Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Duygusal Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/duygusal-hikayeler Hikaye Çeşitleri Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Duygusal Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/duygusal-hikayeler 32 32 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9308 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı. Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir […]

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin”

Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum, üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp, sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken yüzüm onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. Sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum.

Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi…

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı. Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar, yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan ibaret çamaşırımı yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri, eve gelince onun hala işini bitirmemiş olduğunu gördüm. Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen iplere seriyordu. Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları, entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın kendi çamaşırlarını da benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme oldu. Canım sıkıldı. Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime:

Herhalde aralarında anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk çıkardım. Biraz tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim. Odama girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereliydi? Birdenbire bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım. Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle, çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç… Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi’nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var…- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya… Hasta… Çok hasta…-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu. Sokağın kirli karlarını süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi
acıttı. Soğuk, merakımı yenmek üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde bir maksadı olacaktı. Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım hisler belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını, belki de beni utandıracağını tahmin eder gibiydim.

Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil, fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı. Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu. İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi… Yıkatacak çamaşırın yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum. Onun için kadının bu sualine dikkat bile etmeden -yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını döndü, ben kapıyı kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı. Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş  ayazda belki saatlerce beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime:

-Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:

-Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan…

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan uyuyakalmışım…

Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini  söyledim. -Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç parçadan ibaret çamaşırları kapının arkasına yığdım. Madam:

-Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım, lazım…- diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı.

-Gelir elbette!- diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli, lazım oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin
yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim.

Bir adam boyunu pek aşmayan alçak evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak, gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum. Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı. Ara sıra sıska bir köpek yolun bir kenarından öbür kenarına geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor, gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı. Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince, teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:

-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti.

Aynı homurtulu sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi kendine söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede kimsenin kimseyi gördüğü yok ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki evin kapısını yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim. İyice akşam olmuş, ufukta ay yükselmeye başlamıştı. Biraz ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir şey görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına parmağımla vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar kapıya döndüm. Biraz sonra taşların üzerinde çıplak ayak sesleri duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu.

Çıplak ayakları, benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık düşüyordu.

Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik. Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim titreme, sesini tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti. -Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir:

Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça: Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl danışayım… Vah kızım vah…-

Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.
Sabahattin Ali – 1939

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, ağlatan hikayeler, acı hikayeler, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali Hikayeleri, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü, düşündüren hikayeler, düşündüren öyküler, 

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html#respond Wed, 22 Nov 2023 16:59:07 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9269 Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen”

Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp uzaklara bakması yok mu; bedenini terk edip uçar giderdi uzaklara, derinlere, deryalara…

Çocukluğunun, çıplak ayak dolaştığı sahillerinde gezdiren yağmur damlalarının serinliğini zil sesi araladı. Tekrar sınıfına yöneldi. Haylazlarının, huysuzlarının yanına. Hattâ baş belâsı bile diyen olmuştu onlara fakat Ali Öğretmen hiç yakıştıramadı bu kaba sözü ne dudaklarına, ne de onlara.

Bu okula geleli daha üç ay olmuştu fakat arkadaşlarının gözünde üç yıllık işi sığdırmıştı bu zamana. Herkesin illallah edip ayaklarının geri geri gittiği bu sınıf, nasıl olup da gül bahçesine dönüvermişti. Herkes önce Ali öğretmenin disiplininden, onları nasıl dize getirdiğinden, nasıl muma çevirdiğinden bahsetti. Fakat Ali Öğretmen sesi soluğu çıkmayan, hattâ pek çok önemli hâdiseye tepki göstermeyen bir garip âdemoğlu. Sakin ve ağırbaşlı… Olmaz dediler biraz daha tanıyınca. Bu işte başka bir iş vardı. “Bu canavarlara elini veren kolunu kaptırır.” diyordu tecrübeli demirbaşların ileri gelenlerinden Ayşe Hanım. Haklıydı da. Bu güne kadar hep böyle olmuştu. Gerçekten herkes bu sınıfı adam etmek için çok çaba sarf etmişti lakin kimse muvaffak olamamıştı. Üstelik bütün öğretmenler hem başarılı hem de fedakâr insanlardı. Fakat ne nasihat tesir ediyordu afacanlara, ne de iltifat. 

Cam, çerçeve indirmedikleri mi kalmıştı, okulun büyük öğrencilerini aralarına alıp dövmedikleri mi? Minikler bahçede top oynayamaz, büyükler yalnız dolaşamaz olmuşlardı okulda. Ayşe Hanım’ın bu kızgınlığı da kendi sınıfının kitaplığı için biriktirdiği paranın bunlardan birkaçı tarafından iç edilmesinden kalmaydı. Onca iyi niyet, onca merhamet… Sanki kalkanlarını geriyorlardı kalplerinin üzerine ta iyilik içlerine sızmasın diye. Bir de veli toplantıları vardı… Evlere şenlik, veli mi daha dertli yoksa öğretmen mi bilinmezdi. Herkes içini döküyordu birbirine, diğerini dinlemeden. Ve o karmaşa yumağından süzülen tek söz, çaresizce “Ne yapabiliriz?” oluyordu her seferinde. Her defasında stratejiler çiziliyor, programlar yapılıyordu ama nafile. Ayşe Hanım’ın deyişiyle sanki bağışıklıkları vardı hepsinin her türlü tedbire karşı. 

Sürekli mevzu bahis olduğu hâlde hiç özel bir şey söylemedi Ali Öğretmen. Herkesin bildiği şeyleri yapıyordu. Kendi de zembille inmiş bir adam sayılmazdı. Kulaktan kulağa dolaştı namı, okulun duvarlarını da aştı. Duydukça sıkıldı, sıkıldıkça içine kapandı Ali Öğretmen. Artık zarurî hâller dışında kimseyle konuşmaz olmuştu. Ama arkadaşları kadirşinastı. Allah’tan hiç çekemeyeni olmadı. Hep sena, hep takdir; hem yüzüne, hem gıyabında… Ama ağır gelirdi insanlara kendine biçilen rolleri oynamak. Ona da ağır geldi. Odaya girmez oldu. Kendini, zaten çok sevdiği yalnızlığıyla baş başa bıraktı. Fakat anlayamadı ki böylesinin daha dikkat çekici olduğunu. Kendini üstün görmenin alameti sayılacağını. Anlamadı ve öyle de oldu, öyle zannedildi. Ben kaçarsam merak dinecek mi zannetti bilinmez ama dinmedi, katlanarak arttı.

“Artık çocuklar uslu, çocuklar zeki, çocuklar yetenekli. Büyü gibi bir şey mi yaptın Ali Öğretmen. Nerede sihirli değneğin?” 

Ayşe Öğretmen başkanlığında gizli bir komisyon kuruldu kantinin kuytu köşelerinde. Her şeyi takip edilecek, her hareketi izlenecek, bu işin sırrı çözülecekti. Kötü niyetten değil, sırf meraktan. Merak ne kuvvetli bir müşevvikti öyle. “Merak adamı mezara, deveyi kazana sokar.” diye boşuna dememişti eskiler.

Gizli takip başladı. Hattâ epeyce de çizmeyi aştılar. Sınıfına gizli kamera, öğrencilerine ufak sorgular, aile hayatı, komşuları derken adamın bütün çamaşırlarını Çarşamba pazarı gibi serdiler meydana. Vay domatesin hormonsuzunu aldı, yok buna selâm verdi de öbürüne kafa salladı… Aşağı çektiler, yukarı vurdular ama elle tutulur bir sebep bulamadılar. Adam gibi adamdı işte. Bir farkı yoktu. Ali Öğretmen de anladı hâllerini. Merak onları yiyip bitirecekti; onlar da Ali Öğretmen’i. O da bilmiyordu onlara ne vermesi gerektiğini. Bu dağ gibi merakı doyurup tatmin edecek cevap yoktu ki elinde. “Vallahi bilsem söyleyeceğim!” diyordu içinden, ama yok… Ne dese sönük kalacaktı. Onların aradığı o sihirli adamı bulamadı içinde. Önceki okulunda da böyle olmuştu. Ayının sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş ya, o ne kadar kendi hâlinde olmayı severse, sanki o kadar olayların göbeğine oturtuyorlardı. Hiç sevmezdi dikkat çekmeyi, hattâ kırmızı bile giymezdi göze batmasın diye ama sevmediği de başından hiç eksik olmazdı.

Bir gün Murat’ı çağırdı Ayşe öğretmen. Murat ki sabıka dosyası dolu… En son okulun toplarını mahallede satarken enselenmiş, yakalanınca hepsini bıçakla tek tek patlatıp kimseye yar etmemişti. Bir dönem okulun arka yanındaki çalılıkta üst sınıflara tek sigara pazarlar olmuştu. Hattâ pazarı o kadar genişletmiş ki Deniz Efendi çalılıkta yangın çıktı diye ortalığı velveleye vermişti. Deniz Efendi suyu basınca üzerlerine hepsi sucuk gibi çıktılar ormanlıktan, tek ıslanmayan murat olmuştu. Üzeri kuru olduğundan aleyhine delil bulunamayarak beraat etmişti. İşte bu Murat, şimdinin 18 Mart şiir yarışması ikincisi, Yeşilay kolu başkanı olan Murat. 

Ayşe Hanım Murat’a sordu: 

— Ne yapıyor Ali Öğretmen, ne söylüyor da sen bu kadar değiştin.

— Bilmem öyle ilginç şeyler söylemez. Herkesin dediği şeyler işte. Zaten bildiğimiz şeyler. 

— Tamam da evlâdım seni değiştirdiğinin farkındasın değil mi? Ben buna ne sebep oldu onu merak ediyorum.

— Anladım da niye Ali Öğretmen’e bağlıyorsunuz. Ben her şeyi kendi isteğimle yapıyorum. Kimse bana karışmıyor ki.

Ayşe Öğretmen bu kesin yalan söylüyor, diye düşündü. Yüzünün şekli değişti ve birden bire “Hepinizi tembihledi değil mi?” diye çıkışıverdi çocuğa. İş büyümeden hemen diğer öğretmenler Murat’ın gönlünü alıp başını okşayarak dışarı saldılar. Ayşe Hanım, aşırı tepki vermişti ama artık kendini kontrol edemiyordu. Bu olaydan sonra bazıları işin peşini bıraktı fakat Ayşe Öğretmen komutasındaki bir grupta bu durum bir saplantı hâlini almaya başlamıştı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı bu sıkı takibe rağmen günden güne iyiye giden bu sınıfta neler olduğu bir türlü keşif edilemiyordu.

