Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
ceset arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/ceset Hikaye Çeşitleri Sun, 18 Jun 2023 16:10:47 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center ceset arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/ceset 32 32 Dehşet Hikayesi “Odamdaki Cinayet” https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/dehset-hikayesi-odamdaki-cinayet-18.html https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/dehset-hikayesi-odamdaki-cinayet-18.html#respond Sun, 18 Jun 2023 16:10:47 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9075 Dehşet Hikayesi “Odamdaki Cinayet”(+18) “O, elini tabancasına atarken, ben bir yumrukta suratını dağıttım. İkinci vuruşumda, ayakları yerden kesildi ve kapıya doğru uçtu. Atıldım, yakasından tutup kaldırdım. Ağzından dökülen kan ve diş yerde kümelenmişti. Sol yumruğumu kaburga kemiklerinin altına gömdüm ve konuş it dedim. Yere yığıldı, baktım ölmüştü.” “Mayk, külüstürüne (Bu, onun öğünmek için gösterdiği bir […]

The post Dehşet Hikayesi “Odamdaki Cinayet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Dehşet Hikayesi “Odamdaki Cinayet”(+18)

“O, elini tabancasına atarken, ben bir yumrukta suratını dağıttım. İkinci vuruşumda, ayakları yerden kesildi ve kapıya doğru uçtu. Atıldım, yakasından tutup kaldırdım. Ağzından dökülen kan ve diş yerde kümelenmişti. Sol yumruğumu kaburga kemiklerinin altına gömdüm ve konuş it dedim. Yere yığıldı, baktım ölmüştü.”

“Mayk, külüstürüne (Bu, onun öğünmek için gösterdiği bir çeşit alçak gönüllülüğün etkisiyle otomobiline verdiği isim; yoksa yepyeni ve lüks bir araba) atladı ve güzel sekreteri Velda’ya doğru volta aldı.”

Derinden bir kan kokusu, aldığım nefese yapıştı kaldı. Bir sapık muhayyilenin hayal adamları çevremde toplandılar. Odam serin olmadığı halde, ince bir üşümeyle titredim. Anlatılması güç bir iç durumuydu bu. Kitabı açar açmaz, şeytanca bir özgürlüğe kavuşan çehrelerin vahşiliği elle tutulurcasına gerçekti.

Kaçarcasına İngilizce ders kitabıma sığındım. Mr. Wilson;

So this is your Formyard Mr. Forest? sorusunu sordu.

Anlayamadım. İngiltere kadar uzak ve soğuktu soru, omuzlarımı silktim.

Bir yoldan geçen, herhangi bir ilgisiz yolcu gibi davranmalıydım. Oyalanmamalıydım çehrelerde. Kitapların sayfalarında var olan, kemikleşen bedenler önünde düşünmemeliydim. Halbuki odamda o yaratıklar, bende buldukları ortamda gelişiyorlar ve benim hayal gücümde, gerçekten var oluyorlardı.

Bir başka kitap aldım elime. Tagor’du bu. Bambu şekli, tarçın kokusu ve Hindistan güneşi sinmişti mısralarına. “Çölün kuşu olan kalbim, gözlerinde semasını buldu. Gözlerin sabahın beşiği, yıldızların krallık ülkesidir. Şarkılarım onların derinliklerinde kaybolur. Beni, o semada, onun tenha büyüklüğünde bırak uçayım, yalnız… Bırak, bulutlarına asılayım ve güneşinde kanal açayım.”

Birkaç sayfa çevirdim. “Doğru mu?” diye başladı yeniden.

“Aşkının sırf beni aramak için asırlardan, dünyadan geçtiği doğru mu?”

“Beni bulunca da, asırlar kadar uzun ve derin arzularının uçuşan saçlarımda, dudaklarımda, gözlerimde ve nazlı dilimde tam sükûna kavuştuğu doğru mu?”

“O halde, sonsuzluğunun sırrının benim küçücük alnımda yazılı olduğu doğru mu?”

