Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Türk Masalları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/turk-masallari Hikaye Çeşitleri Tue, 13 Dec 2022 19:38:28 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Türk Masalları arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/turk-masallari 32 32 Halk Masalları “KUĞULAR” https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html#respond Tue, 13 Dec 2022 19:37:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8692 Halk Masalları “KUĞULAR” Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu. Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin […]

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masalları “KUĞULAR”

Bir padişahın, on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce, padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücüydü; üvey çocuklarını da hiç sevmiyordu.

Bir gün, üvey annesi Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü; büyüyle boyayı çıkmaz bir hale getirdi. Kız, pek çirkin oldu. Artık padişah babası, yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Sonunda, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamakla görevlendirdiler.

Üvey anne bununla da kalmadı; kızın on bir erkek kardeşini de büyüyle birer kuğu şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin yine insan olurlardı; ama güneş doğar doğmaz, kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü sürece, saraydaki aşağılamalara dayandı; ancak, kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra, artık sarayda kalmayı istemedi. Bir gün, gizlice saraydan çıktı, az uz, dere tepe düz gittikten sonra, bir yeşil gölün kıyısına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini seyretmeye daldı.

Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bulut göle yaklaşınca, bunun beyaz kuğular sürüsü olduğunu anladı. Bu beyaz kuğular, önce göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden biri Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi, hepsi birden suda yüzerek, kız kardeşlerinin yanına geldiler; elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların, kendi kardeşleri olduğunu tanıdı; onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular, bu sözleri işitip anlıyorlardı; ama cevap veremiyorlardı.

Gece olunca, kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer, kardeşlerini birer birer tanıdı; onlarla sabaha kadar konuştu, ama sabah olunca, yeniden, hepsi kuğuya dönüştüler, uçarak gölün öte yanına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra Nilüfer’in yanına geldiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki: “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi sıkıcıdır. Karşıki kıyıda güzel bir kumsal vardır; kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır. Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden, doğal bir köşk ortaya çıkmış… orası bizim sarayımızdır. Ormanda her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mutlu bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah, biz birer kuğu olunca, seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz; sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”

Sabah olunca, altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik yaptılar. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken, hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına yansıyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için, bu yolculuktan çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca, bir adaya indiler; o geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı oluşturdular. Nilüfer’i akşama doğru karşı kıyıya, altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi, ormandaki doğal köşkte geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı; ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi; yemişleri de çok lezzetliydi.

Akşama kadar gölün kıyısında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler, kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz, yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca sürdü. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir yaşlı kadın girdi, “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var; orada yıkanırsan, eski güzelliğini bulursun,” dedi. Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak, süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca, o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip de yıkandıktan sonra aynaya baktı: Üvey annesinin yaptığı büyüden önceki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam, kardeşleri Nilüfer’i bu durumda görünce çok sevindiler.

Nilüfer, o gece de rüyasında yaşlı kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen, mezarlıklardaki ayrıkotundan on bir gömlek örmelisin; ama bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi işkenceler yapsalar, ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir soruya yanıt vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere dayanarak, hiç konuşmaksızın, bir söz bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen, onlar hemen eskisi gibi insan olurlar.”

Nilüfer uyanınca, ayrıkotu aramaya gitti. Topladığı otlarla, gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam, kardeşleri geldiler, ne yapmakta olduğunu sordular, hiç yanıt vermedi; sürekli örüyordu. Kardeşleri, “Bu konuşmamak da büyüdür,” dediler. Artık geceleri, kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu.

Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı; yolu doğal köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce, ona bin candan bin cana âşık oldu. Genç padişah, kıza kim olduğunu sordu; Nilüfer yanıt vermedi. Adını sordu, yine yanıt almadı. Kız, hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu haline şaştı. Kıza, “Bana varır mısın?” diye sordu; yine yanıt yok. Vezirleri, “Susmak, kabul etmektir,” dediler; kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler.

Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar; ama Nilüfer, hiç oralarda değildi. O, sürekli gömlek örüyordu. Ayrıkotu bitince, geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrıkotu topluyordu. Beri yanda, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Sonunda padişaha, nişanlısının büyücü olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler; “İnanmazsan, geceleyin arkasından git; kendi gözünle görürsün!” dediler. Bir yandan da, halk arasında, kızın büyücü olduğunu yaydılar. Padişah şüphelenmişti. Gece olunca, kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı, birçok soru sordu. Kız hiçbirine karşılık vermiyor, elindeki gömleği örüyordu. Kadı, sonunda, kızın asılmasına hüküm verdi; (padişah) Nilüfer’in yanına geldi, bir tek söz söylerse cezasının bağışlanacağını, yine eskisi gibi nişanlısı kalacağını söyledi. Nilüfer, elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi, gömleği örmekte devam etti.

Padişah, kızın bu davranışından öfkelendi. “Hüküm uygulansın!” dedi. Cellatlar kızı aldılar, darağacının yanına götürdüler. Kız, son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, hep örüyordu. Cellat ölüme hazırlanmasını söyledi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini seyretmeye gelmişlerdi. Kız, yine aldırmadı; gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat, ağzından bir söz çıkarmak için, ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini öğütleyip duruyordu; kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Sonunda, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman, son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu, bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler, kızın çevresini aldılar. Kız, yanındaki on bir gömleği, birer birer bunlara giydirdi; on bir kuğu, birdenbire on bir şehzade oldu. Bu durumda, cellat da, seyirciler de şaşırıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki:

“Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, kendisinin konuşmamasının ve geceleri ayrıkotu toplayarak sürekli gömlek örmesinin, bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere, rüyasında bilinmeyen âlemden emir aldığını söyledi. Kardeşleri de, bu sözlerin doğru olduğuna tanıklık ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek, hanım sultanla birlikte düğüne davet etti. Düğün sırasında yaşlı baba, çocuklarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi; çocuklarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da, çocuklarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi mutlu yaşadılar.

ZİYA GÖKALP “ALTIN IŞIK” KİTABINDAN HALK MASALLARI

HAZIRLAYAN:

MEHMET NURİ YARDIM
TÜRK KLASİKLERİ

HALK MASALLARI

 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, kuğu, kuğular, padişah, prenses, şehzade,

The post Halk Masalları “KUĞULAR” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallari-kugular.html/feed 0
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html#respond Wed, 30 Nov 2022 07:22:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8688 Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi Âşıklardan Halk Hikayeleri Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız: Sakın dağlar gibi yüceyim deme Zaman gelir etrafın kar olur Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme Her kışın sonunda bir bahar olur Dağ odur ki üzerinde kar ola Bülbül odur ötüşünde […]

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi

Âşıklardan Halk Hikayeleri

Hikâyemize, Allah gani gani rahmet eylesin, Âşık Yaşar Reyhanî’nin bir türküsünü söyledikten sonra başlayacağız:

Sakın dağlar gibi yüceyim deme
Zaman gelir etrafın kar olur
Kış geldi yaz gelmez deyip gam yeme
Her kışın sonunda bir bahar olur
Dağ odur ki üzerinde kar ola
Bülbül odur ötüşünde zar ola
Dost odur ki dar gününde yar ola
Geniş günde düşman bile yar olur
Reyhanî ne yapsa kalır o destan
Bir günde toprağı verirler üstten
Varlığın kefendir evin kabristan
Nöbetçin iki taş bir mezar olur

Sizlere anlatacağım bu hikâye Ali İzzet adında Diyarbakırlı bir aşiret ağasının oğlu Hüseyin ile gelini Senem’in hikâyesidir.

Ali İzzet Ağa’nın sadece bir kız çocuğu vardı, başka da çocuğu olmuyordu. “Ya Rab bana bir oğul ver, bir oğul ver, bir oğul ver,” diye hep feryat ediyordu. Bu şekilde aylar, yıllar birbirini kovaladı, değişen bir şey yoktu. Bir gün, demek ki saati, vakit gelmiş, hani Allah’ın eşref saati derler ya, o vakte rastlamış olmalı ki Allah onun dualarını kabul etmiş, bir oğlu olmuştu Ali İzzet Ağa’nın.

Müjdeciler müjde getirdiler, kurbanlar kesildi, davullar vuruldu, zurnalar çalındı. Ali İzzet Ağa oğlunun adını Hüseyin koydu.

Zaman geçti, Hüseyin büyüdü, artık yirmi yaşına gelmişti. Ali İzzet Ağa işte o zaman oğlunu evlendirmeye karar verdi. Kendi oğluna layık, kendi aslına, asaletine değer güzel bir gelin bulmak için Diyarbakır’ın bütün beldelerini dolaştı, gezdi. Nihayet Senem adında bir kız buldu. Düğün dernek kuruldu, davullar, zurnalar çalındı, çok toy tutuldu. Yedi gün boyunca kurbanlar kesildi, yemekler yendi, takılar takıldı. Ali İzzet Ağa sonunda Senem Hanım’ı kendi evine getirip oğluyla evlendirmişti.

Aradan yedi yıl geçti. Şimdi siz ne derseniz deyin dostlar, kimisi heyecandan der, kimisi bir hastalığı vardır der, biz bir şey demeyeceğiz, sadece şu kadarını söyleyeceğiz ki aradan bunca zaman geçmesine rağmen Hüseyin’in bir çocuğu olmamıştı. Ali İzzet Ağa, bir gün evinin önündeki bahçeye çıktı, kuşların birbiriyle cıvıldaştığını, ötüştüğünü görünce çok etkilendi, “ya Rab,  sanki bu feleğin pazarlığı da bizimle,” diye dert yandı Allah’a, “ben hep bir oğul istedim, şimdi oğlum da kalkıp oğul mu isteyecek?” Senem Hanım o esnada bahçeyle uğraşıyordu. Bakalım orada Ali İzzet Ağa feleğe sitem, Senem’e de minnet olsun diye neler söylüyordu:

Böyle bağlar, böyle bağlar
Kızım yar başını böyle mi bağlar
Kuş uçmaz kervan geçmez
Yıkılsın böyle bağlar ey

Senem Hanım bu sözlere içerledi, “kaynatam bu sitemi bana yapıyor,” diye söylendi, “ama aslında bende bir suç yok, onun kendi oğlunda iş yok.”

Sonra da sırtını bir ağaca yaslayıp o kamış parmaklarını mızrap etti. Bakalım Senem Hanım, Ali İzzet Ağa’ya ne cevap veriyordu:

Böyle bağlar böyle bağlar
Gelin başını böyle bağlar
Ah bülbül güle konmadı
Neylesin böyle bağlar

Ali İzzet Ağa, Senem’in ne demek istediğini anlamadı, o kendi âlemindeydi, siteminin ikinci kıtasına devam ediyordu:

Yüce dağdan kar beklerim
Has bahçadan nar beklerim
Yedi yıldır bağ becerdim
Meyvesi yok bar beklerim.

Ali İzzet Ağa sözünü bitirir bitirmez Senem aldı ikinci sözünü:

Yüce dağdan kar bekleme
Has bahçeden nar bekleme
Yetmiş bahçeyi becersen
Sen oğlundan bar bekleme

Bunun üzerine Ali İzzet ağa son sözünü söyledi:

Yüce dağlar karsız olmaz
Has bahçeler narsız olmaz
Başka bir bağı becerim
Oğul bağı barsız olmaz

Senem Hanım da ona şöyle cevap verdi:

Her yüksek dağların karı yok
Her yiğidin ikrarı yok
Buna Senem neylesin
Senin oğlun barı yok

İşte o anda bahçenin kapısı açıldı ki kim geldi, Hüseyin geldi. Meğer Hüseyin babasıyla Senem atışmaya başladığında eve varmış, o atışma boyunca da kapının önünde beklemiş. Hüseyin, kimseyle hiç konuşmadan, sinirli bir halde geçip içeriye girdi. Senem anlamıştı Hüseyin’in darıldığını, o da peşinden içeriye girdi. Hüseyin’in çantasını hazırladığını gördü, “nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Eh, artık bana yol göründü Senem,” dedi Hüseyin, “sen beni babama şikâyet ettin, senin oğlunda erkeklik yok dedin. Şimdi ben kalkıp sana başka kocaya git diyemem, o yüzden ben gidiyorum. Sen de başının çaresine baksan iyi edersin.” O çantasını toplarken Senem de oturmuş ağlıyordu.

Hüseyin heybesini sırtına aldı, bindi bir ata. Nereye gidecekti şimdi bu adam, çok zengin bir babanın oğlu, o güne kadar hiç mi hiç çalışmamış, elini kalemden kıskanan bir adam, atına binmiş nereye gidiyordu, gurbete. Arkasından ağlıyor, ağıtlar yakıyordu Senem Hanım, ama nafile, Hüseyin gidiyordu.

O akşam Diyarbakır’dan çıktı Hüseyin, Bağdat şehrine doğru gidiyordu.

Günler sonra Bağdat şehrine vardı. Bir zamanlar bir işten parmaklarını kıskanan bu adam şimdi bir inşaatta çalışmaya başlamıştı, kazmaya, küreğe sarılmış, çalışıyordu. Çok geçmeden birkaç arkadaş da edindi kendisine. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları takip etti, Hüseyin artık neredeyse yedi yıldır orada çalışıyordu. Bir gün arkadaşıyla arası bozuldu. O arkadaşı tuttu Bağdat şehrinden Diyarbakır’a, Hüseyin’in babasına, Ali İzzet Ağa’ya, “Amca başınız sağ olsun, emri hak vaki oldu, oğlunuz aramızda yedi yıldır çalışıyordu, ama artık rahmetli oldu,” diye bir mektup yazdı.

Tabii, o zamanlar posta yok, tren yok, Hüseyin’in arkadaşı bir kervancıya verdi bu mektubu. Kervancılar mektubu ancak aylar sonra Diyarbakır’a getirip Ali izzet Ağa’ya ulaştırabildiler. Mektubu Ali izzet Ağa’ya okudular, Ali İzzet Ağa o anda beyninden vurulmuşa döndü, ne yapacağını bilemedi, ağlamaya başladı, hüngür hüngür ağlıyordu. Eşi dostu yanına baş sağlığına geliyor, Ali İzzet Ağa’yı teselli ediyorlardı. Fakat ne mümkün, Ali İzzet Ağa aylarca yemedi, içmedi, çok üzüntülüydü.

Fakat öte yandan kafasını kurcalayan bir düşünce de musallat olmuştu ona:

Oğlu ölmüştü, peki, şimdi bu gelini, Senem’i ne yapacaktı, başka bir oğlu da yoktu ki onunla evlendirsin, bıraksın da Senem yâd ellere gelin mi olsundu.

Düşündü, düşündü, sonunda bir dostuna, canından bile çok sevdiği Kahraman Ağa’ya haber gönderdi. Dostluklar çok önemlidir. Samimi dost canından çok sever dostunu. Ali İzzet Ağa şu mektubu yolladı Kahraman Ağa’ya:

“Benim oğlum Hüseyin öldü, sen de gel benim gelinim Senem’i kendinize gelin et, oğluna götür. Biliyorsun Kahraman, ben senin evine geldiğim zaman senin evin benim evimdir, senin gelinin de benim gelinim sayılır. Oğlum öldü, bari Senem gibi birevimdir gelinim de yâd ellere gitmesin.”

Kahraman Ağa bu haberi alınca çok üzüldü. Yapacak bir şey yok deyip istemeye istemeye, eşiyle dostuyla birlikte kalktı, Diyarbakır’a geldi. Senemi ikinci defa gelin ettiler. Bu sefer davullar, zurnalar çalmadı, sade bir tören yapıp aldılar Senem’i götürdüler. Arkalarından sadece bir davul ve zurna, bir de birkaç atlı gidiyordu. Onlar gitmeyedursun biz haberi nereden verelim, Bağdat’tan.

Hüseyin’in, arkadaşıyla arası düzelmişti, eskisi gibi dost olmuşlardı. Bir ara arkadaşı Hüseyin’e onun arkasından iş çevirdiğini itiraf etti, “Hüseyin, kardeşim hakkını helal et,” dedi, “ sana çok kızdığımdan babana senin öldüğünü haber veren bir mektup yazdım.” Hüseyin arkadaşına gücenmedi, hatta bir nebze de sevinmiş gibi oldu bu mektuba, “iyi olmuş,” diye düşündü, “ben öldüm diye Senem de artık benim yolumu o kadar beklemeyip başka bir kocaya gitmiştir. O zaman ben de evime dönerim, artık bu derdim de bu sırrım da benimle beraber mezara gider.”

