Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
kısa masallar arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-masallar Hikaye Çeşitleri Wed, 05 Apr 2023 13:49:12 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center kısa masallar arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-masallar 32 32 Ağaçların Kralı Hikayesi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html#respond Wed, 05 Apr 2023 13:49:12 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8991 Ağaçların Kralı Hikayesi Kısa Hikaye Oku Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar: – “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış: – “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş. Ağaçlar düşünmüşler: – “İncir ağacına […]

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağaçların Kralı Hikayesi

Kısa Hikaye Oku

Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar:

– “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış:

– “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş.

Ağaçlar düşünmüşler:

– “İncir ağacına gidelim. O büyüktür, heybetlidir. Krallığa yaraşır” demişler.

– İncir ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” diye sormuşlar. İncir ağacı iri yapraklarını bir aşağı bir yukarı sallamış. Sonra,

– “Benim ne işime kral olmak? Bal gibi meyvemi bırakıp da sizi mi yöneteceğim?” diye kızmış.

Gide gide meşe ağacına varmışlar.

– Meşe ağacı; ne olur, sen kralımız olmayı kabul et! Meşe ağacı damla damla gözyaşı dökmüş. – Benim ömrüm çok kısadır. Çünkü insanlar beni keserler. Benden size kral olmaz” demiş.

Ağaçlar yorgun düşmüşler. Umutlarını da yitirmişler. “Her halde biz kendimize bir kral bulamayacağız” diye ağlamaya başlamışlar. O sırada önlerine bir kozalak düşmüş. Meğer çam ağacının tam altında duruyorlarmış. Hepsi birden “Çam ağacı; sen ağaçların en güzelisin. Bizim kralımız ol” demişler. Çam ağacı onların bu isteğini kıramamış; kralları olmuş. O gün bu gündür, tüm ağaçların kralı çam olmuş.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye okumak, öykü, öykü yaz, masal, masal oku, kısa hikaye, kısa çocuk hikayeleri,masal, kısa masallar, kısa öykü, kısa öyküler, çam ağacının masalı, kral çam hikayesi, orman, orman hikayesi, 

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html/feed 0
GURBET HiKAYELERİ “YARA” https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html#respond Wed, 22 Feb 2023 14:18:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8971 GURBET HiKAYELERİ “YARA” Refik Halid Karay Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü. Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke […]

The post GURBET HiKAYELERİ “YARA” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
GURBET HiKAYELERİ “YARA”

Refik Halid Karay

Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü.

Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke hazırlanmak istersiniz. Ben de emirerine dam üstünde nargilemi hazırlatmıştım, kahvemi bekliyordum; birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı Bedevi …

Bu dediğim tarihte Sultan Hamit’in Suriye’ deki çöl çiftliklerinden birinde müdürdüm. O zamanlar böyle yerlere subaylardan kahya, askerlerden korucu gönderilirdi; aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için …

Gelenlerin en yaşlısı, kısrağından inip karşıma dikildi.

Sordum:

“Hayrola, ya Şeyh?”

Mesele her zaman olan işlerden: İki aşiret, bir gazve (savaş, cenk) esnasında çarpışmışlar, bu dört kişi güç bela baskından kurtulup bana sığınmış, geceyi geçirmek istiyorlar.

Dördü de silahlarını bırakıp etrafıma, damın toprak zeminine çömeldiler. Yaşlısı maşlahlıydı; öbürleri sadece birer entari giymişlerdi; abonoz saçları upuzun, örülü ve cıvık yağlıydı; kulaklarından demir halkalar sarkıyordu. Bunlar konuşmuyorlardı; dişleri bembeyaz ve gözleri simsiyah parlayarak bizi dikkatle dinliyorlardı.

Ne konuşacaktık? Şammar aşiretinin kaç çadırı, Hadidilerin kaç koyunu vardı? …

Bir aralık karşımdaki gencin birisi hafifçe inledi. Şeyh sordu:

“Hasta mısın?”

“Hayır.”

“Yaralı mısın?”

“Galiba!

Ve omzunu işaret etti,

Ere seslenip feneri getirttim. Oralarda fener ve lamba ancak böyle işlerde, mühim sebepler oldukça kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından pırıldaşır; yıldızlar bile örtülse gene gökte ışık yerine geçen bir cila parlar. Bedevi’nin sırtına baktık. Sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan, içine sızmış olacak ki entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzında kurumuş kahve telvesini andıran pıhtılar birikmiş; güneşten
kerpiç kesmiş olan kan pıhtıları …

“Kurşun içeride kalmış!” dedim.

Şeyh başıyla tasdik etti. Sonra hiçbir şey demeden erin elinden feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş, uzun uzun, bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk.

Neden sonra geldi: Bir çürük değnek parçası ve mundar bir paçavra ile …

Yoğurt süzdüğümüz eski, çürük torbadan atılmış bir parça …

Bu paçavrayı değneğe iyice; sıkıca sardı; dişleriyle bir de düğüm yaptı.

“Zeytinyağı bulunur mu?”

“Olacak. .. “

Gençlerden birine döndü, bir şeyler söyledi. O, aşağı indikten biraz sonra burnuma mutfaktan yana, tavada yakılan bir zeytinyağı kokusu geliyordu.

Anladım ki bir ameliyata hazırlanıyoruz.

Yaralının sırtından entarisini çektiler. Şeyh benden çakımı istedi ve uzun ağzını açıp birden yaranın içine daldırdı.

Bir kavunun bereli, acı yerini oyup nasıl atarsak öyle yaptı. Fakat bu parçanın elyafı bedenden tamamen ayrılmamıştı ki çektiği zaman çıkmadı; altından lastik bağlara takılı imiş gibi çakının ucundan kayıp tekrar yaradaki yerine girdi. Çekip koparmak lazım gelmişti; hem de epeyce asılarak …

Yaralı “Off” bile demedi; sadece, omzunu, şöyle, bir sinek konmuş gibi oynatmıştı. Şeyh buna bile kızdı:
“Ayıp!” dedi. Genç taş kesildi.

Şimdi Şeyh ‘in iki parmağı – kirli, kara tırnaklı kadit parmakları – yaranın içine paslı bir kıskaç, bir kerpeten gibi sokulmuştu. Kurşunu bulmuş, yakalamış olacaktı ki yerinden oynatmak için tıpkı çekiçsiz ve kesersiz nasıl bir tahtadan çivi çıkarmaya uğraşırsak, öyle, iki tarafa sallamaya, ırgalamaya başladı. Sonra büktü … Sağa büktü, sola büktü. Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası kabarıyordu.

Sönük petrol ışığının altında katran gibi görünen ve sıcaklığı duyulan bir kan tabakası … Sade sıcaklığı değil, öğürtücü kokusunu da duyuyordum. Çocukluğumun Kurban Bayramı kokusu!

Şeyh, yere, ayaklarımızın altına bıraktığı deminki tıkacı eline aldı; ben gözlerimi istemeyerek kapadım. Açtığım zaman bu tıkaç yaranın içinde idi; belli ki biraz güçlükle girmişti, zor işliyordu. İşliyordu diyorum; zira Şeyh’in merhametsiz eli bunu taş ocaklarında barut deliği açanların küsküsü gibi sert, granit sırtına bir tarafına daldırıp daldırıp çıkarıyor ve her çıkarışında etrafa kan, pıhtı zifosu serpiştiriyordu. Bir aralık kan fazlalaştı. Tıkanmış bir musluk yalağına nasıl bir tel veya değnek soktuğunuz zaman, aşağıdan yer bulamayan su taşarsa, öyle mecrasız bir kan kabartısı …

Bu kan yavaş yavaş azaldı, duruldu, kesildi.

O zaman Şeyh yaralıya ilk defa, şefkatle hitap etti:

“Sabret evlat!”

Bedevi genci cevap vermedi, “Gık!” demedi, hatta kımıldamadı, bir adalesi bile titremedi. Anladım ki müthiş bir şey olacak! Bu iş de oldu: İsli tavasıyla kaynar zeytinyağını getirmişlerdi; yağ pek ustalıklı bir şekilde, bir damlası etrafa sıçratılmadan, dar ağızlı bir şişeye hunisiz mayi aktarılır gibi, yaraya ağır ağır boşaltıldı.

Zavallı Bedevi buna da dayanmaya çalıştı. Fakat sonunda bir:

“Ya Allah!” dedi, diz üstü çöktü.

Ben, bozuk Arapçamla, ora dilini takliden; “öldü” manasına:

“Mut!” diye haykırdım.

Şeyh cevap verdi:

“Halas!”(kurtuluş, kurtulma)

Ertesi sabah uyandığım vakit dört at ve dört Bedevi duruyordu. Gazveciler veda ve teşekkür için beni bekliyorlar.

Yaralı belki solgundu, süzüktü, ateş içindeydi. Fakat bu Bedevilerin rengini, halini sezmek o kadar güçtür ki… Elimi öptü; yalnız şunu söyledi:

“Şu bindiğim kısrağım gebedir; yavrusu senindir!”

Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından baktım. Dördü de dik, dinç görünüyorlardı; dördü de keyifli gibi idiler. Ben kızıl kanlı, yaraya dökülünce yanık et kokusu veren kaynar zeytinyağını düşünüyor, dişlerimi sıkıyordum.

***

Siz o tayı görmeliydiniz … Ha, evet söylemeyi unuttum:

Vakadan (olay) üç sene sonra, ben çiftlikte yokken bir Bedevi gelip bir tay bırakmış, “Paşaya vaat etmiştim, kendisi bilir!” demiş, gitmiş.

Paşa dediği benim … Daha o zaman teğmendim. Fakat Bedevi’nin gözünde bir Türk subayı daima paşadır.

Şişli, 1 938 – Refik Halid Karay

çocuk masalları, gurbet hikayeleri, hikaye, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, Hikaye Okumak, hikaye siteleri, hikaye yaz, hikayeler oku, hikayelerimiz, Kısa Hikayeler, kısa masallar, masal, Masal Oku, masal okuma, masallar oku, Öykü, öykü oku, Refik Halit Karay, story, yara,

The post GURBET HiKAYELERİ “YARA” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/secme-hikayeler/gurbet-hikayeleri-yara.html/feed 0
Masal Oku: “Bülbül İle Hükümdar Masalı” https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-bulbul-ile-hukumdar-masali.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-bulbul-ile-hukumdar-masali.html#respond Mon, 17 Jan 2022 14:04:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8279 Masal Oku: “Bülbül İle Hükümdar Masalı” Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan […]

The post Masal Oku: “Bülbül İle Hükümdar Masalı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Masal Oku: “Bülbül İle Hükümdar Masalı”

Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; “Bu ne demek oluyor şimdi?” demiş, “Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?”

Vezir cevap verememiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; “Söyle bakalım” demiş, “sarayda bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; “Bağışlayın efendim!”

Vezir: “Çabuk onu bulun bana!” diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbülü bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara “Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek” demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve “Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım” demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; “Aradığınızı burada bulamazsın!” demiş “ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm.”

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; “Küçük bülbül!” diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, “Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak” demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle “dile benden ne dilersen!” demiş. Bülbül “en güzel hediye, sizi mutlu görmek” diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış arada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozuluvermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

masal, masal oku, masal okuma,  Uyku getiren masallar, Kısa masal, Zeka geliştirici masallar oku, Türk masal oku, Uzun masal oku, Uzun masallar, Romantik masallar, Sallama masallar, kısa masallar, Uyku getiren Masallar Oku,  Uzun masal oku, Zeka geliştirici masallar oku, 5-6 yaş masalları oku, 3-4 yaş masal oku, 6 yaş masal oku, Eğitici uyku masalları oku, Uyku getiren Masallar Oku, Zeka geliştirici masallar oku, 5-6 yaş masalları oku, Uyku getiren masallar kısa, Uzun masal oku, Kısa Masal oku, 6 yaş masal oku, Türk masal oku, Zeka geliştirici masallar oku, Eğitici uyku masalları oku, Kısa masal, Uyku Masalları, 6 yaş masal oku, Masal Oku Kısa, Masal oku uzun, Zeka geliştirici masallar oku, Eğitici uyku masalları, 5-6 yaş masalları oku, En güzel Masallar, Uyku Masalları, Uzun masallar, Kitap Masalları, çocuk masalları.