“Söyle, bütün bunlar doğru mu sevgilim?”

Durdum, daha fazla okuyamadım, elimde değildi bu.

Hayal yaratıkları birbirlerini ilgiyle inceliyorlardı. Velda, güzeldi ama Tagor’un hayal kadını bir başka anlamda doğuca güzeldi. Elleri iki yana sarkmıştı Tagor’un, dudaklarında tatlı bir gülümseme vardı, mutluydu ve asildi, yabancıydı odama.

Mr. Wilson, uzun boyluydu, ruhsuz bir mavilik vardı gözlerinde. Mayk Hammer cesede dikmişti bakışlarını. Yerde birikmiş kan koyulaşıyor, üstü zarımsı bir donmayla parıldıyordu.

Ve bir genç adam, Kabil, akan suya bakarak ilk insan hayalini kuruyordu. Habil, olanlar yetmezmiş gibi, odamda bu gece Kabil’i öldürdü.

Bahaeddin Özkişi

Sitemizin Dehşet Hikayeleri adlı hikaye kategorisinde, korku edebiyatının dehşetli hikayelerini ve öykülerini  okuyucuları tarafından çok beğenilen merak ve ilgi ile  beklenen dehşet veren hikayelerini, korku ve gerilim türündeki hikayeler ve öyküleri, aynı zamanda ürpertici ve zengin hayalgücü ile yazılmış, sınır tanımayan içeriğiyle dehşetli hikaye ve öyküleri  okuyabilirsiniz.

hikaye, hikaye oku, öykü, dehşet, dehşet hikayeleri, dehşet öyküleri, korku, korku hikayeleri, gizem, gizem hikayeleri, gizemli hikayeler, gizemli öyküler, ölü, mezar,ceset, kan, ölüm, şizofren,  korkutucu, gerilim, korku, hayalgücü, dehşet veren hikayeler, dehşet öyküleri, korku, korku hikayeleri, gizem, gizem hikayeleri, gizemli hikayeler, gizemli öyküler, ölü, mezar,ceset, kan, ölüm, şizofren,  korkutucu, gerilim, korku, hayalgücü, dehşet veren hikayeler, hayalgücü, dehşet veren hikayeler, dehşet öyküleri, korku, korku hikayeleri, gizem, gizem hikayeleri, gizemli hikayeler, gizemli öyküler.

The post Dehşet Hikayesi “Odamdaki Cinayet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/dehset-hikayesi-odamdaki-cinayet-18.html/feed 0
Guy de Maupassant Hikayeleri; “Ölüler Ne Diyor?” https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-oluler-ne-diyor.html https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-oluler-ne-diyor.html#respond Mon, 13 Jan 2020 19:03:08 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=5213 Guy de Maupassant Hikayeleri; “Ölüler Ne Diyor?” Onu çılgınca sevmiştim! İnsan neden sever? Dünyada sadece bir varlıktan başkasını görmemek, kafasında sadece bir düşünce olmak, yüreğinde sadece bir arzuyu hissetmek ya da dudaklarında sadece bir adın tekrarlanması tuhaf mı acaba? Bir pınarın sularının yeryüzüne çıkmasına benzer şekilde ruhun derinliklerinden dudaklara kadar yükselen, hep söylenen, tekrar söylenen, […]

The post Guy de Maupassant Hikayeleri; “Ölüler Ne Diyor?” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Guy de Maupassant Hikayeleri; “Ölüler Ne Diyor?”

Onu çılgınca sevmiştim! İnsan neden sever? Dünyada sadece bir varlıktan başkasını görmemek, kafasında sadece bir düşünce olmak, yüreğinde sadece bir arzuyu hissetmek ya da dudaklarında sadece bir adın tekrarlanması tuhaf mı acaba? Bir pınarın sularının yeryüzüne çıkmasına benzer şekilde ruhun derinliklerinden dudaklara kadar yükselen, hep söylenen, tekrar söylenen, bir dua gibi her yerde hep fısıldanan bir ad.