Hüseyin ilkin böyle düşündü ama meselenin o kadar kolay olmadığını kendisi de içten içe biliyordu. Ne de olsa serde sevdalık vardı. Hüseyin o gurbet elde geçirdiği yedi yılın bir gününde, bir anında bile Senem’i düşünmeden edemedi. Fakat elinden de bir şey gelmiyordu, erkeklik gururu elini kolunu bağlamıştı. Bunca zamandır yüzüne hasret kaldığı Senem’i ancak rüyalarında görebilmişti. Hüseyin fark etti ki o güne kadar Senem’in hiç değilse kendi evinde, babasının yanında olduğunu bilmek onun acısını bir nebze olsun hafifletiyordu. Şimdiyse sevdiği kadının yâd ellere vardığının, ellerin yâri olduğunun düşüncesi bile Hüseyin’in içini ateşlerle dolduruyor, eritiyordu.

Hüseyin atına bindi, yola revan oldu, çıktı Bağdat’tan, nereye gidiyordu, memleketine, Diyarbakır’a, baba ocağına doğru gidiyordu. Diyarbakır’ın Süsem yaylalarına kadar gelmişti, orada bir baktı ki ne baksın; birkaç atlı kendisine doğru geliyor, bir atın üzerinde de bir gelin var, bir de arkalarından yavaş yavaş gelen davulcuyla zurnacı… Düğün alayı biraz daha yaklaşınca, Âşık Hüseyin, gelinin endamına şöyle bir baktı ki gelin tıpkı Senem’e benziyor, “yahu, Senem olmasın bu,” dedi kendi kendine. Orada atının üzerinde sazını sinesine çekti Âşık Hüseyin, bakalım o düğün alayına ne söyleyecek, düğün alayı ne dinleyecekti, sizler de ne dinleyeceksiniz, Allah hepinizi var etsin:

Güneş çalmış Diyarbakır düzüne
Baba nerden aldız siz bu gelini
Âşık oldum kirpiğine yüzüne
Acep nerden aldız siz bu gelini

Âşık Hüseyin söylüyor, düğün alayı da dinliyordu. Kahraman Ağa öne çıkıp “yavrum, sen kimsin,” diye sordu, “sen bu gelini tanıyor musun?” Bu soru karşısında yavaştan aldı Hüseyin, “belki de tanırım babacan,” dedi, “belki de tanırım.” Sonra da devam etti türküsüne:

Keten gömlek giymiş eli dizinde
Arzumanım kaldı ela gözünde
Üç buhağında üç yüzünde
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin sözünü bitirince Kahraman Ağa arkaya dönüp gelinin yanında duran kadınlardan birine, “yenge hanım,” diye seslendi, “bizim gelinin yüzünde, gerdanında hal, ben diye bir şey var mı?” Gelinin peçesini açıp baktılar ki yüzünde iki, gerdanında da üç beni hâlları var.

“Evet, efendim,” dedi kadın, “o benler gelinde var.” Kahraman Ağa şaşırdı, “Allah Allah,” dedi, sonra da Hüseyin’e dönüp “yavrum, acaba sen birisine mi benzettin bizim gelini,” diye sordu, “onun ismini de bilir misin?” Hüseyin gene ağırdan aldı, “belki de bilirim baba,” deyip türküsüne devam etti:

Bugün hava bulanıktır serindir
Sığındım Mevla’ya Mevla’m kerimdir
Korkarım ki benim Senem yârimdir
Baba götürmeyin verin yârimi

Kahraman Ağa, Âşık Hüseyin’in bu sözleri karşısında iyice şaşırdı, “oğlum sen bu gelinin adını nereden biliyorsun,” diye hayretle sordu Hüseyin’e, “onun kocası ölmüş, kimi kimsesi de yok, sen kimsin yavrum?” “Hele şöyle,” dedi Hüseyin, sonra da bakalım kendisini nasıl tanıttı:

Babanın sözünü baştan tutmalı
Varıp gurbet ele tekrar gitmeli
Erini öldürüp yâri satmalı
Baba nerden aldız siz bu gelini

Hüseyin ölmediğini ima ediyordu, “nereden çıkarıyorsunuz benim öldüğümü, kocasını öldürüp yârini mi satıyorsunuz,” diye sitem ediyordu onlara.

Ondan sonra şu sözlerle kendisini iyice aşikâr etti:

Ne karaymış bu alnımın yazısı
Kaderine razı olmaz bazısı
İşte benim İzzet Bey’in kuzusu
Baba götürmeyiverin yârimi

Hüseyin son bendini de bitirmişti ki Kahraman Ağa eğilip yerleri öptü, topraklara sarıldı, “yarabbi sen ne büyüksün,” dedi, “eğer biz Hüseyin’e rastlamasaydık, tevafuk edip de karşılaşmasaydık, ben bu gelini götürecektim, Hüseyin daha sonra çıkıp gelecekti, ben de aziz dostum Ali İzzet’le ebedi bir çıkmaza girecektim.” Sonra Hüseyin’e dönüp “oğlum, baban ağlaya ağlaya kör olmak üzere,” dedi, “sen şimdi git Diyarbakır’a, babanı teselli et yavrum, biz de Senem’i tekrar size getirip teslim edeceğiz.” Hüseyin, Kahraman Ağa’nın elini öptü, o da gözlerinden öptü Hüseyin’in, hasretle sarıldılar birbirlerine. Hüseyin atına binip  düğün alayından ayrıldı, biraz sonra o yaylanın ortasında, tabiatın sessizliğiyle baş başa kalınca bir tuhaf oldu, kendisini dinledi; bu defa da meselenin öteki yanı, hani erkeklik gururuna bir türlü yediremediği şu hal duyuruyordu kendisini.

“Yahu, ben ne talihsiz adamım, ben ne şanssız bir insanım,” diye söylendi, “ne olurdu biraz daha geç gelseydim, Senem başkasına gidecekti, ben de bu dertten, bu ıstıraptan, bu çileden kurtulmuş olacaktım ki tam yerinde rastladık, tam!”

Hani bir söz vardır ya dostlar, “aynı tas, aynı hamam,” eve dönmesine dönecekti Hüseyin ama derdi de onla beraber dönecekti. Bir yanda aşk bir yanda gurur, bakalım bu işin sonu nereye varacaktı.

Hüseyin şöyle bir etrafına baktı, kendini tabiata bıraktı: Ağaçların salınışı, rüzgâr esişi, her yanın yemyeşilliği bir yaşama sevincini fısıldıyordu. İşte o an bir münacatta, bir yalvarışta bulundu Hüseyin. Bakalım Hüseyin orada ne söylüyordu, vekâleten biz Veysel Yıldız olarak ne söyleyeceğiz:

Al bu haberlerimi sen rüzgar
Gökleri direksiz kurana götür
Altı günde var eyledi dünyayı
Pazar günü temel kurana götür
Şevketli efendim sultani vezir
Nerde Allah desen orada hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Düşkünler tadına erene götür
Hüseyin’im derdim dağlardan yüce
Yazık kitap etsem olmuyor hece
Kara herk içinde kara karınca
Karanlık gecede görene götür

Hüseyin o yalvarışını bitirmişti ki fani bir ihtiyar kılığında bir pir aniden peyda oldu orada, “selâmünaleyküm, Hüseyin oğlum,” dedi. Hüseyin hâlâ o dalgınlığının içindeydi, baktı ki karşısında kendisine gülümseyen yaşlı bir adam duruyor, “aleykümselâm, baba,” diye karşılık verdi. Neden sonra, olayın garipliğinin farkına vardı, “siz nerden geldiniz,” diye sordu. Pir gülümsemesini sürdürerek “oğlum, sen çağırmasını bilirsen,” dedi, “biz de gelmesini biliriz.

Bizim için örtük perde, kilitli kapı olmaz. Yavrum, sırtını şöyle bir sıvazlayayım da derdin şifa bulsun.” Hüseyin gayriihtiyarî sırtını döndü, sonra tekrar yüzünü dönünce bir baktı ki ne baksın; ihtiyar kaybolmuştu, her şey bir anda olup bitmişti, akıl sır erdiremedi bu işe.

Oradan yoluna devam etti Hüseyin. Nereye gelmişti, Diyarbakır önlerine kadar gelmişti, orada bir çeşme vardı, Hüseyin o çeşmeyi görünce anladı ki baba ocağına varmıştır, Hüseyin’in ömrü hayatı oralarda geçmişti, “çeşmeye şöyle bir yaklaşayım da bir su içeyim oradan,” dedi, yorulmuştu. Çeşmeye yöneldiği anda baktı ki bir kız çeşmeden su dolduruyor; baştan ayağa karalar bağlamış bir kız. Hüseyin bir su isteme bahanesiyle ona bir şeyler sormayı düşündü, bakalım Hüseyin orada ne diyordu, çeşmeden su dolduran kız kimdi ve Hüseyin’e ne cevap veriyordu:

Bana bir yudum su verin içeyim
Ne düşmüşsün ahu zara bacım can
Bu dünyanın işi bitmez bir dava
Gel aldanma ahu zara bacı can

Bakalım baştan ayağa karalar giyinmiş bacı ne cevap veriyordu:

İç suyunu yolcu geç git yoluna
Koyma dert üstüne yara gardaşım
Gözyaşlarım döndü bahar seline
Her gün döktüm bu pınara gardaşım

Bunun üzerine Âşık Hüseyin kıza neden karalar giydiğini soruyordu:

İnsan bir kaptandır dünya bir gemi
Çarpar bir kayaya sonu encemi
Ölüsü olmayan bilmez matemi
Niye böyle kara giydin bacı can

Bu kız Fatma’ydı, Hüseyin’in kardeşi Fatma’ydı ve cevap veriyordu ağabeyine:

Bir karında yattık gitti gelmedi
Yuvamızda baykuş öttü gelmedi
Ecel yollarını tuttu gelmedi
Mihman oldu bir mezara gardaşım

Hüseyin baktı ki kız mezardan, ölüden bahsediyor, kendi kendine “yahu, bu benim bacım, bizim Fatma olmasın,” dedi. Bakalım Hüseyin ona ne söylüyordu:

Gurbete giderken vaadi ne idi
Dünyadan aldığı tadı ne idi
Sen kimsin kardeşin adı ne idi
Söyle bana aşikâra bacı can

Hüseyin’in son sözleri üzerine bakalım Fatma nasıl cevap veriyordu:

Kırılsın kanadı çarkıfeleğin
Genç yaşımda boşa gitti emeğim
Fatma bacısıyım Hüseyin Bey’in
Senem gitti başka yara gardaşım

Sonunda Fatma tanımıştı Hüseyin’i, Hüseyin de Fatma’yı tanımıştı, ağabey kardeş birbirinin boynuna sarıldılar. Yedi yılın hasreti sonunda birbirine kavuşmuştu. “Fatma, bacım, şimdi biz eve gidelim,” dedi Hüseyin, “babama da bir kavuşayım. Bir iyi haberim daha var; yolda gelirken düğün alayıyla karşılaştım. Onlar da daha sonra buraya gelecekler, yani Senem gitmedi.” Fatma bu haberi alınca iyice bayram etti, koluna girdi ağabeyinin, “eve gidelim, babam da seni görsün,” dedi, “nicedir ağlamaktan harap olmuş gözleri artık bir gülsün.”

Eve vardıklarında Hüseyin baktı ki babası kapının önündeki sal taşının üzerine bir post atmış, onun üstünde oturuyor. Az kalsın tanıyamayacaktı babasını Hüseyin, Ali İzzet Ağa’nın neredeyse o post kadar beyazlanmıştı. Hüseyin babasını böyle saçı sakalı bembeyaz olmuş bir halde görünce, hemen eline vardı babasının, “babam,” dedi, “yedi yılda ne hale gelmişsin böyle?” Sarıldı babasına, ağladı, hüngür hüngür ağladı. Baba oğul birbirlerine sarılmışlardı, ama yine de bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, “yok, oğul, yok, benim kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu artık, seçemiyorum seni yavrum,” dedi, “benim oğlum gurbet elde öldü, burada olamaz. Biliyorum, sen beni teselli etmek için Hüseyin olduğunu söylüyorsun, ama benim oğlum gurbet ellerde garip bir mezar oldu, sen benim oğlum değilsin.”

Oğlunun geldiğine bir türlü inanamıyordu Ali İzzet Ağa, Hüseyin ise babasına sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu. Daha kavuştuğuna sevinemeden babasının bu içler acısı hali karşısında yüreği sızladı Hüseyin’in. Üstelik babası da hâlâ inanamıyordu oğlunun geldiğine, “yok oğul yok, ben yaşlandım diye
beni teselli mi ediyorsun,” diyordu. Şimdi ne yapaydı da babasını inandıraydı Hüseyin, sazını sinesine çekti, bakalım babasına ne diyordu:

Efkârlanma yaralanma babacan
İnan baba oğlun Hüseyin geldi
Yaradan’ı sever isen ağlama
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin söylüyor, Ali İzzet Ağa ise hüngür hüngür ağlıyordu:

Her yılda bir bayram olduğu gibi
Ağlayan yetimler güldüğü gibi
Yusuf’un Mısır’dan geldiği gibi
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin devam ediyordu, Ali İzzet Ağa ise hâlâ inanamıyordu bir türlü, ağlıyordu. İhtiyarlamış, bembeyaz olmuştu, gözlerinden yaşlar tane tane akıyor, sel oluyordu. Nihayet, “oğlum, Hüseyin gibi oğul gelse de olur, gelmese de,” dedi, “Senem gibi bir gelin gittikten sonra…”

Hüseyin, babasının bu lafından onun gelinini ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar değer verdiğini anladı. Devam etti sözüne:

Hüseyin’im döndüm deli şaşkına
Bundan sonra minnet etme müşküle
Yeri göğü yaratanın aşkına
İnan baba oğlun Hüseyin geldi

Hüseyin sözünü bitirdi, Ali İzzet Ağa, “oğlum, Senem gibi gelinim gitti, çok perişan oldum,” dedi, hâlâ hüngür hüngür ağlıyordu, “sen nerdeydin yavrum, hem niçin ölüm haberin geldi,” diye sordu. Hüseyin babasının ellerinden tuttu, “baba, sen gelinini telaş etme,” dedi, “artık bütün acılar geride kaldı. Yolda senin dostunu, Kahraman amcayı gördüm, Senem gelinini tekrar getirecekler, düğün alayı da gelecek, sen hiç üzülme baba, olur mu? Bundan sonra senin yanından hiç ayrılmayacağım baba.” Ali İzzet Ağa ihtiyarlamış, erimiş, çocuk kadar kalmıştı. Hüseyin, aslan gibi serpilmiş o adam, babasını, çocuk kadar kalmış o ihtiyarı kucağına aldı. Ali İzzet Ağa, “oğlum Hüseyin beni balkona çıkar,” dedi, “o aziz dostumun gelişini, artık ne kadar görebilirsem, balkondan şöyle bir izleyeyim, gözleyeyim.” Ali İzzet Ağa’nın gözleri az görüyordu, kulakları da ağır işitiyordu. Aradan çok geçmemişti ki ileriden nal sesleri, davul zurna duyuldu. Az sonra Kahraman Ağa peşinde bir kalabalıkla kapıya gelip dayanmıştı.

Kahraman Ağa balkonda duran arkadaşını gördü, “Selâmünaleyküm, Ali İzzet Ağa, senin gibi sadık bir dostu ben değişir miyim hiç dünyaya,” diye seslendi, “senin gelinini rabbim bana nasip etmedi, onu geri getirdim. Gözün aydın olsun, oğlun da sapasağlam evine geldi. Artık bana da verdiğin emaneti geriye teslim etmek düşer.”

Bunun üzerine Ali İzzet Ağa arkadaşına, “Kahraman Ağa, dostum, senden bir ricam daha var,” dedi, “madem Senem’i getirdin, Senem’i indir, yerine de kızım Fatma’yı bindir.” Böylece Ali İzzet Ağa, Kahraman Ağa’nın oğluna kendi kızını, Fatma’yı gelin olarak verdi. Senem’in indiği o ata Fatma’yı bindirdiler.

Bir yıl sonra Hüseyin’le Senem’in biri kız, biri erkek, cıvıl cıvıl ikiz çocukları olunca hem Ali İzzet Ağa hem de Hüseyin ile Senem öyle büyük bir mutluluğa kavuştular ki geçmişte yaşanılan tüm o üzüntüler unutuldu. Hüseyin’in Hüseyin’in vaktiyle üzgün bir şekilde ayrıldığı o evin bahçesinde şimdi çocukları koşuşuyor, kelebekler uçuşuyordu, Ali İzzet dedeleri de ağaca sırtını vermiş mutlulukla onları izliyordu.

