Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
tarihten hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/tarihten-hikayeler Hikaye Çeşitleri Sat, 28 Oct 2023 18:46:11 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center tarihten hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/tarihten-hikayeler 32 32 Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:46:11 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9240 Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” Yazan: Dr. Ayfer KARA I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi […]

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER”

Yazan: Dr. Ayfer KARA

I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi kasabanın kahvehanelerinde hemen her gün konuşuluyordu. Kasabalılar bu konuda endişeli olmakla birlikte farklı kültürden, farklı dinden olan bu arabalı askerleri çok merak ediyorlar, onları ve arabalarını görmek için sabırsızlanıyorlardı. Kasabanın ileri gelen akıllı insanları arabaların hangi yoldan, nasıl Samsun’a ulaşacağına kafa yoruyorlar ve tartışıyorlardı. Çünkü Hekimhan-Sivas yolu topraktı ve yeterince düzgün değildi. Yağmur yağdığında çamurdan çıkılmıyordu. Kasabadan Sivas’a giden yol şimdiden çamur deryasına dönmüştü bile. Almanların kullandığı araçların bu yolda hareket etmesi imkânsızdı. Esnaf, Almanların gelecek olmasına çok mutlu oldu. Hiç kazanmadıkları kadar para kazanacaklardı. Esnaf olmayan halk ise Alman askerlerinin kendilerine ne gibi bir menfaat getireceğinden habersizdiler.

Alman askerî alayının yola çıktığı haberi ekim sonuna doğru kasabaya ulaştı. Nihayet kasım ayı başlarında Almanlar kasabaya ayak bastı, onların gelişiyle küçük kasaba çarşısı bayram yerine döndü. Çarşı Taşhan’ın içindeki ve etrafındaki 45-50 dükkândan oluşuyordu. Zaten kasabaya yabancı olarak birkaç memur, nadiren de cambazlar veya saz şairleri gelirdi. Kasaba esnafının para kazanacağı düşüncesi diğer fakir yerlileri kıskandırıyordu. Yerlilerden sadece birkaç kişi yazın kuruttukları sebzeleri, meyveleri, pekmezleri, kesmece ve pestilleri Sivas’ta satarak para kazanıyordu, çoğu ise yazın ürettiklerini kışın yiyerek yaşamlarını sürdürüyorlardı. Herkesin evinde en az bir ineği vardı ama herkesin binek hayvanı yoktu. Eşeği ve katırı olan insanlar şanslı sayılıyordu. Ama onlar da bu hazır yiyici eşeklerin kışın yem yemesine tahammül edemeyip sık sık kahvehanelerde lafını ediyorlardı. Halbuki zavallı eşekler genellikle ineklerin yemliğinden arta kalan tozlu samanları yiyorlardı. Bir değer gördükleri de yoktu. Yük çok ağır olduğunda inatlaşıyorlar ve sahiplerinden eşek sudan gelinceye kadar sopa yiyorlardı. Yağmurlardan sonra birkaç gündür karayel esiyordu, belli ki kar yağacaktı. Eşeklerin aç ama tembel yatacakları günlere az kalmıştı. Belki kışın ortasında odun biterse birkaç kere bağ evlerine gidip geleceklerdi. Alman askerleri kasabaya girdikleri gün Hamamcı Mustafa’nın Taşhan’daki hamamında soluğu aldılar. Bir güzel yıkandı paklandılar. Askerler hamamcıya kirli elbiselerle birlikte birkaç kalıp sabun verdiler. Hamamcı Mustafa’nın eşi bir güzel iç çamaşırlarını önce külle yıkayıp kaynattı ve sonra da sabunladı. Hiç böyle kaliteli iç çamaşırları ve kokulu sabunlar görmemişti. Askerlerin beyaz iç çamaşırlarını sergiler gibi damın üzerindeki ipe astı. Gelen geçen bu iç çamaşırlarına bakıyordu. Kadınlar iç çamaşırına bakarken erkekler de subayların ayna gibi cilalı botlarından gözlerini alamıyorlardı.