The post Masal Oku: “Bülbül İle Hükümdar Masalı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-bulbul-ile-hukumdar-masali.html/feed 0
Türk Masalları; “Güneş Kızı” https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html#respond Thu, 23 Dec 2021 13:49:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8269 Türk Masalları; “Güneş Kızı” Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki : Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su […]

The post Türk Masalları; “Güneş Kızı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Türk Masalları; “Güneş Kızı”

Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki :

Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su bakraçlarıyla çeşmeden su alıyorlarmış. Küçük oğlan da o sırada atını sulamak için çeşmeye gelmiş. Üç kız kardeş, oğlana aldırmadan aralarında konuşurlarken, en büyükleri demiş ki:

Ben zengin bir adama varsam da şöyle bir rahat hayat yaşasam, uşaklar etrafımda dolaşsalar, ne iyi olur…

Ablasının bu sözü üzerine, ortanca kız :

Ben de zengin bir adamla evlenmek isterim doğrusu, demiş. Aşçılara her gün güzel yemekler yaptırıp can beslerdim…

En küçük kız :

Evleneceğim adamda zenginlik aramam, demiş. Bir kız, bir de oğlan anası olsam, yavrularımın saçları ipek, dişleri inci olsa, benim için en büyük mutluluk bu olurdu.

Konuşulanları dinleyen oğlan, atına atlayıp evine dönmüş. Hemen anasının yanına çıkarak :

Anacığım, demiş, senden bir dileğim ver. Kardeşlerim evlendiler. Beni de evlendirmek istemiştiniz de o zaman razı olmamıştım. Şimdi kararım değişti. Şuracıkta bir çoban oturuyor. Onun üç kızı var. Küçük kızıyla evlenmek istiyorum.

O zaman annesi :

Oğlum, demiş, zaten senin de evlenme zamanın geldi, geçiyor. Mademki kararını değiştirdin, hemen babanla konuşur, sana cevap veririm.

Kadın, küçük oğlunun dileğini babasına anlatmış. Oğullarının bu dileğini baba da uygun karşılamış. Çobanın evine giderek küçük kızı oğluna istemiş. Her iki aile de gençlerin evlenmelerini uygun gördüklerinden kısa zamanda düğün yapılması kararlaştırılmış. Söz kesilmiş, nişan yapılmış. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra da sıra düğüne gelmiş.

Kız, nişanlısına demiş ki :

Sizden bir dileğim var : Biz fakir bir aileyiz. Babamın kazancı bizi geçindirmiyor. Eğer kabul ederseniz ablalarım da bizimle birlikte otursunlar. Hem ev işlerine yardım ederler, hem de ben yalnız kalmamış olurum…

Nişanlısı bu teklife razı olmuş. Nikâh ve düğünden sonra küçük kız ablalarını da yanına alarak beraber yaşamaya başlamışlar.

Haftalar, aylar geçmiş. Delikanlı bir gün eşine demiş ki :

Hani senin bir sözün vardı, hatırladın mı? Çeşmenin başında kardeşlerinle su doldururken, benim için en büyük mutluluk biri kız, biri oğlan iki evlat anası olmaktır, demiştin… Sözünde durmadın. Karısı cevap olarak :

Vakitsiz gül açıldığını nerede gördün ki, demiş, ben de zamanı gelmeden çocuk anası olayım?

Eşinin cevabını haklı bulan delikanlı, anlamış ki, o da her kadın gibi çocuk sahibi olmayı çok istiyor. Ama, zamanını bekliyor…

Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra, genç kadın, günün birinde, biri kız, biri oğlan iki çocuk doğurmuş. Bu sevimli yavruların dişleri inciden, saçları da ipektenmiş. Lakin, ne yazık ki, evde bu genç kadını kıskananlar varmış. Hem de kendi kardeşleri… Ablaları kardeşlerinin mutluluğunu, iki de çocuk sahibi olmasını bir türlü çekemiyorlarmış. Hemen ebenin eline birkaç altın vererek çocukları henüz kimse görmeden yok etmesini istemişler.

Ebe hemen dışarı çıkmış. Yeni doğmuş iki köpek yavrusu bularak eve dönmüş. Köpekleri sarıp sarmalayarak genç kadının yanına getirmiş, o uyurken çocukları yanından almış, bir sandığa koyarak dereye atmış.

Bu işleri bitirdikten sonra, ebe delikanlının yanına giderek, karısının aylarca bekledikten sonra iki köpek yavrusu doğurduğunu söylemiş. Hiç beklemediği, pek fena bir haberle karşılaşan delikanlı, önce bir duraklamış. Kendi kendine şöyle düşünmüş: İnsan köpek doğurabilir mi? doğurmaz ama, Allah’ın işine de karışılmaz ya…

Tam o sırada bir sepetin içinde köpek yavrularını önüne getirmişler. Delikanlı ebenin sözlerine inanmak zorunda kalmış. Gördüğü manzara karşısında büyük bir üzüntüye kapılmış. Uşakları çağırarak:

Alın o kadını, demiş, yedi yol ağzına götürüp beline kadar toprağa gömün! Gelen geçen köpek yavrusu doğuran bu kadının yüzüne tükürsün!

Adamlar, kadını yatağından alıp yedi yol ağzına götürmüşler. Kadının ağlamasına, sızlamasına, yalvarmasına aldırmadan onu yarı beline kadar toprağa gömmüşler. Bir tahtanın üzerine de “bu kadın köpek doğurdu” diyerek yazarak yanında bir yere sırıkla dikmişler. Gelip geçen, yazıyı okudukça kadının yüzüne tükürmeye başlamış.

O memlekette ihtiyar bir karı kocanın bir koyunu varmış. Kadın koyunun sütünü satar, onunla geçinirlermiş. Son günlerde koyun otlatmaya gittiği yerden sütsüz gelmeye başlamış. O zaman kadın, çobana demiş ki :

Sen benim koyunumun sütünü niçin sağıyorsun? Biz süt satarak geçiniyoruz, bilmiyor musun?

Çoban, kadının bu sözlerine şaşmış. Çünkü, o, hiçbir koyunun sütüne dokunmuyormuş:

Abla, demiş, inan ki ben otlattığım koyunlardan hiç birinin sütüne elimi sürmem. Kimsenin malında gözüm yoktur. Bu işe başka bir el karışmış olabilir. Bugün senin koyuna dikkat edeceğim…

Kadıncağız inanmış. Akşam beklemeye başlamış. Çoban da sürüsünü alıp her zamanki gibi çayıra gitmiş. Hayvanlar otlarken bir aralık görmüş ki, o kadıncağızın koyunu sürüden ayrılıp dere kenarına doğru gidiyor. Koyun gitmiş, çoban gitmiş, koyun gitmiş, çoban gitmiş… Nihayet, koyun, derenin kuytu bir yerine girerek orada durmuş. Çobanda arkasından yavaşça yaklaşarak bakmış. Bir de ne görsün? Derede yüzerken çalılara takılıp orada kalan bir sandığı içinde iki tane yeni doğmuş çocuk var. Hem dişleri inciden, saçları ipekten…

Koyun bunları emziriyor.

Çoban hemen sandıktaki çocukları kucağına alıp koyunun ipinden çekerek sürüsü ile birlikte şehre dönmüş. İhtiyar kadına koyunu ile beraber çocukları götürüp:

İşte abla, demiş, senin koyunun sütünü bu çocuklar emiyormuş. Bunları dere kenarından bir sandık içinde buldum.

Kadın, çocukları görünce, hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Koyunun sütünü unutuvermiş. Akşam olup kocası eve gelince, çocukları ona göstermiş. Kendi kendine gelen bu çocuklara ihtiyar adam da pek sevinmiş. Bize uğur getirmişlerdir, diye onları bağrına basmış.

Günler, haftalar geçiyor, çocuklar da büyüyorlarmış. Aradan yıllar geçmiş. İhtiyar kadınla kocası, bunlara öz evlatları gibi baktıkları için, çocuklar da bu iki ihtiyarı ana baba biliyorlarmış.

Fakat, kendi geçimini güç halde sağlayabilen adam, yıllar geçip çocuklar büyüdükçe evi idarede güçlük çekmeye başlamış. Artık iyice büyümüş olan çocuklar da evde analarına, dışarıda da babalarına yardımcı olmaya başlamışlar.

Bir gün kız, anasına demiş ki:

Anacığım, bari pazardan bez alsam da ben peşkir yapıp üzerine iş işlesem, babam da satsa. Ekmek parasına yardımcı olur.

Kadın kalkıp pazara gitmiş. Birkaç arşın bez alıp gelmiş, kızına vermiş. Kız bu bezden güzel peşkirler yapmış, üzerlerine iş işlemiş. Babaları da kızın yaptığı bu güzel peşkirleri pazara götürmüş. Halk bunları o kadar beğenmiş ki, ihtiyar adam peşkirleri bir anda satmış. Sevinerek eve dönmüş. Böylece ailenin idaresi de düzelmeye başlamış.

Günlerden bir gün, kızın kardeşi çarşıya gitmiş. Meydanda birkaç kişinin toplanıp bir şeyler yaptıklarını görmüş. Merakla yanlarına yaklaşarak bakmış ki, bunlar, ellerindeki okları atarak karşıdaki kavak ağacının tepesinden aşırmaya çalışıyorlar. Fakat hiç biri de okunu kavaktan aşıramıyormuş.

Oğlan bunlardan birinin yanına yanaşarak:

Arkadaş demiş, şu okunu ver de şansımı bir de ben deneyeyim. Oku vermişler. Oğlan ilk atışta oku kavaktan aşırmış. O zaman adamlardan biri:

Yazık bize be, demiş, şu piç kadar olamadık.

Bu söze canı fena sıkılan oğlan demiş ki:

Arkadaş sözünü geri al! Ben piç değilim. Benim anam da var, babam da.

O vakit adam gülmüş:

Seni kardeşinle beraber bir çoban derede bir sandıkta buldu, demiş. Siz dere kenarında, babanız sandığınız o adamın koyunundan süt emmişsiniz. Çoban sizi alıp koyunun sahibine teslim etmiş. Onlar da sizi büyütmüşler. Anamız, babanız bunlar değil, şimdi anladın mı?

Bunları öğrenince, çocuk çok üzülmüş. Düşüne düşüne eve gelip kardeşine:

Kardeşim, demiş, bunlar bizim öz anamız babamız değilmiş. Gel biz buradan gidelim!