Ağaçların yeniden tomurcuk açtığı, kelebeklerin görücüye çıktığı vakitlerde yine âdetleri olduğu üzere müfettişler okulu ziyaret ediyorlardı. Bütün öğretmenlerde tatlı bir telâş her seneki gibi… Dışarıya hissettirilmemesi gereken garip bir heyecan… Ama endişe değil hele korku hiç değil sadece başkası tarafından gözlenecek ve izlenecek olmanın heyecanı. Her atılan adım her söylenilen söz bir anlam taşıyacaktı müfettişlerin gözünde. Dilsiz değildi ya bu adamlar, elbette konuşacaklardı ve elbetteki teftişe geldikleri öğretmenleri konuşacaklar, davranışlardan bir sonuç çıkaracaklardı. Ya Ali Öğretmen? Gariban zaten dört aydır teftişteydi, bu hâl onu teftişin heyecanını yaşamaktan bile mahrum bırakmıştı.

Plânı, programı, bütün evrakları tamamdı Ali Öğretmen’in. Çocuklar da iyi sayılırdı. Hiç olmazsa yüzünü kara çıkarmayacak kadar, daha ne olsun bundan iyisi can sağlığı. Müfettiş Osman Bey dördüncü saat Ali Öğretmen’in dersini teftiş edecekti. Bütün öğretmenler dikkat kesilmiş yılın en büyük olayını gizli kameranın merkezinin bulunduğu Ayşe Öğretmen’in sınıfında pür dikkat olacakları izliyorlardı. Ders trafikti, işleniş, anlatım, öğrenciler, plânlar her şey mükemmel giderken Osman Bey, Ali Öğretmen’e “Emniyet kemerini de bu konuya bağlantılı olarak anlattınız değil mi?” diye sordu.

Ali Öğretmen:

—  Hayır anlatamadım.

— Olsun, bir dahaki derste değinirsiniz o zaman.

— Hayır değinemem.

— Ne demek yani?

Diyaloglar ilginçleşmeye başlamıştı. Millî maç heyecanıyla izlenen teftiş görüntüleri beklenmedik bir olaya şahitlik yapıyordu. Kısa boylu ve biraz da tombul olan Ayşe Hanım yerinden doğrulup heyecandan âdeta monitöre yapışmıştı. Kimi öndekini kazağından çekeliyor, kimi kafasını aralardan sokup bakmaya çalışıyor… Göremeyenler homur, homur.. Öyle bir manzara ki tarifinden kalem aciz… Heyecan son haddinde…

— Kusura bakmayın ama hocam daha vakti gelmedi.

Genelde sakin tavırlarıyla bilinen Osman Bey celâllenmişti.

— Ne demek vakti gelmedi? Programa göre iki ay önce işlenmiş olması gerekiyor. Ne bekliyorsunuz, karne verirken mi anlatacaksınız!

Ali hoca biraz utanarak biraz sıkılarak anlatmaya başladı:

— Yalan nedir bilir misiniz?

— Bilirim de ne alâka?

— Ben hiçbir zaman kendim bizzat yapmadığım ve yaşamadığım bir şeyi insanlara yapın diyemedim. Demek istediğimde hep kendimi yalan söylüyormuş gibi hissettim. Nefesim daraldı, yüzüm kızardı, sesim çatallaştı. Sizin sorduğunuz meseleye gelince… Aslında uzun zamandır çocuklara takın diyebilmek için kendi aracımda özellikle takıyordum. Fakat birden öğretmen servisinde takmadığımı fark ettim. Bu da benim elimi dilimi bağladı. Şimdi bir aydır orada da takıyorum kırk gün dolsun söz onlara da anlatacağım.

Ayşe Hanım monitörü kapattı. Yaptığından dört ay sonra utanmıştı. Hepsi birbirine bakakaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir şey söylemeden dağıldılar. Gün sonunda ufak bir toplantıyla teftişin sona ereceği duyuruldu. Herkes öğretmenler odasında yerini aldı. Konuşmayı Osman Bey yapacaktı, fakat O Ali Bey’e gülümseyerek “Biz de buraya kemer takmadan gelmişiz, öyleyse daha konuşmamızın vakti gelmemiş.” dedi ve sözü Ali Öğretmene bıraktı. Ali Öğretmen şaşırdı, yutkundu, kaçmaya bile yeltendi ama nafile, top kendisinde kalmıştı. Mecburen başladı konuşmaya. Utancından kimsenin yüzüne bakmadan tavanın flüoresanlarına gözlerini dikti ve konuşmaya başladı: 

— Benim bu meslekte öğrendiğim iki cümle var: Birincisi “Ben öğretmenliği çiçek yetiştirmek gibi görüyorum. Eğer büyümesini istiyorsanız sadece toprağıyla uğraşın dalını yaprağını çekelemek onu büyütmez, yalnızca hırpalar.” İkincisi: “Eğer aynadaki görüntüyü beğenmiyorsanız, üstünüze çekidüzen verirsiniz. Aynayı eğip bükmek çare olmaz, sonra kırılır elinizi de parçalar.” 

Ve devam etti: 

— O çocukların yeşerdiği toprak benim, o aynadaki gölgenin aslı da benim. Kaç aydır merak ettiniz, bu adam ne yapıyor, bu çocukları nasıl yetiştiriyor diye. Ben hiçbir zaman insanları düzelteyim veya yetiştireyim diye uğraşmadım. Hep kendimle uğraştım, kendimi düzeltmeye gayret ettim. O yüzden de bir sırrım veya size söyleyeceğim özel bir yöntemim yok. Sizden tek istediğim bundan böyle beni bana bırakın. Artık size göre değil, kendime göre yaşamak istiyorum!

Ali Öğretmen başını tavandan indirdiğinde gözleri yaşla dolmuş bir oda dolusu öğretmenin gıpta dolu alkışlarıyla karşılaştı. Dayanamadı, arkasını dönerek hemen oradan uzaklaştı. Koşarken koridorda ağlamaklı ince bir haykırış bıraktı:  “Beni bana bırakın demedim mi?”

Emrah Bilge Merdivan 

YAĞMUR DERGİSİ

hikaye, hikaye oku, düşündüren hikayeler, eğiten hikayeler, eğitici hikayeleri düşündürücü hikayeler, ders veren hikayeler, ibretlik hikayeler, öykü, eğitici öyküler, okul, öğretmen, ders, eğitim, Ali öğretmen,

The post Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html/feed 0
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html#respond Sat, 28 Oct 2023 17:59:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9241 Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle, Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır. Çocuk olduğum yılları düşündüğümde […]

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar” 

Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle,

Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır.

Çocuk olduğum yılları düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Hangi yıllar mı?…

SMS’in, MMS’in olmadığı, pulların yalanarak zarf arkalarına yapıştırıldığı yıllardan bahsediyorum. Dükkân önlerine duvarlar boyu sıralanan “tebrik kartları” nın büyük bir zevkle, gönderilecek kişiye göre seçildiği yıllardan yani… Başkalarının senin adına hazırlamadığı, seninde internetten kopyala-yapıştır yöntemiyle çoğaltarak aynı mesajı tüm tanıdıklarına göndermediğin yıllardı. Tebrik kartını seçmekte bir emekti o yıllarda, arkasına kendi mesajını yazmak ta…

Daha aileler çekirdekleşmemişti o yıllarda. Üst kattaki komşu da, çocukların gürültüsünden şikayetçi değildi. Tüketim ekonomisi bu günkü gibi pompalanmıyordu.

Oyunlarımızda bugünden farklıydı, oyuncaklarımız da… Her yönüyle farklıydı o yıllar. İletişim araçları bu günkü gibi ne gelişmişti, ne de bu kadar yaygındı. Artistlerin silikonları patlamıyordu o yıllarda. Bizi de ilgilendirmiyordu zaten. Şimdiki gibi darbe planlarından değil, eğer yapılırsa darbelerden haberimiz oluyordu.

En fazla altı pilli radyonun beş on evde bulunabildiği yıllardı. O da ajansları dinlemek için. Birde “arkası yarın” programları beklenirdi gençler tarafından merakla. Dinleme işi bittikten sonra pili çıkarılırdı bitmesin diye. Zayıflayan piller ayazda bırakılırdı tekrar dolsun diye. Dinlenen sanatçılar herkesin hayalinde farklı canlanırdı. Müzik taş plaklardan dinlenirdi bulabilenler tarafından.

İnsanların vadesiyle öldüğü yıllardı. Trafikte bu kadar yoğun değildi, trafik kazaları da… Ve kazalarda ölenlerde… Ölenler için kalp krizi, beyin kanaması, kanser vb. ölüm sebeplerinin yerine “vadesi yetti” deniliyordu sıklıkla. Kaderin ve kadere inanmanın hakim olduğu yıllardı. Ne doğum kontrolü için bu kadar para harcanıyordu, ne de doğum yapmak için. “Tüp Bebek” (suni tohumlama) bilinmiyordu daha. Her şey Allah’ın takdiriydi. Sünnetçilerin “Fenni” olduğu yıllardı.

Gıdaların genetiği değiştirilmemişti daha. Herkesin kendi gıdasını ürettiği yıllardı. Herkesin az-çok tarlası vardı mevsimine göre bitkiler yetiştirdiği. Tarlalar ya atla ya da öküzle sürülürdü. Kara saban kullanılırdı yani. Tarlalar da günümüzdeki gibi hor kullanılmazdı. Nadasın hakim olduğu yıllardı. Toprağın bile dinlenmeye bırakıldığı zamanlardı bu günün aksine. Ardıç kütüğünden yapılan tapanlar ağırlaşsın diye çocuklar bindirilirdi genellikle. Daha güneş doğmadan gidilen tarlalarda hep birlikte çalışılırdı. Anne ve çocukların getirdiği “kuşluk yemeği” (kahvaltı) yenirdi zevkle. Hiçbir şeyin hilesi hurdası yoktu o yıllarda. Ata-dede usulü yapılırdı her şey. Kendi yiyeceğine hile katmazdı kimse. Suni gübreler bilinmiyordu. Dört çeker traktörlerle yarılmamıştı toprağın bağrı daha. İşler ilkelce yapılıyordu belki ama; toprak daha verimli, ürünler daha bereketliydi. Aç gözlü değildi insanlar. Aza kanaat edilen yıllardı.