Hikâyemizi anlatmayacağım. Aşkın sadece bir hikayesi vardır ve o zaten hep aynıdır. Tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. İşte hepsi bu. Bir yıl boyunca, onun kollarında, onun şefkatiyle, sevgisiyle, giysilerinde, sözlerinde, bakışlarında, ondan gelen her şeye tutkun, ona bağlanmış ve hapsolmuş şekilde yaşamıştım. Her şey o kadar eşsizdi ki, gece miydi gündüz müydü, ölü müydüm, diri miydim, neredeydim, farkında değildim.

Ve işte öldü. Nasıl? Bilmiyorum, hiç bilmiyorum.

Yağmurlu bir gecede eve sırılsıklam döndü. Ertesi gün öksürüyordu. Yaklaşık bir hafta boyunca öksürdü ve yatağa düştü.

Ne olmuştu? Hiç bilmiyorum.

Doktorlar geliyor, yazıp çiziyor ve gidiyordu. İlaç getiriyorlar, hastabakıcı bir kadın da ilaçları ona içiriyordu. Elleri sıcaktı, alnı nemli ve yanıyordu, bakışları parlak ama hüzün doluydu. Onunla konuşuyordum, o da bana cevap veriyordu. Birbirimize neler anlatmıştık? Bilmiyorum. Her şeyi, evet her şeyi, her şeyi unuttum. Ölüp gitti; o son, o zayıf iç çekmesini çok iyi hatırlıyorum.

“Ah!” dedi hastabakıcı kadın. O an anladım! Artık hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir şey… “Metresiniz” diye konuşan bir papazı gördüm. Ona hakaret ediyor gibi geldi bana. Mademki ölmüştü o, artık bunu kimsenin söyleme hakkı yoktu. Papazı kovdum. Bir başka papaz geldi; iyi ve hoştu. Bana ondan söz edince ağladım.

Toprağa verme konusunda bir sürü soru sordular bana. Hiç hatırlamıyorum.

Bununla birlikte, tabutunu, onu içine koyup tabutun çivileri çakılırken duyulan çekiç darbelerinin sesini çok iyi hatırlıyorum. Ah Tanrım!

Gömüldü. Artık bu çukurun içindeydi! Birkaç kişi, birkaç arkadaş gelmişti mezarlığa. Kaçtım oradan, koştum.

Sokaklarda uzun süre yürüdüm. Sonra eve döndüm. Ertesi gün seyahate çıktım.

Dün Paris’e döndüm.

Odamı, odamızı, yatağımızı, eşyalarımızı, ölümünden sonra ondan geriye kalan her şeyin bulunduğu bu evi yeniden görünce, içimi öyle büyük bir üzüntü kapladı ki, az daha pencereyi açıp kendimi sokağa atacaktım. Ondan kalan her şeyi sarıp sarmalayan, onun bedeninden, soluğundan kalan her şeyi, binlerce zerreyi barındıran bu eşyalar, duvarlar arasında kalamazdım. Dışarı çıkmak için şapkamı aldım. Kapıya varmadan önce, onun hole koydurduğu büyük aynanın önünden geçtim. Dışarı çıkmadan önce bu aynada tepeden tırnağa kendisine bakar, giysilerinin kendisine yakışıp yakışmadığını, giydiklerinin, saçlarının güzel olup olmadığını incelerdi.

Sık sık onun görüntüsünü yansıtan bu aynanın karşısında kalakaldım. Ayna onu o kadar sık yansıtmıştı ki, onun görüntüsünü de muhafaza ediyor olmalıydı.