İşte bir hikâyenin daha sonuna geldik. Bu aile de böyle bir mutlu sona ulaştı. Daha nice hikâyelerimiz vardır, sizlerle başka bir hikâyede buluşmak üzere…

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı, Âşıklardan Halk Hikayeleri, Hikâye, Hikâyelerimiz,

 

The post Halk Hikayelerinden “Hüseyin İle Senem” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-hikayelerinden-huseyin-ile-senem-hikayesi.html/feed 0
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html#respond Tue, 29 Nov 2022 15:16:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8684 Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, […]

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün, bu üç sultan, bostancıbaşıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı. Büyüğü, çok geçmiş bir karpuz; ortancası, az geçmiş bir karpuz; küçüğü, tam olgun bir karpuz istedi. Bostancıbaşı, istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri, kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdiler. Padişah karpuzları kesti, kızlarının bu bilmecelerindeki anlamları anladı.

Padişah, önce büyük kızını çağırdı, “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan, “Siz bilirsiniz padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra ortanca kızını çağırarak, aynı soruyu sordu ve aynı yanıtı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra küçük kıza gelince, ona da aynı soruyu sordu; ama küçük sultan, saray(lı)lara özgü incelikli ikiyüzlülüğe gerek görmedi:

“Şevketli babacığım! Beni gence veriniz,” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi, hemen tellallar çağırtarak, nerede tembel, miskin, uyuşuk bir genç varsa, haber verilmesini duyurttu. Meğer, yoksul bir kadıncağızın, Tembel Ahmet adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah, küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.

Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi, onu arkasına alarak götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki:

“Sen onu bahçeye götürdün, oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası, “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbet de getiririm,” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen, seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın? Hadi git, çalış, para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa, bu odunla sana güzel ziyafet çekerim!” dedi. Tembel Ahmet bu durumu görünce, korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti; orada, onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı; akşam olunca eve geldi, yavaşça kapıyı çaldı.

Tembel Ahmet: “Tak, tak!”

Annesi: “Kim o?”

Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”

“Gir içeri!”

“Hanım evde mi?”

“Evde.”

“Odun elinde mi?”

“Elinde.”

“Öyleyse gelmem. Al bu parayı; ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Annesi her ne yaptıysa, Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün, yine beş on kuruş kazanarak, akşam kapıya geldi.

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum…”

“Hanım evde mi?

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyleyse içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Ertesi gün bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi:

“Bu parayı harçlık olarak ailene bırak. Seni kervanbaşı tayin ediyorum; benimle Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim,” dedi. Tembel Ahmet bu teklifi kabul etti, beş yüz kuruşu alarak eve geldi:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”

“Hanım evde mi?”

“Evde değil!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”

“Oğlum, içeri gel de az biraz yüzünü göreyim.”

“Hanım evde, şimdi gelemem, Allahaısmarladık!”

Tembel Ahmet, kervanla beraber yola çıktı.

Kervan, bir gün ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kovayla kuyuya inmesini ve orada kovayı suyla doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak, hayvan başına bir lira alacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince, yeniden kovayı salıyorlar, Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu. Ama Tembel Ahmet yalnız bu işle uğraşmıyordu; kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeri girince bir köşk gördü. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu.

Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce, “Aman Allah aşkına olsun, beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet, “Şimdi seni çıkarırsam, dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir kötülük ederler; birkaç gün daha sabret, ilk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki atla, bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım,” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet köşkün bahçesine çıkınca, orada yemişleri gerçek narlardan farksız yapay nar ağaçları gördü. Tembel, gerçek sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.

Bir gün akşama doğru, Tembel Ahmet’in evinde, karısıyla annesi konuşuyorlardı, kapı çalındı;

“Tembel Ahmet, size gönderdi,” diye içeriye, narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan, “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına, “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim!” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrütlerle dolu olduğunu gördüler; “Bu narları saklayalım,” dediler.

Ertesi gün, kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla, padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde, tekke gibi, bütün yolcuların ve seyyahların misafir edileceğini, pek güzel yemekler verileceğini duyurdular. Padişah, vezirine, “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kılığımızı değiştirip oraya gidelim, bir çorba içelim; belki sahiplerini de görürüz,” dedi. Derviş kılığına girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.

Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca, tüccar ona bir altın tepsi verdi, “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen, sana çok bahşiş verecektir,” dedi. Tembel Ahmet, Musul’a giderek, tepsiyi padişaha sundu. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce, dört yıldan beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu tanıdı. Padişah, yüzüğün onun eline nasıl geçtiğini sordu; Tembel Ahmet, kuyu serüvenini anlattı.

Padişah, “O, benim kızımdır; sizin ülkenin veliahtıyla nişanlıdır. Bir gün, kızım ortadan kayboldu; çok aradık, bulamadık. Nişanlısı da, uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan, hem benden, hem kendi padişahından çok bağışlar alırsın,” dedi. Tembel Ahmet’e beş on arabayla bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi, kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra, sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Ama, önce ben çıkacağım; çünkü, sen daha önce çıkarsan, beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!”

Tembel Ahmet, kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı, Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla, annesiyle görüştükten sonra, nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının, eniştesi olduğunu; kendisi de memlekete gitmek üzere olduğundan, onu yanında götürebileceğini söyledi. Sultan memnunlukla, birlikte gitmeye razı oldu. Kafile, şehre bir saat uzaklıktaki bir köye ulaşınca, Tembel Ahmet, “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz; ben gidip, geldiğinizi haber vereyim,” dedi. Tembel Ahmet, kulübesinin kapısına geldi, sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı:

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene kocacığım!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi görkemli bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevherlerle dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet’e, “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm,” dedi; hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı, büyük bir gösterişle saraya getirdi.

Ertesi akşam, padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah, ister istemez, deli şehzadeyi de birlikte götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye zararı yoktu; yalnızca derin bir iç sıkıntısıyla yaşıyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O arada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine sununca, onu tanıdı. Tembel Ahmet, “Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam haline koyan, kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı, ben de ona ve size değerli bir hediye getirdim:

Dört yıldan beri şehzadeyi bu durumda bulunduran sevgilisini getirdim!” dedi. Bu anda, dört yıllık aşk özlemiyle yanan kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce, elini alnına götürdü, gözleri canlanmaya başladı. Halinden tavrından, yavaş yavaş anılarının uyandığı, belleğinin yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra, tamamıyla aklı başına geldi: “Ah sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün, kırk gece düğün yapılarak, şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

Yazar: ZİYA GÖKALP 

masal, hikaye, Türk masalları, Türk hikayeleri, halk masalları, halk hikayeleri, öykü, halk öyküleri, ziya gökalp, ziya gökalp hikayeleri, altın ışık, altın ışık kitabı, hikaye örnekleri, masal örnekleri, halk hikayeleri örnekleri, halk masalları örnekleri, destan, halk destanları, halk destanı,

The post Halk Masallarından “TEMBEL AHMET” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye/halk-masallarindan-tembel-ahmet-masali.html/feed 0
Türk Masalları; “Güneş Kızı” https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html#respond Thu, 23 Dec 2021 13:49:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8269 Türk Masalları; “Güneş Kızı” Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki : Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su […]

The post Türk Masalları; “Güneş Kızı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Türk Masalları; “Güneş Kızı”

Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki :

Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su bakraçlarıyla çeşmeden su alıyorlarmış. Küçük oğlan da o sırada atını sulamak için çeşmeye gelmiş. Üç kız kardeş, oğlana aldırmadan aralarında konuşurlarken, en büyükleri demiş ki:

Ben zengin bir adama varsam da şöyle bir rahat hayat yaşasam, uşaklar etrafımda dolaşsalar, ne iyi olur…

Ablasının bu sözü üzerine, ortanca kız :

Ben de zengin bir adamla evlenmek isterim doğrusu, demiş. Aşçılara her gün güzel yemekler yaptırıp can beslerdim…

En küçük kız :

Evleneceğim adamda zenginlik aramam, demiş. Bir kız, bir de oğlan anası olsam, yavrularımın saçları ipek, dişleri inci olsa, benim için en büyük mutluluk bu olurdu.

Konuşulanları dinleyen oğlan, atına atlayıp evine dönmüş. Hemen anasının yanına çıkarak :

Anacığım, demiş, senden bir dileğim ver. Kardeşlerim evlendiler. Beni de evlendirmek istemiştiniz de o zaman razı olmamıştım. Şimdi kararım değişti. Şuracıkta bir çoban oturuyor. Onun üç kızı var. Küçük kızıyla evlenmek istiyorum.

O zaman annesi :

Oğlum, demiş, zaten senin de evlenme zamanın geldi, geçiyor. Mademki kararını değiştirdin, hemen babanla konuşur, sana cevap veririm.

Kadın, küçük oğlunun dileğini babasına anlatmış. Oğullarının bu dileğini baba da uygun karşılamış. Çobanın evine giderek küçük kızı oğluna istemiş. Her iki aile de gençlerin evlenmelerini uygun gördüklerinden kısa zamanda düğün yapılması kararlaştırılmış. Söz kesilmiş, nişan yapılmış. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra da sıra düğüne gelmiş.

Kız, nişanlısına demiş ki :

Sizden bir dileğim var : Biz fakir bir aileyiz. Babamın kazancı bizi geçindirmiyor. Eğer kabul ederseniz ablalarım da bizimle birlikte otursunlar. Hem ev işlerine yardım ederler, hem de ben yalnız kalmamış olurum…

Nişanlısı bu teklife razı olmuş. Nikâh ve düğünden sonra küçük kız ablalarını da yanına alarak beraber yaşamaya başlamışlar.

Haftalar, aylar geçmiş. Delikanlı bir gün eşine demiş ki :

Hani senin bir sözün vardı, hatırladın mı? Çeşmenin başında kardeşlerinle su doldururken, benim için en büyük mutluluk biri kız, biri oğlan iki evlat anası olmaktır, demiştin… Sözünde durmadın. Karısı cevap olarak :

Vakitsiz gül açıldığını nerede gördün ki, demiş, ben de zamanı gelmeden çocuk anası olayım?

Eşinin cevabını haklı bulan delikanlı, anlamış ki, o da her kadın gibi çocuk sahibi olmayı çok istiyor. Ama, zamanını bekliyor…

Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra, genç kadın, günün birinde, biri kız, biri oğlan iki çocuk doğurmuş. Bu sevimli yavruların dişleri inciden, saçları da ipektenmiş. Lakin, ne yazık ki, evde bu genç kadını kıskananlar varmış. Hem de kendi kardeşleri… Ablaları kardeşlerinin mutluluğunu, iki de çocuk sahibi olmasını bir türlü çekemiyorlarmış. Hemen ebenin eline birkaç altın vererek çocukları henüz kimse görmeden yok etmesini istemişler.

Ebe hemen dışarı çıkmış. Yeni doğmuş iki köpek yavrusu bularak eve dönmüş. Köpekleri sarıp sarmalayarak genç kadının yanına getirmiş, o uyurken çocukları yanından almış, bir sandığa koyarak dereye atmış.

Bu işleri bitirdikten sonra, ebe delikanlının yanına giderek, karısının aylarca bekledikten sonra iki köpek yavrusu doğurduğunu söylemiş. Hiç beklemediği, pek fena bir haberle karşılaşan delikanlı, önce bir duraklamış. Kendi kendine şöyle düşünmüş: İnsan köpek doğurabilir mi? doğurmaz ama, Allah’ın işine de karışılmaz ya…

Tam o sırada bir sepetin içinde köpek yavrularını önüne getirmişler. Delikanlı ebenin sözlerine inanmak zorunda kalmış. Gördüğü manzara karşısında büyük bir üzüntüye kapılmış. Uşakları çağırarak:

Alın o kadını, demiş, yedi yol ağzına götürüp beline kadar toprağa gömün! Gelen geçen köpek yavrusu doğuran bu kadının yüzüne tükürsün!

Adamlar, kadını yatağından alıp yedi yol ağzına götürmüşler. Kadının ağlamasına, sızlamasına, yalvarmasına aldırmadan onu yarı beline kadar toprağa gömmüşler. Bir tahtanın üzerine de “bu kadın köpek doğurdu” diyerek yazarak yanında bir yere sırıkla dikmişler. Gelip geçen, yazıyı okudukça kadının yüzüne tükürmeye başlamış.

O memlekette ihtiyar bir karı kocanın bir koyunu varmış. Kadın koyunun sütünü satar, onunla geçinirlermiş. Son günlerde koyun otlatmaya gittiği yerden sütsüz gelmeye başlamış. O zaman kadın, çobana demiş ki :

Sen benim koyunumun sütünü niçin sağıyorsun? Biz süt satarak geçiniyoruz, bilmiyor musun?

Çoban, kadının bu sözlerine şaşmış. Çünkü, o, hiçbir koyunun sütüne dokunmuyormuş:

Abla, demiş, inan ki ben otlattığım koyunlardan hiç birinin sütüne elimi sürmem. Kimsenin malında gözüm yoktur. Bu işe başka bir el karışmış olabilir. Bugün senin koyuna dikkat edeceğim…

Kadıncağız inanmış. Akşam beklemeye başlamış. Çoban da sürüsünü alıp her zamanki gibi çayıra gitmiş. Hayvanlar otlarken bir aralık görmüş ki, o kadıncağızın koyunu sürüden ayrılıp dere kenarına doğru gidiyor. Koyun gitmiş, çoban gitmiş, koyun gitmiş, çoban gitmiş… Nihayet, koyun, derenin kuytu bir yerine girerek orada durmuş. Çobanda arkasından yavaşça yaklaşarak bakmış. Bir de ne görsün? Derede yüzerken çalılara takılıp orada kalan bir sandığı içinde iki tane yeni doğmuş çocuk var. Hem dişleri inciden, saçları ipekten…

Koyun bunları emziriyor.

Çoban hemen sandıktaki çocukları kucağına alıp koyunun ipinden çekerek sürüsü ile birlikte şehre dönmüş. İhtiyar kadına koyunu ile beraber çocukları götürüp:

İşte abla, demiş, senin koyunun sütünü bu çocuklar emiyormuş. Bunları dere kenarından bir sandık içinde buldum.

Kadın, çocukları görünce, hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Koyunun sütünü unutuvermiş. Akşam olup kocası eve gelince, çocukları ona göstermiş. Kendi kendine gelen bu çocuklara ihtiyar adam da pek sevinmiş. Bize uğur getirmişlerdir, diye onları bağrına basmış.

Günler, haftalar geçiyor, çocuklar da büyüyorlarmış. Aradan yıllar geçmiş. İhtiyar kadınla kocası, bunlara öz evlatları gibi baktıkları için, çocuklar da bu iki ihtiyarı ana baba biliyorlarmış.

Fakat, kendi geçimini güç halde sağlayabilen adam, yıllar geçip çocuklar büyüdükçe evi idarede güçlük çekmeye başlamış. Artık iyice büyümüş olan çocuklar da evde analarına, dışarıda da babalarına yardımcı olmaya başlamışlar.

Bir gün kız, anasına demiş ki:

Anacığım, bari pazardan bez alsam da ben peşkir yapıp üzerine iş işlesem, babam da satsa. Ekmek parasına yardımcı olur.

Kadın kalkıp pazara gitmiş. Birkaç arşın bez alıp gelmiş, kızına vermiş. Kız bu bezden güzel peşkirler yapmış, üzerlerine iş işlemiş. Babaları da kızın yaptığı bu güzel peşkirleri pazara götürmüş. Halk bunları o kadar beğenmiş ki, ihtiyar adam peşkirleri bir anda satmış. Sevinerek eve dönmüş. Böylece ailenin idaresi de düzelmeye başlamış.

Günlerden bir gün, kızın kardeşi çarşıya gitmiş. Meydanda birkaç kişinin toplanıp bir şeyler yaptıklarını görmüş. Merakla yanlarına yaklaşarak bakmış ki, bunlar, ellerindeki okları atarak karşıdaki kavak ağacının tepesinden aşırmaya çalışıyorlar. Fakat hiç biri de okunu kavaktan aşıramıyormuş.

Oğlan bunlardan birinin yanına yanaşarak:

Arkadaş demiş, şu okunu ver de şansımı bir de ben deneyeyim. Oku vermişler. Oğlan ilk atışta oku kavaktan aşırmış. O zaman adamlardan biri:

Yazık bize be, demiş, şu piç kadar olamadık.

Bu söze canı fena sıkılan oğlan demiş ki:

Arkadaş sözünü geri al! Ben piç değilim. Benim anam da var, babam da.

O vakit adam gülmüş:

Seni kardeşinle beraber bir çoban derede bir sandıkta buldu, demiş. Siz dere kenarında, babanız sandığınız o adamın koyunundan süt emmişsiniz. Çoban sizi alıp koyunun sahibine teslim etmiş. Onlar da sizi büyütmüşler. Anamız, babanız bunlar değil, şimdi anladın mı?

Bunları öğrenince, çocuk çok üzülmüş. Düşüne düşüne eve gelip kardeşine:

Kardeşim, demiş, bunlar bizim öz anamız babamız değilmiş. Gel biz buradan gidelim!