Ekin denirdi tarladaki buğdaya. Orak ya da tırpanla biçilirdi o yıllarda. Tarlanın büyüklüğüne göre üç-dört günde biçilirdi komşuların yardımıyla. Erkekler biçer, kadınlar deste eder, çocuklarsa su taşırdı çalışanlara. Deste edilen ekinler öküzlerin çektiği kağnılara “anadut”larla yüklenerek harman yerine getirilirdi. Motorlu araç sesleri yerine kağnı gıcırtıları vardı o yıllarda. “Meses” denirdi öküzleri sürmek için kullanılan uzun sopaya. Ucunda “sakıt” denilen ucu sivri demirler olurdu genellikle. Öküzler yorulunca kağnılara “dayak” atılırdı durdurulup öküzler dinlensin diye. Harman yerine getirilen ekinler üst üste yığılarak büyük harmanlar yapılırdı. Yağmur yağdığında üzeri örtülür dindiğinde açılırdı. Harman yerinde yüzlerce komşu harmanı bulunurdu. Köyün hepsi harman yerinde olurdu o mevsimde. “Döven” ya da “gem” denilen el yapımı araçları öküzler çekerdi harmanı sürmek için. Geme binmek büyük bir zevk olurdu biz çocuklar için. Gem sürme işi bittiğinde dövülen saplar toplanırdı “yaba” denilen parmaklı küreklerle. “Cec küreği” denilen tahta kürekler kullanılırdı sonra. Harman savurmak için rüzgâr beklenirdi günlerce. Bu iş için en müsait zaman sabahın erken saatleri ve akşamın alacası olurdu genellikle. Diğer vakitlerde rüzgâr pek olmadığından harman başı sohbetleri yapılırdı herkesin katıldığı. Yemekler orda yenir, çaylar orda içilir, yataklar orda serilirdi. Ateşler yakılıp buğday ve nohut kavrulurdu çerez niyetine.

Harman savurma işiyle sap samandan ayrıldığında “silme” denilen ölçü aracıyla buğdaylar ölçülerek “yayma” denilen adam boyu kıl çuvallara doldurulurdu el yapımı. Altı yedi kişiyle zor yüklenirdi kağnılara bu çuvallar. Eve gelen buğdayları kadınlar günlerce elerdi “gözer, sarat, kalbur” denilen eleme araçları ile. Unluk buğdaylar ayrı “yayma” lara doldurulurdu değirmene götürülmek üzere. Bulgurluklar kazanlarda kaynatılır, kurutulur ve seçilirdi değirmen öncesi. Değirmen işi de günlerce sürerdi. Öbek öbek yaymalar olurdu değirmende sıra bekleyen. Değirmen sonrası tekrar eve dönüş başlardı gıcırdayan kağnılar eşliğinde. Damda veya bahçede serilirdi getirilen bulgurlar kurusun diye. Bu arada tavuğu, kargası, serçesi; her türden börtü böceği nasibini alırdı bu ürünlerden. Savrularak kepek bulgurdan ayrılırdı önce hayvan yemi olarak. Kuruyan bulgurlar için tekrar bir eleme faslı başlardı sonra. “Setik” denilen küçük bulgurlar köftelik olarak bir kenarda yerini aldıktan sonra bulgurlar “yaymalanır” dı ardından. İhtiyaç fazlası buğdaylar oda büyüklüğündeki, tahtadan göz göz yapılmış ambarlara konurdu daha sonra kullanılmak üzere.

Kilere “himlik” dendiği yıllardı. Himlikte sıra sıra yaymalar yerini alırdı kışın kullanılmak üzere. Un, bulgur, nohut, fasulye; beş on komşunun günlerce yaptığı leğenlerce yufka ekmek… Ekmek demişken, “çarşı ekmeği” ya da “somun” denirdi fırın ekmeklerine. Bin de bir girerdi sofralara o yıllarda. Lahmacunun yufka ekmeğe sarılıp yenildiği yıllardı vesselam.

İnsan eli fazla değdiğinden mi? Yoksa bunca çalışmaya sevgisini, birliğini, beraberliğini kattığından mıdır bilinmez, tadı-lezzeti bir başka olurdu yiyeceklerin. Kışlık yiyecekleri hazır olmanın huzuru ile diğer işlerine devam ederdi insanlar. Hayatı yakalamak, güne yetişmek gibi kaygıları yoktu insanların. Hayatı yaşamaktı gayeleri. Şimdiki gibi hayat onları yaşamazdı.

Her işte birlikte olmak, birlikte yapmak anlayışı hakimdi bu günkü bölünmüşlüğün aksine. Tarım ürünlerinde hal böyle iken, hayvan ürünleri ve kışlık yakacağın hazırlanışı da farklı değildi bir başka yazının konusu olarak.

Bu pencereden bakıldığında çocukluğumu, çocuk olduğum yılları özlüyorum netice olarak…

Mehmet Akif Önder

 

hikaye, hikaye oku, hikayeler, kısa hikayeler, öykü, hikayelerimizden,  geçmişe özlem, öykü, çocukluk yılları, kısa hikayeler, kısa öyküler, 

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html/feed 0
Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html#respond Sun, 24 Sep 2023 13:58:13 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9181 Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” Uyanır uyanmaz yatağımın üzerindeki kalorifer borusuna 2 defa tıklattım. Birkaç saniye sonra beklediğim ses geldi. Bu benim ailemle aramızdaki iletişim metodumuzdu. Borulardan gelen sesi duyunca derin bir nefes aldım, bu ses beni o kadar çok mutlu ediyordu ki anlatamam. Bir iki dakika geçmeden o benim dünyalar tatlısı annem kapıyı […]

The post Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile”

Uyanır uyanmaz yatağımın üzerindeki kalorifer borusuna 2 defa tıklattım. Birkaç saniye sonra beklediğim ses geldi. Bu benim ailemle aramızdaki iletişim metodumuzdu. Borulardan gelen sesi duyunca derin bir nefes aldım, bu ses beni o kadar çok mutlu ediyordu ki anlatamam. Bir iki dakika geçmeden o benim dünyalar tatlısı annem kapıyı açarak odama geldi. Her zamanki güler yüzü ile “günaydın benim büyük yazarım” diyerek yanıma oturdu. “Bugün nasılsın rahat uyudun mu?” diye sorarken bir yandan da yüzümü okşuyordu. Ufacık bir çocuk sanmayın sakın, tam 21 yaşındayım ama hala annemin gözünde ufacık bir çocuğum. Ben bildim bileli annem beni sabahları bu şekilde karşılar. Ardından yatağımı toplar, sonra da o sabahları benim için hazırladığı mükemmel sofrasında beraberce kahvaltımızı yaparız. Ona hayranlığım hiçbir zaman azalmadı çünkü o benim her şeyimdi. Her şeyim derken gerçekten de öyle.

1999 da ki büyük deprem de sol kolumu kaybetmiş ve ayaklarımı da kullanamaz olmuştum. “Babam yine erken çıkmış herhalde” dedim. “Evet” diye cevap verdi benim güzel annem, “biliyorsun büyük güne az kaldı. O yüzden artık çok daha fazla çalışması gerekiyor.” Babam sabahları erkenden çıkıyor mesaisine başlıyor, daha sonra da mesaisi biter bitmez gece yarılarına kadar bulduğu ek işleri yapıyordu. “Anne neden birkaç sene daha beklemiyoruz ki, böyle kendini çok yıpratıyor ve ben buna çok üzülüyorum” dedim. Ama o muhteşem kadın, “olur mu hiç öyle şey” dedi. “Sen bir an evvel iyileşeceksin ve yürüyeceksin, o zaman hepimiz daha mutlu olacağız” dedi. Evet, annemin büyük gün dediği benim ameliyat günümdü. Babamın uzun araştırmaları sonucu, benim bacaklarımı kullanabilmem için gerekli ameliyatı yapacak doktoru bulmuştu. Doktorla anlaşmış ve beni ameliyat ettireceklerdi. Ancak bu ameliyat için istenilen para bizim için çok büyük olduğundan babam yaklaşık üç senedir aynı şekilde çalışmaya devam ediyordu. Hatta bazen eve bile gelmediği oluyordu. Annemle sürekli birlikteliğimizden olsa gerek ona “benim meleğim” diyordum ama babam da benim idolümdü. O muhteşem yürekli bir insandı. Ne anneme nede bana hayatımız boyunca hiçbir eksiği hissettirmemeye çalışıyordu. Ben o kadar şanslı birisiydim ki Rabbim bana böyle bir aile vermişti. Biliyorum tek kolum yoktu, bacaklarımı kullanamıyordum ama bunun yerine Rabbim bana 4 tane fazladan kol ve 4 tane fazladan bacak vermişti. Ayrıca beni seven ve hiçbir zaman eksikliklerimi hissettirmeyen 2 de kalp vardı. Bu fazladan kollarım ve bacaklarım Annem ve Babamdı. Bazen ameliyat olacağım düşüncesi beni korkutuyordu. “Eğer iyi olursam ailemin tutumu ve bana karşı davranışları değişir mi?” diye. Ama düşünceli ailem her zaman benim ne hissettiğimi bilir ve beni en iyi şekilde teskin ederlerdi. Ameliyatım İstanbul’daki özel bir hastanede yapılacaktı ve yaklaşık bir ay kalmıştı. Bu yüzden bu büyük şehirdeki halamın yanına gidecektik, hafta sonu. Orada ameliyatı bekleyecektik. Halamı çok severdim, oda çok neşeli bir insandı. Bu kadar erken gitmemizin sebebi olarak benim onunla daha çok vakit geçirmem diyorlardı. Babam bizi götürdü ve işleri dolayısıyla geri döndü. Ameliyat günü gelecek ve evimize hep beraber mutlu bir şekilde yürüyerek geri dönecektik.

Büyük gün geldi ve ameliyatım gerçekten başarılı olmuştu. Yaklaşık bir aylık bir fizik tedavi ile de artık yürüyebiliyordum. O kadar mutluydum ki bir an evvel evimize yürüyerek gitmek ve o güzel evimize kendi ayaklarımın üzerine basarak girmek istiyordum. Ancak geri döndüğümüzde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü babam ameliyat için gerekli parayı tamamlayamamış ve evimizi satmak zorunda kalmıştı. Meğer o bir ay erken gitmemizin sebebi aslında o sırada evimizi satmak ve yeni bir yer bulabilmekmiş. Üzülmemem için bunu benden saklamışlardı. Artık köhne bir evde, hem de kiracı olarak yaşayacaktık. Bütün bunlar benim yüzümden olmuştu. Ama onlar buna sanki hiç üzülmemiş gibi davranıyorlardı. Onların bu büyük fedakârlıkları beni çok etkilemişti. Bana olan sevgilerinden dolayı artık yürüyebilmemin mutluluğunu yaşıyorlardı ve bana da bu büyük sıkıntıyı belli ettirmemeye çalışıyorlardı.

