlerden bir gün, kesin olmak gerekirse, kendini terfi ettirdiği günün tam bir ay sonrası, kendisine ‘ezme’ öğüdü veren kadının İkinci Kata terfi ettirilişini alkışlarla kutlarlarken, bu birbirine çarpan avuç içlerinin, birleşen ve uzaklaşan bu parmakların ve kırışıklıkların kendine ait olmadığını fark etti, bu yaşlı eller kendi vücuduyla alakasızdılar, başkasınındılar, ne işi vardı onda bu ellerin?

Evine koştu, gerçekten koştu ama. Tabii bunun için mesai bitimini bekledi. Aynada yüzüne baktı, gözleri yeşil, avurtları çökük, alnı kırış kırıştı, şu var ki, bu yüz ona ait değildi, birisi sırtından ittire ittire altmışlı yaşlara götürmüştü sanki, dolaptaki cesedin yaşına, ve yüzüne. Ne zamandan beri aynaya bakmıyordu, çok olmuş muydu bu değişimi geçireli, yoksa koşarken mi değişmişti yüzü? Deri değiştiriyordu sanki, uyum sağlıyordu, kimliksizleşiyordu, Nasrettin Bünyamin’di, Nasrettin herkesti.

Yeni elleriyle karşıtlar ajandasını açtı ve yeni parmaklarıyla tükenen kalemini tutup aklına ilk gelen şeyi yazdı: kaya tuzu. Saçmaydı, sayman oldu olalı defterine bir şey yazamaz olmuştu, yazdıkları da bilinçaltındaki anlamlandırılmayı bekleyen kelimelerden ibaretti, anlamlandıramıyordu ama, yüzünü
asıyordu sadece. Hamamböceği yazdı kaya tuzunun karşısına, halıda gezinen kara noktadan ilham almıştı, kıfk kıfk sesi eşliğinde, ışıktan kaçmaya özen göstererek dolanıyordu, ışıkla karşılaştığında feleği şaşıyor, ne yapacağını bilemez hale geliyordu. Gölgeler vardı her yerde şimdi, bütün duvarlara karanlık sinmişti, televizyonun ışığı belli aralıklarla hâkimiyeti ele geçirmesine rağmen. Hamamböceğini avucuna aldı, önce-o konuşsun sessizliği, böceğin gözlerini Bünyamin’e olası dikişleri, İnsan evladının elindeki telefonla Hayvan evladına ışık tutuşu, yine kıfk kıfk adımlarla böceğin tüm rahatsız ediciliğiyle Bünyamin’in elinin tersine tırmanıp ışıktan kaçışı, kendini koruyuşu, Bünyamin’in elini silkeleyişi ve hamamböceğinin düşüşü. Benim düşüşüm nasıl olacak peki?

Yine işte geçen bir gün, yeni parmakları da eskimişti, Nasrettinli yüzüne çoktan alışmışlardı, herkes zaten birbirine benziyordu burada, temkinli yapılan şakalara temkinli gülücüklerle karşılık veriliyordu, nizami dizili dikdörtgen masalarda memurlar damgalıyorlar, imzalıyorlar, hesaplıyorlar, telefon görüşmeleri yapıyorlar, sorun çözüyorlar veya sorunu hasıraltı ediyorlar ya da sorunu başkasına, bir asta devrediyorlardı ve masaları kesen yatay ve dikey koridorlarda hızlı adımlarla yürüyorlardı, ama hiç koşmuyorlardı, imzaladığı belgeleri damgalatmaya götürüyordu bir memur, bir tane görevli aheste aheste bir araba ittiriyor koridorlar arasında, ‘işi biten’ belgeleri Arşive götürmek üzere topluyor, sonra, nasıl oluyorsa oluyor memurun tekinin
ayağı takılıyor hain halıflekse, elindeki belgeler, Birinci Katın duvarları kadar beyaz ve Bina’ya giren ve hemen kovalanan güvercinler kadar uçucu, Onuncu Kattan atlayan adam kadar hafif, uçuştular, saçıldılar ve belki de ilk defa, Nasrettin görünümlü Bünyamin bu kata geldiğinden beri ilk defa, düzen bozuldu, başlar kalktı, temkinli yüz ifadeleri takınmak bırakıldı, bir sürü göz adamın düşüşünü izledi ve bir sürü ağız şaşkınlıkla aralandı, işler aksadı, adam yere yapıştı, işler aksamaya devam etti, kâğıtlar uçuştu açık pencerelerden dışarısının gürültüsüne karıştılar masalara memurların üzerine halıflekse kondular, işler unutuldu gitti, yalnızca bir andan ibaretti sanki bütün bu olanlar, uzun soluklu planda yaşanan ve çabucak örtbas edilen bir aksaklıktı adamın düşüşü, adam hiçbir şey olmamış gibi yerden kalkıp etrafa düştüysem-ne-var-gülüşü atarken, kafasına dank etti o an, jeton düştü, ünlem işareti belirdi kafasının üzerinde. Ya Arşivden Birinci Kata çıkmamış da aslında düşmüşse? Binayı tepetaklak etti zihninde, Arşiv en üste, Onuncu Kat en aşağı geldi. Evet, düşmüştü, düşmeye devam edecekti, tâ ki.