Oğlan kalkıp hazırlanmış. Okunu almış. Kardeşiyle beraber adamla kadının yanına gelerek:

Bugün öğrendiğimize göre, demişler, siz bizim öz anamız, babamız değilmişsiniz. Halbuki bizi bugüne kadar siz yetiştirdiniz. Bize yaptığınız iyilik çok büyük, bunu biliyoruz. Hiçbir zaman da unutmayacağız. Eğer izin verirseniz, sizi daha fazla rahatsız etmeden yola düşüp anamızı, babamızı arayalım! Belki bir gün tekrar görüşürüz…

Sözleri bittikten sonra, iki kardeş, gözleri yaşlı adamla kadının ellerini öpüp oradan ayrılmışlar. Yola koyulup az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler… Konarak, göçerek lale sümbül biçerek, tam bir güz gitmişler. Bir dağ başında küçük bir kulübenin önünde durmuşlar. Kulübenin açık kapısından içeri girmişler. Ortalarda kimseleri görememişler. Bu duruma çok sevinen oğlan, kardeşine:

İşte kardeşim, demiş hazır bir ev. Bizim yuvamız bundan sonra burası. Haydi sen ortalığa bir çekidüzen ver. Ben de ava çıkayım, yiyecek bir şeyler bulmaya çalışayım…

Oğlan kulübeden uzaklaşmış. Çok geçmeden okla vurduğu koca bir geyiği sırtlanarak kulübeye dönmüş. Kolları sıvayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar.

Ertesi gün oğlan tekrar ava çıkmış. Ormanda dolaşırken uzaklarda birçok avcının bir geyiği avlamaya çalıştıklarını, fakat onu ellerinden kaçırdıklarını görmüş. Hemen bir ağacı siper alarak okunu atmış, avcıların kaçırdığı geyiği yere sermiş. Bir atışta geyiği seren bu yaman avcıyı görmek için diğer avcılar oğlanın yanına gelmişler. Avcıların başı, oğlanın inci dişlerine, ipek saçlarına hayran olmuş.

Bu sırada da geyiği kesen oğlan, hayvanın başını yanında alıkoyup gövdesini avcılara uzatarak:

Buyurun, demiş, bu da sizin olsun! evinize boş dönmeyin…

Avcılar geyiğin gövdesini alıp gitmişler.

Meğer avcıbaşı bu iki kardeşin özbabaları değil miymiş?

Adam evine döndüğü zaman, geyiği vermiş. Güzel yemekler yaptırmış. Sofrada yemek yerlerken:

Bu geyiği bana bir delikanlı verdi, demiş. O kadar güzeldi ki hayran oldum. Dişleri inciden, saçları ipektendi. Ah onu bir daha görebilsem, kanım çok ısındı ona…

Bu sözler üzerine adamın karısı telaşlanmış. Kardeşine yavaşça:

Aman kardeşim, demiş bu çocuklar yaşıyor galiba… Ne yapsak da onları yok etsek?

Adam ilk karısını köpek yavruları doğurdu diye yarı beline kadar yedi yolun ağzında toprağa gömdürdükten sonra, kadının küçük ablası, yani çocukların teyzesi ile evlenmişmiş.

İki kız kardeş hemen bir kocakarı bulmuşlar. Ona birçok para vererek çocukları ele geçirip yok etmesini söylemişler.

Kocakarı sihirli küpüne binmiş. Gökyüzünde dolaşarak çocukları aramaya başlamış. Nihayet bunların oturdukları kulübeyi görmüş. Hemen aşağıya inerek sihirli küpünü çalılar arasına saklamış. Kulübenin kapısından içeriye girmiş. Kız içerde yalnızmış. Kardeşi avda imiş. Kocakarı kıza yaklaşınca:

Güzel yavrum, cici evladım, demiş, sana yazık değil mi? Böyle yalnız dağ başında korkmuyor musun?

Kız:

Neden korkayım, diye cevap vermiş, yalnız değilim ki… Erkek kardeşimle beraber oturuyoruz burada. O ava çıktı. Şimdi nerede ise gelir.

Kızı kandırmaya çalışan kocakarı, bu sefer :

Mademki kardeşin gündüzleri hep ava çıkıyor, demiş, senin evde yalnız canın sıkılır. Halbuki gençsin, güzelsin. Gönlünce eğlenmen lâzım…

Kız:

İyi ama, demiş, ne yapabilirim ki?

Bunun üzerine, kocakarı demiş ki:

Kafdağında hint yaprakları vardır. Bu yapraklardan birkaç tanesi getirilir de odanın tavanına asılırsa, kendi kendine çalgılar çalar, türlü sesler çıkarır, sen de oyalarsın!

Kocakarı oradan uzaklaşıp kaybolmuş.

Akşamüzeri kardeşi avdan döndüğü zaman, kız ona:

Kardeşim, demiş, sen ava çıktığın zaman benim evde yalnız başıma canım sıkılıyor. Gönlümü eğlendirmem lâzım. Kafdağının ardında hint yaprakları varmış. Bana onlardan birkaç tane getirirsen, tavana asar, çıkardığı çalgı sesleriyle hoşça vakit geçiririm.

Kız kardeşinin isteğini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek isteyen oğlan hemen hazırlanıp yola çıkmış. Gide gide yorulmuş, oturmuş. Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuş. Bir çeşmeye rastlamış. Çeşmenin yalağında sahipsiz bir at su içiyormuş. O da çeşmeye yanaşarak kana kana su içmiş. Sonra bir taşın üzerine oturarak atın güzelliğini seyre dalmış. Biraz kendi kendine:

Ne kadar da yorulmuşum, demiş. Ah benim de şöyle yağız bir atım olsaydı, çoktan Kafdağının ardına varır, hint yapraklarından alarak kulübemize dönerdim…

Kendisinden bahsedildiğini hisseden yağız at, başını kaldırıp oğlana bakmış. Dile gelip insan gibi konuşmaya başlamış:

İnsanoğlu, demiş, madem ki beni çok sevdin, ben de sana acıdım. Seninle arkadaş olalım. İstediğin yere seni gözünü kapayıp açıncaya kadar götürürüm. Haydi atla sırtıma!

Sevincinden uçacak gibi oğlan, hemen ata binmiş. At rüzgâr gibi koşmaya başlamış. Bir anda Kafdağının ardına varmışlar.

At, oğlana demiş ki:

Hint yaprakları şu gördüğün bahçedeki en küçük ağaçtadır. Bahçeye girip ağacın yanına vardığın zaman gözlerini kapar, yapraklarını koparırsın. Sonra onları torbaya koyup arkana hiç bakmadan gelirsin, geri döneriz.

Oğlan, atın sözlerini tutarak yaprakları koparmış, geri gelmiş. Ata atladığı gibi rüzgâr hızıyla yola koyulmuşlar.

Kız, kardeşini kapıda sevinçle karşılamış. Yaprakları odanın tavanına asmışlar. Ertesi sabah ava çıkan oğlan, gene avcılara rastlamış. Vurduğu kuşların en güzelini avcı başıya hediye etmiş. Avcı başı, bilmeyerek oğlundan aldığı bu kuşu da akşam evde pişirtmiş. Sonra da hep beraber yemek yerlerken:

Bu kuşu a bana gene o güzel delikanlı verdi, demiş. Görseniz inciden dişleri, ipekten saçları var…

Adamın karışı gene telaşlanmış. Bu sefer de çocukların ölmediklerini anlayınca, ablası ile beraber hemen kocakarıya başvuracak bu işe artık bir çare bulmasını istemişler.

O gün oğlan kulübeye döndüğü zaman hint yapraklarını bahçeye atılmış görünce, kardeşine sormuş:

Yaprakları neden dışarıya attın?

Kız:

Aman kardeşim, demiş bunlar beni az daha boğacaklardı. Ben de hemen oradan koparıp attım da ellerinden kurtuldum…

Oğlan, kardeşine iyi yaptığını söyleyerek yemek yedikten sonra atına atlayıp ava gitmiş.

Kocakarı küpüne binip tekrar kulübeye gelmiş. Kız, karşısında ihtiyarı görünce, hint yapraklarının çalgı çalmadıklarını, tersine, kendisini boğmak istediklerini, onun için bunları koparıp dışarıya attığını söylemiş.

Kocakarı, kızın hemen sözünü kesip:

Kardeşin yanlış koparmış, demiş. Esas hint yaprakları bunlar değil ki… Ama sen hiç üzülme. Kardeşine söyle, gidip Hint memleketinde Güneş Kızı’nı getirsin. Sana arkadaş olur. Onunla çok güzel vakit geçirirsin!

Halbuki, Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı almak için oraya kim gittiyse taş olur, kızı alamadan orada kalırmış.

Kocakarı sihirli küpüne binip memleketine döndükten sonra, kızın kardeşi avdan gelmiş. Yemek yedikten sonra, kız:

Kardeşim, demiş, san ava gittiğin vakit benim evde canım sıkılıyor. Buna bir çare bulamadım. Bari Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı alıp buraya getir de, bana arkadaşlık etsin!

Bir tanecik kardeşi, can yoldaşını çok seven oğlan, onun dileğini her ne suretle olursa olsun yerine getirmek için kulübeden çıkmış, atına bindiği gibi oralardan rüzgâr hızıyla uzaklaşmış.

Günlerce yol aldıktan sonra dağ başında bir konağa misafir olmuş. Meğer orası dev konağı imiş. Devin kızı, oğlanın yanına gelerek:

İnsanoğlu, demiş, sen buraya nereden geldin? Bu konağın bir dev konağı olduğunu sana söylemediler mi? Anam nerede ise gelir. Seni görürse sağ kalmazsın. Haydi gel, ben senin karnını doyurup şu dolaba saklayayım…

Devin kızı, karnını doyurup oğlanı dolaba saklamış. Çok geçmeden dev anası konağa dönmüş. Etrafı koklaya koklaya içeriye girdikten sonra, kızına:

Burada insan eti kokuyor; demiş. Kim varsa çabuk onu göreyim!

Kız, hiçbir şey olmadığı söylemişse de, anasını inandıramamış.

Dev anası bu sefer:

Getir çabuk nerede ise şu insanoğlunu, demiş. Sana söz veriyorum. Ona bir şey yapmayacağım.

Kız kalkıp dolabın kapağını açmış. Oğlan koşarak dev anasının ellerine sarılıp öpmüş. Oğlanın gösterdiği bu saygıya pek memnun kalan dev anası:

İnsanoğlu, demiş, sen buralarda ne arıyorsun?

Oğlan, Güneş Kızı’nı almak için Hint memleketine gittiğini söyleyince, dev anası:

Seni gönderenin gözü kör olsun, demiş. Oraya giden taş olur kalır. Sana fenalık yapmışlar.

Dev anasının bu sözlerine rağmen oğlan kararından caymamış. Dev anası oğlanın ısrarını görünce:

Madem ki gitmek istiyorsun, demiş, ben sana yardım edeyim. Al şu yüzüğü, parmağına tak! Güneş Kızı’nın bekçisi benim büyük ablamdır. Oraya varınca yüzüğü gösterirsin, benim oğlum olduğunu söylersin. O sana yardım eder. Haydi yolun açık olsun!

Oğlan, dev konağından ayrıldıktan sonra gene günlerce yol alıp Hint memleketine varmış. Güneş Kızı’nın konağının önünde durmuş. Konağın bekçisi devi bulup yüzüğü göstermiş. Pek sevinen dev:

Gel bakalım sevgili yeğenim, demiş. Seni buralara kim gönderdi?

Oğlan, dev anasının elini öptükten sonra:

Güneş Kızı’nı almaya geldim teyzeciğim, demiş.

Dev anası, bu işin hem çok güçlü, hem de tehlikeli olduğunu söyledikten sonra:

Yarın sabah erkenden bahçedeki havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanırsın, demiş. Biraz sonra otuz dokuz güvercin kanat çırparak oraya gelir. Bunlar silkinip elbiselerini havuz başına bırakarak ayın on dördü gibi güzel birer kız olurlar. Birer birer havuza girerler. Çok geçmeden başka bir güvercin daha gelir. O da ötekiler gibi elbiselerini bırakıp havuza girer. İşte o zaman birdenbire siperden çıkıp onun elbiselerini alarak bahçe duvarından atlarsan kurtulursun, yoksa oracıkta taş kesilirsin. Duvardan aşınca, Güneş Kızı elbiselerini senden üç defa ister. Üçüncüsünde elbiseleri verir, yanıma dönersin. Haydi talihin açık olsun!

Oğlan, ertesi sabah erkenden kalkıp bahçeye girmiş, havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanmış. Birkaç dakika sonra otuz dokuz güvercin gelip elbiselerini soyunarak suya girmişler. Biraz sonra arkalarından bir güvercin daha gelmiş. O da elbiselerini soyunmuş, ayın o beşi gibi bir kız olmuş. Elbisesini ayrı bir yere koyup suya atlamış.

İlk gelen otuz dokuz kızın, sonra da Güneş Kızı’nın güzelliğine hayran kalan oğlan, siperden fırladığı gibi elbiseyi kapmış. Fakat bahçeden dışarıya atlayamadan, Güneş Kızı ona bir değnek vurarak taş haline getirmiş.

Yeğeninin taş olmasına çok üzülen dev anası, hemen gelip Güneş Kızı’nın ayaklarına kapanmış:

Sen bunun kusuruna bakma sultanım, demiş. O delidir… Kardeşimin oğludur. Onu bana bağışla, yazıktır!

Güneş Kızı, emektar bekçisini çok sevdiğinden onu kıramamış. Dileğini kabul ederek değnekle taşa vurmuş. Oğlan hemen canlanmış. Teyzesinin yanına koşmuş.

Ertesi sabah gene sipere saklanan oğlan, Güneş Kızı’nı her ne pahasına olursa olsun elde etmek için çok dikkatle etrafı gözlüyormuş. Evvela otuz dokuz güvercin gelip soyunarak suya girmişler. Arkalarından öteki güvercin gelmiş. Soyunup suya girdiği sırada, oğlan onun elbisesini kaptığı gibi bahçe duvarından atlamış. Öteki güvercinler sudan çıkıp hemen giyinerek uçmuşlar.

Güneş Kızı yalvarmaya başlamış. Oğlan, üçüncü isteğinde elbiselerini Güneş Kızı’na vermiş. Kız gene güvercin olup uçmuş. Oğlan da teyzesinin yanına dönmüş, yaptıklarını ona anlatmış.

Dev anası oğlana bu sefer şu aklı vermiş:

Yarın sabah bahçe kapısının önündeki taşa oturursun. Otuz dokuz tane kız karşına dizilerek, sana “bizi alır mısın” diyecekler. Hiç birini isteme! En son ihtiyar bir kadın gelir. O da sana “beni alır mısın” diye soracak. Ona “seni alırım” dersin. Ondan sonrasını sen düşün artık…

O gece gözlerine uyku girmeyen oğlan, sabahı dar etmiş. Erkenden kalkıp bahçe kapısının taşına oturmuş. Oğlanın karşısına dizilmişler. Sıra ile oğlana “beni alır mısın” diye sormuşlar. Oğlan hepsine de “seni beğenmedim” diye cevap vermiş. Otuz dokuz kız da çekilip gitmişler. Arkalarından değneğine dayana dayana ihtiyar bir kadın gelip, oğlana “beni alır mısın” diye sorunca, oğlan “seni alırım” diye cevap vermiş.

Bu sözler üzerine, ihtiyar kadın, elinden tutarak oğlanı bir köşke götürmüş. İçeri girdikten sonra, ihtiyar kadın elbiselerini üzerinden çıkarmış. Oğlan, birden karşısında Güneş Kızı’nı görünce, sevinçten uçacak gibi olmuş. O zaman Güneş Kızı, oğlana demiş ki:

Sen, köşkümde taşınabilecek, değerli ne bulursan al! Ben gidip değneği kızlardan birine vereyim. Havuzun etrafında gördüğün taşların her biri insandır. Onları canlandırıp evlerine göndersinler.

Güneş Kızı köşkten çıkıp arkadaşlarının yanına gitmiş. Değneğini onlara bırakmış. Hepsi ile vedalaşıp ağlayarak oradan ayrılmış, köşke dönmüş. Bazı değerli şeyleri beraberlerine alıp biraz sonra oğlanla birlikte köşkten ayrılmışlar. Dev anasının yanına gelmişler. Eline öpüp veda etmişler. Dev anası gözyaşları içinde bunları kapıya kadar geçirmiş. Oğlanla Güneş Kızı kapıda bekleyen yağız ata binerek rüzgâr gibi gitmeye başlamışlar.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Akşam olmadan oğlanın kulübesine varmışlar. Oğlanın kardeşi bunları güler yüzle karşılamış. Misafiri içeri almış.