Bir an evvel artık bende aileme katkı amaçlı çalışmak istiyordum, ancak iş bulmak gerçekten zordu. Fakat bir gün hiç beklemediğimiz biranda postacı kapımızı çaldı ve bir zarf verdi. Zarf, evde boş oturduğum zamanda yazmış olduğum “Mutluluk Nerede?” isimli kitabı yolladığım yayın evinden geliyordu. Kitabımı çok beğenmişler ve basmak istiyorlardı. Kısa zamanda anlaşma sağladık ve kitabım basıldı. Elbette ki bu kitabı aileme borçluydum. Anlaşmamız kitabı beğenmelerine rağmen yayın evinin kitabımın satıp satmama şüphesi nedeni ile satış rakamı üzerinden yüzde usulü ile olmuştu. Ancak gerçekten kitabım çok tutuldu ve bu benim için çok büyük bir kazanç oldu. Çok kazanan,  ünlü biri olmuştum.

Artık başka yayın evlerinden de yeni kitaplar yazmam için teklifler geliyordu. En çok satanlar listesinin başında olmam sebebi ile TV’lere bile çıkıyordum. Yine bir iş görüşmesinden eve dönerken yolumu birisi kesti ve çok önemli bir konuda görüşmek istediğini söyledi. Yakınlardaki bir kafeye oturduk. Daha sonra, beni yazdığım kitaplar sayesinde bulduğunu söyledi. Sözde yıllardır beni arıyormuş. Kafe de oturup konuştuğum adam, hayatımın o en acı gününü yaşattı bana. Benim akrabam olduğunu söyledi. Sözde benim amcammış, tabi buna inanmadım ama onu dinledim. Bana 1999 depreminde evimin yıkıldığı sırada ailemin öldüğünü, kendisinin beni aradığını ama bulamadığını söyledi. Şu anda ailem olarak bildiğim kişilerin ise aslında ailem olmadığından hatta akrabam bile olmadığından bahsetti. Onların beni habersiz bir şekilde, oradan kaçırdıklarını söyledi. Ama artık beni bulduğunu ve oraya geri dönmemem gerektiğini söyledi. Anlatırken öyle içten ve ağlayarak anlatıyordu ki ona inanmadım desem yalan olurdu. Hatta bana o zamana ait bir gazete kupüründen çıkmış bir haber bile getirmişti yanında. O haberde benimde içinde bulunduğum bir resim vardı. Resmin hemen altında depremde yok olmuş bir aileden kalan son fotoğraf diye yazıyordu. Bana benzeyen o insanları görünce inancım arttı. O an neler düşündüğümü bile bilemiyordum. Tüm dünyam yıkılmıştı. “Yıllarca ailem bildiğim bu insanlar beni kaçırmış olabilirler miydi gerçekten. Bu iyiliğin son safhasındaki mükemmel aile, beni gerçek ailemden koparmış olabilir miydi?” Buna inanamıyor ve inanmak da istemiyordum. “Nasıl olur da bunca zaman bana hiçbir şeyden bahsetmemiş olabilirlerdi.” Geri gitmemem konusunda bu kadar ısrarcı davranmasına rağmen bu kişiyi yani amcamı şiddetle reddettim ve oradan uzaklaştım.

Eve gitmem gerekiyordu ama artık oraya bütün bunları öğrendikten sonra nasıl gidebilirdim. Sokaklarda saatlerce öylesine dolaştım, düşüncelerimin arasında bocalayarak. Sonunda babam diye bildiğim kişi telefonumu çaldırdı. Telefonu elime alıp baktım ve çağrıyı reddettim. Ardından bir çağrı daha geldi ama onu da reddettim. Bir müddet zaman geçince tekrar çağrı gelince kızgınlıkla telefonu alıp yere fırlattım. Gece geç vakit olmaya başlamıştı ama kafamda deli sorular ve öfke, benim eve gitmeme engel oluyordu. Sonunda bir motele gittim ve orada sabahladım.

Ertesi gün ve hatta sonraki günde eve gitmedim. Aklım almıyordu, biz mükemmel bir aileydik ve bana hayatım boyunca o kadar iyi davranmışlardı ki bu böyle olamazdı. İşin aslını öğrenmek için deprem olduğunda yıkılan evimizin olduğu yere gittim. Araştırmaya başladım. Kaymakamlığa ardından Belediye ye gittim sonra da Muhtara gittim ve ailemin yaşadığı yeri öğrendim. Sonra tek tek kapıları çalarak annemin ve babamın ismini söyleyerek “onları tanıyan birileri var mı?” diye sabah erken saatlerden akşama kadar dolaştım. En sonunda bir ihtiyar galiba hatırlıyorum onları dedi. İsimleri tekrar söyledim. Evet dedi çocukları olmayan çift onlar dedi. Çok iyi insanlardı ama çocukları olmuyordu dedi. Sonra deprem günü beni yıkıntıların arasından çıkardıklarını anlattı. Ardından akrabalarımı bulmak için günlerce uğraştıklarını söyledi. Sonunda Amcam denilen o kişiyi bulduklarını ama onunda hastaneden çıktıktan sonra bacaklarımın ömür boyunca çalışamayacağını ve sol kolumun da olmadığını görünce beni öylece terk edip gittiğini anlattı. O ihtiyara teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Evet, benim ailem değildiler, bunu anlamıştım ama onlar benim gerçek ailemdi. Hem de hayatları boyunca yarım bir insana, her şeylerini feda edecek kadar güzel insanlardı. Tamam, bir problem vardı ama bunu yarım bir insana anlatmak sıkıntıdan başka bir şey değildi. Hem de bu kadar düşünceli ve güzel insanlar için elbette çok zordu. Yine beni üzmemek için bütün bu olanları benden sakladıklarını anlamıştım.

O akşam hiç vakit kaybetmeden eve dönüm. Ağlamaktan gözleri şişmiş olan insanlara onları üzmemek için bir bahane uydurdum ve canım ailem benim diyerek sarıldım. Bugüne kadar söylemediğim şekilde canı gönülden ANNEM diyerek o güzel insanı öptüm. Ardından minnet duygularımı, hayranlıkla karıştırdığım dünyanın o en mükemmel insanına BABAM diyerek sarıldım ve öptüm. Onlar benim gerçek ailemdi. Rabbime şükürler olsun beni dünyadaki, belki de tek kalan bu kadar güzel insanlara emanet etmiş. Anladım ki aile kan bağın olanlar değil, seni sevenler ve senin sevdiklerinmiş.

Yeni yazdığım kitabımın adı ise “Mutluluk Gerçek Ailede Saklıdır”

ZeNHaR

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, gerçek hikayeler,

The post Güzel Bir Hikaye Daha “Gerçek Aile” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/guzel-bir-hikaye-daha-gercek-aile.html/feed 0
Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html#comments Mon, 24 Jul 2023 14:40:30 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9079 Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” Uzun boyu, yapılı bedeni, buğday teni, kırçıl saçları, uzun kirpikleri, dolgun bıyıkları, çipil mavi gözleriyle benim en sevdiğim amcalarımdan biriydi. Daha doğrusu rahmetlik babamla amca çocuklarıydılar; yine de benim amcamdı işte. Çınlayan karanlık inşaat duvarları içinde çalışırken çingir çingir söylediği Neşet Ertaş türküleri hâlâ kulaklarımda. “Zülüf Dökülmüş […]

The post Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Gerçek Bir Duygusal Hikaye

“Çipil Mavi Gözlü Amcam”

Uzun boyu, yapılı bedeni, buğday teni, kırçıl saçları, uzun kirpikleri, dolgun bıyıkları, çipil mavi gözleriyle benim en sevdiğim amcalarımdan biriydi. Daha doğrusu rahmetlik babamla amca çocuklarıydılar; yine de benim amcamdı işte. Çınlayan karanlık inşaat duvarları içinde çalışırken çingir çingir söylediği Neşet Ertaş türküleri hâlâ kulaklarımda.

“Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Karadır Şu Bahtım Kara”, “Neredesin Sen”, “Yazımı Kışa Çevirdin Leylam”, “Mühür Gözlüm”.

Hepsini de söylerdi, hepsinden de söylerdi çalışırken zaman zaman. Ne de güzel ve dokunaklı sesi vardı. İnsan güzeli, adam iyisi bir ustaydı amcam. Babamın iş ortağı olması onu sıklıkla görmemi, zaman zaman da inşaatlarda birlikte çalışmayı mümkün kılıyordu. Bana hiç kızdığını hatırlamıyorum; bilindik usta çırak ilişkisini hiç yaşamadım onunla. Bükreş Sokak’taki inşaatta çalışırken merdivenlerden kopan şangır şungur sesleri üzerine bir çırpıda koşup gelmişti. Lavaboyu düşürüp kıranın ben olmadığımı gördüğünde yüzünde ferahlık ve rıza anlamı taşıyan anlık bir gülümsemeyle bana bakmış, “korktuydum seni kırdı diye, ohh” demişti. Sevecen, neşeli, nükteli ve merhametli bir koca adamdı benim amcam.

Köye tutkundu; her fırsatta gidip orada yaşamaya can atardı. Hastalığının ilk zamanlarında duyduğu her şey hakkında, konuşmaya yeni başlayan ve keşfettiği her şeyi merakla sorgulayan bir çocuk saflığı ve sevecenliğiyle “bizim köyde yetişir mi?” diye sorması gülümsemelere neden oluyordu ilk duyanlarda. Hastalık ilerledikçe sorular da, konuşmalar da, kelimeler de karanlık bir sessizliğe ve suskunluğa gömülmeye başladı. Yakınlarını, hatta yarım asırlık eşini bile tanımaması acı bir kekreliğe neden oluyordu. “Beni de mi tanımadın yanımda yatıp duruyorsun işte, ben senin karınım karın” dedikçe yengem, “Beraber yatıyoruz diye nereden benim karım oluyorsun?” sorusuyla cevap vermişti bir keresinde de.

Ne var ki onunla konuşup zihin katmanlarını canlandırma gayretleri, her seferinde çıkışı bulunamayan ve çaresiz duvara toslanan ümitsizliklerle sonuçlanıyordu. Hastalığın orta aşamasında her şeyi iyiden iyiye unutmaya başladı; ama bir namazı hiç unutmadı, bir de parayı. Tabiî bir de kendisini çok sevdiği köyüne götüren arabasını. Tehlikenin büyümesiyle önce aküsü söküldü arabanın ondan habersizce, sonra da satıldı. Buna içerleyip ağlamış mıydı bilmiyorum.