Askerlerin kasabaya gelişinin ikinci gününde ilk kar yağdı, çok yağmamıştı sanki toprağın ağaçların üzerine tül örtülmüştü. Alman Askeri alayının komutanı tercümanı aracılığıyla kahvehanede bulunanlara Hekimhan merkez ve civar köylerde ne kadar yük hayvanı varsa onları fiyatlarının çok üstünde paralar vererek satın alacaklarını duyurdu. Herkes bu habere sevindi. Çünkü bu mevsimde eşekleri satmak iyi olacaktı. Eşeğini bağda bırakıp yabana seyiplemiş olanların pişmanlık gözlerinden okunuyordu. Hemen kahvehaneden çıkıp doğruca bağa koşup eşeklerine bakacaklardı. Bunlardan biri de Sarı Mehmet idi. Sarı Mehmet zayıf ve uzun boylu bir adamdı, bir yıldır evliydi ve henüz çocuğu yoktu. Küçük yaşlarda hem yetim hem öksüz kalmıştı. Onu on sekizinde uzak akrabalarından dul bir kadınla evlendirmişlerdi. Dedesinden kalma bahçesinde her baharda aldığı birkaç kuzuyu büyütür sonbaharda onları satar, parasıyla gaz, yağ ve tuz gibi temel ihtiyaçlarını karşılardı. Kuzulardan başka kendi gibi kaburgası çıkık sarı bir ineği ve açık gri renkli, güzel yüzlü bir eşeği vardı. Eşeğiyle araları pek iyi değildi, eşek inatlaşıp yürümediğinde eşeğin kulaklarını kemirirdi. Sarı Mehmet doğruca bağ evine koştu ama eşeği orada yoktu. Sonra yan bahçedeki sumakların arasında eşeğini gördü. Bu eşekten hiç hazzetmezdi. Zavallı eşek ondan bir öğün yem, üç öğün tekme yerdi. Eşeğin kürüğünü almış, kendisini bağda bırakmıştı. Eşeğe “Gülü sen burda mıydın?” diye sevecenlikle yaklaştı. Eşek, Sarı Mehmet’i görünce ayağa kalktı ve ona bir tekme savurdu. Sarı Mehmet aşağı dereye doğru yuvarlandı. Bir ayağı derenin buz gibi suyuna girdi ama çok kızmışa benzemiyordu. Ellerini suda yıkadı, çalıların arasındaki patikadan yukarı doğru tırmandı, bahçe evinin tahta kapısını açıp içeri girdi. Burası tek göz bir evdi, hayvanlar da içeride yatardı. Onların kaldığı yer küçük 30 cm’lik bir duvarla oturma ve mutfak bölümünden ayrılmıştı. Sedirin üzerine oturdu, ıslak çorabını çıkardı ve düşünmeye başladı. Bu eşeği nasıl razı edip de Han’a götürecekti. Gözü arpa çuvalına ve kasadaki elmalara takıldı. Çuvaldan bir avuç arpa aldı ve her zamanki gibi “Hınzır eşek gel” demedi. Tatlı bir sesle “Gel gülü, sana ne vereceğim?” diyerek eşeğe yaklaştı. Eşek arpayı görünce sevinçle anırmaya başladı ve afiyetle arpayı yedi. Sarı Mehmet eşekle arayı düzelttikten sonra üzerine binmeye kıyamadı, sanki eşek biraz zayıflamıştı. Sarı Mehmet önde eşeği arkada Han çarşısına doğru yola koyuldular. Yolda giderken heybeden birkaç elma çıkarıp eşeği besledi. Eşek gönüllü geliyordu, eşeği yularından çekiştirmiyordu. Çarşıya geldiklerinde bir Alman teğmen yanlarına yaklaştı, “Selamün aleyküm” dedikten sonra Cebinden tomarla para çıkardı. Sarı Mehmet’in gözleri yuvasından fırlayacaktı. Teğmen çarşıya adımını atan ilk eşeğe diğer insanları da satmaya özendirmek için 2 Reşat (1 reşat altın= 7.20 gr) altın edecek kadar Osmanlı lirası saydı. Alman teğmen eşeğin yularını tuttu ve eşeği okşamaya başladı, bakkaldan üzüm ve fındık alıp eşeğe yedirdi. Sarı Mehmet karısından bile bu özeni görmemişti. Karısı ona “Ciğerinin bağından alasıca” derdi ve her sabah önüne evde peynir olduğu halde sadece bulgur çorbası koyardı. Sarı Mehmet eşeğe gösterilen ilgiyi kıskandığından mı yoksa eline geçen paranın mutluluğundan mı bilinmez gözlerinden yanağına birkaç damla yaş süzüldü. Bu yüksek fiyatı gören duyan herkes yük hayvanlarını Alman askerlerine satmak için çarşıya getirmeye başladılar. Alman askerleri geleli 5 gün olmuştu ama hâlâ yeterince eşek, katır yoktu Alman askerleri binek hayvanlarını Taşhan’daki ahıra yerleştirdiler, her gün onları gezdirdiler ve diğer hayvanları kendi elleriyle pastalarla, bisküvilerle, elmalarla ve üzümlerle beslediler. Ayrıca bu hayvanlara ekstra şefkat gösteriyorlardı. Bazıları “Helal olsun adamlara eşeğe bile saygı gösteriyorlar” diyor, bazıları “Ula la bunlar manyak, aslı ötesi eşek sevgiden ne anlar? Haydi uşaklar eşşeğe diyneğnen vurun, hele bu herifler ne diyecekler?” diye oradaki küçük çocukları teşvik ediyorlardı. Çocuklar sanki çok iyi bir şey yapıyor gibi gülerek şımarıkça eşeklere değnekle vuruyorlardı. Alman askerleri ricacı bir tavırla alttan alarak belki de bildikleri tek Türkçe kelime ile “yapma, yapma” diyerek çocukları engellemeye çalışıyorlardı. Sarı Mehmet de Alman askerlerinden öğrendiklerini uygulamaya başlamıştı, çocukları kovalarken “Şu Alamanlardan medeniyet, saygı ve sevgi öğrenin accık” diyordu. Sarı Mehmet Almanların eşeklere gösterdiği özeni defalarca herkese anlattı ve o günden sonra evindeki hayvanlarına kendi de itina gösterdi. Daima köpeğini eşeğinin sırtını bindirdi, kendi eşeğin yanında yürüdü. Sahipleri ve köpekler birbirlerine benzerler. Sarı Mehmet’in köpeği de ona benziyordu. Bir daha sabahları peynir varsa bulgur çorbasını asla içmedi. Eeee ne de olsa o bir eşekten daha fazlasıydı.