Oğlan kalkıp hazırlanmış. Okunu almış. Kardeşiyle beraber adamla kadının yanına gelerek:

Bugün öğrendiğimize göre, demişler, siz bizim öz anamız, babamız değilmişsiniz. Halbuki bizi bugüne kadar siz yetiştirdiniz. Bize yaptığınız iyilik çok büyük, bunu biliyoruz. Hiçbir zaman da unutmayacağız. Eğer izin verirseniz, sizi daha fazla rahatsız etmeden yola düşüp anamızı, babamızı arayalım! Belki bir gün tekrar görüşürüz…

Sözleri bittikten sonra, iki kardeş, gözleri yaşlı adamla kadının ellerini öpüp oradan ayrılmışlar. Yola koyulup az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler… Konarak, göçerek lale sümbül biçerek, tam bir güz gitmişler. Bir dağ başında küçük bir kulübenin önünde durmuşlar. Kulübenin açık kapısından içeri girmişler. Ortalarda kimseleri görememişler. Bu duruma çok sevinen oğlan, kardeşine:

İşte kardeşim, demiş hazır bir ev. Bizim yuvamız bundan sonra burası. Haydi sen ortalığa bir çekidüzen ver. Ben de ava çıkayım, yiyecek bir şeyler bulmaya çalışayım…

Oğlan kulübeden uzaklaşmış. Çok geçmeden okla vurduğu koca bir geyiği sırtlanarak kulübeye dönmüş. Kolları sıvayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar.

Ertesi gün oğlan tekrar ava çıkmış. Ormanda dolaşırken uzaklarda birçok avcının bir geyiği avlamaya çalıştıklarını, fakat onu ellerinden kaçırdıklarını görmüş. Hemen bir ağacı siper alarak okunu atmış, avcıların kaçırdığı geyiği yere sermiş. Bir atışta geyiği seren bu yaman avcıyı görmek için diğer avcılar oğlanın yanına gelmişler. Avcıların başı, oğlanın inci dişlerine, ipek saçlarına hayran olmuş.

Bu sırada da geyiği kesen oğlan, hayvanın başını yanında alıkoyup gövdesini avcılara uzatarak:

Buyurun, demiş, bu da sizin olsun! evinize boş dönmeyin…

Avcılar geyiğin gövdesini alıp gitmişler.

Meğer avcıbaşı bu iki kardeşin özbabaları değil miymiş?

Adam evine döndüğü zaman, geyiği vermiş. Güzel yemekler yaptırmış. Sofrada yemek yerlerken:

Bu geyiği bana bir delikanlı verdi, demiş. O kadar güzeldi ki hayran oldum. Dişleri inciden, saçları ipektendi. Ah onu bir daha görebilsem, kanım çok ısındı ona…

Bu sözler üzerine adamın karısı telaşlanmış. Kardeşine yavaşça:

Aman kardeşim, demiş bu çocuklar yaşıyor galiba… Ne yapsak da onları yok etsek?

Adam ilk karısını köpek yavruları doğurdu diye yarı beline kadar yedi yolun ağzında toprağa gömdürdükten sonra, kadının küçük ablası, yani çocukların teyzesi ile evlenmişmiş.

İki kız kardeş hemen bir kocakarı bulmuşlar. Ona birçok para vererek çocukları ele geçirip yok etmesini söylemişler.

Kocakarı sihirli küpüne binmiş. Gökyüzünde dolaşarak çocukları aramaya başlamış. Nihayet bunların oturdukları kulübeyi görmüş. Hemen aşağıya inerek sihirli küpünü çalılar arasına saklamış. Kulübenin kapısından içeriye girmiş. Kız içerde yalnızmış. Kardeşi avda imiş. Kocakarı kıza yaklaşınca:

Güzel yavrum, cici evladım, demiş, sana yazık değil mi? Böyle yalnız dağ başında korkmuyor musun?

Kız:

Neden korkayım, diye cevap vermiş, yalnız değilim ki… Erkek kardeşimle beraber oturuyoruz burada. O ava çıktı. Şimdi nerede ise gelir.

Kızı kandırmaya çalışan kocakarı, bu sefer :

Mademki kardeşin gündüzleri hep ava çıkıyor, demiş, senin evde yalnız canın sıkılır. Halbuki gençsin, güzelsin. Gönlünce eğlenmen lâzım…

Kız:

İyi ama, demiş, ne yapabilirim ki?

Bunun üzerine, kocakarı demiş ki:

Kafdağında hint yaprakları vardır. Bu yapraklardan birkaç tanesi getirilir de odanın tavanına asılırsa, kendi kendine çalgılar çalar, türlü sesler çıkarır, sen de oyalarsın!

Kocakarı oradan uzaklaşıp kaybolmuş.

Akşamüzeri kardeşi avdan döndüğü zaman, kız ona:

Kardeşim, demiş, sen ava çıktığın zaman benim evde yalnız başıma canım sıkılıyor. Gönlümü eğlendirmem lâzım. Kafdağının ardında hint yaprakları varmış. Bana onlardan birkaç tane getirirsen, tavana asar, çıkardığı çalgı sesleriyle hoşça vakit geçiririm.

Kız kardeşinin isteğini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek isteyen oğlan hemen hazırlanıp yola çıkmış. Gide gide yorulmuş, oturmuş. Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuş. Bir çeşmeye rastlamış. Çeşmenin yalağında sahipsiz bir at su içiyormuş. O da çeşmeye yanaşarak kana kana su içmiş. Sonra bir taşın üzerine oturarak atın güzelliğini seyre dalmış. Biraz kendi kendine:

Ne kadar da yorulmuşum, demiş. Ah benim de şöyle yağız bir atım olsaydı, çoktan Kafdağının ardına varır, hint yapraklarından alarak kulübemize dönerdim…

Kendisinden bahsedildiğini hisseden yağız at, başını kaldırıp oğlana bakmış. Dile gelip insan gibi konuşmaya başlamış:

İnsanoğlu, demiş, madem ki beni çok sevdin, ben de sana acıdım. Seninle arkadaş olalım. İstediğin yere seni gözünü kapayıp açıncaya kadar götürürüm. Haydi atla sırtıma!

Sevincinden uçacak gibi oğlan, hemen ata binmiş. At rüzgâr gibi koşmaya başlamış. Bir anda Kafdağının ardına varmışlar.

At, oğlana demiş ki:

Hint yaprakları şu gördüğün bahçedeki en küçük ağaçtadır. Bahçeye girip ağacın yanına vardığın zaman gözlerini kapar, yapraklarını koparırsın. Sonra onları torbaya koyup arkana hiç bakmadan gelirsin, geri döneriz.

Oğlan, atın sözlerini tutarak yaprakları koparmış, geri gelmiş. Ata atladığı gibi rüzgâr hızıyla yola koyulmuşlar.

Kız, kardeşini kapıda sevinçle karşılamış. Yaprakları odanın tavanına asmışlar. Ertesi sabah ava çıkan oğlan, gene avcılara rastlamış. Vurduğu kuşların en güzelini avcı başıya hediye etmiş. Avcı başı, bilmeyerek oğlundan aldığı bu kuşu da akşam evde pişirtmiş. Sonra da hep beraber yemek yerlerken:

Bu kuşu a bana gene o güzel delikanlı verdi, demiş. Görseniz inciden dişleri, ipekten saçları var…

Adamın karışı gene telaşlanmış. Bu sefer de çocukların ölmediklerini anlayınca, ablası ile beraber hemen kocakarıya başvuracak bu işe artık bir çare bulmasını istemişler.

O gün oğlan kulübeye döndüğü zaman hint yapraklarını bahçeye atılmış görünce, kardeşine sormuş:

Yaprakları neden dışarıya attın?

Kız:

Aman kardeşim, demiş bunlar beni az daha boğacaklardı. Ben de hemen oradan koparıp attım da ellerinden kurtuldum…

Oğlan, kardeşine iyi yaptığını söyleyerek yemek yedikten sonra atına atlayıp ava gitmiş.

Kocakarı küpüne binip tekrar kulübeye gelmiş. Kız, karşısında ihtiyarı görünce, hint yapraklarının çalgı çalmadıklarını, tersine, kendisini boğmak istediklerini, onun için bunları koparıp dışarıya attığını söylemiş.

Kocakarı, kızın hemen sözünü kesip:

Kardeşin yanlış koparmış, demiş. Esas hint yaprakları bunlar değil ki… Ama sen hiç üzülme. Kardeşine söyle, gidip Hint memleketinde Güneş Kızı’nı getirsin. Sana arkadaş olur. Onunla çok güzel vakit geçirirsin!

Halbuki, Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı almak için oraya kim gittiyse taş olur, kızı alamadan orada kalırmış.

Kocakarı sihirli küpüne binip memleketine döndükten sonra, kızın kardeşi avdan gelmiş. Yemek yedikten sonra, kız:

Kardeşim, demiş, san ava gittiğin vakit benim evde canım sıkılıyor. Buna bir çare bulamadım. Bari Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı alıp buraya getir de, bana arkadaşlık etsin!

Bir tanecik kardeşi, can yoldaşını çok seven oğlan, onun dileğini her ne suretle olursa olsun yerine getirmek için kulübeden çıkmış, atına bindiği gibi oralardan rüzgâr hızıyla uzaklaşmış.

Günlerce yol aldıktan sonra dağ başında bir konağa misafir olmuş. Meğer orası dev konağı imiş. Devin kızı, oğlanın yanına gelerek:

İnsanoğlu, demiş, sen buraya nereden geldin? Bu konağın bir dev konağı olduğunu sana söylemediler mi? Anam nerede ise gelir. Seni görürse sağ kalmazsın. Haydi gel, ben senin karnını doyurup şu dolaba saklayayım…

Devin kızı, karnını doyurup oğlanı dolaba saklamış. Çok geçmeden dev anası konağa dönmüş. Etrafı koklaya koklaya içeriye girdikten sonra, kızına:

Burada insan eti kokuyor; demiş. Kim varsa çabuk onu göreyim!

Kız, hiçbir şey olmadığı söylemişse de, anasını inandıramamış.

Dev anası bu sefer:

Getir çabuk nerede ise şu insanoğlunu, demiş. Sana söz veriyorum. Ona bir şey yapmayacağım.

Kız kalkıp dolabın kapağını açmış. Oğlan koşarak dev anasının ellerine sarılıp öpmüş. Oğlanın gösterdiği bu saygıya pek memnun kalan dev anası:

İnsanoğlu, demiş, sen buralarda ne arıyorsun?

Oğlan, Güneş Kızı’nı almak için Hint memleketine gittiğini söyleyince, dev anası:

Seni gönderenin gözü kör olsun, demiş. Oraya giden taş olur kalır. Sana fenalık yapmışlar.

Dev anasının bu sözlerine rağmen oğlan kararından caymamış. Dev anası oğlanın ısrarını görünce:

Madem ki gitmek istiyorsun, demiş, ben sana yardım edeyim. Al şu yüzüğü, parmağına tak! Güneş Kızı’nın bekçisi benim büyük ablamdır. Oraya varınca yüzüğü gösterirsin, benim oğlum olduğunu söylersin. O sana yardım eder. Haydi yolun açık olsun!

Oğlan, dev konağından ayrıldıktan sonra gene günlerce yol alıp Hint memleketine varmış. Güneş Kızı’nın konağının önünde durmuş. Konağın bekçisi devi bulup yüzüğü göstermiş. Pek sevinen dev:

Gel bakalım sevgili yeğenim, demiş. Seni buralara kim gönderdi?

Oğlan, dev anasının elini öptükten sonra:

Güneş Kızı’nı almaya geldim teyzeciğim, demiş.

Dev anası, bu işin hem çok güçlü, hem de tehlikeli olduğunu söyledikten sonra:

Yarın sabah erkenden bahçedeki havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanırsın, demiş. Biraz sonra otuz dokuz güvercin kanat çırparak oraya gelir. Bunlar silkinip elbiselerini havuz başına bırakarak ayın on dördü gibi güzel birer kız olurlar. Birer birer havuza girerler. Çok geçmeden başka bir güvercin daha gelir. O da ötekiler gibi elbiselerini bırakıp havuza girer. İşte o zaman birdenbire siperden çıkıp onun elbiselerini alarak bahçe duvarından atlarsan kurtulursun, yoksa oracıkta taş kesilirsin. Duvardan aşınca, Güneş Kızı elbiselerini senden üç defa ister. Üçüncüsünde elbiseleri verir, yanıma dönersin. Haydi talihin açık olsun!