Batıkent’ten Kızılay’a, öğle namazını kılmaya Kocatepe Camii’ne nasıl gelmişti bilemedim. Onu görünce camide, kalkıp yanına gidip oturdum. İlk sünneti yanında kıldım ama beni farketmedi. Eline dokundum, bakmadı bile bana. Bütün namazı yan yana kıldık; beni yine farketmedi. Namaz çıkışında yanında yürüdüm bir yabancı gibi. Ayakkabılarını nasıl bulup hızla giydiğini yine anlamadım. “Amca,” dedim koluna hafifçe dokunarak “beraber gidelim mi?” Soruma homurtulu ve kızgın ses yarımlarıyla cevap verdi; kolunu sertçe çekti benden. Hızla yürüdü mermer avludan Mithatpaşa çıkışına doğru. Ben arkasından baka kaldım ümitsiz ve çaresiz. Oysa çok istemiştim onu bir yemeğe götürmeyi ve onunla biraz vakit geçirmeyi.

Zahmetli ve üzüntü dolu on yılın ardından konuşmayı tamamen unuttu amcam. Sadece etrafa o çipil mavi gözleriyle anlamsız ve boş baktı durdu. Köydeki bahçesinden kesilen yaşlı meşe ağacına öyle acımış ve içlenmiş olmalıydı ki, günlerce çipil gözlerinden yaşlar aktı sicim sicim.
Yemek yemeyi ve su içmeyi unuttu her şeyle beraber. Sonunda da ağzına konan lokmayı çiğnemesi ve yutması gerektiğini unuttu. Nefesi kesildi sıklıkla, acillere zor yetiştirildi. Yediğini yutması gerektiğini unutmak ne acı şeydi. Aylarca sadece serumla beslendi. Yürümeyi, ayakta durmayı unuttu ve sürekli yatmaktan iyileşmeyen yaralar patladı kalçalarından, kasıklarından, baldırlarından. Bakımını hep vefalı yengem yaptı yüksünmeden. Derisini kaldırarak derin yaraların dibine kadar uzanan sünger ve bezlerle girip temizledi o kokan bozulmaları. İçi iltihaplı yaraların üstü kabuklandığında sanki yılların hemşiresiymiş gibi makasla ustalıkla yarayı açıp akıntıyı temizledi her seferinde, bazen günde iki kez.

Nihayet soğuk bir kasım günü o çok sevdiği köyünün sarı tepesine uğurladık göz yaşları içinde. Acın, kederin işte bitti artık amca. Çektiklerin yaşadıklarına kefâret olsun, üzerindeki karlar rahmet taneciklerine dönüşsün hep.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, gerçek hikayeler, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, demans,

The post Gerçek Bir Duygusal Hikaye “Çipil Mavi Gözlü Amcam” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/gercek-bir-duygusal-hikaye.html/feed 2
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html#respond Wed, 31 May 2023 13:09:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9070 Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı. Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan […]

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK”

Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay

Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı.

Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan yıkansa da temizlik hissi vermez, oynamayı öğrenmediğinden de kimseyi eğlendiremezdi. O güne kadar “Hoşt! ” lara alışmıştı; ilk “Kuçukuçu! “yu Osman’ dan işitti.

Osman bir kabahat işleyip yad illere düştüğü zaman bu köpek gibi sokaklarda sürtmüş, durmuş, neşe yüzünü unutmuştu. Ona da her uzandığı kapı aralığından dilini anlamadığı adamlar “Hoşt! “a benzettiği keskin bir kelimeyle haykırıyorlar, elinde gezdirdiği kağıt çiçeklerle Kulhüvallahi yazılı tabaklara bakmadan tersyüzü geri çeviriyorlardı.

Bu çiçekleri viraneler arasında yapıyor, bu tabakları bostan kıyılarında yazıyordu.

Bereket ki, sıcak iklimli memleketlerde, Akdeniz kıyılarında dolaşıyordu. Bütün geçtiği yerler deniz kokuyordu ve ona bu koku besleyici geliyordu. Deniz, muz, portakal, şeker kamışı, kırmızı biber, kekik ve süprüntü kokuyordu. Ağaçlardaki olgun, sıcak meyvelerle yerlerdeki çürük yemiş kabukları kokusundan sersemleştiğini ve mütemadiyen bunları yemekten de içinin koflaştığını, boşaldığını duyuyordu.

Bir akşam, çit kenarında sırtüstü yatmış, kafasından neler geçtiğini fark etmeden düşünürken, kendisine birinin baktığını sezdi. Başını kaldırıp etrafını aradı.

Bir ufak köpeğin yaşlı gözleriyle karşılaşmıştı. Acıdı:

“Kuçukuçu! ” diye çağırdı.

Köpek başını yana eğdi; bir kulağını dikmiş, öbürünü aşağıya sarkıtmıştı. O güne kadar işitmediği bu tatlı sözün manasını anlamaya çalışıyor, anladığına da inanmıyor gibiydi.

İşte iki bahtsız böyle tanıştılar.

Osman’ın taşlara, topraklara sürtünmekten havı dökülmüş kirli haki ceketiyle köpeğin açlıktan sertleşip seyrekleşmiş kirli postu yan yana geldi; birbirine uydu. Her ikisinde de hasret derecesini bulmuş olan sokulma ihtiyacı çarçabuk ısınmalarına yardım etmişti. Ayrılmaz dost oldular. Osman kağıttan çiçek, yazılı tabak sattı; satamadığı zaman fırından ekmek dilendi, kasaplardan kemik topladı; aşırdığı bile oldu…

Köpeğiyle konuşuyordu. O, gamlı yüzüyle, gene kuyruğu bacaklarının arasında, yanakları yaşlı dinliyordu.

Sevildiğini, sevdiğini anlatamayan, neşesini ve gönül çalkantısını belli edemeyen bir huyu vardı. Gözleri fersiz, kuyruğu hareketsiz, akar gözleriyle mahzun mahzun seviyordu. Sevinç havlaması bile bir kısık hıçkırıktan başka bir şey olamıyordu. Efendisinin arkasından hala, kovulacakmış gibi bir ürkeklikle gidiyor, dönüp hemen kaçmaya hazır bir halde çekingen, ihtiyatlı, ara bırakarak yürüyordu.

Osman bir memleketten bir memlekete geçerken köpeğini yollarda, kah yürütüyor, kah koltuğunun altına alıyordu. Yormaktan korkuyordu; ölüverir diye korkuyordu. Uyurken yanında nefesini nefesine uyduran bir dert yoldaşından gene mahrum, gene tek başına kalmaktan korkuyordu; çilesine katlanıyordu.

Çok defa aç, daima yurtsuz ve yolcu, böyle iki yıl geçti.

Osman’ın bütün kurduğu hülya bir kulübesi olmak ve akşam dönünce köpeğini kapısının önünde bekler bulmaktı.

Bazen iş çıkıyordu, köpeğini hanlarda bırakıyor, fakat büyük köpeklerin parçalaması ihtimaliyle gününü korkular içinde geçiriyordu. Bazen de onu bir yerde bırakmadığı için işe gidemiyordu.

Olmayacak bir ihtimale inanmıştı: Bu köpek de Osman’ın memleketinden nasılsa buralara düşmüştü; o da kendisi gibiydi, yurt hicranı çekiyor, havasına, suyuna, güzelliğine ısınamıyordu. Her şeyi garipsemişti, onun için böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, yaşlı gözlüydü.

Birbirlerinden hazzedişlerinin bir sebebi de bir yurt yavrusu, bir dert ortağı oluşlarıydı.

Böyle düşündüğü için köpeğini büsbütün seviyor, onu yabancı ülkelerde tek başına bırakmaktan ürküyordu.

“Ölüverirsem ne olacak?” diye hatırından fena fikirler geçirirken, kendisinden fazla ona yanıyordu.

Zira Osman’ın hastalandığı, ateşli öksürük nöbetlerine tutulduğu, günlerce bir hendek içine sokulup yattığı oluyordu. Köpek dizlerinin arasına giriyor, öksürükler fazlalaşınca başını çevirip nemli, bulanık gözleriyle yüzüne bakıyordu. Sonra içini çekiyor, kıvrılıyor, burnunu karnına sokup uyumadan, hareketsiz ve gözleri açık sanki ikinci nöbetin gelişini korka korka bekliyordu.

Zaman ikisini de gittikçe, birbirine benzetmişti. Kirli sarı renkte, sıska, mahzun, fersiz bakışlı, sırtları kabarmış, tüyleri taras taras, çirkin ve lüzumsuzdular.

Onun için de artık kasabalara uğramayarak kırlarda yaşıyorlar, yavaş yavaş çöllere kayıyorlardı.

Nihayet jandarmaların eline düştüler.

Kolları iple arkasına bağlı, Osman günlerce bir silahlı süvarinin önünde sıcak ovalarda yürüdü. Köpeği çok geriden, daha ihtiyatlı ve ürkek peşi sıra gelmişti. Karakollarda beklenirken uzaklarda, kayalar arasına saklanarak gözcülük ediyor, yola düşülünce meydana çıkarak, sinsi, toprak kabartılarını siper tutarak, arkalarından geliyordu.

Kulakları daima tetikte, dikiliydi. Osman’ın öksürüklerini duyunca bir kısa müddet duruyor, başını eğip bir kulağını sarkıtarak dinliyordu.
Böylece hududa geldiler.

Osman serseri ve yabancı olduğu için daha güneydeki bir komşu ülkesine atılacaktı. Sının aşınca köpeğine kavuşacaktı ya…

Hep bu ümitle, ciğerlerinin söküldüğüne, sade dışardaki sıcaktan değil, içinin ateşinden de eridiğine bakmayarak yürüyordu. Hasretin sona ermesi için hem de asker gibi, dik ve intizamlı yürüyordu.

Barakalar önünde durup ellerini ipten sıyırdıkları zaman ona sarıldı, kucağına, aldı, öptü, okşadı. Fakat birden sarsıldı. Gümrük kolcusu gözleri akan sıska, iğrenç köpeği göstererek:

“Yasak,” demişti, “baytar şahadetnamesi olmadan hayvan geçemez!

Hayvancağızı geçiremediler.

Osman’ın kollarından çözülüp ip onun boynuna takıldı ve hudut levhasını tutan direğe bağlandı.

Osman yalvardı; kefiyeli jandarmanın ellerine sarıldı, fesli kolcunun ayaklarına kapandı. Herkes, memurlar, kahveci, maşlahlı yolcular, bütün halk gülüyordu. Osman öksürüyordu: İngiliz çavuşu piposunun dumanını seyrediyordu.

Köpek kuyruğunu bacaklarının arasına büsbütün sıkıştırmış, kamburu büsbütün çıkmış, gözleri daha bulanık, yanakları sırsıklam, başını gene eğmiş, bir kulağı sivri, öteki düşük melul melul bekliyordu.