Artık üç kişi olmuşlar. Güneş Kızı, ben sizden küçüğüm diyerek kulübenin işlerini görmeye başlamış.

Bir gün gene ava çıkan oğlan, her zamanki avcılara rastlamış. Onları eve kahve içmeye çağırmış. Hep beraber kulübeye gelmişler. Avcı başı, dişleri inciden, saçları ipekten delikanlının bir de kız kardeşi olduğunu görünce, bunlara hayran kalmış. Kahveler içildikten sonra avcılar daha fazla kalmadan gitmişler.

Dişleri inciden, saçları ipekten çocukların öz babaları olan avcı başı, akşam yemeğini yedikten sonra, evdekilere:

Bugün avda yine o dişleri inci, saçları ipek delikanlıya rastladım, demiş. Bizi kulübesine götürerek kahve ikram etti. Meğer onun bir de kendisi gibi kız kardeşi varmış. Doğrusu bu iki kardeşin güzelliğine hayran oldum. Onlara kanım çok ısındı. Böyle güzel iki çocuk babası olamadığıma çok üzgünüm…

Bu haberi alan kadınlar, çocukların hâlâ yaşamakta olmasına kızmışlar.

Gene koşup kocakarıyı bulmuşlar. Kocakarı bunlara:

Güzel yemekler yapın, demiş, bir tarafına zehir atın! Oğlanı yemeğe çağırır, yemekleri zehirli tarafını onun önüne koyarsınız. O zehirli yemekleri yer yemez ölür, siz de kurtulursunuz. Başka çare kalmadı.

Gene bir gün, av yaptıkları sırada oğlanla avcılar ormanda karşılaşmışlar. Avcı başı oğlanı yemeğe davet etmiş. Akşama geleceğine söz vererek kulübesine dönen oğlan, yemeğe davet edildiğini kardeşi ile Güneş Kızı’na söylemiş.

Güneş Kızı, O zaman:

Şu su dolu altın ibriği al demiş. Şu gümüş tası da heybene koy. Şu torbadaki leblebiyi de cebinde sakla!

Avcı başı seni karşılayıp köşküne götürürken yediyol ağzında beline kadar toprağa gömülmüş, yıllardan beri orada inleyen bir kadın göreceksin. Adam sana “şunun yüzüne tükür” diyecek. Sözünü duymazlıktan gel. Atından inip altın ibrikten gümüş tasa su koyarak o kadının yüzünü yıka. Leblebiyi de torbası ile yanına bırak. Çünkü o kadın senin öz anandır. O adam da öz babam. Teyzelerin siz doğduğunuz vakit bir sandıkta ikinizi de dereye attılar. Ananızı da köpek yavrusu doğurdu diye yarı beline kadar toprağa gömdüler. Şimdi de teyzelerin seninle kardeşini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yemeklere zehir koydular. Sakın o yemeklerden yeme! Köşkte bir kedi yavrusu var. Önce yemeklerden ona ver. O yiyince ölecek. İşte o zaman babana bütün bu anlattıklarımı söylersin. Haydi yolun, izin aydın olsun! Oğlan hemen yola çıkmış. Ormanda giderken babası ile karşılaşmış. Hiç belli etmeden, konuşa konuşa yola devam etmişler. Yedi yol ağzında anasına toprağa gömülü görünce, içi sızlamış, yüreği parça parça olmuş. Ama hiç belli etmemiş. Hemen atından inerek anasının yanına doğru giderken, babası:

Bana bak delikanlı, demiş, o kadına hiçbir şey verme! Onun yüzüne tükür! Çünkü o benim eşimdi; sizin gibi dişleri inciden, saçları ipekten çocuklar doğuracağını söylediği halde, iki köpek yavrusu doğurdu. Ben de ona ceza olsun diye yıllarca önce buraya gömdürdüm. Gelen geçen herkes onun yüzüne tükürür. Haydi sen de tükür de gidelim. Yemek zamanı geldi.

Oğlan bu sözleri duymamış gibi yaparak anasının yanına çömelmiş. Gözyaşlarını göstermeden altın ibrikten gümüş taşa su koyup onun yüzünü gözünü iyice yıkamış. Biraz da su içirerek leblebi torbasını yanına bırakmış. Sonra kalkıp atına binmiş. Yola devam etmişler.

Köşke vardıkları zaman oğlanı türlü yemeklerle donatılmış bir sofraya oturtmuşlar. Teyzeleri belli etmeden hep buna bakıyorlarmış. O ise bir lokma yemek alıp yer gibi yaparak yanına gelen kedi yavrusuna vermiş. Kedi lokmayı yer yemez ölünce, oğlan başka lokma almamış.

Misafirinin yemek yemediğini gören adam, sormuş :

Yavrum, niçin yemek yemiyorsun?

Oğlan artık dayanamamış. Ölü kediyi göstererek :

Nasıl yiyeyim, demiş, önüme konan yemeklerde hep zehir var. İlk lokmayı kediye verdim. Yer yemez öldü.

Oğlanın bu sözlerine fena halde kızan adam !

Yemekte hiç zehir olur mu demiş.

Oğlan da :

Bir kadın köpek yavrusu doğurursa, yemekte de zehir olur elbet, demiş. İlk eşin sana dişleri inciden, saçları ipekten biri kız, diğeri oğlan iki çocuk doğuracağını söylemişti. Onları doğurdu. Oğlan benim. Kız da bizim kulübede gördüğün kardeşim. Sen de babamızsın. Fakat teyzelerim annemi kıskanarak, bizi doğar doğmaz, sana bile göstermeden bir sandıkla dereye attılar. İki köpek yavrusu buldurup onları anamın yanına koyarak, işte bunları doğurdu, diye seni aldattılar. Sen de inandın. Anamı yedi yol ağzında toprağa gömdürdün. Yıllardan beri onu haksız yere inletiyorsun. Vicdanın nasıl razı oldu bu büyük kötülüğü yapmaya?

Oğlunun sözleri karşısında şaşkına dönen adam, hem sevinmiş, hem de çok kızmış. Hemen oğluna sarılarak yanaklarından öptükten sonra, adamlarını çağırarak :

Atın bu kadınları çabuk zindana! diye bağırmış.

Sonra oğlu ile beraber arabaya atlayıp doğruca yedi yol ağzına gitmişler. Toprağı elleriyle açıp zavallı kadıncağızı oradan kurtarmışlar. İyice temizlenip kendine gelmesi için köşkün hamamına göndermişler.

Daha sonra üç katır buldurmuşlar. Adam, ikinci karısı ile kardeşine birer katırın kuyruğuna bağlatmış. Sonra koca karıyı getirtmiş. Onu da diğer katırın kuyruğuna bağlatıp üçünü birden dağlara sürdürmüş. Onlar yaptıkları kötülüklerin cezasını çeke dursunlar, kadın hamamda iyice temizlenip dinlendikten, kendine geldikten sonra hamamdan çıkmış. Adam, dağ başındaki kulübede oturan kızı ile güneş Kızı’’ı da köşküne getirtmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp oğlu ile güneş Kızı’nı evlendirmiş. Hepsi birlikte mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Gökten üç elma düştü. İkisi sizin, birisi benim başıma…

etiketler

Kısa masal, uzun masal, masallar, masallarımız, çocuk masalları, kısa masallar, uzun masallar,  Uyku getiren masallar, Zeka geliştirici masallar oku, Türk masal oku, Romantik masallar, Eğitici uyku masalları, 6 yaş masal oku, Türk kültürüne ait masallar, Türk Masalları PDF, Eski Türk masalları, Anadolu Türk Masalları, En Güzel Türk Masalları, Türk Masalları kısa, Türk masalları oku, Masal Oku, Uyku getiren masallar, Zeka geliştirici masallar oku, Aşk masallar, Eğitici masallar, Eğitici uyku masalları, 5-6 yaş masalları oku, Uzun masallar, Sallama masallar, Türk kültürüne ait masallar, Türk masalları oku, En Güzel Türk Masalları, Ninelerimizin anlattığı eski Masallar kısa, Türk Masalları, Türk kültürüne ait masallar kısa, Masal Oku, En kısa Masallar, 

The post Türk Masalları; “Güneş Kızı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-gunes-kizi.html/feed 0
Masal Okuma: “BALIKÇININ OĞLU” Masalı https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-okuma-balikcinin-oglu-masali.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-okuma-balikcinin-oglu-masali.html#respond Tue, 27 Apr 2021 14:03:39 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7988 Masal Okuma: “BALIKÇININ OĞLU” Masalı Masal Okuma: Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu pek çokmuş. İnebolu, Yanbolu; iki boş bir dolu, bende bilmece dam dolu. Evvel zamanların birinde, bir padişahın ülkesinde, fukara bir balıkçı vardı. Gün geldi balıkçı öldü, bir oğlu kaldı arkada. Babasının sanatını eline alarak, o da balık avcılığına başladı. Gecelerden bir gece, […]

The post Masal Okuma: “BALIKÇININ OĞLU” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Masal Okuma: “BALIKÇININ OĞLU” Masalı

Masal Okuma: Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu pek çokmuş. İnebolu, Yanbolu; iki boş bir dolu, bende bilmece dam dolu.

Evvel zamanların birinde, bir padişahın ülkesinde, fukara bir balıkçı vardı. Gün geldi balıkçı öldü, bir oğlu kaldı arkada. Babasının sanatını eline alarak, o da balık avcılığına başladı. Gecelerden bir gece, bir düş gördü. Diyordu ki, bir ses.

“Yarın tutacağın balıklar, tılsımlıdır. Sakın ha bunları satma”. 

Sabah olunca, balıkçının oğlu, her günkü gibi balığa gitti. Fakat ancak iki tane balık tutabildi. Biri yeşil, biri esmer. Bunları bir kabın içine koyup evine getirirken, sokağın başında, bir Yahudi’yi, kendini bekler buldu. Meğerse aynı gece Yahudi de bir düş görmüş, ona da bir ses söyle demişti.

“Balıkçının oğlunun bugün tutacağı balıklar, tılsımlıdır. Tanesine ne isterse istesin, verip al”.

Böylece Yahudi, balıkçının oğlunun gördüğü düşten habersiz, balıklara alıcı çıktı. Delikanlı önce satmam diye direndiyse de, Yahudi’nin tatlı dilinden ve teklif edilen paranın çekiciliğinden kendini kurtaramayacak esmer balığı sattı, yeşil balıkla evine geldi. Yahudi’ye satılan balık, her gün bir sarı altın kusuyordu. O altınları kusa dursun, biz gelelim balıkçının oğluna, gördüğü rüyayı pek önemsememişti. Ertesi gün, her zamanki işine giderken, kabın içindeki balığı unutmuştu bile. Akşam eve gelip içeri girdiğinde, gözleri değirmen taşı gibi açılmış, dili tutuluvermişti. Evi öylesine bir tertipli, düzenli ve silinip süpürülmüş buldu ki, buna bir türlü aklı yatmıyordu. Bir gün böyle, her gün böyle… Günlerden bir gün, bunda bir iş var diyerek, evinin bir yanına saklandı. Biraz sonra bir de ne görsün? Balık, kabından dışarı fırladı. Likabından sıyrıldı, ayın on dördü gibi güzel bir kız ortaya çıktı. Balıkçının oğlu tüm yuttu küçük dilini, Kızı uzun uzun seyre daldı. Sonra aklına ilk gelen şey, balığın likabına el koymak oldu. O anda kız dilenerek:

“Aman yiğidim, likabıma sakın zarar verme. Belki gün gelir bir sıkıntıya uğrarsın, ben seni kurtarabilirim o zaman,” dediyse de, balıkçının oğlu likabı ateşe atıp yaktı. Komşular, balıkçının oğlunun hallerinden şüpheye düşmüşlerdi. Bir gün evi gözetleyen biri, güzeller güzelini görünce, yemedi, içmedi, bunu gidip ülkenin padişahına yetiştirdi.

“Aman padişahım, balıkçı oğlunun evinde öylesine bir güzel var ki, ancak sizlere yaraşır,” deyince, padişah hemen vezirini yanına alıp, balıkçı oğlunun evine doğru yürüdü, güzeller güzelini gördü. İçi gitti ama işi yasasına uydurmak için, sarayına dönüp düşünmeye başladı. Sonrada balıkçının oğlunu huzuruna çağırıp:

“Dünya güzelini nereden getirdin?” diye sordu.

“Bir balığın içinde buldum,” dedi delikanlı.

“Çinihindi’de bir dünya güzeli var. Ben asker çıkardım, onun saçını bile göremedim.

Sen, ya yalancı, ya da sihirbazın birisin. Bu dünya güzelinin saçları tüm elmastır. Onun saçının bir peliğini bana getirdin, getirdin; getirmezsen, boynunu cellâda vurduracağım” der padişah.

Balıkçının oğlu saraydan ayrılıp, üzgün üzgün evine geldi. Bunu gören kız:

“Aman efendim, nedir tasan, böyle üzgünsün,” diye sordu.

“Ben üzgün olmayayım da kimler olsun. Padişah benden Çinihindi güzelinin bir peliğini istedi. Kendisi o kadar asker saldığı halde, onun yüzünü bile görememiş, ben nasıl getiririm. Getirmezsem beni cellâda verecek, onun için üzgünüm.”

“Benim likabımı yakmasaydın. Çinihindi güzelinin saçını getirmek, bir an işi olurdu. Ama şimdi biraz zor olacak. Zorluğunu da sen çekeceksin. Şimdi beni iyi dinle.” Çinhindide, sarp bir dağın tepesinde, bir saray vardır. Sarayı, iyi yetiştirilmiş filler bekler. Bahçe kapılarında aslanlar, kaplanlar nöbet tutar. Tam şu sırada aslanlarla kaplanlar beş gün için istirahatlıdırlar. Dünya güzeli de şu sırada uykudadır. Hemen ustura ile peliğinin birini keser, arkana bakmadan yürürsün. Arkana bakacak olursan, tılsım bozulur, o zaman devler seni paramparça ederler. “

Sözünü bitirince, hafifçe üfürdü, bir rüzgâr gelip balıkçı oğlunu aldı, göz açıp kapayıncaya kadar, sarp bir dağın üzerine bıraktı. Delikanlı, oyalanmadan saraya girdiğinde, Çinhindi güzelini gerçekten de uyur buldu. Peliklerinden birini kesip hemen gerisin geri döndü. Bir de Çinhindi güzeli uyandı ki, saçları kesilmiş. Hemen “aslanlarım, kaplanlarım, salman” diye bağırdıysa da, hayvanlar kuyruklarını bile kımıldatmadılar. Fillere koştu; filler dahi delikanlıyı yakalayamadılar. Bunları gören güzel:

“Eğlen biraz delikanlı Ben sihirli tarağımı alıp geleyim. Benim burada bulunmamın bir gerekçesi kalmadı artık. Ben de seninle geleceğim.”

Delikanlı, fillerin tehlikesinden kurtulunca, arkasına bakmadan, oturup kızı beklemeye koyuldu. Az sonra kız, zehirli tarağı elinde delikanlının yanına geldi.

“Yum gözlerini yiğidim,” dedi. Balıkçının oğlu gözlerini açtığında, kendini evinin kapısı önünde buldu. Ertesi gün kızın peliğini padişahın önüne bıraktı, dünya güzelini de birlikte getirdiğini söylemeden, evine döndü. Padişah baktı ki saçlar tüm elmastan, sevincinden yerinde duramaz oldu. Fakat balıkçı oğlunun işgüzar komşuları gene yemediler, içmediler, haberi saraya çabucak ilettiler.

“Bre kendini bilmez adam, diye kükredi padişah. Çinhindi güzelini kendine mi alıkoydun?”

“Fakat padişahım, siz benden saç istediniz, saç getirdim, dedi delikanlı. Kendisini istemediniz ki, size getireyim.”

Bunun üzerine padişah, bir an düşündü. “Ben bu balıkçı oğlundan, dünyada bulamayacak bir şey isteyim de, bulamasın. O zaman boynunu cellâda vurdururum, diye geçirdi içinden. Sonra delikanlıya dönerek:

“Bana üç tane cennet elması getirdin, getirdin. Getirmezsen, boynunu vurduracağım,” dedi.

Delikanlı saraydan ayrılıp, üzgün üzgün eve geldi. Bunu gören Çinhindi güzeli:

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu.

“Padişah benden üç tane cennet elması istedi. Ben cennet elmasını nereden bulurum. Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün. Cennet elması dünyada bulunur mu?” dedi delikanlı.

“Getirmezsem boynumu cellâda vurduracak.”