Oğlan, ertesi sabah erkenden kalkıp bahçeye girmiş, havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanmış. Birkaç dakika sonra otuz dokuz güvercin gelip elbiselerini soyunarak suya girmişler. Biraz sonra arkalarından bir güvercin daha gelmiş. O da elbiselerini soyunmuş, ayın o beşi gibi bir kız olmuş. Elbisesini ayrı bir yere koyup suya atlamış.

İlk gelen otuz dokuz kızın, sonra da Güneş Kızı’nın güzelliğine hayran kalan oğlan, siperden fırladığı gibi elbiseyi kapmış. Fakat bahçeden dışarıya atlayamadan, Güneş Kızı ona bir değnek vurarak taş haline getirmiş.

Yeğeninin taş olmasına çok üzülen dev anası, hemen gelip Güneş Kızı’nın ayaklarına kapanmış:

Sen bunun kusuruna bakma sultanım, demiş. O delidir… Kardeşimin oğludur. Onu bana bağışla, yazıktır!

Güneş Kızı, emektar bekçisini çok sevdiğinden onu kıramamış. Dileğini kabul ederek değnekle taşa vurmuş. Oğlan hemen canlanmış. Teyzesinin yanına koşmuş.

Ertesi sabah gene sipere saklanan oğlan, Güneş Kızı’nı her ne pahasına olursa olsun elde etmek için çok dikkatle etrafı gözlüyormuş. Evvela otuz dokuz güvercin gelip soyunarak suya girmişler. Arkalarından öteki güvercin gelmiş. Soyunup suya girdiği sırada, oğlan onun elbisesini kaptığı gibi bahçe duvarından atlamış. Öteki güvercinler sudan çıkıp hemen giyinerek uçmuşlar.

Güneş Kızı yalvarmaya başlamış. Oğlan, üçüncü isteğinde elbiselerini Güneş Kızı’na vermiş. Kız gene güvercin olup uçmuş. Oğlan da teyzesinin yanına dönmüş, yaptıklarını ona anlatmış.

Dev anası oğlana bu sefer şu aklı vermiş:

Yarın sabah bahçe kapısının önündeki taşa oturursun. Otuz dokuz tane kız karşına dizilerek, sana “bizi alır mısın” diyecekler. Hiç birini isteme! En son ihtiyar bir kadın gelir. O da sana “beni alır mısın” diye soracak. Ona “seni alırım” dersin. Ondan sonrasını sen düşün artık…

O gece gözlerine uyku girmeyen oğlan, sabahı dar etmiş. Erkenden kalkıp bahçe kapısının taşına oturmuş. Oğlanın karşısına dizilmişler. Sıra ile oğlana “beni alır mısın” diye sormuşlar. Oğlan hepsine de “seni beğenmedim” diye cevap vermiş. Otuz dokuz kız da çekilip gitmişler. Arkalarından değneğine dayana dayana ihtiyar bir kadın gelip, oğlana “beni alır mısın” diye sorunca, oğlan “seni alırım” diye cevap vermiş.

Bu sözler üzerine, ihtiyar kadın, elinden tutarak oğlanı bir köşke götürmüş. İçeri girdikten sonra, ihtiyar kadın elbiselerini üzerinden çıkarmış. Oğlan, birden karşısında Güneş Kızı’nı görünce, sevinçten uçacak gibi olmuş. O zaman Güneş Kızı, oğlana demiş ki:

Sen, köşkümde taşınabilecek, değerli ne bulursan al! Ben gidip değneği kızlardan birine vereyim. Havuzun etrafında gördüğün taşların her biri insandır. Onları canlandırıp evlerine göndersinler.

Güneş Kızı köşkten çıkıp arkadaşlarının yanına gitmiş. Değneğini onlara bırakmış. Hepsi ile vedalaşıp ağlayarak oradan ayrılmış, köşke dönmüş. Bazı değerli şeyleri beraberlerine alıp biraz sonra oğlanla birlikte köşkten ayrılmışlar. Dev anasının yanına gelmişler. Eline öpüp veda etmişler. Dev anası gözyaşları içinde bunları kapıya kadar geçirmiş. Oğlanla Güneş Kızı kapıda bekleyen yağız ata binerek rüzgâr gibi gitmeye başlamışlar.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Akşam olmadan oğlanın kulübesine varmışlar. Oğlanın kardeşi bunları güler yüzle karşılamış. Misafiri içeri almış.

Artık üç kişi olmuşlar. Güneş Kızı, ben sizden küçüğüm diyerek kulübenin işlerini görmeye başlamış.

Bir gün gene ava çıkan oğlan, her zamanki avcılara rastlamış. Onları eve kahve içmeye çağırmış. Hep beraber kulübeye gelmişler. Avcı başı, dişleri inciden, saçları ipekten delikanlının bir de kız kardeşi olduğunu görünce, bunlara hayran kalmış. Kahveler içildikten sonra avcılar daha fazla kalmadan gitmişler.

Dişleri inciden, saçları ipekten çocukların öz babaları olan avcı başı, akşam yemeğini yedikten sonra, evdekilere:

Bugün avda yine o dişleri inci, saçları ipek delikanlıya rastladım, demiş. Bizi kulübesine götürerek kahve ikram etti. Meğer onun bir de kendisi gibi kız kardeşi varmış. Doğrusu bu iki kardeşin güzelliğine hayran oldum. Onlara kanım çok ısındı. Böyle güzel iki çocuk babası olamadığıma çok üzgünüm…

Bu haberi alan kadınlar, çocukların hâlâ yaşamakta olmasına kızmışlar.

Gene koşup kocakarıyı bulmuşlar. Kocakarı bunlara:

Güzel yemekler yapın, demiş, bir tarafına zehir atın! Oğlanı yemeğe çağırır, yemekleri zehirli tarafını onun önüne koyarsınız. O zehirli yemekleri yer yemez ölür, siz de kurtulursunuz. Başka çare kalmadı.

Gene bir gün, av yaptıkları sırada oğlanla avcılar ormanda karşılaşmışlar. Avcı başı oğlanı yemeğe davet etmiş. Akşama geleceğine söz vererek kulübesine dönen oğlan, yemeğe davet edildiğini kardeşi ile Güneş Kızı’na söylemiş.

Güneş Kızı, O zaman:

Şu su dolu altın ibriği al demiş. Şu gümüş tası da heybene koy. Şu torbadaki leblebiyi de cebinde sakla!

Avcı başı seni karşılayıp köşküne götürürken yediyol ağzında beline kadar toprağa gömülmüş, yıllardan beri orada inleyen bir kadın göreceksin. Adam sana “şunun yüzüne tükür” diyecek. Sözünü duymazlıktan gel. Atından inip altın ibrikten gümüş tasa su koyarak o kadının yüzünü yıka. Leblebiyi de torbası ile yanına bırak. Çünkü o kadın senin öz anandır. O adam da öz babam. Teyzelerin siz doğduğunuz vakit bir sandıkta ikinizi de dereye attılar. Ananızı da köpek yavrusu doğurdu diye yarı beline kadar toprağa gömdüler. Şimdi de teyzelerin seninle kardeşini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yemeklere zehir koydular. Sakın o yemeklerden yeme! Köşkte bir kedi yavrusu var. Önce yemeklerden ona ver. O yiyince ölecek. İşte o zaman babana bütün bu anlattıklarımı söylersin. Haydi yolun, izin aydın olsun! Oğlan hemen yola çıkmış. Ormanda giderken babası ile karşılaşmış. Hiç belli etmeden, konuşa konuşa yola devam etmişler. Yedi yol ağzında anasına toprağa gömülü görünce, içi sızlamış, yüreği parça parça olmuş. Ama hiç belli etmemiş. Hemen atından inerek anasının yanına doğru giderken, babası:

Bana bak delikanlı, demiş, o kadına hiçbir şey verme! Onun yüzüne tükür! Çünkü o benim eşimdi; sizin gibi dişleri inciden, saçları ipekten çocuklar doğuracağını söylediği halde, iki köpek yavrusu doğurdu. Ben de ona ceza olsun diye yıllarca önce buraya gömdürdüm. Gelen geçen herkes onun yüzüne tükürür. Haydi sen de tükür de gidelim. Yemek zamanı geldi.

Oğlan bu sözleri duymamış gibi yaparak anasının yanına çömelmiş. Gözyaşlarını göstermeden altın ibrikten gümüş taşa su koyup onun yüzünü gözünü iyice yıkamış. Biraz da su içirerek leblebi torbasını yanına bırakmış. Sonra kalkıp atına binmiş. Yola devam etmişler.

Köşke vardıkları zaman oğlanı türlü yemeklerle donatılmış bir sofraya oturtmuşlar. Teyzeleri belli etmeden hep buna bakıyorlarmış. O ise bir lokma yemek alıp yer gibi yaparak yanına gelen kedi yavrusuna vermiş. Kedi lokmayı yer yemez ölünce, oğlan başka lokma almamış.

Misafirinin yemek yemediğini gören adam, sormuş :

Yavrum, niçin yemek yemiyorsun?

Oğlan artık dayanamamış. Ölü kediyi göstererek :

Nasıl yiyeyim, demiş, önüme konan yemeklerde hep zehir var. İlk lokmayı kediye verdim. Yer yemez öldü.

Oğlanın bu sözlerine fena halde kızan adam !

Yemekte hiç zehir olur mu demiş.

Oğlan da :

Bir kadın köpek yavrusu doğurursa, yemekte de zehir olur elbet, demiş. İlk eşin sana dişleri inciden, saçları ipekten biri kız, diğeri oğlan iki çocuk doğuracağını söylemişti. Onları doğurdu. Oğlan benim. Kız da bizim kulübede gördüğün kardeşim. Sen de babamızsın. Fakat teyzelerim annemi kıskanarak, bizi doğar doğmaz, sana bile göstermeden bir sandıkla dereye attılar. İki köpek yavrusu buldurup onları anamın yanına koyarak, işte bunları doğurdu, diye seni aldattılar. Sen de inandın. Anamı yedi yol ağzında toprağa gömdürdün. Yıllardan beri onu haksız yere inletiyorsun. Vicdanın nasıl razı oldu bu büyük kötülüğü yapmaya?

Oğlunun sözleri karşısında şaşkına dönen adam, hem sevinmiş, hem de çok kızmış. Hemen oğluna sarılarak yanaklarından öptükten sonra, adamlarını çağırarak :

Atın bu kadınları çabuk zindana! diye bağırmış.

Sonra oğlu ile beraber arabaya atlayıp doğruca yedi yol ağzına gitmişler. Toprağı elleriyle açıp zavallı kadıncağızı oradan kurtarmışlar. İyice temizlenip kendine gelmesi için köşkün hamamına göndermişler.