Nihayet jandarmalar kızdılar. Osman’ın çürük, kof sırtına öldürücü birkaç dipçik vurdular, hududun öte yanına, bayır aşağı, taşlıklara yuvarladılar. Bunu gören köpek, evvela, yerinden fırlamak, ipini kırmak, hayatında ilk defa, dişleri meydanda, kuyruğu dimdik, hırlayarak iri çizmeli adamlara saldırmak istedi, yapamadı.

Çölleri, yoldaşının ardında, aç karnına, susuz, uykusuz, dili bir karış, sinsi sinsi günlerce aşmaktan mecalsizdi; yapamadı. Sadece derin derin içini çekti.

Sonra döndü döndü, kıvrıldı; ıslak burnunu karnının tüyleri arasına gömdü ve yaşlı gözlerini -daima kovucu, “Hoşt! ” deyici olarak tanıdığı- dünyaya son bir usanç içinde yumdu.

Şişli, 1 939 Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, öykü, hikaye okuma, kısa hikaye, kısa hikayeler, kısa öykü, gurbet hikayeleri, refik halit karay, duygusal hikaye, ağlatan hikaye, acıklı hikaye, köpek, köpek hikayesi, üzgün köpek, ağlayan köpek, köpek hikayesi, 

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html/feed 0
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html#comments Tue, 09 May 2023 14:25:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9020 Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” Refik Halit Karay Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak […]

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ”

Refik Halit Karay

Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

“Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’ daki gibi:

“Hasan gel!”

“Hasan git!” demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu.

Hassen şekline girmişti:

“Taal hun ya Hassen,” diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

“Ruh ya Hassen … ” derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pürnahıl (süs ağacı gibi baştan aşağı) çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.

Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere ne ev! Yalnız ara sıra
kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile …

Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

“Gemel! Gem el!” dedi.

Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs …

“Ya habibi! Ya ayni!”

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar …

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu.

Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (sarı meşinden yapılan bir çeşit ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu:

Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’ da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:

“Türk çocuğu musun be?”

“İstanbul’ dan geldim!”

“Ben de o taraflardan … İzmit’ ten!”

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

“Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

“Sen niye buradasın?”

“Bir kabahat işledik de kaçtık!”

Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan … Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları
sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

“Gidiyor musun?”

“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor … Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

“Ağlama be! Ağlama be!”

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

“Ağlama diyorum sana! Ağlama! .. “

Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Şişli, 1 938 Refik Halit Karay

Refik Halit Karay 

14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.  Romancı, öykü yazarı ve gazetecilik yaptı.

Eserlerinde sade bir dil kullanmasına rağmen tasvir ve tahliller bakımından zengin bir anlatıma sahiptir. Anadolu’yu ve Anadolu insanının hayatını “Memleket Hikâyeleri”  eserinde eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. Bu eseri, realist hikâye tarzının başarılı bir örneğidir

Sanatçı, Cumhuriyet yönetimiyle de fikir ayrılıklarına düşmüş, Beyrut ve Halep’e sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünlerdeki gözlemleri ise bir diğer önemli hikâye kitabı olan “Gurbet Hikâyeleri”ne yansımıştır. Af kanunu ile yurda döndükten sonra “Aydede” adlı mizah dergisini tekrar yayımlamaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde daha çok romanla uğraşan Refik Halit, eserlerindeki güçlü gözlemleriyle dikkat çeker. Olayları ve kahramanları en ince ayrıntılarına kadar görmeyi başaran sanatçı, bu özelliğiyle eserlerinde yoğun bir gerçeklik duygusu uyandırır. Eserlerindeki bir diğer önemli özellik ise türü ne olursa olsun mizaha ve tenkide yönelmesidir. Bunu özellikle hikâye ve romanlarında karakterler üzerinden yapar.

Sanatçı, önemli romanlarından olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eserinde Meşrutiyet’le zenginleşen insanları; Çete‘de Türk çetecilerin Fransızlarla olan mücadelesini; bir inceleme roman özelliği de taşıyan Yezid’in Kızı adlı eserinde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidilerin hayatlarını; Sürgün‘de Yüzbaşı Hilmi Efendi’ye atılan bir iftira yüzünden onun Beyrut’a sürgün edilişini ve burada yaşadığı sıkıntıları; Bugünün Saraylısı‘nda İstanbul’da kendi halinde bir aileye katılan sonradan görme bir akraba kızın ailenin değerlerini alt üst etmesini anlatır.

Yazarın gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade akıcı dili, güçlü tekniği ile 20, yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmasına vesile olmuştur.

Türk edebiyatına birçok eser kazandıran Refik Halid Karay, İstanbul’u bütün renk ve çizgileriyle yansıtarak Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. 18 Temmuz 1965 yılında da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, çok acıklı hikaye, acılı hikaye, ağlatan hikayeler, duygusal hikayeler, gurbet hikayeleri, eskici,

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html/feed 6
Hikaye “Apartman” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-apartman.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-apartman.html#respond Thu, 22 Dec 2022 14:47:34 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8711 Hikaye “Apartman” Sabahattin Ali Siri damın üzerinde, keskin bir koku dağıtan yaş tahtalara keseri vuruyor, bir taraftan da batıya doğru inmeye başlayan güneşi gözlüyordu. Ağustosun sonuna yaklaştıkları için mal sahibi çatının çabuk örtülmesini istemişti. Yağmurlar başlar diye korkuyordu. Bunun için sekiz kişi iki gündür hep çatıda uğraşıyorlardı. Öğleyin şöyle on dakika dinlenip biraz ekmekle yarım […]

The post Hikaye “Apartman” appeared first on Hikaye Oku.

]]>

Hikaye “Apartman”

Sabahattin Ali

Siri damın üzerinde, keskin bir koku dağıtan yaş tahtalara keseri vuruyor, bir taraftan da batıya doğru inmeye başlayan güneşi gözlüyordu. Ağustosun sonuna yaklaştıkları için mal sahibi çatının çabuk örtülmesini istemişti. Yağmurlar başlar diye korkuyordu. Bunun için sekiz kişi iki gündür hep çatıda uğraşıyorlardı.

Öğleyin şöyle on dakika dinlenip biraz ekmekle yarım karpuz yemiş, hemen işe başlamıştı. Böyle yüksekte (apartman beş katlı idi) ve yarı yatmış, yarı ayakta durarak yaş tahtalara abanmak ve mütemadiyen başının üst tarafında keser sallamak insana sersemlik, hatta baş dönmesine benzer bir şey veriyordu.

Bir akşam olsa, bir eve gitse, bir arka üstü yatsa ve karısı ile küçük kızına şöyle göğsünü kabarta kabarta bir bağırıp çağırsa!..

Mal sahibi karşı apartmanda oturuyordu (orası da kendi malı idi). Onun için burada bağırmak değil, hızlı bile konuşamıyorlardı. Herif bazan pencereyi açıp göbeğini kenara dayayarak saatlerce baktığı ve ara sıra: -Orasını iyi kapat!- yahut: -Lakırdıyı bırakalım!- diye emirler verdiği için işçilere, o olmadığı zaman da devam eden bir çekingenlik gelmişti. Sessiz sessiz çalışıyorlardı.

Birdenbire irkildi. Etrafına bakınırken ilerideki sokak başında küçük bir küfecinin iki kat olmuş geldiğini gördü. İçi, safrası kabarmış gibi, allak bullak oldu. Eliyle yarı çivilenmiş tahtalardan birine yapıştı, aşağıya doğru dikkatle bakmaya başladı.

Küfeye yükletilen eşyanın altında, ayakları sokağın bozuk taşlarına yapışıkmış gibi adımlar atarak ilerlemeye çalışan küçük hamal kendi oğlu idi.

Bir gün iş bulup on gün bulamadığı sıralarda, onu, zaten sebebini anlamadan iş olsun diye gönderdiği mektepten almış, bir daha göndermemişti.

Bir karısı ve bu oğlundan başka iki de kız çocuğu vardı. Ayın en çok on gününde aldığı en çok altmışar kuruşla bunları doyuramıyordu. Küçük oğlan ufaktan çalışmaya başlamalıydı.

Ucuzca bir eski küfe aldıktan sonra onu pazarlara gönderdi ve çocuk gününe göre yirmi yirmi beş kuruşa kadar kazanıp getirmeye başladı. Büyüdükçe belki beş on kuruş daha fazla da çıkarabilirdi.

Fakat bu sefer fena yüklemişlerdi. Alnına güneş vurdukça terlerin parıldadığını o buradan görebiliyordu. Çocuğun yanında giden uşak kılıklı bir adam ara sıra ona durup bir şeyler söylüyor, galiba: -Yürüsene be!- filan diyordu.

Yaklaştıkları zaman küfenin içinde neler olduğunu da seçmeye başladı. Bir sürü şişelerin arasında irili ufaklı konserve kutuları vardı, renkli kağıt kuşaklara sarılmış teneke kutular. Ve sonra şişeler, kısa, tıknaz, fıçı biçiminde, huni biçiminde, dar boğazlı, şiş gerdanlı ve içinde beyaz, yeşil, vişne rengi ve kan rengi sular bulunan birçok şişeler. Çocuk bu ağır yüklerin altında yıkılacak gibi yürüyordu.

Çocuğun yanında yürüyen adamı tanıdı: Apartman sahibinin uşağı idi. Herhalde bu akşam karşıda ziyafet olacaktı. Bu içkiler, bu çeşit çeşit balık ve konserve kutuları bunu gösteriyordu.

Küfeci ve uşak karşı apartmanın kapısına geldiler. Çocuk ufacık elleriyle duvara tutunarak bir ayağını merdivene attı. Babası yukarıdan bu ayağın pazılarının nasıl titreye titreye gerildiğini gördü. Fakat çocuk öteki ayağını bir türlü kaldıramıyordu. Yük herhalde çok ağır olacaktı. Uşak canı sıkılmış bir tavırla ve eli arkada seyrediyordu. Çocuk bir hamle daha yaparak o basamağı ve aynı güçlükle öteki üç basamağı çıktı, kapıdan içeri girdi.

Babası yukarıda adeta nefes bile almayarak bekliyordu. Ustabaşı damın öbür ucundan: -Hey… durma!- diye bağırdı. Silkinerek, keseri başının üzerindeki tahtalara vurmaya başladı. Fakat aklı hep arkada, karşı apartmanda idi. Ara sıra gene durarak dinliyor, fakat kalbinin gümbürtüsünden başka bir şey duymuyordu. Biraz sonra, keser seslerinin arasında, kulağına şangırtıya benzeyen bir ses geldi. Durdu, geriye ve aşağıya doğru eğilerek dinlemeye başladı. Karşı apartmanın içinde kalın bir ses bağırıyordu. Fakat söylenen sözleri anlamak mümkün değildi. Ara sıra ince bir vızıldanma kulağına gelir gibi oluyordu. Biraz sonra sesler kapıya yaklaştı.