“Tasa etme yiğidim,” dedi kız. “Ben sana yardım ederim.” Sonra her ikisi evden çıkıp, ıssız bir yere vardılar. Sihirli tarağı şöyle bi sıvazladı kız. Delikanlı kendini Kaf-ı Küf dağının cennet bahçesinde buldu. Bahçenin içinde iki havuz vardı. Biri altından, biri gümüşten. Türlü çiçekler bahçenin güzelliğini tamamlıyordu. Delikanlı, kızın dediklerini hatırlayarak, çiçeklerin arasına saklandı. Tam öğle üzeri, üç tane Zümrüdüanka kuşu gelip gümüş havuzun kenarına kondular. Sonra kuşlar esvaplarını çıkarıp birer huri kızı oldular, havuza girip yıkandılar. Durulanmak için altın havuza geçince, delikanlı, esvaplardan birini çiçeklerin arasına çekti. Durulanan huri kızları esvabını giyip uçtu. En son kalan esvapsız kaldı. O zaman delikanlı çiçeklerin arasından kendini gösterdi.

“Bana üç tane cennet elması getirirsen, esvaplarını veririm” dedi. Huri kızı, elmaları getireceğine söz verdikten sonra esvaplarını giydi, cennete varıp bir heybenin terkisini elma ile doldurdu, bütün huri kızları ile helâlaşıp delikanlının yanına döndü. Çünkü insanoğlunu gören huri kızlarına artık cennet haramdı.

“İşte yiğidim, dedi. Hem elmaları, hem kendimi getirdim. Ben artık senin eşin oldum. Delikanlı elinde tarağı sıvazladı, bir anda kendini evinin kapısı önünde buldu. Hiç oyalanmadan heybenin terkisinden üç tane elma alıp padişahın huzuruna çıktı. Padişah, burcu burcu kokan elmaları görünce, hemen bir tanesini kesip yedi. Cennet elmasının çekirdeği iki tane olurmuş. Çekirdeklerin ikisini de masanın üzerine koydu, bunlar iki elma oldu. Cennet yiyeceği tükenmez, çoğalır. Padişah bunu görünce:

“Aslanım, cennete nasıl vardın?” diye sordu.

“Allah diledi, vardım.” Bunun üzerine padişah yeniden düşünceye daldı. Bu halini gören veziri:

“Padişahım, ne düşünürsünüz öyle?” dedi.

“Şu balıkçı oğlunun kerametlerini düşünüyorum.” Balıkçının oğlu evine dönmüş, üç güzel kızın yanında oturuyordu. Bunu gören komşulardan biri, yemedi, içmedi, haberi çabucak saraya iletti.

“Aman padişahım, balıkçının oğlu bu sefer de bir huri kızı getirmiş. Böylesi ancak size yaraşır,” dedi.

Padişah hemen balıkçının oğlunu çağırttı ve:

“Üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yaptınsa, yaptın. Yapamazsan boynunu cellâda vurduracağım, diye kükredi.”

Balıkçının oğlu evine gene üzgün dönmüştü. Bu sefer huri kızı:

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu.

“Padişah benden, üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yapmamı istedi. Yapamazsam boynumu cellâda vurduracak. Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün?”

“Tasa çekme yiğidim, dedi huri kızı. Ben sana yardım ederim.” Sonra kapıya çıkıp, ellerini birbirine vurunca, bütün huri kızları güvercin olup geldiler.

“Her biriniz bir taş getirip denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapacaksınız.”

Güvercinlerden her biri bir yana dağılarak, az sonra birer taşla döndüler, göz açıp kapayıncaya kadar, denizin ortasına altlı üstlü bir saray yaptılar ki, dille anlatmak mümkün değil.

“Hadi şimdi git, o gözü doymaz padişaha, pek arzuladığı sarayının bittiğini söyle,” dedi huri kızı, balıkçının oğluna. Gelsin, gezip görsün içini.

Padişah vezirini alıp deniz kenarına geldi ki, gözleri bir anda sarayın güzelliği karşısında kamaşıverdi. Sonra kayıklara binip saraya girdiler. İşte ne olduysa, o zaman oldu. Huri kızının bir el çırpması ile binlerce güvercin, koyu bir bulut gibi üşüşüverdiler.

“Herkes, getirdiği taşını alıp, eski yerine götürsün,” dedi huri kızı. Bir anda, o göz kamaştırıcı saraydan ve o gözü doymaz gaddar padişah ile akıl hocası vezirinden en ufak bir iz bile kalmadı. Onları doyura doyura ancak engin denizin tuzlu suları doyurmuştu ama hayatları pahasına.

Balıkçının oğlu elli gün sazınan, altmış gün davulbazınan öylesine gösterişli bir düğün yaptırdı ki, konanlar göçtü, yiyenler içti, maşallah diyen geçti. Darısı öteki balıkçı oğullarının başına.

Derleyen: Veysel ARSEVEN – Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1966, sayı: 207

masal, öykü, hikaye, Anadolu masalları, Türk Masalları, masal oku, hikaye oku, masal okuma, hikaye okuma, çocuk masalları, peri kızı, huri kızı, huri, cennet elması, balıkçı, rüya, padişah, tılsım, büyü,  zehir, dünya güzeli, çok güzel masal,

The post Masal Okuma: “BALIKÇININ OĞLU” Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-okuma-balikcinin-oglu-masali.html/feed 0
Masal: “ALİ CENGİZ OYUNU” Masalı  https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-ali-cengiz-oyunu-masali.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-ali-cengiz-oyunu-masali.html#respond Mon, 26 Apr 2021 19:40:49 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7982 Masal: “ALİ CENGİZ OYUNU” Masalı  Masal: Bir varmış, bir yokmuş evvel zamanda, güngörmüş, bir kadının gayet yakışıklı, boylu poslu, bir delikanlı evlâdı varmış. Onu kadıncağız saraya hükümdar maiyetine vermiş. Günün birinde hükümdar, maiyetinin arasında dolaşırken hepsine sordu: “İçinizde Ali Cengiz oyununu bilen var mı?” Hepsi sustular, cevap vermediler. Yalnız içlerinden o delikanlı karşılık verdi: “Emirimiz, […]

The post Masal: “ALİ CENGİZ OYUNU” Masalı  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Masal: “ALİ CENGİZ OYUNU” Masalı 

Masal: Bir varmış, bir yokmuş evvel zamanda, güngörmüş, bir kadının gayet yakışıklı, boylu poslu, bir delikanlı evlâdı varmış. Onu kadıncağız saraya hükümdar maiyetine vermiş.

Günün birinde hükümdar, maiyetinin arasında dolaşırken hepsine sordu:

“İçinizde Ali Cengiz oyununu bilen var mı?”

Hepsi sustular, cevap vermediler. Yalnız içlerinden o delikanlı karşılık verdi:

“Emirimiz, eğer müsaade verirseniz, ben gidip Ali Cengiz’i bulayım ondan ders alayım, geleyim.”

Hükümdar, delikanlının bu cesaret ve atılganlığını takdir ederek, o saat ona müsaade verdi.

Delikanlı, oradan kalktı, doğru Ali Cengiz’ in evine yollandı. Yolda giderken bir seyyaha rast geldi. Seyyah ona sordu:

“Nereye gidiyorsun evlâdım?”

Delikanlı şu cevabı verdi:

“ Ali Cengiz’den oyununu öğrenmeye gidiyorum.”

Seyyah delikanlının koluna girerek dedi ki:

“Gel evlâdım! Ben sana onu öğreteyim.”

Biraz sonra seyyahla delikanlı dağlara düştüler. Gide gide seyyahın oturduğu esrarengiz bir mağaraya geldiler. İçeri girip oturdular. Bir aralık seyyah dışarı çıktı. Yalnız kalan delikanlı, gayet geniş olan mağarada dolaşmaya başladı. Orada bir oda buldu. Kapıdan bakınca ayın on dördü gibi güzel bir kızın gözü iki çeşme ağlayarak nakış işlediğini gördü. Selâm vererek odaya girdi. Kıza sordu:

“İn misin, cin misin?”

Kız cevap verdi:

“Ne inim, ne de cinim, sizin gibi bir insanım.”

Delikanlının hayretini mucip oldu, kıza sordu:

“Peki, siz buraya nasıl geldiniz?”

“Efendim, beni vaktiyle annem mektebe yollamıştı. Yolda bu seyyaha rast geldim. Beni alıp buraya getirdi. Okutmaya başladı. Fakat ben onun, okurken söylediklerini ve bütün marifetlerini öğrendiğim için beni bu odada hapsetti.”

Kız bunu dedikten sonra delikanlıya korkunç bir kuyu gösterdi. Bunun içi hep insan ölüleri ile dolu idi. Oğlan bunu görünce aklı başından gitti. Bayılmak derecesine geldi. Sonra, oğlanı teskin ederek nasihat etmeye başladı:

“Yiğidim, bu seyyah seni doğru olarak okutacak; fakat sen sakın öyle okuma, hep tersine oku, bu sözlerimi hatırından çıkarma.”

“Bu adam Ali Cengiz’dir.”

Oğlan, bu nasihati dinledikten sona kıza teşekkür ederek, eski yerine gelip oturdu. Biraz sonra seyyah geldi. Delikanlıya dedi ki:

“Haydi, gel oğlum! Seni okutmaya başlayayım.”

Delikanlı “Peki efendim, hazırım” diyerek seyyahın önüne oturdu, seyyah, kitabı açarak delikanlıyı okutmaya başladı. Fakat oğlan kızın dediği gibi yapmaya, yani seyyah, tekne dediği zaman direk, direk dediğinde o tekne deyip, her şeyi ters söylüyordu.

Seyyah, delikanlıya (Ali Cengiz) kitabını okuttu. Delikanlı (Ali Cengiz) oyununu en ince noktasına kadar öğrendi. Fakat delikanlı her bellediğini yalan yanlış okumaya başladı, öyle ki, seyyah ona kızarak:

 “Sen ne akılsız adamsın! Hiç okuduğun şeyin ezberleyemiyorsun!” diyerek, ona mükemmel bir dayak atıktan sonra dağ başına alıp götürdü, orda bıraktı.

Oradan seyyah savuşunca, delikanlı hemen başını alıp yürüye yürüye annesinin evine geldi. Onu çoktan beri görmeyen kadın öyle sevindi ki, hemen çocuğuna sarılarak ağlamaya başladı.

Ertesi gün delikanlı annesine:

“Valideciğim! Yarın ben at olacağım. Hemen beni saraya götür sat, fakat sakın yolda giderken dizginimi kimseye verme,” dedi.

Ertesi gün kadın baktı ki, hakikaten oğlu güzel bir at olmuş, hemen onu aldığı gibi doğru saraya götürüp iyi bir fiyatla sattı.

Gece olunca, kadının kapısı çalındı. Açınca karşısına oğlu çıkmasın mı, hayretler içinde kaldı, onu eve aldı. Beraber yemek yedikten sonra, delikanlı annesine dedi ki:

“Anneciğim! Yarın ben bir koç olacağım. Beni saraya götür, hükümdara satıver.”

Sabah olunca, delikanlı seyyahtan öğrendiği hüneri sayesinde kendisini birkaç dakika içinde koç yaptı. Annesi de onu saraya götürdü, yolda giderken seyyaha rastladı. Koçu görünce tanıdı, kendi kendine;

“ Vay kâfir enciği çocuk vay, dedi, demek Ali Cengiz oyununu öğrendi.”

Sonra kendisini ateş yaparak kadının yolunu kesti, Fakat kurnaz ve hünerli delikanlı, derhal kuş olup uçtu. Bunu gören seyyah bir güvercin olarak onu arkasından kovalamaya başladı.

Bu esnada bu manzaraya alık alık hayretle bakan kadın buna şaşıp kaldı.

Kuş olan delikanlı, güvercini görünce hemen saraya giderek, elma olup hükümdarın kucağına düştü…

Seyyah hemen eski haline dönüp hükümdarın karşısına çıkarak, kucağındaki elmayı gösterip dedi ki:

“Bu elma benimdir.”

Hükümdar şaşkınlıkla cevap verdi:

“Nasıl olur… Fakat istersen senin olsun.”

Seyyah tam elmayı almaya hazırlanırken elma darı tanesi olup yere saçıldı. Bunu gören seyyah hemen tavuk olup, darıyı yemek için gagasını uzattı. O sırada, darı sansar olup, süratle tavuğun üstüne sıçrayarak tavuğu boğdu, kanını emdi.

Sonra silkinip eskisi gibi delikanlı oldu.

Bunu gören hükümdar, hayretler içinde kalarak:

“Vay sen misin evlâdım?”, dedi.

Delikanlı: Masal

“Evet Emirim!” dedi. “İşte buna Ali Cengiz oyunu derler. O seyyah benim ustam idi. Beni kıskandı, öldürmeye kalkıştı. Ben ondan üstün çıkarak gördüğünüz gibi onu helâk ettim.”

Hükümdar bundan fevkalâde memnun olarak onu azat etti. Eline yüz bin akçe verdi. Delikanlı da bunları alınca hemen mağarada bıraktığı kızı kurtardı. Büyük bir konak satın alarak mükellef bir düğün yaptı. Yiyip içerek muratlarına nail oldular. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine… Hikaye

Derleyen: Selâmi Münir YURDATAP

Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1953, sayı: 46

masal, öykü, hikaye, Anadolu masalları, Türk Masalları, masal oku, hikaye oku, masal okuma, hikaye okuma, çocuk masalları, Ali Cengiz Oyunu masalı,

The post Masal: “ALİ CENGİZ OYUNU” Masalı  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-ali-cengiz-oyunu-masali.html/feed 0
Türk Masalları; “Yeşil Kuş” https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yesil-kus.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yesil-kus.html#respond Sun, 21 Jun 2020 13:33:59 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=6424 Türk Masalları; “Yeşil Kuş” Masal Oku: Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp ko­nuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş. Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri […]

The post Türk Masalları; “Yeşil Kuş” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Türk Masalları; “Yeşil Kuş”

Masal Oku: Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp ko­nuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş.

Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri gece, delikanlı kızın kendisini se­vip sevmediğini anlamak için bir deneme yapmış: Bir altın ta­bağın içinde beyaz üzüm, bir gümüş tabağın içine de kara üzüm koyarak, karısına demiş ki:

– Ey padişah kızı, söyle bakalım, bu üzümlerin hangisi tabağına uygun düştü?

Hiç beklemediği bir soru ile karşılaşan padişah kızı, ta­baklara şöyle bir baktıktan sonra:

– Gümüş tabak içinde kara üzüm daha güzel görünüyor, cevabını vermiş.

Delikanlı bu cevabı beklemediği için birden köpürmüş:

– Demek sen beni değil, kapımdaki Arap uşağı sevdin ha!

Kocasının bu sözü karşısında şaşkına dönen kız, kendisi­ni haklı olarak savunmaya hazırlanırken, daha fena bir şeyle karşılaşmış. Kocası eline geçirdiği bir sopa ile üzerine doğru geliyormuş. Kendini korumak için odanın bir köşesine kaç­mışsa da delikanlı hemen arkasından yetişerek onu yakala­mış, dövmeye başlamış. Tam kırk sopa vurarak zavallı kızı adeta hasta etmiş.

Bir gün böyle, iki gün böyle… Kırk gündür kız, kocasın­dan sopa yiyormuş.

Biz bırakalım onları bu hâllerinde…

O civarda fakir bir kocakarının bir oğlu varmış. Oğlan bir gün kazandığı para ile bir top bez alıp anasına getirerek:

– Ana, demiş, bu bezden bana birkaç tane gömlek yap. Ama gömlekleri hiç tasası olmayan bir insana kestir ki ben de hiç tasa çekmeden onları sırtıma giyebileyim…

Kadıncağız düşünmeye başlamış. Acaba komşular ara­sında tasasız kim var ki? Çok geçmeden, buldum diye sevi­nerek oğluna koşmuş:

– Daha geçenlerde evlenen padişah kızı var, demiş. On­dan tasasız kim olabilir ki? Ben hemen ona gidiyorum oğul!

Oğlan:

– İyi buldun ana, demiş, hem padişah kızı hem de zen­gin bir eve gelin gitti. Elbette ondan tasasız kimse bulamayız.

Kadın hazırlanmış. Koltuğuna bir top bezi alarak yola çıkmış. Sevinerek girmeye başlamış. Çok geçmeden zengin adamın köşküne varmış.

Kapıyı hizmetçiler açmış. O sırada adam evde olmadığı için kadını gelinin yanına çıkarmışlar.

Yediği dayaklardan her tarafı çürük içinde kalan, kemik­lerinin sızısından yerinde güç oturabilen kız, hâlini belli etme­meye çalışarak:

– Buyurun teyzeciğim, demiş. Bir dileğiniz mi var?