Daha sonra üç katır buldurmuşlar. Adam, ikinci karısı ile kardeşine birer katırın kuyruğuna bağlatmış. Sonra koca karıyı getirtmiş. Onu da diğer katırın kuyruğuna bağlatıp üçünü birden dağlara sürdürmüş. Onlar yaptıkları kötülüklerin cezasını çeke dursunlar, kadın hamamda iyice temizlenip dinlendikten, kendine geldikten sonra hamamdan çıkmış. Adam, dağ başındaki kulübede oturan kızı ile güneş Kızı’’ı da köşküne getirtmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp oğlu ile güneş Kızı’nı evlendirmiş. Hepsi birlikte mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Gökten üç elma düştü. İkisi sizin, birisi benim başıma…

etiketler

Kısa masal, uzun masal, masallar, masallarımız, çocuk masalları, kısa masallar, uzun masallar,  Uyku getiren masallar, Zeka geliştirici masallar oku, Türk masal oku, Romantik masallar, Eğitici uyku masalları, 6 yaş masal oku, Türk kültürüne ait masallar, Türk Masalları PDF, Eski Türk masalları, Anadolu Türk Masalları, En Güzel Türk Masalları, Türk Masalları kısa, Türk masalları oku, Masal Oku, Uyku getiren masallar, Zeka geliştirici masallar oku, Aşk masallar, Eğitici masallar, Eğitici uyku masalları, 5-6 yaş masalları oku, Uzun masallar, Sallama masallar, Türk kültürüne ait masallar, Türk masalları oku, En Güzel Türk Masalları, Ninelerimizin anlattığı eski Masallar kısa, Türk Masalları, Türk kültürüne ait masallar kısa, Masal Oku, En kısa Masallar, 

The post Türk Masalları; “Güneş Kızı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html/feed 0
Fabl Hikayeler “Kurtla Kuzu” https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/fabl-ornekleri/fabl-hikayeler-kurtla-kuzu.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/fabl-ornekleri/fabl-hikayeler-kurtla-kuzu.html#respond Thu, 24 Jun 2021 12:45:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8123 Fabl Hikayeler “Kurtla Kuzu” Fabl Hikayeler, fabl hikaye örnekleri,  Aynı derede karşılaşmış bir gün kurtla kuzu, susuzluktan dilleri damaklarına yapışmış, kurt yukarıda duruyormuş, kuzu da çok aşağıda. Bir neden bulmuş hır çıkarmak için o saat doymak bilmez boğazının dürtüsüyle haydut. Fabl nedir?  fabl hikayeler. “Ne diye bulandırıyorsun,” demiş “suyumu?” Korka korka yanıt vermiş yün yığını: […]

The post Fabl Hikayeler “Kurtla Kuzu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Fabl Hikayeler “Kurtla Kuzu”

Fabl

Fabl Hikayeler, fabl hikaye örnekleri, 

Ayderede karşılaşmış bir gün kurtla kuzu, susuzluktan dilleri damaklarına yapışmış, kurt yukarıda duruyormuş, kuzu da çok aşağıda. Bir neden bulmuş hır çıkarmak için o saat doymak bilmez boğazının dürtüsüyle haydut. Fabl nedir?  fabl hikayeler.

“Ne diye bulandırıyorsun,” demiş “suyumu?”

Korka korka yanıt vermiş yün yığını:

“Yakındığın şeye bak, kurt kardeş, hele, olacak şey mi dediğin, tanrı kına, senden bana doğru değil mi suyun akışı?”

Şamar gibi inince kurdun yüzüne gerçek, “Atıp tutmuşsun,” demiş, “benim hakkımda bundan altı ay önce.”

“Doğmamıştım ki daha,” diye karşılık vermiş öteki,

“Baban atıp tutmuş öyleyse benim hakkımda,” demiş o, …

Böyle yakalayıp parçalamış işte ölümü hak etmemiş kuzucuğu.

Olmadık nedenler yaratarak suçsuzları ezenler vardır ya hani, o insanlar için yazılmıştır işte bu masal.

Gaius

Fabl, hikaye, fabl örnekleri, fabl hikaye öernekleri, kısa fabl hikayeler, kısa fabl masallar, kısa hikayeler, kısa masallar, eğitici masallar, eğitici hikayeler, düşündüren hikayeler, çocuk hikayeleri, çocuk masalları, çocuk, hikaye oku, masal oku,

The post Fabl Hikayeler “Kurtla Kuzu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/fabl-ornekleri/fabl-hikayeler-kurtla-kuzu.html/feed 0
Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html#respond Thu, 03 Jun 2021 14:37:32 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8105 Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” Anadolu Masalları: Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üstüne koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimenlerin […]

The post Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF”

Anadolu Masalları: Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üstüne koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimenlerin üzerine konmuşlar. Bunlardan kırkı bir silkinişte kız, bir tanesi de yakışıklı bir delikanlı oluvermiş.

Bütün bu olan bitenleri hayran hayran seyreden padişahın kızı, bileziğini koluna takmak için, dere kenarından kalkınca, yakışıklı delikanlı yeniden bir güvercin oluvermiş, taşın üzerinde duran bileziği boynuna geçirip uçup gitmiş. Kırk kızın kırkıda güvercin olup onun peşinden pırradak uçup gitmişler. Anadolu Masalları

Ondan sonraki günlerde kız yine has bahçedeki derenin kenarında oturmuş, güvercinleri beklemiş ama ne gelen, ne giden olmuş bir daha. Delikanlıya gönlünü kaptırmış olan kız derdinden hastalanarak yataklara düşş. Babası ülkenin en ünlü hekimlerini çağırtmış ama kızın derdine derman bulan olmamış. En son kızına bir hamam yaptırmış; her gelen, önce başından geçen ilginç bir olayı anlatır, ondan sonra yıkanırmış.

Günlerden bir gün hamama genç ve güzel bir gelin gelmiş ve başından geçen şu olayı anlatmış:

“Bir gün çayın kenarında çamaşır yıkarken, işimi bitirmek üzereydim ki, odunum bitti. O sırda otuz katır yükü odun geçiyordu yakınımdan. Peşlerine düşerek yürümeye başladım. Gittiler, gittiler, kayalık bir yerde bir kapının önünde durdular. Biraz sonra kapııldı ve katırlarla birlikte ben de içeri girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Burası bir mutfaktı. Nefis yemekler pişiyordu tencerelerin içinde. Birinin kapağını açtım. O sırada bir ses; “bırak onu, açma kapakları. Onu peri padişahımızın oğlu yiyecek” diye seslendi. Kapağı kapattım, mutfaktan çıkıp bir başka büyük odaya girdim. İşte o zaman ne olduysa oldu. Tam kırk bir tane beyaz güvercin doldurdu odayı. Kanatlarını çırpar çırpmaz, kırkı birer genç kız, biri de aslan gibi bir yiğit oluverdi. Delikanlı bir odaya girdi, elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, odanın her bir yanı tiril tiril titredi.” Bunun üzerine:

“Sizler nasıl titriyorsanız, sevgilim de böyle titreyip inlesin” dedi ve odadan çıkıp gitti. Ertesi gün katırlarla birlikte ben de bu garip yerden çıkıp evime döndüm.

Bunu duyan padişahın genç kızı:

“Bütün hamam senin olsun, yeter ki beni oraya götür,” demiş.

Ertesi gün katırların peşine düşen genç kız, açılan kapıdan içeriye giriyor, tencere kapaklarını kaldırıyor, karnını bir güzelce doyuruyor ve güvercinlerin gelmesini beklemeye koyuluyor. Görünmemek için de büyük odadaki dolaplardan birinin içine saklanıyor. Biraz sonra gelen güvercinlerden kırkı kız, biri de erkek oluyorlar. Bir de ne görsün? Delikanlı, gönül verdiği genç değil mi? Elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, her yer titreyip inlediği halde, kızın saklı olduğu dolapta ne bir hareket görülür, ne bir ses duyulur.

“Ey dolap, kaç senedir kahrını çekiyorum da, sen niçin inlemiyorsun?” diye sorar delikanlı.

“Ya Hüsnü Yusuf, içinde sevgilin saklı, onun için inlemiyorum,” diye dile gelen dolap karşılık verir. Dolabı açan delikanlı sevgilisini karşısında görünce, sevincinden deliye döner.

Gel zaman git zaman, kız, sevgilisine, bir çocukları olacağını müjdeleyince; delikanlı:

Şimdiye kadar periler, senin burada olduğunu anlamadılar. Fakat anlarlarsa seni öldürürler. Ben seni, Padişah babamın sarayına götürüp, kapının önüne bırakırım. Sen de: Hüsnü Yusuf’un başı için beni içeri alın” dersin. Ben her gün seni görmeye gelirim, diye kızın gönlünü alır, sonra da onu kanadına bindirip babasının sarayı önüne bırakır: O gece kız bir erkek çocuk doğurur.

Bir gece, saraya gizlice giren Hüsne Yusuf’la kızın konuştuklarını hizmetçiler görüyor ve gidip padişaha haber veriyorlar. Padişah kızı huzuruna çağırtınca, kız olan biteni bir bir anlatıyor. Ertesi gece Hüsnü Yusuf gelince yakalanıyor. “Serbest bırakmalarını, bırakmadıkları takdirde perilerin hepsini öldüreceklerini söylüyorsa da, gene bırakmıyorlar. Padişah beyaz bir güvercin satın aldırıyor. Sarayın fırınlarından birini de yaktırıyor. Periler gelip Hüsnü Yusuf’u istiyor, üstelik de padişahın üstünü başını parçalıyorlar. Bunun üzerine Padişah elindeki beyaz güvercini havaya kaldırıyor ve:

“Hüsnü Yusuf’un yokluğuna yıllarca katlandım, bundan böyle de katlanırım ama sizin yanınıza da bırakmam artık onu,” diyor. Sonra elindeki güvercini yanmakta olan fırının içine fırlatıyor. Fırlatılanın Hüsnü Yusuf olduğunu zanneden kırk perinin kırkıda fırına dalar ve hepsi de yanarlar. Böylece kötülük perilerinin elinden kurtulan iki gencin düğünü yeniden yapılır, yenilir, içilir, muratlarına geçilir.

Derleyen: Veysel ARSEVEN

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1964, sayı:178

The post Anadolu Masalları “HÜSNÜ YUSUF” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/anadolu-masallari-husnu-yusuf.html/feed 0
Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html#comments Fri, 14 May 2021 15:32:25 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8084 Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” Anadolu Masalları, Çok eski yıllarda Bağdat’tan göç etmiş bir bey varmış. Şehir şehir dolaşırmış. Macera meraklısı, kahraman, nükteci ve zekâ oyunları yapmaktan hoşlanırmış. Gel zaman git zaman Türkiye’ye yerleşmiş. Aşiret kurmuş, boylar yetiştirmiş, nesiller üretmiş. Ege kıyılarında yıllarca hüküm sürmüş. Bu beyin torunlarından Ali Şah, dedelerinin buyruğunu aynen yaşatan, […]

The post Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI”

Anadolu Masalları

Anadolu Masalları, Çok eski yıllarda Bağdat’tan göç etmiş bir bey varmış. Şehir şehir dolaşırmış. Macera meraklısı, kahraman, nükteci ve zekâ oyunları yapmaktan hoşlanırmış. Gel zaman git zaman Türkiye’ye yerleşmiş. Aşiret kurmuş, boylar yetiştirmiş, nesiller üretmiş. Ege kıyılarında yıllarca hüküm sürmüş.

Bu beyin torunlarından Ali Şah, dedelerinin buyruğunu aynen yaşatan, kahraman, atılgan, cengâver bir delikanlıymış. Vezirleriyle beraber bir gün ormanlık bir yerde geziye çıkmış. Yol kenarından geçerken bir yaşlı adamın başını eğdiği süpürgeleri üzerinde dikkatle çalıştığını, duyduğu nal seslerine dahi başını kaldırmadığını görmüş. Arkasındaki maiyetini durdurarak bu çalışkan adamla konuşmak istemiş. Yaklaşmışlar…

“Baba, orada ne yapıyorsun?” demiş Şah. Neden sonra yaşlı adam başını kaldırmış. Hiç durumunu değiştirmeden şöyle, kalın kaşları altından zekâ fışkıran bakışlarıyla Şaha bakmış:

“Göz açan dikiyorum oğul” demiş. Şah adamın zeki biri olduğunu görerek, şuna birkaç sual sarayım, demiş içinden.