Yukarıdaki adam büsbütün eğilerek bakmaya başladı. Kapıdan, önce oğlu çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bir eliyle küfesini ipinden tutup sürüklüyor, öteki eliyle de sağ dizini ovuşturuyordu. Bu ayağı kan içindeydi.

Arkasından uşak göründü. Çok kızgındı:

-Haydi bakalım, çek arabanı!- diye çocuğa bağırdı.

Çocuk büsbütün ağlamaya başladı. Bu arada anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Öteki hızla bağırdı: -Defol ulan! Senin yüzünden ben de laf işittim! Taşıyamayacaktın da ne diye yüklendin…-

Çocuk yine bir şeyler mırıldandı. Uşak:

-Pamuk yükletecek değildik ya!..- dedi.

Çocuk gözlerini silmeye başlayarak:

-O kadar yerler dolaştırdınız, paramı verin hiç olmazsa!- diye yalvardı.

Öteki omuzlarını silkti:

-İki şarap şişesi kırıldı, yüz ellişerden üç lira… Bir de para mı istiyorsun?- diyerek apartmanın köşesindeki ufak kapıdan içeri girdi. Çocuk hala orada duruyor ve uuuf, uuuf… diye ağlıyordu. Ayağından sızan kanlar apartmanın önündeki beyaz parkeleri kırmızıya boyamıştı.

Babası yukarıdan donmuş gibi bakıyor, bir şey söyleyemiyordu. İşe karışır ve çocuğun kendi oğlu olduğu anlaşılırsa mal sahibinin kendisini kovacağını zannediyordu. Öyle ya, -Çocuğu niçin ağlattınız?- yahut, -Çocuğun parasını verin!..- demeye kalksa derhal defedilirdi. İşinden ayrılıp aşağıya da gidemezdi. Zaten bunları bu anda hiç düşünmüyordu. Yalnız aptal gözlerle aşağıya bakıyor ve göğsünü parçalayacakmış gibi çarpan kalbini tutuyordu.

Birdenbire karşı pencere açıldı, apartman sahibinin evvela büyük göbeği, sonra kırmızı başı göründü. Dışarı uzanmaya çalışarak gürler gibi bağırdı:

-Hey!.. Zırlamasına pencerenin önünde!.. Defolup gitsene!..-

Uşak hemen girdiği kapıdan fırladı.

Küfesinin üstüne oturarak ve yaralı dizine baka baka ağlayan çocuğu omuzundan tutarak kaldırmak istedi.

Çocuk bağırıyordu:

-Görmüyor musun be!.. Cam kırıkları dolmuş içine… Uuuf…-

-Haydi git başka yerde ağla!..-

-Beş kuruşumu verin!..-

Penceredeki adam hırsından kıpkırmızı kesilerek bağırdı:

-At şu piçi şuradan be!..-

Uşak, küfeciyi kolundan yakalayarak sürüklemeye başladı. O, küfesini bir eliyle tutuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kalktığı yerde parkeler kıpkırmızı idi ve güneş orasını donuk donuk parlatıyordu.

Çatının üstündeki adam hiç kımıldamadan aşağıya bakıyordu. Gözlerinin içi yanıyor ve beyni karıncalanıyordu. Yakası boğazına dar geliyormuş gibi bir hisle elini boynuna götürdü.

Çocuk gitmek istemiyordu. Şimdi para filan istediğinden değil, ayağının acısından olduğu yerde kalıyordu. Gözleri penceredeki adama ilişen uşak çocuğu hızla itti; o, küfesiyle beraber yüzükoyun yuvarlandı. Artık ağladığı bile duyulmuyordu.

Çatıdaki adam gözlerinin büsbütün karardığını ve güneş vurmuş gibi beyninin içinde gürültüler olduğunu hissetti. Çatının kenarına dayanan ayakları titriyordu. Yavaş yavaş dizlerinin gevşemeye ve bükülmeye başladığını fark ederek elleriyle başının üst tarafındaki tahtalara tutunmak istedi. Fakat parmakları da gevşemişti ve hiçbir şeye sıkıca yapışamıyordu. Vücudu yaş tahtaların üstünde hafif bir gıcırtı çıkararak ağır ağır kaydı. Çatının kenarına kadar gelip orada bir an takılır gibi olduktan sonra, aşağıya, sokağın ortasına, içi toprak dolu bir çuval gibi boğuk bir ses çıkararak düştü.

Çocuğu kaldırmaya uğraşan uşak onu bırakarak beri tarafa koştu ve penceredeki adam bir şeyden tiksiniyormuş gibi yüzünü buruşturduktan sonra, kanatları hızla vurarak içeri çekildi.

(Sabahattin Ali, Ayda Bir, Kasım 1935)

Dram, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali hikayeleri, Sabahattin Ali hikayelerinden, Apartman, Sabahattin Ali apartman, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, duygusal hikayeler, öykü, duygusal öyküler, dramatik öyküler,

Şiirleri, Sabahattin Ali Eserleri, Sabahattin Ali kimdir, Yeni Dünya – Sabahattin Ali, Sabahattin Ali neden öldü, Sabahattin Ali hikâyeleri, Sabahattin Ali tüm Eserleri-Tek Cilt, Sabahattin Ali kaç yaşında, öyküleri, hikaye, öykü, roman Sabahattin Ali öyküleri, Sabahattin Ali duvar hikayesi, duvar, duvar hikayesi, Sabahattin Ali, Ayda Bir, Sabahattin Ali biyografisi, biyografi, Sabahattin Ali biyografi, Sabahattin Ali eserleri, Sabahattin Ali kitapları, Yazar, Roman, Dram, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali hikayeleri, Sabahattin Ali hikayelerinden, Apartman, Sabahattin Ali apartman, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, duygusal hikayeler, öykü, duygusal öyküler, dramatik öyküler.

Sabahattin Ali’nin şiirleri, Sabahattin Ali Eserleri, Sabahattin Ali kimdir, Yeni Dünya – Sabahattin Ali, Sabahattin Ali neden öldü, Sabahattin Ali hikâyeleri, Sabahattin Ali tüm Eserleri-Tek Cilt, Sabahattin Ali kaç yaşında, öyküleri, hikaye, öykü, roman Sabahattin Ali öyküleri, Sabahattin Ali biyografi, Sabahattin Ali eserleri, Sabahattin Ali kitapları, Yazar, Roman, Sabahattin Ali duvar hikayesi, duvar, Sabahattin Ali duvar, Sabahattin Ali, Ayda Bir, Sabahattin Ali biyografisi, biyografi, Sabahattin Ali biyografi.

The post Hikaye “Apartman” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-apartman.html/feed 0
Hikaye “Kadın” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html#respond Thu, 03 Feb 2022 14:12:34 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8303 Hikaye “Kadın” “Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın. Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi. Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine. Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini. Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi. Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da […]

The post Hikaye “Kadın” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Kadın”

“Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın. Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi. Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine. Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini. Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi. Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata.

Keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydı…

Dumanı üzerinde koydu yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardı, uzattı adama. Adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. Bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne kattı.

Yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı…

İçindeki öfkeye eksik olan tuzu bahane etti, hıncını kadından çıkardı. Taşlar, sopalar, yumruklar kırabilirdi kadının kemiklerini, ama kelimeler kadar canını yakamazdı hiçbiri.

Kemikleri iyileşti zamanla, ama ruhu hiçbir zaman iyileşmedi kadının.

Kendisine uzanan her ele karşı ürkek kaldı. Hırpalandı, hor görüldü, aşağılandı, bıçaklandı, öldürüldü kadın ya da kadınlar, bizim kadınlarımız…

İnsan gibi yürüyebilecekleri bir yol bırakılmayınca, kendi içine doğru yürümeye başladı ve sonunda düştü. Kendi içine düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten…

Sonra bir gün kendisini esir eden bu hayattan kurtulmak istedi. ‘Bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?’ gibi sebeplerle daha fazla ölecek gücü kalmamıştı. Bir boşanma dilekçesine imza attı, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah atıldı. Belki de hayatında ilk kez kendisi için bir şey yapmaya cesaret eden kadın, 50 metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla kayıplara karıştı.

“Aldılar, götürdüler, namazı kılındı, gömüldü…”

Gazetelerde H.K. diye geçti adı. Haberini okuyanlar derin bir nefes aldı, böyle bir felaketi kendileri yaşamamış olduğu için.

Sevmediği bir adamla zorla evlendiren babası bile ağladı ardından, ‘Pişmanım’ dedi günah çıkarmak ister gibi. Asıl darbeyi babasından almıştı aslında kadın, zaten ondan da görmemişti şefkatli bir dokunuş. Hayatındaki tüm erkekler kırmıştı kolunu kanadını. Hatta bir kez kendisi kıymak istemişti canına. Kocasının yumruğuyla kırdığı camın kırıklarını bileklerine gömmüştü. Yakmıştı canını cam kırıkları, ama canın kırgınlığı daha çok acıtıyordu. Canına okudular kadının, elbirliğiyle üstelik. Geçmişine okudular, geleceğine okudular, ama kadına iki dize güzel bir şiir okumadılar. Kahkahasına bile kulp taktılar kadının, yine elbirliğiyle üstelik. Ama kulağının arkasına bir çiçek takmadılar. Yetim yaralarıyla, öksüz hayalleriyle geçti bu dünyanın toprağından kadın. Biri geçti, diğerleri geçmekte hala…

Biri tacize, biri tecavüze, biri şiddete maruz kalıyor. Birinin saçının rengine karışılıyor, birinin eteğinin boyuna. Ve bir diğerinin varlığı bile günah sayılıyor…

İşte tam şu an biri eve mahkûm ediliyor, biri cezaevine kapatılıyor, biri istemediği bir evliliğe zorlanıyor.