Kocakarı, padişah kızının kendisini güler yüzle karşıladı­ğını görünce içi ferahlamış, konuşmaya başlamış:

– Ah evladım, sakın seni böyle sabah sabah rahatsız etti­ğim için gücenme. Benim bir oğlum var. Kazandığı para ile şu bir top bezi alıp gelmiş, gömlek istiyor. Ama tasasız bir kimseye kestir de ben de tasasız giyeyim diyor. Düşündüm, taşındım sizden daha tasasız kim olabilir? Bezi alıp geldim… Güzel ellerinizle oğluma birkaç gömlek keserseniz memnun olurum.

Kocakarının sözlerini dikkatle dinleyen kız, kendi kendi­ne şöyle bir düşündükten sonra:

– Teyzeciğim, demiş, dünyada tasasız insan yoktur ki ben de tasasız olayım? Sana ben tasamı anlatmaya başlasam, inanmazsın! Onun için bu gece benim misafirim ol, seni odamdaki dolapta saklayayım. Benim ne büyük tasam oldu­ğunu o zaman anlarsın!

Kocakarı, padişah kızının da tasası olduğunu öğrenince, ne diyeceğini bilememiş. O gece orada kalıp kızın tasasını öğrenmeye karar vermiş.

Kız, misafirine yemek yedirdikten sonra, onu kimseye göstermeden odasındaki dolapların en büyüğüne saklamış. Akşam olunca, zengin adamın oğlu gelmiş:

– Sen beni sevmedin de kapımdaki Arap uşağı sevdin ha, diyerek elindeki sopa ile kızı dövmeye başlamış. Kırk so­pa vurduktan sonra çıkıp gitmiş.

Zavallı kızın bağırmasına, inlemesine dayanamayan ko­cakarı, dolaptan çıkarak kızın vücuduna ilaç sürmüş. Sabaha kadar onun acısını paylaşmış. Gün ışırken, bezini koltuğuna aldığı gibi kestirmeden evine dönmüş.

Annesini merak eden oğlan:

– Nerede kaldın ana, demiş. Kocakarı gördüklerini bir bir oğluna anlatmış. Oğlan da padişah kızının tasasına üzülmüş. Anasına demiş ki:

– Ana, ben eski gömlekle gezsem de olur ama padişah kızını tasadan kurtarmak lazım! Şimdi sen ona git, kocası bu akşam gene onu dövmeye gelince “Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, yeşil kuşların dedesini seviyorum.” desin. Adam evden çıkarak yeşil kuşların dedesini aramaya gider. Kız on­dan sonra kurtulacak, üzülmesin…

Kocakarı, oğlundan bu aklı alınca hiç beklemeden yola çıkıp padişah kızının yanına gitmiş, oğlundan öğrendiklerini ona tekrar etmiş. Sonra evine dönmüş.

Akşam olunca, adam yine gelmiş. Karısını dövmeye ha­zırlanırken, o:

– Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı demiş. Ben yeşil kuşların dedesini seviyorum…

Kız böyle deyince adam duraklamış. Yeşil kuşların dede­si acaba nerede? Gidip onu bulayım diye düşünerek yola çık­mış.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş, bir çayıra varmış. Orada kocaman bir konak görmüş. Yanına giderek uşaklarla konuşmuş. Atını bir ahıra bağlaya­rak yukarıya çıkmış. Önüne bir kapı gelmiş. Biraz sonra kapı kendi kendine açılınca kendisini büyük bir odada bulmuş. Burası odadan çok hiç kimsenin girmediği bir orman or­tasında bir bahçeye benziyormuş. Her tarafta ağaçlar, çiçek­ler, çalılar varmış. Her ağacın dallarında, her çiçeğin üstünde, her çalının dibinde birçok, hem de pek güzel yeşil kuş varmış. Odanın en sonunda bir ağaç kovuğunda da uzun beyaz sa­kallı bir ihtiyar oturuyor, kuşlara bir şeyler öğretiyormuş.

Delikanlı, selam verip yürümeye başlamış. Yeşil kuşların dedesi, delikanlının selamını alarak yer göstermiş.

Yeşil kuşların dedesi:

– Söyle bakalım evlat, demiş. Buralarda işin ne senin?

İhtiyar, gelen misafire böyle seslenince, kuşların hepsi su­sup yeni gelene bakmışlar. Onun vereceği cevabı beklemişler.

Delikanlı, derdini anlatmaya başlamış:

– Ben bir padişah kızı ile evlendim. Evlendiğimiz gece bir altın tabağa beyaz üzüm, bir gümüş tabağa da siyah üzüm koyarak bunların hangisi uygun düştü diye sordum. Gümüş tabağa siyah üzüm daha uygun demesin mi? O zaman anla­dım ki bu kız beni değil kapımdaki Arap uşağı seviyor. Ben de ona her gün kırk deynek vurmaya başladım. Kırk gündür hep böyle dövmekteyim…

Son günü bana:

“Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, ben yeşil kuşların dedesini seviyorum.” dedi.

Ben de onun için seni almaya geldim, demiş. Yeşil kuşların dedesi:

– Oğlum, demiş. Daha söyleyeceğin var mı? Delikanlı:

– Hayır, demiş. Bu kadar… Bu sefer dede:

– Oğlum, sen haksızsın, demiş. Karının hiç kabahati yok. Sen fikrini sormuşsun o da söylemiş. Onun sözünden fena mana çıkmaz ki… Hem senin karın gül gibi bîr kadındır. O’nun kıymetini bilmemişsin. Bak ben sana başımdan geçenle­ri anlatayım da o zaman dünyada ne kadınlar varmış öğren:

Vakti zamanında ben okumuş, sözü sohbeti yerinde, pi­şirdiği yenir, diktiği giyilir bir kadınla evlenmiştim. Her akşam ben filan komşuya gidiyorum, diyerek çıkar, sabaha kadar gelmezdi. Bir gün böyle, iki gün böyle, baktım ki olacak gibi değil… Nihayet gittiği yeri öğrenmek için bir akşam ben de arkasından çıkarak peşine takıldım. Az gittik, uz gittik, çok geçmeden bir kayanın önünde durduk. O beni görmüyordu. Birdenbire:

– Yarıl kayam yarıl, diye seslendi.

Kayalar açılmaz mı? O hemen içeriye girdi. Ben dışarıda kaldım, çaresini bulamayınca eve dönüp yattım. O, sabaha karşı eve geldi.

O akşam ben yanıma bir yiyecek torbası ile bir kılıç ala­rak yine belli etmeden karımın arkasına takıldım. Yolda ona görünmeden öne geçip kayanın yanına vardım. Bir köşeye gizlendim.

– Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan evvel içeriye girdim. O da arkamdan girdi. Baktım zayıf bir ışık var. Görünmemek için bir köşeye çekildim. Karım ilerleyerek o ışığın yanına gitti. Çok geçmeden onun yanına bir Arap gel­mez mi? Bu Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı da gökte idi. Bizim kadın onun yanına yaklaşarak:

– Aman beyim, canım beyim, sakın bana darılma, bizim herifi uyutamadım da onun için geç kaldım, diye dil dökme­ye başlamaz mı? Ondan sonra eğlenmeye koyuldular. İyice yorulunca yatıp uyudular. Ben o zaman yanlarına giderek bir kılıç vuruşta Arap’ın kellesini kopardım. Toprağa koyup ka­yanın açıldığı yere gelerek:

– Yarıl kayam yarıl, dedim, kaya yarılmadı. Beklemeye başladım. Sabaha karşı bizim kadın uyandı. Yanındaki Arap’ın kafasının kesilip götürüldüğünü görünce, hem kork­tu, hem de keder etti. Kendi kendine:

– Bizim herif olmasa, burada kalır, Arap için yas tutar­dım, demez mi?

Kan beynime sıçradı. Fakat yerimden kımıldamadım. O yanıma kadar geldi. Beni görmüyordu.

– Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan önce çıkarak eve geldim, yatağıma yattım. O da biraz sonra yanı­ma geldi. Ertesi sabah kalktığım zaman bana:

– Benim kırk gün, kırk gece yasım var, beni bekleme, gi­diyorum deyince, fena hâlde kızdım. Hemen torbayı alarak baş aşağı ettim. Arap’in kafası odanın ortasına “pat” diye dü­şünce, bizim kadının gözleri yerinden fırladı. Yere eğildi. Arap’ın başını eline alır almaz o anda bir eşek oldu. Bir gözün­den yaş, bir gözünden de kan akmaya başladı. Tutup onu ahıra götürdüm, bağladım. Şimdi orada. İşte oğlum, benim başıma da bunlar geldi.

Yeşil kuşların dedesi sözlerini bitirince, delikanlı düşünce­ye dalmış. Dedenin başına gelenleri öğrendikten sonra, ken­disinin haksız olduğunu daha iyi anlamış. Fakat oradaki yeşil kuşları merak eden delikanlı, dedeye sormuş:

– Dede, bu kuşları niçin burada topladın? Yeşil kuşların dedesi demiş ki:

– Oğlum, bu kuşların her biri insandır. Hem de tasalı in­sanlar. Dünyanın neresinde haksızlık görmüş, kederli, tasalı insan varsa haber alır almaz yeşil bir kuş hâline sokarak onları buraya getirir, kendime evlat edinir, her gün güzel sözlerle ta­salarını, kederlerini gidermeye çalışırım. Anladın mı şimdi?

Delikanlı, dedenin bu sözü üzerine, karısının kendisini ni­çin buraya gönderdiğini daha iyi anlamış. Allaha ısmarladık diyerek oradan ayrılacağı sırada, yeşil kuşların dedesi buna bir çiçek uzatarak:

– Al bu çiçeği de, demiş. Kalbi sana kırık olan karına ver. Başına taksın; tasadan, kederden kurtulacaktır…

Delikanlı, çiçeği alarak oradan ayrılmış. Atına binerek yola koyulmuş. Dere tepe düz, gece gündüz giderek evine varmış. Karısının yanına çıkarak yeşil kuşların dedesinin gön­derdiği çiçeği ona vermiş. Başına takmasını söylemiş.

Kız sevinçle çiçeği alarak başına takmış. Fakat o ne? Çi­çeği eline alır almaz ortadan kaybolan karısını arayan delikanlı, bir de ne görsün? Karısı yeşil bir kuş olmuş, pencere­den dışarı uçmuyor mu? Pencereyi kapayıp karısını kaçırma­mak için koşmuş ama yetişememiş. Kuş uçup gitmiş.

Delikanlı, karısına kırk gün haksız yere dayak atmakla ne kadar yanlış yaptığını, onu elinden kaçırmakla da daha iyi anlamış; ama onu eve getirmek için yeşil kuşların memleke­tine gitmenin de faydasız olduğunu düşünerek kaderine razı olmuş. Hatasını anlamış. Bir daha da haksızlık yapmamaya karar vermiş.

The post Türk Masalları; “Yeşil Kuş” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yesil-kus.html/feed 0
Masal Oku: Hamamcının Kızı Masalı https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-hamamcinin-kizi-masali.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-hamamcinin-kizi-masali.html#respond Fri, 21 Feb 2020 20:30:30 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=5624 Masal Oku: Hamamcının Kızı Masalı Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir ülkede hamamcı ve karısı yaşarmış. Küçük bir de hamamları varmış. Geçimlerini bu hamamdan sağlarlarmış. Mutlu yaşantılarının tek eksiği bir bebekmiş. Hamamcı da karısı da her gün Allah’a dua ederlermiş. Gel zaman git zaman günlerden bir gün Allah dualarını kabul etmiş. Onlara nur […]

The post Masal Oku: Hamamcının Kızı Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Masal Oku: Hamamcının Kızı Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir ülkede hamamcı ve karısı yaşarmış. Küçük bir de hamamları varmış. Geçimlerini bu hamamdan sağlarlarmış. Mutlu yaşantılarının tek eksiği bir bebekmiş. Hamamcı da karısı da her gün Allah’a dua ederlermiş. Gel zaman git zaman günlerden bir gün Allah dualarını kabul etmiş. Onlara nur topu gibi bir kız çocuğu vermiş. Ama bu bebeğin doğduğu gün öyle bir şey olmuş ki, herkesi hayrete düşürmüş.

Hamamcının karısı hamamda yalnız olduğu an bebeği dünyaya getirmiş. Tam bu sırada beş tane aksakallı dede belirmiş. Kadın korku ve şaşkınlıkla dedelere bakarken dedelerden biri elindeki bileziği bebeğin koluna takmış. Demiş ki:

– “Bu bilezik bebeğin kolundan çıkarsa yaşamı sona erecek. Koluna bilezik takılırsa can bedene geri gelir” demiş.

2. Dede bebeğin saçını okşayarak:

– “Saçını yıkadıkça su yerine altınlar dökülecek”.

3. Dede yanaklarına dokunup:

– “Güldükçe yanaklarından güller düşecek”.

4. Dede gözlerine dokunup: –

“Ağladıkça gözlerinden yaş yerine inciler dökülecek.”

5. Dede ise: – “Yürüdükçe ayaklarının altında çimler bitecek”.

Aksakallı dedeler bütün bunları söyledikten sonra gözden kaybolmuşlar.

Kadın bunlara inanamamış. Korku ve şaşkınlıkla bebeği kucağında hamamın bir köşesinde otururken kocası çıkagelmiş. Hemen ayağa fırlayıp ona olanları anlatmış. Hamamcı bebeği alıp yıkamaya başlamış. Bebeğin saçından su yerine altınlar döküldüğünü görünce her ikisi de olanlar inanamamış. Altınları bir çuvala doldurarak kuyumcuya götürüp satmışlar. Geri kalanını da dağıtmışlar.

Aradan yıllar geçmiş. Çok güzel bir kız olmuş. Ünü bütün ülkeye yayılmış. Genç kız bir gün camdan bakarken kapının önünden geçen bir delikanlı onu görüp beğenmiş. Hemen ailesini gönderip onu istetmeye karar vermiş. Kısa bir süre sonra da düğün dernek kurulmuş. Oğlan gelini almaya komşusu ile kızını göndermiş. Komşunun kızı da oğlanı severmiş. Oğlan bunu bilmediği için gelin almaya bunları göndermiş. Komşu kadın ve kızı gelip gelini alıp yola koyulmuşlar. Kısa bir süre gittikten sonra genç kız onlara susadığını söylemiş. Kadın:

– “Gözlerini verirsen sana su veririm.” demiş. Genç kız şaşırmış. Ama çaresiz “gözlerimi veririm” demiş. Daha sonra kadın arabayı durdurup genç kızı yolun kenarındaki köy kuyuya atmış ve oradan uzaklaşmışlar. Oğlanın yanına gelince “Gelin seni istemedi ve yolda indi” demişler. Oğlan buna kızıp komşunun kızıyla oracıkta evlenivermiş. Genç kız ise kuyunun dibinde ağlıyormuş.

Ağlarken göz çukurlarından dökülen inciler kuyuyu doldurduğu için kız kuyudan çıkmış. Oradan geçen yaşlı bir adam genç kızı görmüş ve ona ne olduğunu sormuş. Genç kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Yaşlı adam olanlara çok üzülmüş. Kızı alıp evine götürmüş. Karısına her şeyi anlatmış. O günden sonra kız onlarla beraber yaşamaya başlamış. Yaşlı adam ve karısı geçim sıkıntısı çekiyorlarmış. Genç kız da buna çok üzüldüğü için adama demiş ki:

– “Ben gülünce yanaklarımdan güller dökülüyor. Bu güllerin güzellerini seçip satalım. Böylece geçim sıkıntısı çekmeyiz.”

Adam bunu kabul etmiş. Ertesi sabah erkenden kalkıp sepetlere biriktirdikleri gülleri yerleştirip satmaya çıkmış. Gezinirken tesadüfen genç kıza kötülük yapan anne ile kızın oturduğu mahalleye gelmiş. Camdan gülleri gören kız dışarı fırlamış. Yaşlı adamı durdurup ondan gül almak istediğini söylemiş. Alacağı gülleri seçerken adama:

– “Bunlar o kadar güzel ki kendiniz mi yetiştiriyorsunuz? demiş.

Yaşlı adam bütün olanları anlatınca kız her şeyi anlamış. Hemen annesine gidip olanları anlatmış ana kızı bir telaş almış ve hemen bir çare aramaya başlamışlar. Çünkü oğlan ile kız tesadüfen karşılaşıp her şey ortaya çıkarsa onlar için hiç de iyi olmayacağını biliyorlarmış. Bir bohçacı kadın bulup yaşlı adamın evini tarif etmişler.

– “Orada bir genç kız var onun kolundaki bileziği bize getir demişler.