Orada, gözlerimi cama dikmiş, düz, derin, boş aynanın önünde titreyerek duruyordum. Benim bakışlarım kadar sevdalı, benim kadar ona vurgun olan o ayna yine de tümüyle onu içinde saklıyor olmalıydı. O aynayı sevdiğimi anladım. Ona dokundum; soğuktu! Oh! Anılar, anılar! Bütün acıları çektiren o korkunç, o yaşayan, o ölü, o acı veren, yakan ayna! Bir aynada yansımaların kayması ve yok olması gibi sakladığı, gördüğü, önünden geçen her şeyi, sevgisine ve aşkına sığındığı her şeyi unutan yüreğe sahip insanlara ne mutlu! Ne çok acı çekiyorum. Sokağa çıktım, farkında olmadan, istemeye istemeye mezarlığa gittim.

Mezarını buldum. Üzerinde birkaç kelimenin yazılı olduğu ve mermerden bir haçın bulunduğu basit bir mezar. Üzerinde şöyle yazılıydı: “Sevdi, sevildi ve öldü”.

Oradaydı, o çukurun içinde çürümüştü! Bu ne korku! Alnım toprağın üzerinde, hıçkırıklara boğuluyordum.

Orada epey kaldım. Sonra akşam olduğunu fark ettim. O anda, acayip ve delice bir arzu, umutsuz bir sevgilinin arzusu kapladı içimi. Geceyi, mezarında ağlayarak onun yanında geçirmek istiyordum. Ama beni görürlerse, mezarlıktan dışarı çıkarırlardı. Nasıl yapmalı?

Doğruldum ve bu ölüler diyarında başıboş dolaşmaya koyuldum. Yürüdüm, yürüdüm. Burası, yaşayanların diyarının yanında ne kadar da küçüktü! Bununla birlikte, ölülerin sayısı yaşayanlarınkine göre ne de çoktu. Bağların şarabını, pınarların suyunu içen, ovaların ekmeğini yiyen bize daha büyük binalar, sokaklar, daha çok yer gerekiyor.

Oysa bütün ölüler için, bize kadar ulaşan bütün ölüler için küçük bir toprak parçasından başka hemen hemen hiçbir şey gerekmiyor. Toprak onları alıyor, unutulmuşluk onları siliyor ve elveda!…

İçinde dolaştığım mezarlığın sonunda terkedilmişlerin, yani çok önceden ölenlerin, toprağa karışmayı tamamlamış, artık haçları bile çürümüş olanların mezarlarına, yarın yeni ölenlerin gömüleceği mezarların bulunduğu bölüme geldiğimi farkettim. Burası, güllerle, uzun ve kara servi ağaçlarıyla dolu, kederli ve insan etiyle beslenen büyük bir bahçeydi.

Yalnız, yapayalnızdım. Bir ağaçta büzülüp kaldım. Karanlık ve kalın yapraklı dallar arasında tamamen gizlendim.

Ve alabora olmuş bir geminin enkazına tutunan bir kazazede gibi ağacın gövdesine sarılarak bekledim.

Gece iyice çöküp ortalık zifiri karanlık olunca, gizlendiğim yerden ayrıldım ve ölülerle dolu toprağın üzerinde yavaş ve sessiz adımlarla yürümeye koyuldum.

Uzun zaman aylak aylak dolaştım. Onun mezarını bulamıyordum. Kollarımı öne uzatmış, gözlerim iyice açık, ellerimi, ayaklarımı, dizlerimi, göğsümü hattâ başımı mezarlara çarpa çarpa yürüyor ama onu bulamıyordum. Dokunuyor, yolunu arayan bir kör gibi taşları, haçları, demir parmaklıları, solgun çiçeklerin bulunduğu çelenkleri ellerimle yokluyordum. Parmaklarımı harfler üzerinde gezdirerek isimleri okuyordum. Ne geceydi, ne geceydi o! Mezarı bulamıyordum!

Ay ışığı yoktu. Her yer karanlıktı. Korkuyordum; iki mezar dizisi arasında bulunan küçük yollarda içime berbat bir korku yayılıyordu. Mezarlar, mezarlar, mezarlar. Her yer mezarlarla doluydu. Sağda, solda, önümde, arkamda her yerde mezarlar vardı. Dizlerim tutmuyor, artık yürüyemiyordum. Mezarlardan birinin üzerine oturdum.