Yeteri kadar yük hayvanını temin eden Alman askerleri silah teçhizatının ve cephanenin hepsini hayvanlara yükleyerek iki tomofili (otomobil) de katırlarla çekerek Sivas’a doğru yola çıktılar. Birkaç tomofil ve kamyonu da mecburen Hekimhan’da bıraktılar. Eşeklere ne oldu bilinmez, Almanlar Samsun Limanı’na ulaştıklarında muhtemelen eşekleri serbest bıraktılar. Eşeklerin bazıları kurda kuşa yem oldu, bazıları da Alman askerleriyle geçirdikleri güzel günlerin özlemiyle ağır yüklerin altında can verdi. Hekimhan’da kalan Alaman kamyonlarını ise demirciler parçalayıp erittiler; kazma, kürek, tahra, balta, orak gibi tarım aletlerinin yapımında yıllarca kullandılar. Belki şu anda birçoğumuzun ambarlarında bulunan tarım aletlerinden birkaçı Alman kamyonlarının çeliklerinden yapılmıştır.

Not: Ağabeyim ve ben bu hikâyeyi çok ilginç bulduğumuz için Han çarşısında esnaf olan büyükbabam merhum Osman KARA’ya defalarca anlattırırdık.
Yazan: Dr. Ayfer KARA

hikaye, hikaye oku, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, yaşanmış hikayeler, tarihi hikayeler,  savaş hikayeleri,  Ayfer KARA Hikayeleri, 

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html/feed 0
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html#respond Wed, 26 Jul 2023 13:24:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9101 Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi Refik Halit Karay   Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: “Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?” “Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.” Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini […]

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi

Refik Halit Karay

 

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:

“Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?”

“Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”

Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun zevkini kaçıracak.

İçinden:

“Bir başkasını bulunca savarım! ” dedi.

Fakat hikayesini dinlediği için savamadı:

Balkan Harbi kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış:

Düşman geliyor!

Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da…

Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, firar için ne vasıta varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru…

Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su tabakaları, gece… Dinliyorlar:

Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı. ..

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duyuyor.

“Uyuma Ali,” diyor, “uyuma!”

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:

“Uyuma Emine’m,” diyor “uyuma!”

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:

“Uyu ciğerim,” diyor, “uyu Osman’ım!”

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, horada bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin kudretsizliğine bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi budur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Nihayet bu oluyor.

Evvela çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felaketin kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hepsinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkanı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lazımdır.

Hangisini?

Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “Eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hala yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duyamayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yeni anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor:

Ali, gemi azıya almış bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hala devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

“Çık sırtıma Ali,” diyor, “iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme! “

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

“Kurtulduk Ali,” diyor. “Kalk Ali!”

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hala:

“Kalk Ali, kurtulduk Ali,” diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor…

Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

“Bey,” dedi, “işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!”