Kendinden geriye siyah-beyaz yarım tebessümlü bir fotoğraf kalan, dünyaya ‘ah’ını bırakarak giden tüm kadınların anısına…”

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, kadınlarımızın acı hikayeleri, kadın hikayeleri, dayak yiyen kadınlar, dövülen kadınlar, haksızlığa uğrayan kadınlar,

The post Hikaye “Kadın” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-kadin.html/feed 0
Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-aydan-gemi-yapanlar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-aydan-gemi-yapanlar.html#respond Tue, 25 Jan 2022 17:43:20 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8292 Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar” Işıklar geniş pencereli evlere yürüdü önce… Ve camların önünde dolaştı, kapıların önünde dolaştı, caddelerin derinliklerine baktı, sarıdan bir boya çekti. Tamam! İyi ama şehir bir tek cadde, bir tek sokak da şehir değildi. Yeryüzünün büyük aydınlıklar, bereketler dağıtan lambası sonradan aşağılara, çok aydınlık, çok sıcak isteyen, küçük, yaşama yaşama beliren kahverengili, […]

The post Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar”

Işıklar geniş pencereli evlere yürüdü önce… Ve camların önünde dolaştı, kapıların önünde dolaştı, caddelerin derinliklerine baktı, sarıdan bir boya çekti. Tamam! İyi ama şehir bir tek cadde, bir tek sokak da şehir değildi. Yeryüzünün büyük aydınlıklar, bereketler dağıtan lambası sonradan aşağılara, çok aydınlık, çok sıcak isteyen, küçük, yaşama yaşama beliren kahverengili, külrengili ev yığınlarına doğru yöneldi. Birinci yosunlu kiremitler. İkinci teneke damlar. Damlar. Küçük damlar. Yavaş yavaş okşadı hepsini. Işıklarını böldü. Kimini iyice sivriltti, kimine biçim falan vermeden birkaç avuç birden fırlattı…

Ve güneş; aydınlıklara sarmaşanların yürüdüklerini, kapılardan girdiklerini, kapılardan alanlara çıktıklarını, bitmez tükenmez koşulara katıldıklarını, yarışmaların çoklarını yitirdiklerini, hep aynı çevre içinde ve belli sürelerde bir altmış yetmiş yılı tükettiklerini, sonunda bu çabalarının bir hiçe varmak olduğunu anlamadıklarını, yeniden yeniden, yeni aptallıklarla doğduklarını gördü.

İşte şimdi, yukarılardaki yerine iyice yerleşen güneş hala bu gerçeği bulamayan insanlara kızmıyor, sıcak sıcak bakıyordu.

O bakadursun Hacer Hanım, oğlunun odasına girdi. Bir baktı pencereye. Aaa! Komşunun damından aşağıya doğru güneş odanın tek küçük penceresinden kolunu uzatıyor. Maviler, tozlar, beyazlar. Helezon bir lira büyüklüğünde dört yuvarlak yapıyordu yorganın üzerinde. Kızdı güneşe. Örttü hemen perdeyi. Bir oraya, bir buraya fırlatılmış ceket, pantolon, çorapları topladı, samanları çıkmış eski koltuğa koydu. Tabaktaki yemekten az yenmişti. Su bardağının içinde cigara söndürülmüştü… Çok içiyordu bugünlerde… Geceyarıları öksürüyordu. Bardaktaki zifirli, tütün rengi suyu, ıslak cigara kağıdını döktü… Uyandırmaya kıyamadı birden… Duvardaki resimlere baktı. Biri oğlunun, Şeyh Ahmet kılığında bir resmi. (Şeyh Ahmet: Ünlü bir filmin kahramanı.) Bir deniz manzarası. Bir kıvırcık saçlı delikanlı… Uzun uzun ve isteksiz bakıyordu kıvırcık saçlı delikanlı odaya. Kadın o resme uzandı, tozunu aldı.

“Allah rahmet eylesin!” dedi.

Komşu tarafındaki duvarda kadın resimleri. Hepsi gülüyordu. Gülen insan güzel insan.

“Bu dünya sizin kızlar. Gülün. Durmadan gülün kızlar.”

Esmer, büyük gözlüsünün yanağına bir çimdik attı.

“Resim olmasan, seni oğluma alırdık kal..k!” dedi. “Odayı süpürürsün, bulaşıkları yıkarsın, yemeği pişirirsin. Bir de torun yaparsın bana. Alırım kız. Vallahi alırım…” Önüne, sonra gene kıza, ama acılı baktı. “Ah kız… Ah kara kızım benim. Gelmezsin sen bu eve. Bu eve sıçanlar gelir. Örümcekler gelir. Kediler gelir. Kız sen hep orada duracaksın be. Hep güleceksin oğluma.”

Elinin ayasıyla, alnındaki terleri sildi oğlunun.

“Hakkı, hişt Hakkı!”

Hakkı hızla soluyor, alnını kırıştırıyor, burnunu titretiyordu… Ne oluyordu buna? Yoksa gerçekte her yandan kuşatmış olaylar düşlerinde de mi rahat bırakmıyorlardı onu? Gene kırıştırdı alnını. Elini birden uzattı yukarıya. Ağlamaya eğilimli bir durum aldı tıraşlı yüzü ve gözlerinin çevresi ıslandı.

“Hakkı. Hakkı ne oluyorsun?”

“Hııı…”

Yana döndü.

Tıpkı babasıydı… Babası da onbeş, yirmi kere çağırmadan uyanmazdı. Ağırdı uykusu… Babası… Çoktan çürümüştü… Hakkı’yı doğurduğu gün geldi gözlerinin önüne… Kocası heyecanla: Bu çocuk belki uğurlu gelir. Belki kurtuluruz bu sıkıntıdan, demişti. Bayram yapmışlardı o günlerde… Ama, adam ölüp gitmiş, hala kurtulamamışlardı. Oysa adam, oğlunun gelişiyle kurtulacaklarına inanıyordu…

Silkindi.

“Hakkın… Aaaa!”

“Hııı…”

“Kalk oğlum. Geç kalacaksın. Yedi düdüğü çoktan öttü.” (Ötmemişti oysa. Ama anada, ananın şurasında iğneli ve büyük bir tedirginlik vardı. Korku da denebilirdi buna. Geç kalmasını, ustalarından söz işitmesini istemiyordu. Hakkı, birden açtı gözlerini. Uzun uzun belirsiz bir yere baktı, sonra döndü, kollarını anasına uzattı. Ana oğlunun kollarına atıldı. Sarılıştılar.

“Saat kaç?”

“Yedi düdüğü öttü.”

İşte şimdi birden vapur, fabrika düdükleri bağırmaya durdular. Hakkı anasına baktı.

“Ne yapayım. Korkuyorum,” dedi kadın.

Oğlan anasını kucağına aldı, öteki odaya uçurdu.

“Erkek kuvveti ah ah.”

“Ne o?”

“Hiç, hiç. Hadi git yıkan.”

Oğlan dışarıya çıkarken ardından kaygıyla baktı.

“Tam evlenme, ev bark kurma zamanı.”

Oğlan yıkandı, tarandı, giyindi, geldi sokağa bakan pencerenin önündeki sedire oturdu. Dalgın dalgın sokağa baktı. Hiçbir sorumluluk taşımayan, olayların büyüklüklerine sırt çevirmiş bir rahatlık vardı içinde… Sokakta ayaklar. Sokakta ağızlar. Sokakta kelimeler. Geçiyorlar. Cigara dumanları, öksürükler. İnsanlar durmadan hep bir yerlerden kalkıp bir yerlere doğru gidiyorlardı. Bu gidişlerin kimisi koşu oluyordu. Bir uzaklığa varma koşusu çokça. Camı fiskeledi, sevinçlerin, öfkelerin, acıların canlılığını ince ince ama renksiz ışıklarla anlatan gözlerini odada dolaştırdı.

“Bir rüya gördüm,” dedi.

Anası, sefertasına yemek koyuyordu.

“Hayırdır inşallah!” dedi.

Gecenin ortasında bir yerde uyanmıştı. Dışarıdaydı. Sise benzer bir karanlık vardı. Bu karanlığın altında ne ev, ne insan, ne ağaç, ne kedi, ne de tencere vardı. Bir başınaydı karanlıklarda. Yarı göle, yarı denize benzeyen bir su birikintisinin kıyısında çıplak ayaklarla yürüyordu. Sular, ufak ağızlarla ayaklarını dişliyor, balıklar gülüyordu. Birden balıkların gülmesi çığlığa benzer bir durum aldı ve su birikintisinin ortasından yuvarlana yuvarlana gökyüzüne yükselen bir ay, ışıklarını ona çevirdi. Yalnız onu aydınlatacakmış ve onun için doğmuş… Şaşkın şaşkın aya bakıyordu. Elleri, ayakları ışık içindeydi. Işıktan bir adamdı. Işıklar şarkı söylemek istediğini mi uyarttı, yoksa şarkıya benzer bir şeyler mi oldu çevresinde, derken, dağların sivrilerinden aşan, köyleri, şehirleri, memleketleri dolaşan bir büyük sesle yürümeye başladı. Ses ufalır ufalmaz yukarlarda tepsi gibi duran ay birden yassılaştı, uzadı uzadı, teknesi, yelkenleri, yelken ipleri ışıklarla donanmış bir gemi oldu. Bir dünyaymış bu gemi. İplerinde, teknesinde, dümeninde memleketler, şehirler varmış. Bu şehirlerde, memleketlerde karanlık hiç yokmuş. Hep ışık. Hep ışık. Aydınlıklara doğru yürüdü ve uzaklarda bir gemi daha belirdi. Birincisinden küçüktü. Aralarında bir köprü vardı. Bu gemi, insanların duygularını taşıyormuş. Her duyguyu bir renk belirtiyormuş. Bir gemi daha… Daha, daha… Ve bütün aylar kıyıda deli deli dolaşıp duran, bir türlü suya giremeyen oğlana döndüler.

“Birbirlerinizi seviniz… Seviniz… Seviniz… Seviniz.”

Gemiler uzaklaşıyordu.

Oğlan ellerini uzatıyor, bağırıyordu ama, onlar hep:

“Sevin… Sevin… Sevin… Sevin!” diyorlardı. Sonra gemiler kayboldu.

Hakkı:

“Kayboldular ana,” dedi üzüntüyle.

Ana sevinçle boynuna sarıldı oğlunun.

“Çok büyük kısmet var sana,” dedi. “Ay murattır . Su kuvvettir. Işıklar, renkler. Ne güzel. İnşallah o aylar kapımıza doğar.”

“İnşallah!” dedi, kalktı, sefertasını aldı, ıslık çala çala sokağa çıktı.

Muzaffer Buyrukçu

Büyükler için Hikaye, Kısa hikaye, En kısa hikaye, Hikayeler, Etkileyici hikayeler, Aşk hikayeleri, Romantik aşk hikayeleri, Hayat hikayeleri, Kısa Dramatik hikayeler, Yaşanmış hayat hikayeleri oku, Hüzünlü hikayeler, Acıklı hikaye kısa, Acıklı hayat hikayeleri, Duygusal masallar kısa, Zor hayat hikayeleri,
Gerçek hikayeler, Muzaffer Buyrukçu hikayesi,

The post Hikaye “Aydan Gemi Yapanlar” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/hikaye-aydan-gemi-yapanlar.html/feed 0