Kalbimin çarpıntısını işitiyordum! Başka şeyler de duyuyordum. Neydi bu? Adı koyulamayan karmakarışık bir gürültü! Nereden geliyordu? Sersem sepet olmuş kafamdan mı, karanlık geceden mi yoksa gizemli, insan cesetleriyle dolu toprağın altından mı? Çevreme bakıyordum!

Orada ne kadar kaldım, bilmiyorum. Korkudan kıpırdayamaz hale gelmiş, kendimden geçmiştim; bağırıp çağırmaya ve ölmeye hazırdım.

Birden, üzerinde oturduğum mermerden kapak taşı hareket ediyormuş gibi geldi bana. Evet, sanki biri onu kaldırıyormuş gibi kapak taşı yerinden oynuyordu. Bir sıçrayışta yandaki mezarın üzerine attım kendimi. Az önce üzerinde oturduğum taşın doğrulduğunu gördüm. Birdenbire ölü göründü, çıplak bir iskelet, kamburlaşmış sırtıyla kapak taşını atıverdi. Görüyordum, gece ne denli karanlık olursa olsun, onu çok iyi görüyordum. Haçın üzerinde şöyle yazıyordu: “51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Ailesini, arkadaşlarını çok severdi, dürüst ve namusluydu, Hakkın rahmetine kavuştu”.

Ölü de, mezar taşının üzerindeki yazıları okuyordu. Sonra yoldaki bir taşı, keskin küçük bir taşı aldı ve yazıları özenle kazımaya koyuldu. Yazılanları yavaş yavaş tümüyle sildi, az önce kazıdığı yere boş gözlerle baktı ve bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla parlak harflerle yazdı:

“51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Acı sözleriyle, mirasına konmak istediği babasının ölümünü çabuklaştırdı, karısına işkence yaptı, çoluk çocuğuna eziyet etti, komşularını aldattı, fırsat buldukça çalmaktan geri kalmadı ve sefilce öldü”.

Ölü, yazmayı bitirince, hiç kıpırdamadan eserini hayranlıkla seyretti. Geriye dönüp bakınca, bütün mezarların açılmış olduğunu, bütün cesetlerin mezarlarından çıktığını, hepsinin, gerçeği kazımak için, aileleri tarafından mezar taşlarına yazılan yalanları sildiğini gördüm.

Ve hepsinin, bu iyi babaların, bu sadık kadınların, fedakâr oğulların, tertemiz lekesiz genç kızların, bu dürüst tüccarların, bu kusursuz olduğu söylenen erkeklerin ve kadınların aslında kendi yakınlarına işkence ettiklerini, kinci, namussuz, iki yüzlü, yalancı, dalavereci, iftiracı ve kıskanç olduklarını, çalıp çırptıklarını, aldattıklarını, utanç verici ve iğrenç her türlü işe karıştıklarını görüyordum.

Hepsi, sonsuz barınaklarının girişine, hayattayken hiç kimsenin bilmediği ya da bilmez göründüğü korkunç, zalim ve kutsal gerçeği aynı anda yazıyordu.

Sevgilimin de, kendi mezar taşına yazmış olduğunu düşündüm.

Artık korkmadan, yarı açık tabutların, cesetlerin ve iskeletlerin arasından onun mezarına koşmaya başladım; onu hemen bulacağımdan emindim.

Kefene sarılı yüzünü görmesem de, uzaktan tanıdım onu.

Biraz önce mermerden haçın üzerinde, “Sevdi, sevildi ve öldü” yazıyordu.

Şimdi okunanlar ise şöyleydi: “Bir gün, sevgilisini aldatmak için dışarı çıktı, yağmura yakalandı, soğuk aldı ve öldü”.

Gün doğarken beni bir mezarın yanından yarı cansız kaldırmışlar.

Guy de Maupassant

The post Guy de Maupassant Hikayeleri; “Ölüler Ne Diyor?” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-oluler-ne-diyor.html/feed 0