Şişli, 1 939 – Refik Halit Karay

Ağlatan Hikayeler, hikaye, hikaye oku, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, tarihi hikayeler, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay hikayeleri, 

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html/feed 0
Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html#respond Sat, 09 May 2020 10:46:04 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=3073 Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi Yazar, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde, bir milletin var olma mücadelesini sembolik değerler bütünü olarak ele alır. Ömer Seyfettin için var olmak, millî olana dönmekle mümkündür. Yazar öyküde, savaşı ve milletin var olma arzusunu, inanç ekseninde büyütür. Böylece milletin tarihini, geçmişin unutulmuşluğundan kurtararak, millî hafızayı canlı tutmayı amaçlar. […]

The post Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi

Yazar, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde, bir milletin var olma mücadelesini sembolik değerler bütünü olarak ele alır. Ömer Seyfettin için var olmak, millî olana dönmekle mümkündür. Yazar öyküde, savaşı ve milletin var olma arzusunu, inanç ekseninde büyütür. Böylece milletin tarihini, geçmişin unutulmuşluğundan kurtararak, millî hafızayı canlı tutmayı amaçlar. Yazarın, bu uğurda kendine rehber edindiği yol, bir milletin kendini; dile, dine, toprağa ve geleneğe, (v.b.) dönüşmesi olarak ortaya çıkar.

Ömer Seyfettin, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde bir milletin kendi olma bilincini ve mücadelesini okuyucusuna vermeyi amaçlar. Eserde kendilik bilincine erişen bireylerin, kendini milleti için ötelere taşıması arzusu, öyküye büyük bir derinlik kazandırır.

Başını Vermeyen Şehit

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu.

Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.

Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre diyorlardı. Bağırdı:

– Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:

– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.

– Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

– Ne var?

– Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

– Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:

– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Hâlbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:

– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi:

Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler:

“İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükâfat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevli gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı:

– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:

– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… Üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.

– Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;

– Hazırız…

– Hepimiz, hepimiz…

– Hepimiz, hepimiz hazırız.

– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.

– Oklarımız havlı

– Yatağanlarımız keskin…

– Bugün nusret bizim.

– Âmin, âmin… Kuru Kadı, “Ey âlemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:

– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular. Bir ağızdan:

– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün Cuma, hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?

– Hayır.

– Hayır, asla…

– Hayır.

– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?

– Hay hay!

– Uygun…

– Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Hâlbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.… Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu.

Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor, inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,

– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!…

Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki…

Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Her kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.

– Nasıl, gördün mü bu civanı?

– Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.

– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;

– Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü.

Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:

– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir Türkü söylüyordu. Seslendi:

– Hüsrev.

– Efendim? Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başıkabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,

– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.

– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?

– “Gözlüye hod gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine Türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için de yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı.

Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev’e rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.

– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:

– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?

– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.

– Kimdir?

– Bilemezsin…

– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?

– A şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!

Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrev’in bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, aksakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.

O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski derviş kadısı mıydı?

Ömer Seyfettin 

The post Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html/feed 0
Bir Hikaye; “Aşçılıktan Vezirliğe” https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-asciliktan-vezirlige.html https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-asciliktan-vezirlige.html#respond Tue, 30 Jul 2019 17:21:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2855 Bir Hikaye; “Aşçılıktan Vezirliğe” Bir Hikaye; Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han, bir gün veziri Mahmut Paşa ile tebdili kıyafet geziyordu. Pazar yerinde bir yeniçeri aşçısının her tarafa azar savurduğunu işitti ve sebebini merak etti. Mahmut Paşayı, bunun sebebini anlaması için aşçının yanına gönderdi. Mahmut Paşa adama yaklaşarak herkesi azarlamasının sebebini sordu. Adam anlatmaya başladı: Sabahtan […]

The post Bir Hikaye; “Aşçılıktan Vezirliğe” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Bir Hikaye; “Aşçılıktan Vezirliğe”

Bir Hikaye; Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han, bir gün veziri Mahmut Paşa ile tebdili kıyafet geziyordu. Pazar yerinde bir yeniçeri aşçısının her tarafa azar savurduğunu işitti ve sebebini merak etti. Mahmut Paşayı, bunun sebebini anlaması için aşçının yanına gönderdi. Mahmut Paşa adama yaklaşarak herkesi azarlamasının sebebini sordu. Adam anlatmaya başladı:

Sabahtan akşama kadar gezdim, dolaştım, bir okka et bulamadım ve yemek pişiremedim. Nasıl geri döneceğimi düşünerek hırsımdan, hiddetimden ulu orta azar ediyorum. Ne yazık ki memleket işlerine bakan yok. Muhtesip kendi safasında. Bu yüzden her ne ararsan bulunmuyor. Bu işi bana verselerdi dünyayı gıda maddeleriyle doldururdum. Herkes de ne aradığını bulurdu. Fakat elden ne gelir?