“Baba, sana birkaç sual soracağım, benimle konuşur da bunlara doğru cevap verirsen seni mükâfatlandırırım, eğer cevap veremezsen bir zaman veririm, bunun sonunda da yine cevap veremezsen seni asarım” demiş.

İhtiyarı bir düşüncedir almış. Ne yapsın? Fakat hazır cevap olduğu için hemen cesaretlenerek:

“Olur, oğul” demiş.

Şah, askerlikle ilgili birçok sual sormuş Göz açan baba bunların hepsini cevaplandırmış. Bu sefer Şah onu zekâca denemek istediğinden:

“Eeee baba, biraz da havai şeyler soracağım sana, altın kime denir, gümüş kime denir, bakır kime denir? Bunun cevabı için sana kırk gün müsaade, eğer bilemezsen başınıuçururum” demiş.

İhtiyarı almış bir düşünce. Zira hemen bulup cevap verememiş. O devirlerin kudretli Şahların elinde olduğundan, biricik kelleciğini düşünüp durmuş. Şah atını mahmuzlayıp, bilmeceyi bulduğun zaman sarayıma gelir bildirirsin, demiş, bir rüzgâr gibi oradan uzaklaşmış. Göz açan baba dikmekte olduğu süpürgeleri toplamış. Düşünceli düşünceli evine dönmüş. Bir karısı ile üç kızı varmış. Babasının düşünceli halini gören küçük kızı babasının bir derdi olduğunu sezerek:

“Babam, babam, dertli babam, söyle ne düşünürsün?” demiş. İhtiyarcık kızının bileceğine hiç ihtimal vermeyerek:

“Derdimle dertlenirsin kızım, hiç sorma daha iyi” demiş. Kız durur mu? Babasına ısrar etmiş, sonunda niçin kederli olduğunu öğrenip,

İlâhi baba, bundan kolay ne var ki, demiş, altın Şahlara, krallara denir, gümüş ise onun veziri vüzerası, bakır da bizler gibi fakir fukaradır git kendisine söyle” demiş. Göz açan babanın sevinçten etekleri zil çalmış. Doğru Şahın sarayına.

Şah demiş ki:

“Ey Göz açan baba, bunu sen bilmedin, gel de doğrusunu söyle, eğer bilseydin, diğer bildiklerin gibi sorduğum zaman bana söylemez miydin, doğrusunu de bana, bunu kimden öğrendin?”

Şaha yalan söylenir mi hiç. Gözaçan baba deyivermiş:

Şahım, şahım gül yüzlü şahım, üç kızım var, en küçüğü bildi bunu”. Şah mânalı mânalıgülmüş. Bir kese altın vererek babayı göndermiş. Aklı kızda. Zekâsı hoşuna gitmiş. Dadısı ile lalasını kızın evine göndererek, bir kaç gün sonra hatırını sordurmuş. Otuz altını da bu Araplarla beraber göndermiş. Kız misafirleri buyur etmiş, altınları alıp odadan çıkarak saymış ki yirmi sekiz tane, içeri girmiş. Anadolu Masalları

Misafirler kıza evde kim olduğunu ve kendisinin ne işle meşgul bulunduğunu sormuşlar. Kız demiş ki:

“Annem biri iki yapmaya gitti, ablamın biri has bahçeye gül serpmeye, diğeri de çirkinleri güzel yapmaya gitti. Beni sorarsanız ben de ufak tefecik Cennet evleri yapıyorum. Bir taraftan da mutfakta baş aşağı baş yukarı yemeği pişiriyorum demiş. Misafirler kalkmışlar. Kızın söylediklerini unutmamak için tekrarlamışlar. Kız tam kapıdan çıkacakları zaman demiş ki:

“Benden selâm edin gül yüzlü şahıma öldürmesin toyla toygarı, herkesin ayı otuzun da doğar, benimki acaba neden yirmi sekizinde doğdu?”. Tayalar (dadı) bunun ne olduğunu anlamadan gidip, konuşulanları Şaha anlatmışlar.

Şah hiddetle üzerine yürümüş. Size itimat ettim, gönderdim, demek yolda altınlardan ikisini çaldınız? Demiş. Arapların korkudan dudakları şark diye çatlamış. Af dilemişler. Şah diğer konuşmaları sormuş. Söylemişler. Annesi ebe imiş, ablasının biri nakış hocasıymış, diğeri de gelin yüzü süslermiş, kendisi de yazı yazıyor ve mutfakta kuru fasulye pişiriyormuşdemiş. Şah, eğer “öldürmesin toyla toygarı” demeseydi, sizi hemen öldürürdüm, bereket sizin canınızı yine o kurtardı, demiş.

Aradan günler geçmiş Şah zeki Gözaçan babanın kızını unutamamış. Bir gün babası ile annesine durumu açmış. Valide sultanoğlunun üzülmesine dayanamamış, gidip kızıbabasından istemiş. Evlenmeye karar verilmiş. Fakat Şah kıza ayrıca haber göndererek birkaç gün içinde dokuz aylık hamile olarak üç kız kardeşin de huzuruna gelmelerini istemiş.

Küçük kız, düşünmüş. Kardeşlerinin karınlarına birer yastık bağlayarak şahın huzuruna çıkarmış. Kendisi de bir yastık bağlayıp Şahın huzuruna çıkmış. Şah büyük kıza sormuş:

“Kızım sen neye aş eriyorsun?”

“Pirzola, köfte, hamur tatlılarına.”

“Pekiy seni ahçı ile evlendiriyorum.”

“Ya sen” diye ikinci kıza sormuş. O da.

“Ben giyim kuşam istiyorum, atlaslar, ipek dibağlar, ipek kumaşları canım istiyor” demiş.

Şah “Seni de terzi başına veriyorum” deyip onları göndermiş. Sonraaa, dönmüş küçük kıza:

“Ya sen neye aş eriyorsun bakalım” demiş.

Kız:

“Mercandan hoşaf, inciden pilav, buzdan şiş kebabına aş eriyorum.” demiş. Şah şöyle bir şünmüş:

“Küçük hanım, haydi kudretim var, inciden pilav yaptırırım, mercandan hoşaf da yaparım, fakat buzdan şiş kebabı nasıl yapayım, pişerken erimez mi? Hiç bu olacak şey mi?” demiş. Kız gülmüş:

Şahım, birkaç gün içinde genç bir kız dokuz aylık yüklü nasıl olur?” demiş. Şah, mağlup olduğunu anlayarak, kızı hemen annesine götürmüş. Kırk gün kırk gece düğün yaparak evlenmişler. Kıza da şah tembih etmiş kimseye akıl öğretmeyeceksin diye. Kız annesi ile babasını kendi sarayının karşısına aynı şahın biçiminde bir saray yaparak oturtmuş.

Aradan günler geçmiş. Bir gün kız pencereden dışarısını seyrederken penceresi altın da iki fakir kadının dövünerek ağlaştıklarını görmüş. Merak ederek çağırıp sormuş. İki oğlumuz da askere gitti, bize bakacak kalmadı aç biilâç kaldık. Şaha anlatmak istiyoruz içeriye bırakmıyorlar, halimize ağlıyoruz demişler. Kız akıl vermiş:

“Sarayın güney tarafına dönün, köşedeki pencere altında, deve uçtu pire kaçtı diye bağırın. Şah sizin sesinizi duyar içeriye alır”, demiş. İhtiyarlar aynen yapmışlar. Gerçekten Şah istediklerini yapmış ve kimden akıl aldıklarını sormuş, söylemişler. Bu benim hanımdır diyerek kızmış. Belli etmeyerek karısına bir daha yapmamasını tembih etmiş. Günlerden bir gün şah çok sıkılıyormuş. Kuyumcu başısını çağırmış:

“Bana bir yüzük yap, üzerine bir marka işle, bakınca hoşuma gitsin güleyim” demiş ve kırk gün müsaade vermiş. Kuyumcu başıyı bir düşünce almış. Tam otuz dokuz gün düşünmüş. Bulamamış. Bir gün tasalı tasalı sarayın civarında dolaşırken kızın penceresin altından geçmiş. Kız bu dertli adama yardım etmeyi aklına koymuş.

“Baba, derdin nedir?, Anlatsana” demiş. Durumu öğrenince,

“Bunu bilmiyecek ne var demiş, yüzüğün üzerine şöyle bir yazı kaz: Gam gelir keyf gider, keyf gelir gam gider.

Kuyumcu sevinçle saraya koşmuş. Hazırladığı yüzüğü Şaha vermiş. Şah ise derhal anlamış. Bu sefer çok kızarak, kimin akıl verdiğini sormuş. Öğrenince hemen karısının yanına gelmiş. Derhal saraydan çıkmasını, burada en çok neyi seviyorsa onu da birlikte alıp gitmesini söylemiş. Kız son defa bir isteği olduğunu, bunu şah yaparsa çıkıp gideceğini söylemiş. Şah kabul etmiş. Son defa bir yemek yemeği, fakat kızın odasında ve başbaşa olmasını istemiş.

Akşam olmuş. Kız sofrayı hazırlamış, iki bardak koymuş. Şahınkinin içine bir parça o zamanlar kullanılan afyon parçası atmış. Gece olmuş Şah yemeğe gelmiş. Yemek sonunda uykusu gelerek sedir üzerinde uyuya kalmış. Kız hemen, birkaç uşak çağırarak sedirle beraber şahı, sarayın aynı biçimdeki, babasının evine nakletmiş.

Sabah olmuş. Şah uyanmış. Bakmış güler yüzü ile karısı karşısında. Hiddete gelmiş. Bağırmış.

“Sen yine burada mısın? Çık git demedim mi?”

“Kız yine gülmüş, Şahın dizi dibine oturmuş.

Şahım demiş, burası babamın sarayı, siz bana en sevdiğin şeyi al git demediniz mi? Sizin sarayınızda sizden başka sevdiğim bir şey yok. Ben de bu en çok sevdiğim şeyi, siz uyurken uşaklarla babamın evine getirdim. Ferman sizin” demiş.

Şah gülmüş. Karısın affetmiş. Bu çok zeki kadını veziri yaparak devlet işlerinde ondan pek çok faydalar sağlamış. Onlar ermiş muratlarına, biz de çıkalım kerevetlerine.

Derleyen: İsmet BARLOK

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1970, sayı: 246

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi, Anadolu Masalları, Türk Masaları, kısa masallar, kısa hikayeler, hikaye örnekleri, masal örnekleri,

The post Anadolu Masalları “GÖZ AÇAN BABANIN KIZI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-goz-acan-babanin-kizi.html/feed 1
Anadolu Masalları “FELEK” https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html#respond Tue, 11 May 2021 05:01:47 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8063 Anadolu Masalları “FELEK” Anadolu Masalları: Vaktiyle zengin bir ağa ve bir de ailesi varmış. Ağa, hizmetkâr tutup çalıştırırmış. Herkesin hayran olduğu yaşantıya sahipmiş. Yıllar sonra zenginliğini kaybetmiş. Köy halkıüzerindeki nüfuzu da azalmış. Bir gün evinin ocak başında hanımıyla oturuyormuş. Yanlarına hizmetçileri gelmiş oturmuş. Ağa içini çekerek: “Ah Felek,” demiş. Hizmetçi hemen Ağa’ya dönerek: “Sana bir şey […]

The post Anadolu Masalları “FELEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Masalları “FELEK”

Anadolu Masalları

Anadolu Masalları: Vaktiyle zengin bir ağa ve bir de ailesi varmış. Ağa, hizmetkâr tutup çalıştırırmış. Herkesin hayran olduğu yaşantıya sahipmiş. Yıllar sonra zenginliğini kaybetmiş. Köy halkıüzerindeki nüfuzu da azalmış.