Bohçacı kadın yaşlı adamın evine gitmiş kendini acındırmış ve o gece orada kalmayı başarmış. Geceleyin herkes uyuyunca kızın kolundaki bileziği çıkarıp hemen kadına getirmiş. Ertesi sabah yaşlı adamla karısı kızı uyandırmak için yanına gitmişler ama kolundaki bileziği göremeyince öldüğünü anlamışlar ve çok üzülmüşler. Onu o kadar seviyorlarmış ki toprağın altına koymaya kıyamamışlar. Camdan bir tabut yaptırıp içine koymuşlar. Tabutu da dağın en yüksek yerine koymuşlar. Bu arada anne kız ise satın aldıkları gülleri bir cam vazoya ıslatmışlar. Bileziği de bu cam vazonun içine güllerle aynı yere koymuşlar. Ama ne tesadüf ki oğlan bileziği görünce tanımış ve ana kıza olup biten her şeyi anlattırmış. Daha sonra yaşlı adamın evine gitmiş. Onlara genç kızın nerede olduğunu sormuş, onlar oğlanı alıp kıza götürmüşler, Oğlan bileziği sevdiğinin koluna takıp ona yeniden can vermiş. O günden sonra birbirlerinden hiç ayrılmamışlar.

Anne kıza gelince yaptıklarının cezasını çok kötü ödemişler.

Kız ülkesinde yürüdükçe ayağının altında yemyeşil bereketli otlar büyümüş. Ülke mutlu olmuş ve sonsuza kadar ayrılmamışlar.

The post Masal Oku: Hamamcının Kızı Masalı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/masal-oku-hamamcinin-kizi-masali.html/feed 0
Türk Masalları “BALIKÇI VE YEŞİM TAŞI” https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-balikci-ve-yesim-tasi.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-balikci-ve-yesim-tasi.html#respond Mon, 11 Nov 2019 09:41:21 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4652 Türk Masalları “BALIKÇI VE YEŞİM TAŞI” Masal; Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde… Babamın dokuz arısı vardı, dünyalar başına dardı. Sayar alırdı içeri, sayar çıkarırdı dışarı… Ben de göz kulak olurdum az çok. Bir gün baktım ki biri yok! Gayrı unuttum gazı tuzu; çıkardım kümesten çil horozu; boynuna geçirdim […]

The post Türk Masalları “BALIKÇI VE YEŞİM TAŞI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Türk Masalları “BALIKÇI VE YEŞİM TAŞI”

Masal; Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde; develer top oynarken eski hamam içinde… Babamın dokuz arısı vardı, dünyalar başına dardı. Sayar alırdı içeri, sayar çıkarırdı dışarı… Ben de göz kulak olurdum az çok.

Bir gün baktım ki biri yok! Gayrı unuttum gazı tuzu; çıkardım kümesten çil horozu; boynuna geçirdim başlığı, ne kayalığı düşündüm ne taşlığı; derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi sürdüm doludizgin; ben ondan üzgünüm, o benden bezgin… Ne ise yıldızları saya saya ulaştık bir gün güneşe aya! Bir de baktım ki ne göreyim! Bizim arı. Koşmuşlar çifte çubuğa, dayanır mı böyle boyunduruğa; boynu boğazı yaralar içinde kalmış. Açtım ağzımı, yumdum gözümü, söyledim adama son sözümü. İster maval deyin, ister masal…

Bir varmış, bir yokmuş; çok çok eski zamanlarda yaşlı bir adam ve karısı varmış. Onların da pek sevdikleri bir tanecik oğulları varmış. Bir gün vadeleri dolmuş, karıkoca bu dünyadan göçmüş. Yiğit oğulları tek başına kalmış. Sahip olduğu tek şey anne ve babasından kalan evi, yanındaki dürüst köpeği ve sadık kedisiymiş. Bunlar böylece balık avlayarak hayatlarını sürdürürlermiş. Delikanlı balığı avlar, köpek onu yarar, kedi temizler, delikanlı da onu yemek yaparmış.

Delikanlının evlenme çağı gelmiş çatmış. Komşuları olan kadına gidip, padişahın kızını almak istediğini söylemiş. Kadın:

-Bu işi kocama söylemelisin ki o padişaha elçi gitsin, demiş.

Delikanlı, komşu adama dileğini iletmiş. Adam:

Padişah kızını senin gibi bir yoksula vermez ki, demiş. Fakat delikanlının ricasını kıramayıp yine de padişaha elçi olarak gitmiş. Ancak sarayın önüne geldiği zaman cesaret edemeyip geri dönmüş. ‘

Geri dönünce delikanlıya saraya gidemediğini anlatmış. Delikanlı buna çok üzülmüş. Kedisini ve köpeğini alarak yollara düşmüş. Yolda giderken ateşin içine düşüp yanmakta olan bir yılan görmüş. Yılan:

Ey delikanlı, lütfen beni kurtar, bu iyiliğini karşılıksız bırakmam, demiş. Delikanlı da ateşi söndürerek yılanı kurtarmış. Yılan kendisini kurtaran bu delikanlıya bir yeşim taşı armağan etmiş.

-Bu taşı ağzına alıp uyu, ne düşünür ve ne istersen senin önüne gelecektir, demiş. Sürünerek çalıların arasında kaybolmuş.

Yürümekten yorgun düşen delikanlı oracıkta taşı dilinin altına koymuş ve uyumak için yatmış. Rüyasında kendi ayaklarının dibinden saraya doğru sütten bir ırmağın aktığını görmüş. Tam bu sırada uykusundan uyanmış. Bir de ne görsün! Gerçekten de yılanın söylediği gibi ayaklarının dibinden başlayan bir süt ırmağı sarayın kapılarına kadar akmıyor mu! Bu olay üzerine delikanlı, komşusundan tekrar saraya elçi olarak gitmesini istemiş. Adam da olanları görünce padişaha gitmeyi kabul etmiş ve olumlu bir cevapla geri dönmüş.

Böylece padişahın kızı ile balıkçı delikanlı, üç gün üç gece süren bir düğünle evlenmişler. Delikanlı yeşim taşı sayesinde çok zengin olmuş. Ama yine de kendi işinde çalışmaktan, balıkçılık yapmaktan hiç vazgeçmemiş.

Bu durum zamanla padişahın kızını rahatsız etmiş ve komşuları olan kadına gitmiş. Ona kocasını şikâyet etmiş Kadın:

-Kocana: “Eğer balıkçılık yapmayı bırakmazsan ve yeşim taşını bana vermezsen ben saraya, babamın yanına geri dönerim.” de. Eğer dediğini yapmazsa o kadar çok ağla ki artık senin ağlamalarına dayanamasın, diye iyice tembihlemiş.

Padişahın kızı, kadından aldığı akıl ile evinin yolunu tutmuş. Aynen kadının söylediği gibi yapmış. Kocası tehditleri ne kulak asmayınca da ağlamaya başlamış. O kadar çok ağlamış ki en sonunda delikanlı yeşim taşını kıza vermiş.

Fakat kız verdiği sözde durmayıp, taşı da alarak babasının sarayına geri dönmüş. Delikanlı. eski fakir hayatına geri dönmüş ve yine balıkçılık yapmaya başlamış. Ancak kedisi ve köpeği onu hiçbir zaman yalnız bırakmamış.

Sahiplerini çok seven kedi ve köpek, bir gün kendi aralarında konuşup anlaşmışlar. Saraya giderek yeşim taşını almaya karar vermişler. Bu düşüncelerini sahiplerine söylemişler, fakat delikanlı onları göndermek istememiş. Ama iki arkadaş sahiplerini dinlememiş ve saraya gitmişler. Yeşim taşını padişahın kızının odasından alıp kendi fakir balıkçı evlerine doğru giderken taşı dişlerinin arasında sımsıkı tutan köpek, tam bir ırmağın üzerinden geçerlerken bir tavşan görmüş. Havlayarak peşinden koşmak istediğinde ağzındaki taşı “cup” diye suya düşürmüş.

Üzgün bir şekilde sahiplerinin yanına dönmüşler. Kedi olan biten her şeyi sahibine anlatmış. Yiğit balıkçı:

-Bu kadar üzülmeyin, nasip değilmiş, demiş. Kedisi ve köpeğini de yanına alarak balığa gitmiş.

O gün ağına kocaman bir balık düşmüş. Köpek içini yardığı zaman, balığın karnında suya düşürdüğü yeşim taşını görünce çok mutlu olmuş.

O günden sonra bir daha hiç fakirlik yaşamayan delikanlı, kedisi ve köpeği ile hayatının sonuna kadar çok mutlu yaşamış.

Betül Şen

The post Türk Masalları “BALIKÇI VE YEŞİM TAŞI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-balikci-ve-yesim-tasi.html/feed 0
Türk Masalları – Yiğit Kız ve Pehlivan Delikanlı https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yigit-kiz-ve-pehlivan-delikanli.html https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yigit-kiz-ve-pehlivan-delikanli.html#respond Sun, 10 Nov 2019 15:18:05 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4633 Türk Masalları – Yiğit Kız ve Pehlivan Delikanlı Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cinler cirit atarken, eski hamam içinde. Üşüdüm üşüdüm, daldan armut düşürdüm. Armudumu yemişler, bana çirkin demişler. Çirkin değil güzelim, inci mercan dizerim. Bir varmış, bir yokmuş, çok uzun yıllar önce yüce bir dağın tepesinde korkunç bir mağara varmış. Bir gün anne […]

The post Türk Masalları – Yiğit Kız ve Pehlivan Delikanlı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Türk Masalları – Yiğit Kız ve Pehlivan Delikanlı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cinler cirit atarken, eski hamam içinde. Üşüdüm üşüdüm, daldan armut düşürdüm. Armudumu yemişler, bana çirkin demişler. Çirkin değil güzelim, inci mercan dizerim.

Bir varmış, bir yokmuş, çok uzun yıllar önce yüce bir dağın tepesinde korkunç bir mağara varmış. Bir gün anne ve babası öldükten sonra yetim kalan bir genç kız, evi barkı olmadığından bu korkunç mağarada yaşamaya başlamış. Bu kızın üzerindeki elbisesinden başka giyeceği yokmuş. Taşları kendine yastık ederek yatarmış. Fakirmiş ve kimsesizmiş; ama Ay diyormuş: “Ben güzelim.”, kız diyormuş: “Ben güzelim.” Güzelliği ve endamı yanında Ay sönük kalıyormuş.

Mağarada, kartalların ve şahinlerin pençelerinden düşen et parçalarını yiyerek hayatını sürdürüyormuş. Oduncular ve gezginler mağarada yaşayan kızı görmüşler. Fakat o korkunç mağarada bir insanın yaşayacağını düşünemediklerinden; “Mağarada peri kızı var,” diye korkup kaçarlarmış.

Bu mağaranın da yakınlarında, devasa bir ağaçta yaşayan bir ejderha varmış. Ejderha bir gün genç kızı görmüş ve ona aşık olmuş. Artık her sabah ve her akşam mağaranın kapısına gelerek kızın güzelliğini seyreder olmuş.

Bir süre sonra kendi gideceği zaman, mağaranın ağzını bir taşla kapatıyormuş. Kimseler açamasın diye de tılsımlıyormuş. Döndüğü zaman tılsımı altın boynuzu ile çözüyor, tekrar kızın güzelliğini seyre dalıyormuş. Akşam olduğu zaman yuvasına doğru uçarken kuyruğundan çıkan kıvılcımları ülke halkı görüyormuş. Ve gerçekten de çok korkuyorlarmış. Böylece aylar ve yıllar geçmiş. Bu ejderha padişahın kızının kulağına gitmiş.

Padişahın kızı:

– Her kim bu ejderhayı öldürürse o yiğide varacağım, diye haber salmış. Hiç kimse ejderhayı öldürecek cesareti kendinde bulamıyormuş. Böylece ejderha artık şehrin semalarında uçmaya başlamış.

Bu şehrin yakınlarında yaşayan yiğit bir genç varmış. Onun cesareti ve korkusuzluğu herkes tarafından biliniyormuş. Her gün dağlara çıkıp aslan avlıyormuş.

Bir gün padişah bu yiğidin ününü duymuş.

– Her gün dağlarda aslan avlayan pehlivan bir yiğit varmış, diyerek kendi adamlarına delikanlıyı çağırttırmış. Padişahın kızı da:

– Eğer bu ejderhayı avlarsan seninle evleneceğim, demiş. Delikanlı bu teklifi kabul etmiş ve ejderhanın yaşadığı mağaraya doğru yürümeye başlamış.

Yol yürümüş, bol yürümüş; dağın tepesinden eğilip bakmış ama ejderhanın yuvasının hangisi olduğunu bilememiş. Gün batıp etraf karanlık olunca, ejderha uçmaya başlayınca yuvasının neresi olduğunu anlamış.

Ejderha üzerine doğru uçarken bakmış ki kanatları sekiz metre. Bedeninden ve ağzından alev saçıyor. Heybetinden koca ağaçlar devriliyor. Pehlivan ejderhayı görünce şaşırmış, ayakları bir an için yalpalamış. Yere ayağını direyip sağlamca durduktan sonra gergedan boynuzundan yapılma yayını germiş. Ejderhanın tam alnına nişan alıp okunu fırlatmış. Ejderha uçmak istemiş ama uçamayıp olduğu yere düşmüş. Pehlivan, ejderhanın boynuzundan parça alıp heybesine koymuş. Biraz dinlendikten sonra da yüce bir dağın tepesine çıkıp oturmuş. Dağlarda gezerken padişahın kızına verdiği sözü unutmuş.

Aradan uzunca bir süre geçmiş. Delikanlı yine dağlarda avlanırken ejderhanın izlerinin olduğu bir mağara bulmuş. Kapısındaki taşları ne kadar uğraştıysa da çekememiş. Sonunda taşın üzerindeki: “Ben tılsımlı taşım, yüzlerce yiğit gelse yine de açılmam. Benim kilidim ejderhanın boynuzu.” yazısı gözüne ilişmiş.

Heybesindeki boynuzu çıkarmış ve taşa dokunmuş ve taş bir anda ardına kadar açılmış. Mağaradaki genç kızı gören pehlivan, görür görmez ona âşık olmuş. Birbirlerine gönül veren iki genç evlenmiş ve birlikte mağarada yaşamaya başlamışlar.

Ejderha öldükten sonra halkın korkusu kalmadığı için şehirde hoşnut bir şekilde yaşıyorlarmış. Padişahın kızı ise ejderhayı öldüren pehlivan gelmeyince, onun dağlarda bir yerlerde öldüğüne kanaat getirmiş. Vezirin oğlu ile evlenmiş.

Aylar yıllar geçmiş. Bir gün padişah: “Pehlivan, ejderhayı öldürdü. mağarada ay parçası gibi güzel olan kız ile evlendi. Onun için dönmedi.” diye duymuş. Mağaradaki kızın güzelliğinin ünü dilden dile dolaşır olmuş. Padişah da mağaradaki kızı görüp kendi kızını unutan bu pehlivana çok kızmış.

Hemen emir vererek askerlerini toplamış ve pehlivanı bulmak üzere dağa doğru yola çıkmış. Üç gün sonra mağaraya ulaşmış. Bu sırada konuşulanları duyan pehlivan, dağın zirvesine çıkıp padişahı ve ordusunu bekliyormuş. Onları görünce tepeden kocaman bir taş yuvarlamış. Tabii dev kaya aşağıya doğru düşerken diğer kaya parçalarını da koparmış. Böylece padişahın ordusundaki askerler taşları görünce korkup geri dönmüşler. Pehlivan ise mağaraya dönüp hanımı ile mutlu bir hayat yaşamaya devam etmiş.

Bu olay padişahın kendi ülkesinde duyulmuş. Halk, padişahlarına olan güvenlerini kaybetmişler. Her gün yüzlerce insan mağaraya giderek pehlivanı ve karısını ziyaret etmeye başlamış. Pehlivan ise mağarada yaşadığı için “Gelen misafirlerimi güzel ağırlayamıyorum.” diye üzülüyormuş.

Bu sabah, yiğit pehlivan uykudan uyandığı sırada mağaranın diğer köşesinden içeriye bir ışık huzmesinin sızdığını fark etmiş. Gidip ışık gelen yeri genişleterek içeriye doğru bakmış. Gördükleri karşısında çok şaşırmış. Çünkü içeride yemyeşil bahçesi ve bağları olan, ortasında köşklerin ve sarayların olduğu, çeşit çeşit ağaçlarla bezeli bir yer varmış. Camdan havuzların etraflarında hizmetçiler yemekler hazırlıyorlarmış.

Pehlivan, karısını da alarak bahçeye girmiş. Hizmetçiler  kendilerini büyük bir hürmetle karşılamışlar. O günden sonra karı koca bu güzel yerde misafirlerini gönüllerince ağırlayarak yaşamışlar. Meğerse bu yer genç kızın çok acı çektiği o günlerde gözlerinden akan yaşların bir mükâfatıymış.

Betül Şen

The post Türk Masalları – Yiğit Kız ve Pehlivan Delikanlı appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/masal-2/turk-masallari-yigit-kiz-ve-pehlivan-delikanli.html/feed 0