Mahmut Paşa durumu Padişaha anlattı. Fatih Sultan Mehmed Han, de bu adamın adını kaydetti ve saraya dönünce onu görmek istediğini söyledi. Hemen yeniçeri aşçısını getirdiler ve huzura soktular. Padişah da onu muhtesipliğe (Belediye Başkanlığına) tayin ettiğini söyledi. Adam hemen elini kolunu sıvayıp çalışmaya başladı. İşi çok iyi idare etti ve İstanbul’u kısa bir zaman içinde bolluğa kavuşturdu. Onun bu muvaffakiyeti, doğru, dürüst bir adam olması yüzündendi. Bunun neticesi olarak süratle ilerledi ve günün birinde vezir oldu. Sonunda Fatih Sultan Mehmed Han onu sadrazamlığa tayin etti. İşte…

İşte, Gedik Ahmed Paşa adıyla meşhur olan tarihi şahsiyet odur. Demek ki yalnız şikayet etmeyi değil, şikayetin sebeplerini de ortadan kaldırmayı bilen bir zat imiş. Halbuki şikayet edenlerin çoğu yalnız şikayet etmeyi bilir, fakat işleri düzeltmek için çalışmazlar.

Tarihten Hikayeler

The post Bir Hikaye; “Aşçılıktan Vezirliğe” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-asciliktan-vezirlige.html/feed 0
Darhane Çorbası https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/darhane-corbasinin-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/darhane-corbasinin-hikayesi.html#respond Tue, 07 May 2019 13:34:12 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2793 Darhane Çorbasının Hikayesi Hikaye Oku: Devrin sultanı, Ramazan ayında, bir gün tebdil-i kıyafetle şehri dolaşmaya çıkar. Yanında başveziri vardır. Sultan; – Paşa, akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim, der. İftar vakti yaklaşmıştır. Ara sokaklara girerler. Her evin kapısının önünde bir kişi beklemektedir. Bir misafir bulup evlerine iftar için çağıracaklar. Başkalarına iftar […]

The post Darhane Çorbası appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Darhane Çorbasının Hikayesi

Hikaye Oku: Devrin sultanı, Ramazan ayında, bir gün tebdil-i kıyafetle şehri dolaşmaya çıkar. Yanında başveziri vardır. Sultan;

– Paşa, akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim, der.

İftar vakti yaklaşmıştır. Ara sokaklara girerler. Her evin kapısının önünde bir kişi beklemektedir. Bir misafir bulup evlerine iftar için çağıracaklar. Başkalarına iftar ettirmenin zevkine tadacaklar ve sevabını alacaklar. Sultan ve veziri kendilerini tanıtmadan, herkese selam vererek giderler. İftar topu atılıp akşam ezanı okunmaya başladığında, fakir ama gönlü zengin bir Müslümanın evinin önündedirler. Zaten ev sahibi de iftara birilerini çağırabilmek için orada beklemektedir. Sofra hazırlanmış.

Sıcacık taze ekmek, tuz ve mis gibi tüten bir çorba vardır. Tuzla iftarlarını açarlar, ekmek ve çorba ile karınlarını doyururlar. Çorba, sultanın çok hoşuna gitmiştir. Ev sahibine;

“Bu çorba çok hoşuma gitti. Ne çorbasıdır bu?” diye sorar.

Çok zeki ve firasetli olan ev sahibi, misafirinin Padişah olduğunu hemen anlamıştır;

“Dar hane (fakir hane) çorbasıdır, sultanım” diye cevap verir.

Bu zekice cevap padişahın hoşuna gider ve o fakiri ertesi gün, ikram ettiği çorbanın tası ile saraya davet eder. Adamcağız gelince, padişah emir verir ve doğruca Darbhane’ye gönderir. Orada tası ağzına kadar altınla doldururlar. Tekrar padişahın huzuruna getirdiklerinde, padişah adamın halini sorunca der ki:

“Sultanım, darhanemize (fakirhanemize) teşrif buyurdunuz ve darhane çorbamızdan içtiniz. Bu çorba şimdi “Darhane” değil “Darbhane” çorbası oldu” der.

Darhane, Anadolu insanının dilinde “tarhana” olarak yerini alır. Bazı yerlerde ise daha da kısaltılarak “tarana” olarak kullanılır.

The post Darhane Çorbası appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/darhane-corbasinin-hikayesi.html/feed 0