Bir gün evinin ocak başında hanımıyla oturuyormuş. Yanlarına hizmetçileri gelmiş oturmuş. Ağa içini çekerek:

“Ah Felek,” demiş. Hizmetçi hemen Ağa’ya dönerek:

“Sana bir şey mi oldu, bir yanlış iş mi yaptık Ağa?”

“Sen ne yapacaksın oğlum. Ne yaptıysa Felek yaptı bana.”

İki gün sonra hizmetçi ağanın hanımına diyor ki:

“Yenge, dağarcığımı ekmek doldur, bana ver.”

Hizmetçinin nereye gideceğini ne yenge soruyor, ne de kendisi söylüyor. Dağarcığını alıp yola koyuluyor. Kurduğu hayal, feleği bulup ağasının hakkını alacak. Köy, ilçe, kent dolaşıp duruyor. Günlerden bir gün bir ilçeye varıp bir kahveye gidiyor. Kahvede yanındaki masada oturan birisi çay dağıtan garsona dönerek:

“Felek, şu garip adama bir çay ver.”

Garson da hizmetçiye çayı getiriyor. Hizmetçi durmadan çay içiyor ve hem de seviniyor. İçinden diyor ki:

“Yarabbi, şükür feleği buldum”.

Vakit geç. Kahvede oturanlar evlerine gidiyorlar. Hiç kimse kalmıyor. Yalnız hizmetçi ile Felek kalıyor. Felek diyor:

“Konağın varsa konağına buyur. Yoksa buyur ben misafir edeyim.”

Hizmetçi kalkıyor. Kahvenin kapısını içeriden kilitliyor. Anahtarı cebine koyuyor. Garsonun yakasına yapışıyor:

“Ulan Felek! Tez ağanın hakkını ver.”

Felek şaşkına dönüyor.

“Kardeşim sen nasıl adamsın. Ne ağası, ne hakkı, ben bir şey bilmiyorum.”

Hizmetçi sopayı atıyor. Feleği dolandıra dolandıra dövüyor. Felek ne kadar yemin ediyorsa fayda etmiyor. Hizmetçi, ağasının hakkını istiyor. Felek bakıyor, bu beni öldürecek, bir kurnazlık düşünüyor:

“Dur ağanın hakkını vereyim diyor.”

“Ver bakalım.”

Kahveden dışarı çıkıyorlar. Herkes yatmış. Yarı gece olmuş. Felek:

“Bana bak hemşerim, diyor. Karşıda üç kavak var. Birinci değil, ikinci değil, üçüncünün dibinde ağanın hakkı. İşte sana kazma kürek. Git, kaz çıkar.”

Hizmetçi gidiyor. Felek ise Kahveye girip kapıyı kitliyor. Masaları, sandalyeleri kapının arkasına yığıyor. Yatıyor. Fakat uykusu gelmiyor. Kırıklarına, morartılarına baktıkça ağlıyacak oluyor ağrıdan, sızıdan. Hayret ediyor bu nasıl işti, nasıl belâydı diye. Biraz sonra bakıyor, kapı vuruluyor. Feleğin korkusu çoğalıyor.

“Hemşeri, ben kapıyı açmam, yatmışım” diyor.

“Yahu Felek bana ya bir heybe, ya da bir çuval ver.”

“Git başka yerden al.”

“Vallahi, billahi bir şey yapmıyacağım. Allah bir bildiğin gibi inan bana. Bir çuval veya bir heybe alacağım.”

Felek kalkıp kapının arkasından masayı, sandalyeyi kaldırıp yerine koyup kapıyı aralıyor ve bir heybe veriyor. Felek kapı aralığından bakıyor ki hizmetçi çabuk çabuk gidiyor. Kapının önünde biraz bekliyor. Düşünüyor:

“Yahu, ben rüya mı görüyorum. Böyle ne oluyor”.

Az sonra hizmetçi heybeyi zorla getiriyor. Felek heybeye bakıyor ki hakikaten altın dolu. İkisi de o gece kahvede yatıyorlar. Felek korkusundan heybedeki altına yan bile bakamıyor. Hizmetçi kendi kendine der ki:

“Bu bir hırsız. Ağamın hakkını çalmış. Buna biraz versem iyi olur amma, kimin hakkını kime vereyim. Bu altınlar Ağamın”.

Sabah olur. Kahveden ayrılır. Düşer yola. Günlerce yol aldıktan sonra ağasının köyüne varır. Eve gelince ağasıyla, yengesini ocağın başında bulur.

“Oğlum, hayrola nerelere gittin, nerede kaldın. Zorla getirdiğin heybe ne dolu?”

Hizmetçi heybeyi ağanın önüne bırakır.

“ Ağa! Feleği bulup, hakkını almak benim vazifemdi. Şimdi Ağalık da senin vazifen. Ağa gözlerine inanamaz altınları görünce. Altının birazını da hizmetçiye verir. Hizmetçi vedalaşır, kendi köyüne döner. Ağa yengeye döner:

“Biz bunu kaçmış biliyorduk. Aylardır yoktu. Hangi söze uydu gitti. Evimizde de hülüslü çalışırdı. Sonunda o da taksimattan kısmetini aldı. Dünyada ne sadıkane insanlar varmış. Herkes böyle tertemiz kalpli olsa yaşamak çok iyi ve zevkli, kolay olur. Allah ocağına bağışlasın.

Derleyen: Mehmet SÜRMELİ

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1970, sayı: 246

hikaye, hikaye oku, hikayeler, öykü, halk hikayeleri, halk masalları, masal, öykü, seçme hikayeler, hikaye arşivi, Anadolu Masalları, Türk Masaları, define masalları, define hikayeleri,kısa masallar, kısa hikayeler, hikaye örnekleri, masal örnekleri,

The post Anadolu Masalları “FELEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/anadolu-masallari-felek.html/feed 0
Anadolu Efsaneleri “Görmeli Köprüsü” Efsanesi https://hikayelerimizden.com/efsaneler/anadolu-efsaneleri-gormeli-koprusu-efsanesi.html https://hikayelerimizden.com/efsaneler/anadolu-efsaneleri-gormeli-koprusu-efsanesi.html#respond Mon, 15 Feb 2021 16:26:01 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7777 Anadolu Efsaneleri “Görmeli Köprüsü” Efsanesi Efsaneye göre; bir usta ile kalfası, Mersin’in Mut ilçesi yakınlarında çoşkun bir ırmak üzerinde köprü yaparlar. Bu köprü bugün Gezmeli Köprüsü diye bilinir. Bu köprünün yapılmasına büyük emek veren kalfa Süleyman ustasına bir sebepten dolayı darılır, yanından ayrılır. Süleyman, aynı ırmağın başka bir çoşkun yerine gidip köprü yapmaya karar verir. […]

The post Anadolu Efsaneleri “Görmeli Köprüsü” Efsanesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Anadolu Efsaneleri “Görmeli Köprüsü” Efsanesi

Efsaneye göre; bir usta ile kalfası, Mersin’in Mut ilçesi yakınlarında çoşkun bir ırmak üzerinde köprü yaparlar. Bu köprü bugün Gezmeli Köprüsü diye bilinir. Bu köprünün yapılmasına büyük emek veren kalfa Süleyman ustasına bir sebepten dolayı darılır, yanından ayrılır.

Süleyman, aynı ırmağın başka bir çoşkun yerine gidip köprü yapmaya karar verir. Başlar köprüyü yapmaya. Gel zaman, git zaman kalfanın köprüsü de biter. Süleyman, eserini görmesi için ustasına haberciler gönderir. Hakikî bir usta olan diğeri, ne kalfasının kendisini çağırmasına, ne de yanından ayrılmasına kızmayarak yeni köprüyü görmeye ge­lir. Kalfasının eserini gördükten sonra beğendiğini
belirtir, herkesin de bu köprüyü görmesini İster.

Kalfasına der ki:

«Güzel yapmışsın, eline sağlık- Bu köprüyü, güzelliğini herkes görmeli. Bunun adı Görmeli Köprüsü olsun.»

Bu görüşmeden sonra köprüye o ad verilir.

Efsane,  Anadolu Efsanesi, Efsaneler, Efsanelerimiz, Söylence, Efsane Söylenceleri, Efsane Hikayeleri, hikaye, hikâye, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye okumak, hikaye siteleri, hikaye yaz, hikayelerimiz, masal, masal oku, masal okuma, öykü, öykü oku, story, kısa hikayeler, çocuk masalları, kısa masallar, kısa hikayeler, masallar oku, hikayeler oku, güzel hikayeler,

The post Anadolu Efsaneleri “Görmeli Köprüsü” Efsanesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/efsaneler/anadolu-efsaneleri-gormeli-koprusu-efsanesi.html/feed 0
+18 Duygusal Hikayeler; “Çiğ Yumurtalar” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/18-dehsetli-ve-duygusal-hikayeler-cig-yumurtalar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/18-dehsetli-ve-duygusal-hikayeler-cig-yumurtalar.html#respond Wed, 23 Dec 2020 10:18:19 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7673 +18 Dehşetli Ve Duygusal Hikayeler; “Çiğ Yumurtalar” Hep eli yüreğinde, o günün gelip çatmasından korkardı anam. Biri ablasının, öteki kaynının oğlu olunca baş eğmek, susmak ve ağlamak kalıyordu ona. İlk karşılaştıklarında, vuruşturulan çiğ yumurtalar gibi en az birinin kırılıp yere saçılacağını, ötekinin de iflah olmayıp hapis damlarında çürüyeceğini söylerdi. Uykudan uyanır uyanmaz, amcamların mayıs kokan […]

The post +18 Duygusal Hikayeler; “Çiğ Yumurtalar” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
+18 Dehşetli Ve Duygusal Hikayeler; “Çiğ Yumurtalar”

Hep eli yüreğinde, o günün gelip çatmasından korkardı anam.

Biri ablasının, öteki kaynının oğlu olunca baş eğmek, susmak ve ağlamak kalıyordu ona. İlk karşılaştıklarında, vuruşturulan çiğ yumurtalar gibi en az birinin kırılıp yere saçılacağını, ötekinin de iflah olmayıp hapis damlarında çürüyeceğini söylerdi.

Uykudan uyanır uyanmaz, amcamların mayıs kokan sıcacık ahırında alırdım soluğu. Salman Ağam, babamdan bile çok severdi beni. Ahırına girdiğimde, karanlığa alışana değin hiçbir şey göremez, bir yere çarpmamak için kollarımı uzatır onu beklerdim. O, karanlıkta da görürdü. Kör gibi ayakta dikilirken, kendimi birden kucağında bulurdum. Aylarca görmediği yavrusuna kavuşmuş gibi sarılır, sıka sıka canımı çıkarırdı. Geniş omuzları, kalın kolları, kütük gibi sağlam sıcak gövdesiyle Salman Ağam, anlatmakla bitiremediği masal kahramanlarının en güçlüsüydü. Onunla ilgili aklımın almadığı durumlar vardı. Sorup öğrenmek isterdim ama oyuna öyle dalardık ki hep unuturdum.

Neden hep ahırda hayvanlarla birlikte yaşıyordu? Yaşıtları, kış boyunca sabahtan akşama dam üstlerinde, aşık, ceviz, yumurta, el sende, saklambaç oyunları oynarken o bir çeşit hapis hayatındaydı. Hüzünlü ve acı içinde kıvrandığını görüyordum.

Yarı karanlık ahırda, inek, öküz, manda demez hepsinin üstüne oturtur geri çekilir, korkumla alay ederdi. Ona göre, erkek adam ne düşer ne ağlar ne de korkardı.

Boynuzlu ve boynuyla yük taşıyan hayvanlar, sırtlarında bir yabancıya hiç mi hiç katlanamazlardı. Huysuzlanır, arkalarını bir o yana bir bu yana çevirirlerdi. O halleri, ağlamakla gülmek arasında gidip gelmeme neden olurdu. En çok kır eşeğin üstünde rahat ederdim. Salman Ağam, üstüne beni oturtmak için eşeğe yaklaşınca hayvanın dişil kıpırdanışını, ağzını garip biçimde açıp açıp kapatmasını, aralarında bir çeşit iletişim gibi algılardım. Onun aylarca, hatta yıllarca süren ahır hapisliğine katlanmasının sırrı bu ilişkilerde saklıydı belki de.

Çok sıkıldığı zamanlarda, ahırdaki kucak kavuşmaz, hayvanların sürtünmesiyle parlamış, cilalı gibi duran ardıç direklere yumruklar indirir,

“Aaah Leyla Gelin ah, yaktın beni yaktın!” diye inlediğini görürdüm. Sevdiği kadını, buluttan sıyrılıp çıktığında her yanı aydınlatan sonra yeniden bulutların ardına gizlenen dolunaya benzetirdi.

“Adamım ölmüşüm, bitmişim ben, küçüksün duaların kabul olur, dua et de Allah canımı alıp kurtarsın bu çileden! Ahdimi alsam, şöyle bir sarılıp yatsam, ömrüme yanmayacağım,” der sevdiğine sarılır gibi yeniden bağrına basardı beni.

Sonra unutulurdum birden. Gözlerini ahırın küçük ışık deliğine diker, karşısında, yoluna ölümü göze aldığı sevdiği varmış gibi konuşmaya başlardı.

“Madem bağırıp alemi ayağa kaldıracaktın, Erikli’den su alırken neden gözlerimin içine bakıp da güldün, bu gece seni bekliyorum der gibi başını salladın!?”

Sevdiği de ona, “İki gözüm önüme aksın, gençliğime doymayım öyle bir şey yaptıysam,” demiş gibi:

“Boşuna yemin etme Leyla’m, yaptın, yaptın!” diye sürerdi konuşma.

Söylediklerinden, Leyla adında bir geline fena halde yanık olduğundan başka bir şey çıkaramazdım. Durumunun iç açıcı olmadığını hissetmem gözlerimin dolmasına neden olurdu. Doluktuğumu fark edince yeniden bağrına basar, “Senden başka kimsem yok adamım, Allah bile beni unuttu,” diye herkese sitem ederdi.

O’nu yitirdikten sonra dilim tutulmuş, uzun süre konuşamamış, herkesi korkutmuştum. Belki bir yıl sonra, konuşmayı yeni söker gibi babama:

“Salman Ağam neden öldürüldü baba?” dediğimde, dilimin çözüldüğünü görerek çok sevinmişti.

Sorumun ağırlığı karşısında sevincinin gölgelendiğini görünce, işini kolaylaştırmak için kucağına oturup gözlerinin, dolukan gözlerinin içine bakmıştım. Saçlarımı okşayıp, yanaklarımdan öperek başlamıştı konuşmaya. Sesindeki hüzün içimi, anlattıklarından daha beter acıtmıştı.

“Ha babam ha, sen de mi unutamadın Salman Ağanı? Ahırda saklandığı iki yıl boyunca ve ölümünden sonra çektiklerimizi anlatmak öylesine zor ki,” demişti.

“Yıllardır iki ateş arasında yaşadık. Aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık! Bir taraf benim, öteki taraf ananın kardeşinin oğlu. Birine selam versek diğeri düşman kesiliyordu bize.

Rahmetli Salman Ağan, o güne değin köyümüzde hiç görülmemiş, duyulmamış bir aykırılık, yolsuzluk yaptı yavrum. ‘Eline, beline, diline sahip ol’ diyen töremizi çiğnedi. Hem de köyün en kalabalık en yavuz ailesine karşı yaptı bunu. Nefsine uyup; kocası askere gitmiş bir gelininin namusuna tamah etti. Kim olsa böyle bir hakareti karşılıksız bırakmazdı. Keşke başını alıp köyden gitmesine önayak olsaydık. Ama bilemedik. Yıllardır benzeri bir olay köyümüzde yaşanmamıştı ki!”

Gözlerinin içi ağlıyordu babamın.

“Olacak işte” dedi, “iki yıl boyunca düşmanlarıyla karşılaşmamak için ahıra kapandı da… O gün çobanımız hastalanmış, davarı yaylağa çıkaramamış. Herkesin işi başından aşkın! Olacakla öleceğin önüne geçilmiyor. Bir geceliğine davarın başına Salman Ağanı göndermiş amcan. Arada bir, davara mala yardım etmek için ahırdan çıktığı oluyordu. Sabah, sürüyle köye dönerken Teyze’nin Hasan’la karşılaşıyorlar Erikli Pınarın önünde…”

Gerisini benden daha iyi kim bilebilirdi ki?
*
İnsanıyla, hayvanıyla köyün yarısından çoğunun sulandığı Erikli Pınar’da bir tenhalık vardı o gün. Önünde uzunca bir oluk, üst açık geniş avlusunda çimek taşları ve yunak kazanlarını oturtmak için sayısı değişen ocaklar bulunurdu avluda. Birkaç ailenin birden temizliğe giriştiği, kız-oğlan çıplak çocukların ve annelerin bağırtılarının ayyuka çıktığı günler, bayram yerine dönerdi Erikli Pınar.

Ağlamayım, gevezelik edip kafasını şişirmeyim diye anamın ağzıma tıkadığı kenger sakızı, keskin dişlerim arasında ezip yumuşatmaya çalışıyordum. Bir yandan başımdan aşağı döktüğü kaynar suyla haşlanırken, bir yandan ufalanıyordum anamın avuçları arasında.

Çimdirirken konuşmadan duramazdı anam.

“Kolunu kaldır, belini bükme! Daha çimdireli on beş gün olmadı, çamurda ağnamış balak gibi olmuşsun, nedir senin elinden çektiğim!”

Önce kulaklarımızı tırmalayan bir çığlık sesi duymuştuk… Sabuna kapattığım göz kapaklarım kendiliğinden açılıvermişti. Anamın gözlerinin dışarı pörtlediğini, taş kesildiğini görmüştüm. Elindeki su dolu bakır tası fırlatıp atmıştı. Pınarın duvarına çarpan tasın sesi, bağırtısına karışarak yankılanmıştı.

Gözlerim acıyordu. Ağlıyordum. Anam sele kapılmış gibi yok oluvermişti bir anda.
Çıplak ve yalnızdım.

Ardınca koşmak geldi aklıma. Pınarın önünde kirli suların yayılarak aktığı, akmaktan çok dinlendiği dereyi, ayağıma batan taşlara aldırmadan geçtim. Dereye doğru, söğütlerin gölgesine koşuşan koyun sürüsü sarmıştı her yanımı. Koyunlar, sert tırnaklarıyla çıplak ayaklarıma basıyor canım acıtıyorlardı. Aralarından sıyrılıp çıkmam olanaksızdı. Biraz ötede ne zaman biriktiğini anlayamadığım bir kalabalık vardı. Bağırtılar, çağırtılar, koyun melemelerine karışıyordu. Teyzemin oğlu Hasan Ağamın, söğütlerin arasından arkasına bakarak, düşe kalka evlerine doğru kaçtığını gördüm. Sürü, ıslak gövdemi çıkardığı tozla sıvayarak, gölgeliğe ulaşmak için kısa sürede uzaklaşmıştı yanımdan. Yine tek başıma yine çırıl çıplak ortadaydım. Kalabalık yarıldı, iri bir adam, sırtında kafasından kanlar saçılan başka bir adamı taşıyordu köye doğru. Yüzünü kan örtmüştü adamın.

Kimdi bu adam?…

Anamı hiç böyle görmemiştim, bir yandan çırpınıyor bir yandan ağlayıp bağırıyordu.

“Kader gözün kör olsun, kör olsun kader!”

O telaşı içinde yine de beni gördü. Bir anda kendimi kucağında buldum anamın. Göğsü nasıl da inip kalkıyordu. Büyük bir kargaşa vardı çevremizde. Pınarın önünde, bir kovuğa tıkılmış giysilerimi aceleyle giydirdi. Yine kucaktaydım. Eve doğru koşuyorduk.

Yüksekçe bir duvar ayırıyordu amcamlarla bizim evi. Sönmüş arı kovanına benzeyen bizim evin sessizliğine karşın amcamlara girip çıkanın sayısı belirsizdi. Anam yandaki kıyameti görmüyormuş gibi doğru evimize daldı. Sedirin üstüne fırlatıldım.

“Kapıdan dışarı çıkarsan öldürürüm seni! Ben gelene değin yerinden kıpırdamayacaksın,” diyerek, gözyaşları içinde fırlayıp gitti.

Anamın sözünü tutup koyduğu yerde bir süre kıpırdamadan oturmuştum.

Kimsenin umurunda olmadığımı anlayınca dışarı çıktım. Amcamlarda çok kötü, çok büyük şeyler olduğunu hissediyordum. Koşuşan, ağlayan, sızlayan, kanayan insanlar arasından Salman Ağamı bulmak umuduyla ahıra doğru yürüdüm. Kocaman, şapkalı adamların başına biriktiği biri yatıyordu sekide. Çevreye saçılmış kan lekelerini görünce, her yerle birlikte ben de dönmeye başlamıştım. Düşmemek için, yanımdaki direğe yapıştım. Kimsenin beni görmediği gibi kendim de bilmiyorum ne yaptığımı. İyice sokuldum kanayan adamın yakınına.

“Salman’ım yavrum, yiğidim, gözümün kökü!” diye hırıltılı, tükenmiş sesiyle iki yana sallanarak ağlayan Salman Ağamın anasını gördüm. Yığılıp kalmıştı, kanlar içinde yatan oğlunun ayak ucuna. Korkudan ağlayamıyordum. Şapkalı adamlar Salman Ağamın ellerini tutmaya çalışıyorlardı. Her koluna iki kişi yapışmıştı. Bıraksalar, kafasındaki yarıktan tutup ikiye bölecekti kendi başını. Fışkıran kan, adamların ellerini kollarını kırmızıya boyamıştı. Kıpırdamasın diye iki kişi de bacaklarının üstünde oturuyordu. Ayaklarında renkli, işlemeli çorapları vardı. Kan bulaşmamıştı çoraplarına.

Başındakiler hastaneden, doktordan, taşımak için ihtiyaçları olan bir at arabasının bile köylerinde bulunmamasının utancından söz ediyorlardı. Kağnıyla iki saatten fazla sürermiş, hastanın dayanması mümkün değilmiş o yola.

Damın üstünde devam eden kavgada yaralananları getiriyorlardı arada. Salman ağamın iki abisi de baygın indirildi damdan.

“Atlı araba geliyor! Yaylı geliyor!” diye bağıran çocuklar avluya girdiğinde Salman Ağamın eli kolu yanına çoktan düşmüştü. Gırtlağından çıkan hırıltı, kadınların gülüyorlar mı ağlıyorlar mı ayıramadığım korkunç sesini bastırıyordu. Babamı ilk kez gördüm. Hiç kimseyi görecek durumda değildi. Yaylıyı, olayı duyar duymaz kente koşmayı akıl eden babam getirmişti.

Götürdüler… Nedense onun artık acı duymadığını düşünüyordum. Dam üstündeki kavga da sönmüş gibiydi. Adamlar hep birlikte, atlı arabanın arkasından yürüyüp uzaklaştılar.
Son görüşüm oldu Salman Ağamı.

 

The post +18 Duygusal Hikayeler; “Çiğ Yumurtalar” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/18-dehsetli-ve-duygusal-hikayeler-cig-yumurtalar.html/feed 0