Televizyonun karşısındaydı yine, aslan bu sefer bir ceylanı kovalıyordu, bambaşka bir gösteri vardı karşısında, aslanın yüzünde öfke mi vardı yoksa, geçen ki başarısızlığının hıncını almak ister gibiydi, ya da Bünyamin buna yoruyordu sadece. Bizon kararlılığına karşı ceylan tedirginliği, aslan öfkesine karşı zürafa ağırbaşlılığı, üst özgüvenine karşı ast boyun eğikliği, ceylan sekti sekti sekti, sürüsünü buldu, anasını mı arıyordu, aslan bu sefer geri adım atmadı, çünkü ceylanların tedirginliği gözlerinden okunuyordu, dağılacaklardı, her ceylan kendi bacağından asılır, sekişler doldurdu bozkırları, belki aynı ceylan, belki başka bir tanesi, yarıştan koptu, aslan arayı kapattı, ceylan tedirgince başını çevirdi geriye, aslanın dişleriyle ceylanın boynu çarpıştı, kazanan dişler oldu.

Bünyamin olan Nasrettin işe erkenden geldi. Bütün kat gözüne çok gerçek göründü, isimsiz bir harabenin tarihsel anlamından kopmuş bir odasındaydı sanki, ne için kullanıldığı belirsiz devasa bir odadaydı, masa benzeri şeyler vardı, nizami, ama mezar da olabilirdiler, kapılar vardı başka odalara açılan, belki mezar odalarına, öyle ya da böyle bu haliyle bir anlam ifade ediyordu Birinci Kat, ama masanın başına geçince ve bilgisayarı açınca, eline kalemi alınca ve işe gelenleri izlemeye koyulunca her şey saçmalaşıyordu, oturduğu döner sandalye bile bir anlam ifade etmemeye başlıyordu, sandalye dönse de sağında solunda önünde arkasında hep bir masa vardı, Masa İmparatorluğu’nun sorgulamadan yoksun bir kölesiydi.

Arşiv yazan tabelaya baktı, yazının altında aşağı inen basamakları gösteren bir çizim de vardı, Göstergelerden nefret ediyorum, dedi, eve gidince ajandasına ekleyecekti bu maddeyi. Binanın her yeri böyle göstergelerle doluydu, her şey işaret ediliyordu, edilmesi gerekiyordu belki de, çünkü her şey katman katmandı ve karışıktı ve sırasıylaydı. Sandalyesinden kalktı ve adı anılmaya değmez devlet dairesinin memuruna yakışır adımlarla Arşiv tabelasına doğru ilerledi, göstergeye kapıldı ve aşağı inen merdivenleri takip etti, burnuna değişik bir rutin kokusu gelmeye başlamıştı bile, Birinci Kat’ın kokusu yeşil ve avokado gibi kokuyordu, Arşiv’in kokusu renksiz ve tozluydu, pisti, genzi tıkıyordu. Aşağıda, eski masasının üzerindeki tabela hâlâ duruyordu, Arş. Grv. Bünyamin Tufan. Kafasındaki soru güleç yüzlü bir adamın aniden karanlıklar içinde cisimleşmesiyle cevaplanmış oldu. İlginç, dedi içinden, fakat duruma pek şaşırdığı söylenemezdi, ki şaşırmamış olması daha da şaşırtıcıydı. Adam yüzüyle ve her şeyiyle Bünyamin’di, Nasrettin değil Bünyamin. Erkenciliği bile Bünyamin’di, sırıtışı bile Bünyamin’di, ben Bünyamin deyişi, müstehzi bir sırıtışla tabelayı gösterişi bile aynı Bünyamin’di, Bünyamin değildi, başka biriydi, ya da kimin kim olduğunun önemi yoktu artık, kim sorusu bile işlevini yitirmişti. Ne.

Gökhan SARI

hikaye, hikaye oku, hikayelerimizden, seçme hikayeler, hikaye yazanlar, hikaye yazmak, hikayelerimiz, hikaye okumak,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir