Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
kısa hikaye arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-hikaye Hikaye Çeşitleri Tue, 21 Nov 2023 19:19:57 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center kısa hikaye arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-hikaye 32 32 “Çavuş Emmi” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html#respond Tue, 21 Nov 2023 19:19:57 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9266 “Çavuş Emmi” Hikayesi Recep Şükrü Güngör Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı. Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, […]

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Çavuş Emmi” Hikayesi

Recep Şükrü Güngör

Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı.

Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, bu kurtarmaz demiş. Birkaç kuruş vermişler de Çavuş Emmi’yi savmışlar. Yaşarken elinden para ne kadar zor çıkarsa, ölünce de oğullarından aynı şekilde çıkıyormuş. Onca mala mülke karşılık cenaze masrafı olarak birkaç kalıp sabun verilir mi? Kabul etmez tabi Çavuş Goca.

Evine mevlit sonrası toplandığımızda anlatmıştım da tebessüm etmişti yas alayı. Boz eşeği vardı Çavuş Emmi’nin. Eli ayağı o eşek idi. Ona biner, gider gelirdi tarlaya takıma, bağa bahçeye. Çalıştığı yoktu ya, göz kulak oluyordu mahsullerine.

Cuma Amca, dalıyor, kendi kendine anlatmaya devam ediyordu. Dünyada bir karış yer kalmadı Çavuş Goca sana. On yıl önce şu avlu duvarı meselesi yüzünden benimle kavga ettin. Bizim takımın hakkından yer aldın. Halbuki orası takım adına bana düşmüştü, benim hakkımdı, benim avlum olacaktı. Lakin, bizim çocukların sözünü tuttum, duvarı yukarı çektim. O günkü kavga da boşa gitti. O gün sağ başparmağını boşa kırdın. Duvar taşlarına ayağını çarpa çarpa boşa dövündün. Kalmadı işte Çavuş Emmi. Sana da kalmadı. Kıl Durmuş’a da kalmayacak. Yavuz at yemini, yavuz it ününü artırır. Kıl Durmuş ki, trafo paralarını yıllarca yedi. Bütün oymaktan topladı; “Yatırdım, yetmedi, az bir borç kaldı.” dedi. Ama yatırmamış, kendi ihtiyaçlarına harcamış. Motor almış, köten almış, römork almış. Ona da kalmayacak. Büyük buluşma sırası ona da gelecek. Bana döndü:

Şimdi o avlu duvarı meselesini düşünüp, kavgamıza gülüyorum, dedi.

Yeniden kendi kendisiyle konuşmaya başladı.

Yolumu daralttığına, araba geçemez hale getirdiğine, köşeyi iyice yukarı çekip ev yaptırdığına bakıp da gülüyorum. Fani işleri değil miydi yalancı dünyanın. Sahi sana neden Çavuş demişlerdi? Ökkeşiye Hazretlerinde şeyhin yanına oturmuştun, şeyh de seni köye Çavuş seçmişti. Sonra bir akşam senin evde zikir çekmiştik. Ne tatlıydı o zikir gecesi.

Cuma Amca, kafasını kaldırdı, yanımıza gelen üç beş cami cemaatine de seslendi:

Köyde herkese bir şeyler anlatmıştı ama, Kıl Durmuş’a anlatamamıştı. Oysa, Kıl Durmuş’a her meselede arka çıkardı. Ölü bizim, Allah rahmet eylesin; bizim adamımız, ne yapayım, ses çıkaramıyorum, dumanı doğru çıksın yeter, derdi. Çocuklarımıza Kur’an öğretmişti. İlerleyen yaşında bile devam etmişti bu mübarek hizmetine. Cesedi nurluydu. Yüzünde tebessüm vardı. Kur’an öğrenen talebelerine tebessüm ederdi ya, işte öyle gülümseyen bir hâli vardı. Daldı. Biraz bekledi. Kafasını sağa sola salladı. Belli ki Çavuş Emmi’nin gidişine çok üzülüyordu. Cenazene sevenin de sevmeyenin de geldi. Çünkü köyün tek kurs hocasıydın. Sana düşman kesilen Ziya’nın bile çocuğuna gizlice Kur’an öğretmiştin, seni hiç sevmeyen Pala Omar’ın torununa da. Saffet Ziya’nın Cumali’si senin sayende cumaya gelmeye başlamıştı. Bir bahar vakti idi. Günlerden cuma. Güneş sarı sarı gülümsüyordu buğday tarlalarına. Tomurcuklar patlıyordu .Ayrık otu topraktan ayırıp başını yeryüzüne uzatıyordu. Papatyalar düğün alayı gibi dizilmişlerdi. Dağ laleleri ekinlerin arasından boy vermişler, kırmızı kırmızı selamlıyorlardı baharı.

İmam, ince, tegannili sesiyle salaya başladı. Tarlada çapa yapıyorduk. Cumadır sela verilir dedik. Lakin imam selayı inna lillahi ile bitirip künye okumaya başlayınca tarlada çalışan başlar yekindi. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Yazı, köye dönen karartılarla doldu. İşi gücü hemen bıraktık. Acı haber tez yayılır. Çavuş Emmi’nin haberi bütün yazıda, selanın duyulmadığı yerlerde bile duyuldu. Çoluk çocuk, avrat uşak, pür telaş köye döndük. Çavuş Emmi ölmüş. Köyün arabaları caminin önüne getirildi. Birkaç ihtiyar bacının dışında herkes arabalara doluştu. Şehre, Çavuş Emmi’nin cenazesine gittik. Kenar mahallede oturan oğlunun evinde geçinmiş, son nefesini vermiş. Karısı Fadıma Bacı’nın haberi yoktu. O, köyde oğlu Adem’in yanında kalıyordu. Gelini Melek ne kadar eziyet etse de gitmiyor, başka yerim yok, şehirde yaşayamam diyordu. Yüzü güzele kırk günde doyulur; huyu güzele kırk yılda doyulmaz, der de gelini yererdi gelen gidene. Gelinin yüzü değil huyu güzel olsun, derdi. Fadıma Bacı, Çavuş Goca’nın öldüğünü o saat anlamış, Fatiha’sını okumuş. Yüreğine ölümün acısı, ayrılığın hasreti çöreklenmiş ama kimselere bir şey dememiş. Selayı duymamış mı diyeceksin. Duyamazdı ki, kulağına bağırarak konuşurduk da zor işittirirdik. İki senedir göremediği kocasından yeni ayrılıyormuş gibi ayrılık acısı çökmüş içine. Çavuş Emmi, sık sık doktora gittiğinden, doktor gözetiminde yaşadığından şehirdeki oğlunun yanında kalıyordu. Sıcak, tatlı bir gündü. Sessizce gömdük Çavuş Emmi’yi. Oysa, onun hayatı böyle sakin değildi. Konuşurdu, Adem Babamız’dan girdi mi, Nuh Nebi’den çıkmayınca bırakmazdı. Hele gazavatlara başlamaya görsün, bitmezdi, öğle olurdu, ikindi olurdu, davarın kalkım vakti, bahçecilere hareket saati başlardı da Çavuş Emmi sözüne mecburiyet karşısında virgül koyar, sonraki gün devam ederdi.

İki gün sonra oğulları, gelinleri toplanıp geldiler. Konu komşu toplandı. Pazartesi akşamı idi. Camide mevlit okuduk. Rahmetli severdi mevlit okumayı. Mevlit halkasında yeri belli idi. Onun yerini boş bıraktık, cemaat o boş yere bakıp bakıp ağladı. Kıl Durmuş da oradaydı, kafasını tusturup köşeye pusmuştu. Sonra Çavuş Emmi’nin toprak damına geçtik. Melek gelinin çayını içtik. Fatiha’lar, Yasin’ler okuduk. Fadıma Bacı’ya başsağlığı diledik. Çavuş Goca’nın iyiliklerini anlattık.

Maminekler’de geçen hadiseyi de ben anlattım. Fadıma Bacı, dudak hareketlerimden ne anlattığımı anladı, tebessüm etti. Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin, dedi. Eve doğru giderken avlu duvarının taşına bir tekme attım. Değmezsin be, dedim. Kalmadı işte, Çavuş Emmi’ye de kalmadı. Ölü aşı neylesin, türbe taşı neylesin, biz bir Fatiha okuyalım Çavuş Goca’ya. Cuma Amca, omzuna attığı partal ceketini giydi. Ezan yakın, hadi sen minareye, ben de içeriye dedi. Şerefede vakti beklerken aşağıya musallaya baktım, kadidi çıkmış bir ihtiyar öğrencilerine Kur’an öğretiyordu.

Recep Şükrü Güngör

hikaye, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye örneği, kısa hikaye, duygusal hikaye, düşündüre hikaye, ibretlik hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, öykü, seçme öyküler, öykü örneği, uzun hikaye, kısa hikaye, 

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html/feed 0
Hikaye Oku “BARA BİLLOM” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html#comments Thu, 21 Sep 2023 20:00:16 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9171 Hikaye Oku “BARA BİLLOM” Prof. Dr. Murat KARA Malatya’nın Hekimhan İlçesinde insanlar eskiden yazları sadece bahçelerini ekip dikmek ve ürünleri toplamak için değil, serinlemek ve temiz hava almak için Mayıs ayı ortalarında Hekimhan’dan daha yüksekte olan bahçe evlerine taşınırlardı. Çünkü bahçeler geceleri oldukça serin olurdu hatta sabaha karşı hava daha da soğuduğu için insanlar yataklarının […]

The post Hikaye Oku “BARA BİLLOM” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “BARA BİLLOM”

Prof. Dr. Murat KARA

Malatya’nın Hekimhan İlçesinde insanlar eskiden yazları sadece bahçelerini ekip dikmek ve ürünleri toplamak için değil, serinlemek ve temiz hava almak için Mayıs ayı ortalarında Hekimhan’dan daha yüksekte olan bahçe evlerine taşınırlardı. Çünkü bahçeler geceleri oldukça serin olurdu hatta sabaha karşı hava daha da soğuduğu için insanlar yataklarının içinde büzülürlerdi. Yaz boyunca acil bir ihtiyaçları çıkmadığı sürece alışveriş yapmak için cuma günü hariç Han’a (Hekimhan) inmezlerdi. Çünkü cumaları kasabada pazar kurulur. Bir de, eğer Ramazan ayı yaza gelmiş ise teravih namazı için inerlerdi. Hekimhan halkı özellikle yazın Han Bağlarında ve Kandıl’da otururlardı. O yıllarda sokak lambaları olmadığı için akşam karanlığında teravih namazına gitmek için evlerinden çıkıp yol boyunca diğer yaya veya eşeğe binmiş insanlara katılarak bir teravih konvoyu oluşturulurdu. Teravih namazı bitiminde de aynı şekilde insanlar bu konvoyla Han Bağlarına geri dönerlerdi. O yıllarda kasabanın tek camisi Köprülü Mehmet Paşa Camisiydi ve tüm namazlar bu camide kılınırdı.

Sanırım 1950 veya 1951 yılıydı ve Ramazan ayıydı. Herkes tarafından sevilen ve aynı zamanda çok içki içen çarşı esnafından “Servet” isimli bir adam vardı. Servet, Ramazan ayı olmasına rağmen her zaman olduğu gibi yine içip sarhoş olmuştu. O akşam, üzerine beyaz, uzun bir entari giyip mezarlığa giderek musalla taşının üstünde ki salacanın (üstü açık tabut) içine girerek yatmıştı. Bağ ahalisi camiden çıkmış, konvoy halinde evlerine dönüyordu. O vakit çevre yolu olmadığı için Budaklı-Kandıl yolu mezarlığın girişiyle aynı seviyede idi. Kalabalık teravihten çıkmış musalla taşının hizasına geldiğinde salacanın içinden birden beyazlar içinde bir varlık “bara billom” diye bağırarak birçok defa yatıp kalkmaya başladı. Ahali şaşırmıştı. Herkes korkuyla “Hortlak, hortlak var diye bağırıp kaçışmaya başladı. Bazıları orada dona kalmıştı ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. O nesil hortlak hikâyeleri ile büyütülmüş bir nesildi. Çocuklar ocağın etrafına dizilir yaşlıların korkunç cadı, hortlak, cinlerin padişahı, al karısı vb. gibi hikâyelerini dinlerdi. Çocuklar bazen o kadar korkarlardı ki gece tuvalete tek başlarına gidemezlerdi. O zamanlarda hemen herkes hortlaklara, perilere ve cinlere inanıyordu.

Aliseydi, Ahmet dayısı ve arkadaşları yan yana seğirtiyorlardı (Seğirtmek= koşar adımlarla yürümek). Hortlak kısa bir süre sonra salacadan çıkıp koşarak arkalarına düşmüştü. Var gücüyle koşuyordu. Ahmet dayı korkmuyordu veya korkusunu belli etmiyordu. Hızlı yürüyordu ama koşmuyordu (Han deyimiyle carı carı yürümek ya da seğirtmek). Bağ köprüsünü geçmişlerdi ki arkadaşlardan biri olan Doğan, Aliseydi’ye bağırdı:

— Ula oğlum, hortlak üzerimize doğru geliyor, kaçalım haydi.

Konvoydan bazıları çoktan görünmez olmuşlardı. Bağ köprüsünü geçip yokuşa geldiklerinde Ahmet dayı durup Ayetel Kürsi, Nas, Felak Surelerini arka arkaya okuyordu. Aliseydi ve kalabalıktan birkaç kişi onun yanında duruyordu. Ahmet dayının maneviyatına ve gücüne her zaman saygı duyarlardı. Hortlak onlara yetiştiğinde sesinden onun Servet olduğunu anladılar. Servet de Ahmet dayıyı tanıdı. Onlar Servet ile konuşmaya başlayınca oraya buraya saklanmış adamlar da çıktılar. Hep birlikte hem Servet’in entarili haline hem de kendi saflıklarına kahkahalarla gülüyorlardı. Ahmet dayı sordu:

 Oğlum Servet sen ne diye bağırıp insanları korkutuyorsun, senin derdin ne, bu mübarek Ramazan’da içki içilir mi? Servet mahcup bir şekilde cevap verdi:

— Sizi düşman askerleri belledim Ehmet emmi, kusuruma bakmayın, dedi ve Ahmet dayının elini öptü.

Aliseydi yine bir olayın sonunda kahramanlardan biri olmuştu. Servet içkinin verdiği cesaretle peşlerinden koşmuştu ki düşmanları korkutsun. Aslında Servet “bara billom” diye bağırırken o vaktin meşhur İtalyan marka Parabellum tabancayı kastediyormuş. Gerçekte tabancası falan yokmuş. Karanlıkta o kalabalığı bir tabur düşman askeri zannetmiş, kendini savunmak ve askerleri korkutmak için sarhoş kafasıyla güya ateş ediyormuş.

(Bu hikâye merhum Aliseydi PEKTAŞ (Ö. 2005) tarafından aktarılmıştır. Servet, hortlak sanılan kişinin gerçek adı değildir. Merhumun adını hikâyede zikretmek istemedim.)

Yazan: Prof.Dr. Murat KARA

hikaye, hikaye oku, kısa hikaye, korku hikayesi, eğlenceli hikaye, hortlak hikayeleri, korkunç, cadı, hortlak, cinlerin padişahı, al karısı hikayeleri, 

The post Hikaye Oku “BARA BİLLOM” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-bara-billom.html/feed 1
Üç Kız Kardeşin En Güzeli  https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/uc-kiz-kardesin-en-guzeli.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/uc-kiz-kardesin-en-guzeli.html#comments Thu, 10 Aug 2023 13:04:49 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9112 Üç Kız Kardeşin En Güzeli  Görüyor musun Pakize Abla şu fiyatları, el yakıyorlar el, nasıl da pahalı her şey! Yaşanacağı kalmadı artık, ne diyeyim Asuman. Eskiden ay sonunu zor getiriyoruz derlerdi, o yine iyiymiş; biz bırak ay sonunu getirmeyi, böyle bir ümidimiz artık hiç kalmadı. Borç borç üstüne, hem de işin kötüsü alacaklılarımız eş dost, […]

The post Üç Kız Kardeşin En Güzeli  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Üç Kız Kardeşin En Güzeli 

Görüyor musun Pakize Abla şu fiyatları, el yakıyorlar el, nasıl da pahalı her şey!

Yaşanacağı kalmadı artık, ne diyeyim Asuman. Eskiden ay sonunu zor getiriyoruz derlerdi, o yine iyiymiş; biz bırak ay sonunu getirmeyi, böyle bir ümidimiz artık hiç kalmadı. Borç borç üstüne, hem de işin kötüsü alacaklılarımız eş dost, konu komşu da değil artık; tefecilerin kralı bankalar. Ordan alıp öbürüne, öbüründen alıp öbürüne. Ne zamana kadar bu çarkı çevirebileceğiz bilmiyorum vallahi, şaştık kaldık. Kocamın emekli maaşı zaten ne ki, bir avuç; ayın yarısı bile gelmeden bitiyor. Her şey ateş pahası. Elektrik, doğalgaz, su ve telefon faturalarının hızına yetişmek hayal oldu. Market fiyatları desen yakalayabilene aşk olsun. Her gün dünü aratıyor. Valla doğru dürüst de yakamıyoruz korkumuzdan, evin yarısı kapalı zaten. Allah’tan rahmetlik kayınpederimden kalan evde oturuyoruz da, kiramız yok çok şükür. Şuradan bana iki kilo pırasa verir misin evladım.

Pakize Abla suç biraz da bizde ama, öyle değil mi? Bize hayatı dar edenleri, ülkeyi kötü yönetip halkı böyle zamlarla ezim ezim ezenleri kendi elimizle sandığa gidip biz seçmiyor muyuz?

Ne bileyim Asuman, hani derler ya baştakiler savaş çıkarırlar, ama cepheye gidip hayatını kaybeden hep dayısı olmayan masum ülke çocukları olur diye. Bilmiyorum Asuman, bir yerde bir yanlış var ama. Neremiz doğru ki hesabı.

Pakize Abla tüm sıkıntılara rağmen yine de maşallahın var, gülüşlerin kahkahaların eskisi gibi hayat dolu. Hep güler yüzlüsün. Valla seninle beraberken ben de mutlu oluyorum. Bayılıyorum şu ızdırapları bile gülen gözlerle karşılayıp anlatmana. Ha abla balıklara da bir bakalım, hamsi ucuz olur belki; et niyetine yeriz çoluk çocuk. Hem de daha sağlıklı olduğunu söylüyorlar.

İyi olur, bak şu tarafta balıkçılar. Benimkisi de biraz zorlama kahkahalar Asuman, ne yapalım her şey kötü diye mezara ecelimizden evvel mi girelim? Yaşamak bütün zorluğuna rağmen yine de güzel. Sabahları güneşin doğması, pencereme konan güvercinler, evimdeki rengârenk çiçekler, parkta endişesiz oynayan çocuklar. Onları gördükçe hayata daha bir tutkuyla sarılıyorum, kahkahalar atıp neşeli durmaya çalışıyorum. Hani diyorlar ya “nasıl görünüyorsanız öylesinizdir” diye, benimki de o hesap. Kocam da şaşıyor bu halime takdir ederek. “Bu kadar enerjiyi nereden buluyorsun, maşallah Pakize,” diyor.

Balıkçı bey bir kilo irilerinden hamsi verir misin?

Abla hepsi iri bakın, altı üstü bir, bizde yanlış olmaz abla. Derya kuzuları bunlaaar…

Bir kilo da hamsi bana tart evladım. Taze ve iri görünüyorlar gerçekten de. Kocam neşemi ve enerjimi takdir ediyor etmesine de. İkide bir çekişip bana laf sokuşturmaktan da geri durmuyor. “Ne olacak bu kiloların Pakize, karnın iyice şişti, her an doğurmaya hazır gebe kadın gibisin,” deyip duruyor. Aman ne bileyim işte Asuman, bir türlü veremiyorum; yemeyle de ilgisi yok, acaba stresten mi alıyorum bunca kiloyu nedir, anlamadım gitti.

Kız Pakize Abla televizyonlarda hergün doktorlar bas bas bağırıyorlar, aman fazlalıklarınızdan kurtulun, atmaya çalışın; zararlarından başka hiçbir faydaları yok şu gereksiz dokuların filan deyip duruyorlar.

Aman ne bileyim Asuman, kolay değil olmuyor işte. Evladım şuradan bana bir kilo turp, bir kilo da ıspanak tartar mısın?

Size teessüf ederim Asuman Hanım. Ben hiç de gereksiz değilim. Zararlı ve zehirli olduğuma yönelik iddiaları tamamen içi boş, temelsiz, zırva, hatta saçma olarak değerlendiriyorum. Yapısal bir karakterim var benim. İki kızkardeşimin değeri neyse, ben de oyum yeri gelince. Kardeşlerimle beraber ben olmasam ne bir insan, ne bir hayvan hayatta kalabilir. Yaşam biter, dünya sona erer, her şeye elveda. Hatta övünmek gibi olmasın, ben kardeşlerimin en güzeli ve en alımlısıyım. Beni en iyi sarı özlü beyaz papatyalar, nergisler ya da lilyumlar betimleyebilir. Onların da güzellik ve zarafeti ortada, değil mi? Aynı zamanda her şeye tadını ve iştah açan o güzelim mis kokularını veren de benim. Ben olmasam hiçbir şey tadıyla yenilemeyeceği gibi mutluluk, haz ve zevk denen şeyler de sadece şarkılarda veya şiirlerde geçebilirdi. Hem dolgun enerjim var, hem ele avuca gelir hacmim. Varlığım gururum. Bir numaralı enerji kaynağıyım tüm bedenlerin. Bensiz hiçbir şeyin yaşanılır tadı da yoktur tuzu da. Hiç de olmadı zaten şu yaşlı dünyada bensiz. Boş bulduğum her alana sığarım, hatta doldururum, ayıptır söylemesi yayılmacıyımdır biraz. Değişik şekiller ve yapılar üretmek benim yüksek yeteneklerimden biri. Sonra benimle yaşamak ve geçinmek de kolaydır. Mutluluk, hayata enerjik ve pozitif bakış, kısaca tüm iyi şeyler sayemde gerçekleşir desem abartmış olmam her halde. Çevrenizde beni yuvalarına cömertlikle konuk eden insanların hemen her zaman mutlu, güleç ve enerjik olduklarını defalarca görmüş olduğunuzdan eminim. “Etliyim, butluyum, mutluyum,” diye boşa denmiyor.

Şu modern insanları ve kendilerine dayatılan saçma sapan algıları hiç mi hiç anlamıyorum. Zayıflık, kara kuruluk, sıskalık sanki iyi bir şey mi? Kemikleri farkedilmek, kaburgaları sayılmak bence acınası bir durum. Eskiden balık etli artistler gözdeydi. Yeşilçam filmlerindeki yıldızların çoğu benimle ön plana çıkmaktan bırakın utanmayı, haklı bir keyif alırlar, kendileriyle gurur duyarlardı. Türkan Şoray’ın eline, ne geçmişte ne şimdi, su dökebilecek bir güzellik var mı Allah aşkına? Nerde o eski günler âh! O zamanlar ben bırakın nefret edilmeyi, her yerde aranan bir değerdim. Tüm canlıların gözdesi ve kıymetlisiydim. Ayrıca ulusal ve toplumsal özdeyişler alanında güzellik ve çekiciliğime dair üretilmiş onlarca kamyon arkası söz söyleyebilirim bir çırpıda. Haydi onlardan bir tanesini söyleyeyim: Araplar benim cinsime “nereye gidiyorsun, diye sorulsa mutlaka en çirkin ve en eğri yeri güzelleştirmeye cevabı alınır”, derler. Ama şimdi böyle değil, devir değişti; artık pek çoğu benden nefret ediyor.

Ancak “yiğidi öldür hakkını yeme” denir ya, tamam ben de kabul ediyorum aşırı miktarım zararlı olabiliyor. Bakın oluyor demiyorum, olabilir diyorum. Ama bu durum sadece benimle de sınırlı değil ki, her şeyin fazlası zarar. Ne demişler, “her şey kararıyla”. Bu gerçeği kabul etmekle beraber gereksiz ve zararlı olduğumu asla kabul etmediğimi, şiddetle reddettiğimi bir kez daha yineliyorum. Bana göre bu gülünç iddianın hakettiği tek yer var, orası da çöp tenekesinin dibi.

Vazgeçilmezim, hatta vazgeçilemezim. Yapısına paydaş olduğum değerli hanımefendi bunun en canlı şahidi işte. Geçen sabah eşine “Kocacığım rüyamda karın fazlalıklarımı aldırıp kalçama eklettiğimi gördüm” diyen Pakize hanımla bir kez daha gurur duydum. Evet onunla gurur duyuyorum. Hem onunla hem kendimle. Biz bu gururu ortaklaşa hak ediyoruz, hiç şüphem yok, sizin de olmasın. Asıl mahcubiyet duyması gerekenler aleyhimize olmadık yalan, iftira ve tezviratı yayanlardır. Yazık ki bunların bir kısmı da doktorlar, akademisyenler gibi sözde bilim insanları. Bilim dedikleri şey hiç bu kadar ayağa düşmemişti şu âna kadar. Gün gelecek tarih onları “şarlatan zırvacılar” diye yazacak.

Pakize Abla bak ne diyorum, pazar yürüyüşünden başka, iki gün daha çıkalım kız seninle şöyle. Yürüyüşler yapalım bu cadde boyunca. Ne dersin?

İyi olur Asuman, hem de böylece hafta boyunca evde tıkılıp kalmamış olurum. Şikâyetçi değilim ve fazlalıklarımla mutluyum ama tempolu yapabilirsek, kim bilir belki onlara da iyi gelir bu yürüyüşler.

Görüyorsunuz değil mi aklın yolu bir işte. Sevgi, bağlılık ve vefa duygumuz karşılıklı; ayıramaz kimse bizi. İyi ki varsın Pakize Hanım, sen çok yaşa.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikayelerimiz, yazarlarımız, çok güzel bir hikaye, çok güzel hikaye, kısa hikayeler, kısa hikaye, güzel hikaye, Sevgi, bağlılık, vefa, bilgelik hikayeleri, ibretlik hikayeler, ders veren hikayeler, eğitici hikayeler,

The post Üç Kız Kardeşin En Güzeli  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/uc-kiz-kardesin-en-guzeli.html/feed 1
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html#respond Wed, 31 May 2023 13:09:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9070 Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı. Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan […]

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK”

Gurbet Hikayeleri – Refik Halit Karay

Işık vursa bile içine fer düşmeyen bulanık gözlü, küçücük, sıska, yılgın bir köpekti. Kendini bildiğinden beri kuyruğunu bacaklarının arasından çıkarıp keyifli keyifli sallamak fırsatını bulamamış, gözlerinin yaşı kurumak bilmediğinden yanakları nemden kurtulamamıştı.

Tüyleri, mangal altında sırtları yanmış kedilerinki gibi kirli sarı renkte olduğundan yıkansa da temizlik hissi vermez, oynamayı öğrenmediğinden de kimseyi eğlendiremezdi. O güne kadar “Hoşt! ” lara alışmıştı; ilk “Kuçukuçu! “yu Osman’ dan işitti.

Osman bir kabahat işleyip yad illere düştüğü zaman bu köpek gibi sokaklarda sürtmüş, durmuş, neşe yüzünü unutmuştu. Ona da her uzandığı kapı aralığından dilini anlamadığı adamlar “Hoşt! “a benzettiği keskin bir kelimeyle haykırıyorlar, elinde gezdirdiği kağıt çiçeklerle Kulhüvallahi yazılı tabaklara bakmadan tersyüzü geri çeviriyorlardı.

Bu çiçekleri viraneler arasında yapıyor, bu tabakları bostan kıyılarında yazıyordu.

Bereket ki, sıcak iklimli memleketlerde, Akdeniz kıyılarında dolaşıyordu. Bütün geçtiği yerler deniz kokuyordu ve ona bu koku besleyici geliyordu. Deniz, muz, portakal, şeker kamışı, kırmızı biber, kekik ve süprüntü kokuyordu. Ağaçlardaki olgun, sıcak meyvelerle yerlerdeki çürük yemiş kabukları kokusundan sersemleştiğini ve mütemadiyen bunları yemekten de içinin koflaştığını, boşaldığını duyuyordu.

Bir akşam, çit kenarında sırtüstü yatmış, kafasından neler geçtiğini fark etmeden düşünürken, kendisine birinin baktığını sezdi. Başını kaldırıp etrafını aradı.

Bir ufak köpeğin yaşlı gözleriyle karşılaşmıştı. Acıdı:

“Kuçukuçu! ” diye çağırdı.

Köpek başını yana eğdi; bir kulağını dikmiş, öbürünü aşağıya sarkıtmıştı. O güne kadar işitmediği bu tatlı sözün manasını anlamaya çalışıyor, anladığına da inanmıyor gibiydi.

İşte iki bahtsız böyle tanıştılar.

Osman’ın taşlara, topraklara sürtünmekten havı dökülmüş kirli haki ceketiyle köpeğin açlıktan sertleşip seyrekleşmiş kirli postu yan yana geldi; birbirine uydu. Her ikisinde de hasret derecesini bulmuş olan sokulma ihtiyacı çarçabuk ısınmalarına yardım etmişti. Ayrılmaz dost oldular. Osman kağıttan çiçek, yazılı tabak sattı; satamadığı zaman fırından ekmek dilendi, kasaplardan kemik topladı; aşırdığı bile oldu…

Köpeğiyle konuşuyordu. O, gamlı yüzüyle, gene kuyruğu bacaklarının arasında, yanakları yaşlı dinliyordu.

Sevildiğini, sevdiğini anlatamayan, neşesini ve gönül çalkantısını belli edemeyen bir huyu vardı. Gözleri fersiz, kuyruğu hareketsiz, akar gözleriyle mahzun mahzun seviyordu. Sevinç havlaması bile bir kısık hıçkırıktan başka bir şey olamıyordu. Efendisinin arkasından hala, kovulacakmış gibi bir ürkeklikle gidiyor, dönüp hemen kaçmaya hazır bir halde çekingen, ihtiyatlı, ara bırakarak yürüyordu.

Osman bir memleketten bir memlekete geçerken köpeğini yollarda, kah yürütüyor, kah koltuğunun altına alıyordu. Yormaktan korkuyordu; ölüverir diye korkuyordu. Uyurken yanında nefesini nefesine uyduran bir dert yoldaşından gene mahrum, gene tek başına kalmaktan korkuyordu; çilesine katlanıyordu.

Çok defa aç, daima yurtsuz ve yolcu, böyle iki yıl geçti.

Osman’ın bütün kurduğu hülya bir kulübesi olmak ve akşam dönünce köpeğini kapısının önünde bekler bulmaktı.

Bazen iş çıkıyordu, köpeğini hanlarda bırakıyor, fakat büyük köpeklerin parçalaması ihtimaliyle gününü korkular içinde geçiriyordu. Bazen de onu bir yerde bırakmadığı için işe gidemiyordu.

Olmayacak bir ihtimale inanmıştı: Bu köpek de Osman’ın memleketinden nasılsa buralara düşmüştü; o da kendisi gibiydi, yurt hicranı çekiyor, havasına, suyuna, güzelliğine ısınamıyordu. Her şeyi garipsemişti, onun için böyle yılgın, kamburu çıkık, kuyruğu bacaklarının arasında, yaşlı gözlüydü.

Birbirlerinden hazzedişlerinin bir sebebi de bir yurt yavrusu, bir dert ortağı oluşlarıydı.

Böyle düşündüğü için köpeğini büsbütün seviyor, onu yabancı ülkelerde tek başına bırakmaktan ürküyordu.

“Ölüverirsem ne olacak?” diye hatırından fena fikirler geçirirken, kendisinden fazla ona yanıyordu.

Zira Osman’ın hastalandığı, ateşli öksürük nöbetlerine tutulduğu, günlerce bir hendek içine sokulup yattığı oluyordu. Köpek dizlerinin arasına giriyor, öksürükler fazlalaşınca başını çevirip nemli, bulanık gözleriyle yüzüne bakıyordu. Sonra içini çekiyor, kıvrılıyor, burnunu karnına sokup uyumadan, hareketsiz ve gözleri açık sanki ikinci nöbetin gelişini korka korka bekliyordu.

Zaman ikisini de gittikçe, birbirine benzetmişti. Kirli sarı renkte, sıska, mahzun, fersiz bakışlı, sırtları kabarmış, tüyleri taras taras, çirkin ve lüzumsuzdular.

Onun için de artık kasabalara uğramayarak kırlarda yaşıyorlar, yavaş yavaş çöllere kayıyorlardı.

Nihayet jandarmaların eline düştüler.

Kolları iple arkasına bağlı, Osman günlerce bir silahlı süvarinin önünde sıcak ovalarda yürüdü. Köpeği çok geriden, daha ihtiyatlı ve ürkek peşi sıra gelmişti. Karakollarda beklenirken uzaklarda, kayalar arasına saklanarak gözcülük ediyor, yola düşülünce meydana çıkarak, sinsi, toprak kabartılarını siper tutarak, arkalarından geliyordu.

Kulakları daima tetikte, dikiliydi. Osman’ın öksürüklerini duyunca bir kısa müddet duruyor, başını eğip bir kulağını sarkıtarak dinliyordu.
Böylece hududa geldiler.

Osman serseri ve yabancı olduğu için daha güneydeki bir komşu ülkesine atılacaktı. Sının aşınca köpeğine kavuşacaktı ya…

Hep bu ümitle, ciğerlerinin söküldüğüne, sade dışardaki sıcaktan değil, içinin ateşinden de eridiğine bakmayarak yürüyordu. Hasretin sona ermesi için hem de asker gibi, dik ve intizamlı yürüyordu.

Barakalar önünde durup ellerini ipten sıyırdıkları zaman ona sarıldı, kucağına, aldı, öptü, okşadı. Fakat birden sarsıldı. Gümrük kolcusu gözleri akan sıska, iğrenç köpeği göstererek:

“Yasak,” demişti, “baytar şahadetnamesi olmadan hayvan geçemez!

Hayvancağızı geçiremediler.

Osman’ın kollarından çözülüp ip onun boynuna takıldı ve hudut levhasını tutan direğe bağlandı.

Osman yalvardı; kefiyeli jandarmanın ellerine sarıldı, fesli kolcunun ayaklarına kapandı. Herkes, memurlar, kahveci, maşlahlı yolcular, bütün halk gülüyordu. Osman öksürüyordu: İngiliz çavuşu piposunun dumanını seyrediyordu.

Köpek kuyruğunu bacaklarının arasına büsbütün sıkıştırmış, kamburu büsbütün çıkmış, gözleri daha bulanık, yanakları sırsıklam, başını gene eğmiş, bir kulağı sivri, öteki düşük melul melul bekliyordu.

Nihayet jandarmalar kızdılar. Osman’ın çürük, kof sırtına öldürücü birkaç dipçik vurdular, hududun öte yanına, bayır aşağı, taşlıklara yuvarladılar. Bunu gören köpek, evvela, yerinden fırlamak, ipini kırmak, hayatında ilk defa, dişleri meydanda, kuyruğu dimdik, hırlayarak iri çizmeli adamlara saldırmak istedi, yapamadı.

Çölleri, yoldaşının ardında, aç karnına, susuz, uykusuz, dili bir karış, sinsi sinsi günlerce aşmaktan mecalsizdi; yapamadı. Sadece derin derin içini çekti.

Sonra döndü döndü, kıvrıldı; ıslak burnunu karnının tüyleri arasına gömdü ve yaşlı gözlerini -daima kovucu, “Hoşt! ” deyici olarak tanıdığı- dünyaya son bir usanç içinde yumdu.

Şişli, 1 939 Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, öykü, hikaye okuma, kısa hikaye, kısa hikayeler, kısa öykü, gurbet hikayeleri, refik halit karay, duygusal hikaye, ağlatan hikaye, acıklı hikaye, köpek, köpek hikayesi, üzgün köpek, ağlayan köpek, köpek hikayesi, 

The post Çok Güzel Duygusal Bir Hikaye “KÖPEK” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/cok-guzel-duygusal-bir-hikaye-kopek.html/feed 0
Seçme Öykülerden “KADINA GÜVENMEK DOĞRU MU?” https://hikayelerimizden.com/klasikler/secme-oykulerden-kadina-guvenmek-dogru-mu.html https://hikayelerimizden.com/klasikler/secme-oykulerden-kadina-guvenmek-dogru-mu.html#respond Thu, 25 May 2023 11:25:29 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9064 Seçme Öykülerden “KADINA GÜVENMEK DOĞRU MU?” O’HENRY JeffPteters: – Daha önce de söylediğim gibi kadınların dalaverecilikteki yeteneklerine hiçbir zaman inanmamışımdır. Kadına en masum dolandırıcılıkta bile ortak olarak güvenmek doğru değildir, dedi. – Bu iltifatı hak etmişlerdir. Namustan yana sağlam olduklarını söyleyebiliriz, yanıtını verdim. Jeff: – Namuslu olmamalarına bir neden yok ki dedi. Erkekler neci oluyor? […]

The post Seçme Öykülerden “KADINA GÜVENMEK DOĞRU MU?” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Seçme Öykülerden “KADINA GÜVENMEK DOĞRU MU?”

O’HENRY

JeffPteters:

– Daha önce de söylediğim gibi kadınların dalaverecilikteki yeteneklerine hiçbir zaman inanmamışımdır. Kadına en masum dolandırıcılıkta bile ortak olarak güvenmek doğru değildir, dedi.

Bu iltifatı hak etmişlerdir. Namustan yana sağlam olduklarını söyleyebiliriz, yanıtını verdim.

Jeff:

– Namuslu olmamalarına bir neden yok ki dedi. Erkekler neci oluyor? Kâh ölesiye çalışarak, kâh dolandırıcılık ederek kazandıktan. Kimin için? Kadınlar için! Ama ne de olsa kadınları işte hepten yabana atmamalı. Ancak saçlarının ve duygularının fazlaca okşanmasına izin verdiler mi kötüdür. Hiç bakmazlar. Evini toprağını kutuya koymuş, yorgun argın, kır bıyıklı bir koca ve beş çocuklu bir baba rolü adayını derhal hazır bulundurmalısınız.

örneğin, Cairo’da Andy Tueherte “evlendirme bürosu” adı altında kurduğumuz dolapta yardımcı olarak kullandığımız dul bayanı alalım:

Reklama yetecek kadar sermayeniz, öyle bir masa ağzını dolduracak kadar bir tomarınız oldu mu evlendirme bürolarında iyi para vardır. Altı bin dolarımız vardı. Bu tutarı iki ayda iki katına çıkarmayı umuyorduk, iki ay dedim. Çünkü tasarladığımız biçimde bir dolap yasal bir nitelik almadan en çok iki ay çalışabilir.

Şu biçimde bir duyuru hazırladık:

“Nakit üç bin doları ve taşrada değerli emlaki bulunan güzel sevimli, ev kadını bir dul evlenmek isteğindedir. Yoksul sınıfların genel olarak daha erdemli oldukları kanısında bulunduğundan, sevginin ne olduğunu daha çok bilen varlıksız erkekleri yeğlemektedir. Sadık, dürüst olmak, emlak yönetmeyi becerebilmek, parasal girişimlere para yatırmak konusunda uzman bulunmak koşuluyla isteklilerin yaşlı ve gösterişsiz olmalarına karşı çıkılmaz. İsteklilerin aşağıdaki adrese başvurmaları rica olunur…

Peters and Tucker eliyle  Kimsesiz dul Cairo, İllinois” işin edebiyat yanını bitirdikten sonra:

– iyi, dedim. Bunun yapacağı zarar bize yeter. Amma velakin kadını nerede bulacağız.

Bu sözüme Andy biraz sinirlendiyse de kendini tutarak :

– Jeff ben seni mesleğinde gerçekçi olarak tanırım.

Oysa sen gerçekçi düşüncelerini unutmuşa benziyorsun. Kadına ne gerek var? Wall Street’te su ve deniz tahvilleri satılırken deniz kızının sözünün geçtiği mi oluyor? Evlenme duyurusunda kadına ne gerek var? diye karşı çıktı.

Derhal işe el koydum.

– Andy, beni biliyorsun. Yasanın basılı kurallarına aykırı olarak giriştiğim bütün işlerde her zaman uyguladığım ilke belli. Satılan mal var olmalı, gözle görülebilmeli, istek olduğunda sunulabilmeli. Bu ilkeyi savsaklamamak, tren tarifelerini akıldan çıkarmamak, değişik kentlerde yürürlükte olan yönetmelikleri iyice bellemek sayesindedir ki bir puroyla bir beş dolarlığın çözemeyeceği bütün işlerde polisle karşılaşmaktan kurtulabildim. Planımızı başarıyla uygulamaya koyabilmek için, söz konusu olan sevimli dulu, güzel veya çirkin, yurttaşlık yasası hükümlerine göre, gerektiğinde, yargıcın Önüne çıkarabilmeliyiz.

Andy aklını başına alarak:

– Hakkın var. Savcılık veya emniyet müdürlüğü soruşturmaya girişecek olursa, böyle bir kadının bulunması kuşkusuz bizim için daha iyi olur. Fakat, evlenmeyle ilgisi olmayan bir evlenme işine vaktini vermeye, para yatırmaya razı olacak kadını nereden bulmalı, diye yanıt verdi.

Andy’ye bu işi becerecek birini tanıdığımı söyledim. Gezgin cambazhanelerde su satarak ve diş çekerek geçinen Zeke Trotter adındaki eski bir dostum, bir yıl önce sindirim zorluğuna karşı her zaman keyif çatarak aldığı sıvı yerine doktorun öğütlediği bir ilacı almış ve karısını dul bırakmıştı. Evlerinde çok kalmıştım. Kadıncağızı bu işte kullanabileceğimizi düşündüm.

Mİsis Trotter’in oturduğu kasabadan 60 mil uzaklıkta bulunuyorduk. Hemen trene atlayıp gittim. Kulübeyi olduğu yerde buldum. Yalakta aynı ayçiçeklerini, bahçede aynı horozları gördüm. Güzellik, yaş ve emlak dışında, Misis Trotter duyurudaki özelliklere aynen uyuyordu. Bununla birlikte göze de pek kötü görünmüyordu.

Yenir yutulur gibiydi. Ona bu işi vermek Zeke’nin anısına saygı göstermek demekti…

Madam Trotter’e ne istediğimizi anlatınca:

– Namuslu bir iş mi? diye sordu.

– Misis Trotter, hiç merak etmeyin. Biz Andy ile hesapladık. Adalet nedir bilmeyen bu geniş ülkede, duyuruyu okuduktan sonra güzel elinize bir yüzük geçirerek paranıza ve mallarınıza konmak isteyecek en az üç bin kişi çıkacaktır. Tarafınızdan söz verilen şeylere karşılık her biri size tembel bir serseri iskeleti sunacaktır. Yaşamda yerini bulamamış, iğrenç bir servet avcısından, bir dolandırıcıdan artakalmış bir iskelet!

Andy ile toplumun bu asalaklarına iyi bir ders vermeyi kararlaştırdık. Geleneğe saygılı, iyi ahlak sahibi bir evlenme bürosu maskesi altında bir örgüt kurmaktan kendimizi zor aldık. Amacımızı anladınız değil mi?

Misis Trotter:

– Anladım efendim, anladım, diye karşılık verdi. Sizin bereketli olmayan bir işle uğraşmayacağınızı bilmeliydim. Peki, bana ne gibi bir görev düşüyor? Bu üç bin serseriyi birer birer mi, yoksa toptan mı geri çevireceğim?

– Hiç merak etmeyin. Sizin işiniz kekâ! Sakin bir otelde kurulup keyfinize bakacaksınız. Yazışma ve işin ticari yanları Andy ile benim üzerimde olacak.

Şahsen, Ancak tren parasını elde edebilen en istekli adayların kendileri gelip sizinle evlenme isteklerini sözlü olarak bildireceklerdir. Siz de yalnızca bu gibilerin yüzlerine hayır yanıtı vermek zorunda olacaksınız. Size otel giderlerinden başka haftada 25 dolar ödeyeceğiz.

Misis Trotter:

– Beş dakika izin verin. Gidip pudra kutumu alayım. Evin anahtarını komşuya bırakayım. Ondan sonra aylığım işlemeye başlasın, yanıtını verdi. Böylece dul bayanı Cairo’ya götürdüm. Bürodan kuşku çekmeyecek kadar uzak, fakat aynı zamanda gerektiğinde kolayca ele geçecek kadar yakın bir aile oteline yerleştirdim. Andy’ye durumu bildirdim.

Andy:

– Çok iyi, diye yanıtladı. Vicdanın artık rahat. Gözle görülebilir bir yem bulduk. Oltayı sarkıtalım. Gelirleri avlayalım.

Aynı duyuruyu ülkenin, uzak yakın, değişik yerlerinde çıkan birçok gazeteye verdik. Aynı duyuruyu diyorum. Başka duyurular kullanmaya kalksaydık çalıştırmak zorunda kalacağımız yazman ve öbür kişilerin çiklet şapırtısı savcılığın rahatını bozmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bankaya Trotter hesabına 2 bin dolar yatırdık. Banka defterini de iyi niyetimizden kuşkulanacak olanlara gösterilmek üzere kendisine bıraktık. Esasen bizim eski dostun karısına güvenim tamdı.

Verdiğimiz duyuru hep aynıydı. Ama gelen mektuplara yanıt yetiştirebilmek için Andy ile günde 12 saat çalışmak zorunda kalıyorduk.

Günde yüze yakın başvuru oluyordu. Ülkede, çekici bir dulla evlenip parasını kullanmak sıkıntısına katlanacak bu kadar çok meteliksiz fakat gönlü bol insan olduğunu bilmiyordum doğrusu!

Büyük bir kısmı boş işler peşinden koşmaktan ve bıyık uzatmaktan başka bir şey yapmadıklarını kabul ediyor. Toplumun kendilerini anlayamadığını itiraf eyliyor, fakat aynı zamanda yüreklerinin sevgiyle taştığından emin olduklarını belirterek çekici dulun kendilerini hayat arkadaşı olarak seçmekle ömrünün en akıllı davranışında bulunmuş olacağını söylemek istiyorlardı.

Peters and Tucker kuruluşu her başvuruyu yanıtlıyor, gönderilen mektuptaki içten anlatımın dulun büyük ilgisini uyandırdığını ve üzerinde derin bir etki bıraktığını bildiriyor, daha ayrıntılı bir mektup yazmasını ve mümkünse içine fotoğrafını da koymasını rica ediyordu. Peters and Tucker, aynı  zamanda gönderilen ikinci mektubun çekici müşterilerine teslim ücretinin iki dolar olduğunu ve bunun ikinci mektupla birlikte gönderilmesinin gerektiğini belirtiyordu.

Dolabın basit güzelliğini görüyor musunuz? Ev bark sahibi olmak isteyen bu soylu kişilerden yüzde doksanı, bir çaresini bulup iki dolar ediniyor ve bize gönderiyorlardı. Böylece konu kapanıyordu. Ancak tek bir yakınmamız vardı: İki doları alabilmek için zarfları kesip açmak zorunda kalıyorduk.

Birkaç müşteri kendileri geldiler. Kendilerini Misis Trotter’e gönderdik. Gerekeni o yaptı. Birkaçı yine gelerek yol parası istediler. Uzak yerlerden de ikinci mektuplar gelmeye başlayınca gündelik girdimiz 200 doları buldu.

Bir gün öğleden sonra en sıkı biçimde çalışmakta olduğumuz bir sırada -ben bir dolarlıklarla iki dolarlıkları ayırıyor ve ayrı ayrı iki puro kutusuna yerleştiriyordum, Andy de ıslıkla “senin için evlilik çanları çalmayacak” havasını tutturmuştu- ufak tefek fakat işini bilir biri belirdi. Duvarlara bakıyor, sanki ünlü Gainisborugh’nın yitik tablolarını arıyordu. Herife bakar bakmaz iftiharla göğsüm kabardı. Çünkü işimizi dört başı mamur görmüştük. Açık yanını bırakmamıştık.

Herif:

– Maaşallah bugün posta bereketli, dedi. Kalkıp şapkamı aldım.

– Buyur bakalım, sizi çoktandır bekliyorduk, gel sermayemizi gör. Washingtondan ayrıldığınız zaman cumhurbaşkanı dostumuz nasıldı? dedim.

Kendisini Riverview Oteli’ne götürdüm. Misis Trotter’le tanıştırdım. Banka hesabını gösterdim. Dulun hesabında iki bin dolar bulunduğunu gördü.

Sonunda:

– Bu işte pek hile yok gibi görünüyor, dedi.

– Ne sandındı, yanıtını verdim. Eğer evli değilsen kal, bayanla konuş, senden ücret almayız.

– Teşekkürler ederim. Bekâr olsaydım kalırdım. Hoşça kalın Mister Peters, dedi.

Üç ay içinde beş bin dolar kazandıktan sonra artık işe son vermenin zamanı geldiğini düşündük. Birçok kişiden yakınmalar gelmişti. Misis Trotter de yavaş yavaş bıkıyordu. Kendisini görmeye gelen istekliler pek çoğaldığından işten hoşlanmamaya başlamıştı.

Dükkânı kapatmaya karar verdik. Misis Trotter’e son haftalığı ödemek ve verdiğimiz iki bin dolarlık çeki tahsil etmek üzere otele gittim.

Onu okula gitmek istemeyen bir çocuk gibi ağlar buldum.

– Ne oluyor? Bir şeye mi canınız sıkıldı? Yoksa evinizi mi göreceğiniz geldi? diye sordum.

– Hayır Mister Peters, diye başladı. Öyle bir şey yok. Bununla birlikte Zeke’nin dostu olduğunuz için derdimi size açmakta sakınca görmüyorum. Mister Peters, âşık oldum. O derece seviyorum ki onsuz yapamayacağım. Bu ana kadar düşlerimde yaşatmış olduğum erkek…

– Evlenin. Sevginiz karşılıklıysa birleşin. Duygularınıza, anlattığınız biçimde o da yüreği acıyla dolu olarak karşılık veriyor mu?

– Tabii. Fakat ne yazık ki beni şu sizin duyuru dolayısıyla görmeye gelenlerden biri. İki bin doları almadıkça evlenmekten kaçmıyor. Wilkinson adında bir bey, dedi. Ve adını söyler söylemez yeniden aşıkane kasılmalar içinde çırpınmaya başladı.

– Misis Trotter, ben kadınların duygularına herkesten çok saygı gösteririm. Üstelik çok sevdiğim bir dostun hayat arkadaşlığını etmiş bulunuyorsunuz. Kararı yalnızca ben verecek olsam iki bin dolar sizin olsun. Bu işten beş bin dolar kazandığımıza göre size iki bin doları hibe edebiliriz. Fakat ortağım Andy Tucker’in görüşünü almam gerek. Andy iyi bir adamdır. Ama işini de pek bilir. Yarı yarıya ortağız. Onunla bir konuşayım. Bakalım bir şeyler yapmaya çalışırız, dedim.

Otele dönüp Andy’ye sorunu anlattım.

– Bunu çoktandır bekliyordum zaten, duyguları ve seçme hakkı söz konusu olduğu zaman kadına kesinlikle güvenilemez, dedi.

– Andyciğim, bir insan kalbini kırmaya neden olmak iyi bir şey değildir, yanıtını verdim.

– Hakkın var Jeff. Esasen seni her zaman cömert, mert, yumuşak yürekli bir insan olarak tanımışımdır. Bense belki fazla katı yüreklilik etmiş; her şeyden, herkesten gereksiz yere kuşkulanmışımdır. Hiç olmazsa bu seferlik dediğini yapacağım! Git Misis Trotter’e söyle, iki bin doları bankadan alsın, sevdiği adama versin, dedi.

Yerimden fırlayıp Andy’nin eline sarıldım. Beş dakika elini bırakmadım. Sonra koşup Misis Trotter’e haber verdim. Kadıncağız üzüntüsünden nasıl ağladıysa, sevincinden de öyle ağlamaya başladı.

iki gün sonra Andy ile toplanıp yollanmaya hazırlandık.

– Buradan ayrılmadan gidip Misis Trotter’e hoşça kal desek iyi olur. Seninle tanışmak ve teşekkürlerini bildirmek ister herhalde, dedim.

Andy;

– Ne gerek var. Gitmesek daha iyi olur, acele edelim, treni kaçırmayalım, yanıtını verdi.

Hep yaptığımız üzere sermayemizi kuşağına sarmak üzere çıkardım. Bunun üzerine Andy elini cebine atarak bana bir deste para uzattı:

– Ötekilerinin üstüne koy, dedi.

– Nereden bu? diye sordum.

– Misis Trotter’in iki bin doları.

– Sende ne geziyor?

– Kendisi verdi. Bir aydan beri haftada üç gün onu görmeye gidiyorum.

– Villiam Wilkinson sensin demek!

– Elbet, dedi.

O ‘ HENR Y

NEW-YORK’U NASIL SEVDİ?

Seçme Öyküler

hikaye, hikayeler, hikaye oku, hikaye yaz, seçme hikayeler, klasikler, dünya klasikleri, O’henry, öykü, öyküler, kısa hikaye, kısa hikayeler, 

The post Seçme Öykülerden “KADINA GÜVENMEK DOĞRU MU?” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/klasikler/secme-oykulerden-kadina-guvenmek-dogru-mu.html/feed 0
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html#respond Wed, 24 May 2023 12:39:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9052 Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” Refik Halit Karay Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır.  Hiçten veya hoş bir şeydir. Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, […]

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN”

Refik Halit Karay

Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır. 

Hiçten veya hoş bir şeydir.

Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, sedef parıltılı çapkın kırışıklığa… Derinin öpmeye, okşamaya, hatta koklamaya davet eden bir cilvesi değil mi?  Kadının ceylan gözlerine dalıp kaldığımız gibi pürüzsüz yanağının parşömeni üstündeki bu cazibeli aşk yolu krokisine bakıp aklımızdan iç bahçelerdeki kuytu, karanfilli manzaraları düşünmüyor muyuz?

Halep çıbanının böylesi, öyle bir güzelin yüzünde seher vakti göğündeki çoban yıldızı kadar yıkanmış, taze, kokulu bir ışıkla parlamıyor, bütün vücuda bir körpelik, cinsi cazibe ve cinsi rayiha (koku) serpmiyor mu?

Her ne ise, bir asker bu kadar şiir yapabilir. Size daha iyisi, hikayemi anlatayım.

Bize dost iki Arap emiri arasındaki gazvelere bir nihayet vermek, dostluk kurmak için Yemen vali ve kumandanı İzzet Paşa, beni uzak çöle, ta Hadramut hududuna göndermişti. At ve hecin (iki hörgüçlü deve) sırtında on iki gün yol aldıktan sonra bir masal memleketine vardım.

Koca kumsalların ortasına, sanki yer azmış, arsa pahalıymış gibi onar katlı alçı evler kurmuşlar. Bir nevi bembeyaz, fağfur apartmanlar… Balkonları, terasları, cumbaları ile sipsivri, göz kamaştırıcı, baş döndürücü eğreti sinema kuleleri! Çanak, çömlek cinsinden çatlamaya, kırılıp parçalanmaya istidatlı o kadar gevrek şeyler ki, insana bir top patlasa, hepsi birden “hak ile yeksan” (yerle bir olmak ) olacaklar tesirini yapıyor.  Merdivenlerden çıkarken ayaklarımı pek basmaktan korkuyorum.

Yağmur, bu memlekette üç dört senede bir yağıyormuş…  Yağmıyormuş, bir sel halinde iniyor, sarnıçları, havuzları, barajları dolduruyor, birden kesiliyormuş. Ta yeni yağmura kadar kullanılan, içilen ve hurmalıklara akıtılan bu sudur. Çürümüş, sineklenmiş, kurtlanmış, kokmuş bir su…

Bir su leşi!

Emirin veziri, abanozdan kemikleri ve köseleden derisi olan bir eski Habeş kölesi, süte düşmüş hamam böceği gibi tiksindirici, iri, kara gözlerini, mavimtırak akları içinde çırpındırarak tembih etti:

“Ya Hazreti Kaid, cibinliğinizi uyurken açık bırakmayınız, bir sinek vardır, sokarsa habis bir çıban yapar, tedavisi zordur.”

Arap, “habis” kelimesini her ne için kullanırsa ondan çekinmelidir.

Ben de çekindim, cibinliğimi her zaman sıkı sıkı örttüm. Kenarlarını şiltenin arasına elimle soktum. Nasıl örtüneyim, sokmayayım, korkmayayım? Çarşıda, pazarda yüzleri yarıdan yarıya kemirilip, oyulmuş iğrenç adamlara rast gelip “frengiden mi?” diye sorduğum vakit:

“Hayır,” diyorlardı, “habis çıbandan… “

Bu habis çıban, nerede çıkarsa, etrafını bir selin açtığı oyuk gibi deşiyor, göz veya burun, ne bulursa alıp götürüyordu.

Bir gün şakağımda tatlı bir kaşıntı duydum; aynama baktım; hafif bir kızarıklık, ortasında başsız bir sivilce…

Hemen vezire koştum. Başını salladı, kaşlarını oynattı, sonra ellerini birbirine vurdu. Gelen kölesine bir emir verdi:

İçeriye bir kocakarı soktular. Değil hakikatte, kabus geçirirken bile karşılaşmanızı tavsiye edemeyeceğim bir cadı… Altında küpü, elinde süpürgesi eksikti. Kaşınan yeri bir de o gözden geçirdi ve hükmünü verdi:

“Ta kendisi!”

İşte size, şimdi dünyanın en acayip bir çıbanından ve tedavisinden bahsedeceğim: İlk iş hurmalıklar altına rahat bir döşek kurmak oldu. Beni içine yatırdılar ve hizmetime üç Sudanlı köle ayırdılar.

Emir demişti ki:

“San’a’ ya dönmeniz için iki hafta yolda geçirmeniz lazım gelir, tedavi vaktini geçirmiş olursunuz. Hem orada bunu bilen yoktur. Biz, Allah’ın izniyle sizi iyi etmeye çalışacağız.”

Cadı, her seher vakti başımın ucuna dikiliyor, çıbanı muayene ediyor, “Daha olmamış!” diyerek dönüp gidiyordu.

Nihayet bir sabah kıvamını bulduğunu söyledi ve bir iğne ile sivilcenin başını yerinden, büsbütün koparmadan usulcacık oynattı. Sonra koynundan bir yumak çıkardı, ucunu o sivilcenin, yaraya henüz takılı olan başına ilmikledi.

Yumağı sağdı sağdı, öteki ucunu da hurma ağacının alt dallarından birine bağladı.

Hissettim ki yumağın daldaki ucuyla çıbanımın içinde göremediğim bir katı yumak birbirine eklenmiştir.

Tembih şu idi:

On gün kımıldamadan yatmak ve bu ipliği koparmamak!

Hayatım bu ipliğe bağlıydı.

Şayet o koparsa çıbanın özü içinde kalır ve benim de yüzüm, çarşıda rastladığım Bedevilerinki gibi gelir, deşilir, yara çene kemiklerimi meydana çıkarır, bir gözümü de alıp götürürdü.

Onun içindir ki kımıldanmadan, kımıldanırım diye uyumadan yatıyordum. Gözlerim çıbanımla hurma dalı arasında hafif hafif sallanan incecik tirede, kalıp gibi yatıyordum.

Ve o tire her gün birazcık daha gevşiyor, yaramdan eklenen parça ile uzuyor. Bir örümcek ağı teli gibi iki baştan tutturulmuş, boşlukta gidip gidip geliyordu.

Ben başımı dimdik tutarak gündüzleri çöl güneşinin kalayladığı kamaştırıcı göğe gözlerimi kapıyor, geceleri açarak kalaylı göğün işlenmiş manzarasında dinlendiriyordum.

Şüphesiz ki çıbanımın kozası her gün biraz daha sağılıyor, boşanıyor, ufalıyor, tükeniyordu.

“Ya koparsa?” diyordum.

Köleler, korku içinde, bir ağızdan haykırışıyorlardı.

“Allah saklasın!”

Sıkıcı bir rüzgar, bir yağmur, maazallah bir kum fırtınası yahut, kölelerin dikkatsizliğine uğrayarak içimin geçtiği bir sırada sersemlikle kımıldanıvermem çöl sıcağında pişerek yavaş yavaş ibrişimlenen bu cerahat tiresini koparabilirdi. O zaman?

Aklıma hemen tabancam geliyordu, tam çıbanımın olduğu yere namlusunun dayanacağı toplu, eski sistem, dom dom kurşunlu tabancam.

Onuncu günü Emir geldi, vezir geldi, eşraf ve ahali geldi, hurma ormanı panayır yeri gibi insanla doldu.

Cadı da gelmişti.

İğnesini çıbanıma soktu, hiç ağrı duymuyordum, içinden haşlanmış balık gözüne benzettiğim ufacık, toparlacık, bembeyaz bir sert boncuk çıkardı, etrafa gösterdi.

“Özü alındı!” diye başımdakiler sevindiler.

Sevinç ahaliye de geçti. Darbukalar çalındı, kılıç kalkan oynandı. Allah’a, padişaha, emire dualar edildi.

Ben, ucu daldan çözülüp elime verilen tireye bakıyordum: Kadının yumağındaki iplikle çıbanımdan boşanan arasında hiç fark yoktu. Avcumda incecik, sağlam, yarı şeffaf, sarıya bakan bir balık oltası tutuyordum.

Binbaşı şakağında eski bir yanığa benzeyen küçük kırışıklığı gösterdikten sonra, hasret sezilen bir sesle:

“İmparatorluk zabiti neler çeker, fakat neler görürdü!” dedi, elini kadehine götürdü.
Lübnan, 1 930 – Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, gurbet hikayeleri, çıban, Hadramut çıbanı, Halep çıbanı, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay Hikayeleri, hikaye özetleri, kısa hikayeler, kısa hikaye, 

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html/feed 0
Ağaçların Kralı Hikayesi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html#respond Wed, 05 Apr 2023 13:49:12 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8991 Ağaçların Kralı Hikayesi Kısa Hikaye Oku Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar: – “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış: – “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş. Ağaçlar düşünmüşler: – “İncir ağacına […]

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağaçların Kralı Hikayesi

Kısa Hikaye Oku

Bir gün ağaçlar “Bizim de bir kralımız olsun” demişler. Bunun için önce zeytin ağacına sormuşlar:

– “Zeytin ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” Zeytin ağacı kaşlarını çatmış:

– “Benim şerbet gibi yağım var. Herkes beni çok sever. Neden ağaçların kralı olayım?” demiş.

Ağaçlar düşünmüşler:

– “İncir ağacına gidelim. O büyüktür, heybetlidir. Krallığa yaraşır” demişler.

– İncir ağacı; bizim kralımız olur da bizi yönetir misin?” diye sormuşlar. İncir ağacı iri yapraklarını bir aşağı bir yukarı sallamış. Sonra,

– “Benim ne işime kral olmak? Bal gibi meyvemi bırakıp da sizi mi yöneteceğim?” diye kızmış.

Gide gide meşe ağacına varmışlar.

– Meşe ağacı; ne olur, sen kralımız olmayı kabul et! Meşe ağacı damla damla gözyaşı dökmüş. – Benim ömrüm çok kısadır. Çünkü insanlar beni keserler. Benden size kral olmaz” demiş.

Ağaçlar yorgun düşmüşler. Umutlarını da yitirmişler. “Her halde biz kendimize bir kral bulamayacağız” diye ağlamaya başlamışlar. O sırada önlerine bir kozalak düşmüş. Meğer çam ağacının tam altında duruyorlarmış. Hepsi birden “Çam ağacı; sen ağaçların en güzelisin. Bizim kralımız ol” demişler. Çam ağacı onların bu isteğini kıramamış; kralları olmuş. O gün bu gündür, tüm ağaçların kralı çam olmuş.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye okumak, öykü, öykü yaz, masal, masal oku, kısa hikaye, kısa çocuk hikayeleri,masal, kısa masallar, kısa öykü, kısa öyküler, çam ağacının masalı, kral çam hikayesi, orman, orman hikayesi, 

The post Ağaçların Kralı Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/agaclarin-krali-hikayesi.html/feed 0
Kısa Hikaye “İlham” https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-ilham.html https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-ilham.html#respond Tue, 04 Apr 2023 14:36:05 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8987 Kısa Hikaye “İlham” Bir zamanlar, ünlü bir şair olan Hüseyin Bey, yeni bir şiir kitabı üzerinde çalışıyordu. Ancak son birkaç haftadır bir türlü ilerleme kaydedememişti. Bir gün, yürüyüş yaparken, bir çiftliğe rastladı ve içeri girdi. Çiftliğin sahibi olan yaşlı adam, Hüseyin Bey’i ağırladı ve onunla sohbet etti. Yaşlı adam, çiftliğinde yetiştirdiği tavuklar hakkında konuşurken, Hüseyin […]

The post Kısa Hikaye “İlham” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye “İlham”

Bir zamanlar, ünlü bir şair olan Hüseyin Bey, yeni bir şiir kitabı üzerinde çalışıyordu. Ancak son birkaç haftadır bir türlü ilerleme kaydedememişti. Bir gün, yürüyüş yaparken, bir çiftliğe rastladı ve içeri girdi. Çiftliğin sahibi olan yaşlı adam, Hüseyin Bey’i ağırladı ve onunla sohbet etti.

Yaşlı adam, çiftliğinde yetiştirdiği tavuklar hakkında konuşurken, Hüseyin Bey’in dikkati bir tavuğa takıldı. Tavuk, diğerlerinden farklıydı. Kuyruğu daha uzun ve tüyleri daha parlaktı. Hüseyin Bey, tavuğun güzelliğini övdü ve yaşlı adamla bir süre daha sohbet etti.

Daha sonra, Hüseyin Bey eve döndüğünde, tavuk aklından çıkmadı ve yeni bir şiir yazdı. Şiir, tavuğun güzelliği ve zarafeti hakkındaydı. Kitabını tamamladığında, şiiri de kitaba ekledi ve kitabı yayınladı.

Kitap, çok beğenildi ve birçok okuyucu tarafından övüldü. Hüseyin Bey, tavuğun ilhamıyla yazdığı bu şiirin kendisi için çok özel bir anlamı olduğunu düşündü ve her zaman tavuğu güzelliğiyle hatırlayacağını söyledi.

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, kısa hikaye, ilham, uzun hikaye, çok güzel hikaye, düşündüren hikayeler, eğitici hikayeler,  bilgelik hikayeleri, 

The post Kısa Hikaye “İlham” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-ilham.html/feed 0
Hikaye Oku “Cinayet” https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/hikaye-oku-cinayet.html https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/hikaye-oku-cinayet.html#respond Wed, 29 Mar 2023 15:42:37 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8983 Hikaye Oku “Cinayet” Bu olay, birkaç yıl önce, orta California’da Monterey kasabasında geçti. Canon del Catillo, Santa Lucia düzlüğünde sıra sıra tepeler, burunlar arasında uzanan vadilerden biridir. Esasen Canon del Castillo’dan birkaç ufak arroyo dağlara bıçak gibi saplanır, bunlar meşe ormanlı, zehirli meşe ve adaçayı ile sıkı sıkı örtülü bir dizi dağ geçididir. Geçidin başında […]

The post Hikaye Oku “Cinayet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “Cinayet”

Bu olay, birkaç yıl önce, orta California’da Monterey kasabasında geçti. Canon del Catillo, Santa Lucia düzlüğünde sıra sıra tepeler, burunlar arasında uzanan vadilerden biridir. Esasen Canon del Castillo’dan birkaç ufak arroyo dağlara bıçak gibi saplanır, bunlar meşe ormanlı, zehirli meşe ve adaçayı ile sıkı sıkı örtülü bir dizi dağ geçididir. Geçidin başında taştan kocaman bir şato vardır, tıpkı Haçlıların zapt ettikleri yerlere diktikleri şatolar gibi payandalı, kulelidir. Ancak yakından bakınca, şatonun zaman, su ve aşınmanın garip bir tesadüfle yumuşak taşı oymasından meydana geldiği anlaşılır. Halbuki uzaktan, harabeye dönmüş mazgalların arasındaki siperleri, kapıları, kuleleri, hatta ok atılan yarıkları görmek için fazla bir hayal kudretine lüzum yoktur.

Şatonun dibinde, geçidin hemen hemen düz olan yerinde, eski bir çiftlik binası vardır, yağmurdan, rüzgardan yıkık dökük bir ahır, bir de eğri büğrü hayvan yemliği vardır. Ev boştur; rüzgarın şatodan aşağılara estiği gecelerde kapıları paslı menteşelerinde gıcırtıyla gidip gelir, çarpar. Eve pek gelen giden olmaz. Bazen birkaç çocuk boş odaları gezer, boş dolaplara göz gezdirir, kendilerinin de pek akıllarının yatmadığı cinlere perilere bağıra çağıra meydan okurlar.

Toprağın sahibi Jim Moore, eve gidip gelen olmasından hoşlanmaz. Vadinin daha aşağılarında yeni evinde, ata binip gelir, çocukları kovar. Meraklı, cansıkıcı insanları uzaklaştırmak için çite bir de «GİRİLMEZ!» levhası asmıştır. Ara sıra eski evi yıkmayı bile düşünür, ama sallanan kapılar, donuk, kimsesiz pencerelerle garip, fakat kuvvetli bir alaka, evi ortadan kaldırmasına engel olur. Evi yakacak olursa, hayatının büyük ve önemli bir kısmını yok etmiş sayılır. Etine dolgun ama, hala güzel olan karısıyla kasabaya indiği vakit, herkes arkasından hayret ve hayranlıkla bakar. Kendi de farkındadır bunun.

Jim Moore eski evde doğup büyümüştü. Ahırın delik deşik, yıkık dökük her tahtasını, aşınmış, düzlenmiş her yemliği karış karış bilir. Otuzuna geldiği vakit anası da babası da ölmüştü. Böylece kendi başına buyruk oluşunu sakal bırakarak kutladı. Domuzları sattı, bir daha da domuz beslememeğe karar verdi. Sonunda sürüsüne damızlık olarak Guernsey cinsinden bir boğa aldı. Cumartesi geceleri Monterey’e gidip, kafayı çekmeğe, Üç Yıldız barındaki şamatalı kızlarla çene çalmağa başladı.

Jim Moore, bir yıl içinde Jelka Sepic adında Yugoslav bir kızla evlendi. Pine Canyon’lu ağır, durgun bir çiftçinin kızıydı. Bu yabancı akrabaları pek de övünülecek gibi değildi, ama Jim, karısının güzelliğine hayrandı. Jelka’nın gözleri güvercin gözü gibi iri, ürkekti. Burnu incecikti, keskindi, dudakları dolgun, yumuşaktı. Teni, Jim’i hep şaşırtır, bir geceden öbür geceye daha da güzel bulurdu. Jelka yumuşacık, sakin ve zarifti, üstelik tam ev kadınıydı. Jim, düğün gecesi kızın babasının söylediklerini hatırladıkça kan beynine fırlardı. Düğünde bira içip kafası dumanlanan ihtiyar, Jim’in kaburgalarına dirseğiyle vurmuş, manalı manalı gülmüştü. Giderken ufacık kapkara gözleri şiş, kırış kırış gözkapaklarının arkasında neredeyse kaybolmuştu.

«Enayilik etme,» demişti. «Jelka, Slav’dır. Amerikalı kızlara benzemez. Aksilik ederse, döversin. Fazla iyiyse, gene döv. Ben anasını döverim. Babam da anamı döverdi. Slav kızı! Döve döve kemiklerini kırmayan adam değildir.»

Jim: «Ben Jelka’yı dövmem,» demişti.

İhtiyar, yılışık yılışık gülmüş, Jim’i gene dirseğiyle tartaklamıştı: «Enayilik etme. Bir gün anlarsın.» Sonra da gene yuvarlana yuvarlana bira fıçısına doğrulmuştu.

Çok geçmeden Jim, karısının Amerikalı kızlara benzemediğini anlamıştı. Çok sakindi. Hiçbir zaman lafa o başlamaz; sade kocasının suallerine cevap verirdi, o zaman da ancak sakin, kısacık cevaplar olurdu bunlar. Dualarını ezberlercesine kocasını öğrenmiş,  ezberlemişti. Evlendikten biraz sonra evde Jim’in bir dediğini iki etmedi. İyi bir ev kadınıydı, ama hiçbir zaman arkadaş olamadı. Hiç konuşmazdı. İri iri gözleri kocasının ardında gezinir, kocası gülecek olursa, o da bazen gülerdi, ama uzaktan uzaktan, belirsiz bir gülüşle. Yün örgüsü, söküğü, dikişi bitip tükenmezdi. Öylece oturur, kendi becerikli ellerini seyreder, sanki bu minicik beyaz ellerin bu kadar marifetli oluşuna kendi de şaşar, gurur duyardı. Tıpkı bir hayvana benzerdi, hatta o kadar ki, Jim, atını okşadığı zaman içinden gelen o aynı hisle çok zaman karısının başını okşardı.

Evde Jelka’nın eşi yoktu. Kupkuru, kavurucu çiftlikten, yahut aşağıdaki tarladan ne zaman dönerse dönsün, Jim’in yemeği daima dumanı üstünde, sıcacık hazır beklerdi. Jelka, yemek yerken oturur, kocasını seyreder, başlayacağı vakit tabakları önüne iter, boşalınca bardağını doldururdu.

Evliliklerinin ilk günlerinde Jim, çiftlikte olanları anlatır, Jelka anlamasa da, nazik olmağa çalışan bir yabancı edasıyla gülerdi.

«Aygır bugün dikenli tele takıldı.»

Jelka, ne merak, ne ilgi taşımayan, içine kapanık bir sesle: «Ya?» derdi.

Çok geçmeden Jim bir türlü karısının iç dünyasına yaklaşamayacağını anladı. Ayrı bir hayatı varsa bile, o kadar uzaktı ki, Jim’in erişmesine imkan yoktu. Gözleri ile aralarında çektiği set öylesine kuvvetliydi ki, kaldırılamazdı, çünkü ne kasti ne de düşmancaydı.

….

Jim: «Ne diye benimle hiç konuşmazsın?» diye sorardı. «Benimle konuşmak istemiyor musun?»

«Peki,» derdi, «ne söylememi istiyorsun?» Jim’in kendi ırkının lisanıyla, ama o ırka yabancı olan bir kafayla konuşurdu.

Aradan bir yıl geçince Jim, kadınların ahbaplığını, ıvır zıvır gevezelikleri, çığlık çığlığa alayları, arı namusu olmayan bayağılıkları aranmağa başladı. Gene kasabaya iniyor, kafayı çekiyor, Üç Yıldız’daki şamatacı kızlarla gönül eğlendiriyordu. Kızlar da onun kuvvetli, kendine hakim tavrını, her zaman gülmeğe hazır halini severlerdi.

«Karın nerede?» derlerdi.

«Ahırda.» Bu, beylik şakaları olmuştu artık.

Cumartesileri öğleden sonra ata eyeri takar, belki bir geyiğe rastlayacak olurum diye tüfeği eyer kınına asardı. Her seferinde de: «Yalnız gidişime canın sıkılmıyor ya?» diye sorardı.

«Hayır, canım sıkılmıyor.»

Jim birden sordu:

«Ya biri gelecek olursa?»

Bir an kadının bakışları sertleşti, sonra güldü.

«Kovarım,» dedi.     .

«Ben yarın öğleyin dönerim. Hayli uzak, karanlıkta gelinir gibi değil.» Jim’e öyle geldi ki, karısı nereye gittiğini biliyor, ama ne itiraz ediyor, ne de istemediğini gösteren en ufak bir harekette bulunuyordu. Jim:

«Sana bir çocuk lazım,» dedi.

Jelka’tun yüzü birden aydınlanıvermişti. İçinden gelerek:

«inşallah, bir gün Allah verir,» dedi.

Jim, bu yalnızlığından dolayı karısına acırdı. Geçitteki öbür kadınlarla görüşse, yalnızlığı az çok giderilirdi, ama ahbaplık edecek yaradılışta da değildi. Ayda bir defa ‘ filan küçük arabaya atları koşar, o gün öğleden sonra vaktini anası, yığın yığın kardeşleri, kuzenleriyle geçirirdi.

Jim:

«Ne de eğleneceksin ya,» derdi.

«Akşama kadar deli saçması diliniz ördekler gibi takur tukur konuşacak. O, ekşi suratlı çam yarması kuzeninle kıkırdaşıp duracaksınız. Bir kusurun olaydı hiç durmaz sana musibet yabancı adını yapıştırırdım.»

Kadının, pişirmeden önce istavroz çıkarıp ekmeği takdis edişini, her gece yatağın dibinde diz çöküşünü, sandık odasında duvarda asılı dini resmi hatırladı.  

Toz toprak içinde, sıcak Haziran ayında bir Cumartesi günüydü. Jim, tarlada yulaf biçiyordu. Gün uzundu. Orak son yulafları da biçtiği vakit saat altıyı geçmişti. Tıkır tıkır öten makineyi ahırın avlusuna götürdü, alet edevat kulübesine koydu, sonra atları çözdü. Pazar akşamına kadar otlasınlar diye atları tepelere saldı. Mutfağa girdiği vakit, Jelka yemeği sofraya koyuyordu. Elini yüzünü yıkayıp sofraya oturdu.

«Yorgunum,» dedi, «ama Monterey’e giderim gene. Tam ayın on dördü.»

Jelka’nın sakin bakışlarında bir gülüş belirdi.

Jim: «Ne yapalım biliyor musun?» dedi. «Arabayı hazırlayayım. Seni de götüreyim.»

Jelka gene güldü, başını salladı:

«Hayır, dükkanlar kapanmış olur. Ben burada kalayım.»

«Peki, öyle olsun, ben de ata eyeri takayım. Gideceğimi sanmıyordum. Hayvanların hepsini salmıştım. Ama, belki kolayca bir at yakalarım. Sahi, gitmek istemiyor musun?»

«Daha erken olsaydı, alışveriş yapabilseydim, ama sen oraya vardığın vakit saat onu bulmuş olur.»

«Yok, dur bakayım, eh, atla, dokuzu biraz geçe varırım.»

Jelka’nın dudakları güldü, gözleri belki bir şey ister diye kocasındaydı. Bütün gün çalışıp yorulduğu için belki bir şey isteyebilirdi.

«Ne düşünüyorsun?»

«Ne mi düşünüyorum? Evlendiğimiz günden beri bana bunu sorarsın.»

Jim, sinirlenerek ısrarla sordu: «Peki ne düşünüyorsun?»

«Kara tavuğun altındaki yumurtaları düşünüyorum.» Kalktı, duvardaki kocaman takvime yaklaştı. «Yarın, yahut Pazartesi civciv çıkarır.»

Tıraşı bitip, mavi şayak elbisesini, yeni çizmelerini giydiği vakit, ortalık hemen hemen kararmıştı.

Jelka bulaşıkları yıkamış, kapkacağı kaldırmıştı Jim mutfağa girince baktı, karısı lambayı’ pencerenin dibindeki masaya koymuş, başında kahverengi yün bir çorap örüyordu.

«Neden bu gece burada oturuyorsun?» diye sordu. «Hep şurada otururdun. Bazen çok garip şeyler yapıyorsun.»

Jelka, gözlerini uçan ellerinden ayırdı: «Ay,» dedi, «bu gece ayın on dördü dememiş miydin? Ayın çıkışını görmek. istiyorum.»

«Amma da aptalsın. O pencereden göremezsin ki! Yönünü daha iyi bilirsin sanırdım.»

Jelka dalgın dalgın güldü: «Öyleyse ben de yatak odasının penceresinden bakarım.»

Jim, kara şapkasını giyip evden çıktı. Boş karanlık ahırdan geçerken, raftan bir yular aldı. Çimenli yamaçta, yüksek bir sesle, tiz bir ıslık çaldı. Atlar otlamayı bırakıp ona doğru yöneldiler. Beş on adım ötede durdular. Usul usul doru atına yaklaştı, elini hayvanın budundan sağrısına, sonra boynuna kaydırdı. Yular kayışı tokasında çıt diye kapandı. Jim döndü, atı ahıra getirdi. Eyeri yükledi, sıkı sıkı bağladı, atın dimdik kulaklarından gümüşlü başlığı geçirdi, boynunda bağladı, boyun ipini düğümledi, kangalın ucunu eyer ipine bağladı. Yuları geçirdi, atı eve doğrulttu. Dağdaki tepelere ışıl ışıl, tatlı bir kızıllık, taç gibi yayılmıştı Vadide gün ışığı bütün bütün kaybolmadan dolunay çıkacaktı.

Mutfakta, Jelka hala pencerenin önünde yün örüyordu. Jim odanın bir köşesinden 3030’luk tüfeğini aldı. Fişekleri hazneye doldururken:

«Ayın parıltısı tepelere vurmuş,» dedi. «Çıkışını görmek istiyorsan dışarı çık. Ay doğarken pek tatlı bir kırmızı olacak.»

Jelka: «Şimdi çıkarım,» dedi. «Şu sırayı bitireyim de.» Jim gitti, karısının parlak, yumuşak başını. okşadı.

«Allah rahatlık versin. Ben herhalde yarın öğleyin dönerim.»

Kadının buğulu, kara gözleri, kocasının kapıdan çıkışını gözledi.

Jim, tüfeğini eyer kınına soktu, ata binip, atı geçitten aşağı sürdü. Sağında, karaltılı tepelerin ardında, koca al ay çabuk çabuk yükseliyordu. Günün son ışıkları, doğan ayın aydınlığına eklenince, ağaçların çizgilerini katmerlendiriyor, tepelere esrarlı, yepyeni bir hal veriyordu. Tozlu meşeler ışıldıyor, parıl parıl parlıyordu, altlarında gölgeleri kadife karasıydı. Jim’in solunda, biraz ilerisinde kocaman uzun bacaklı bir at ile yarım gövdesinin gölgesi uzayıp gidiyordu. Yakında, ırak çiftliklerden, gece seslenmelerine koyulan köpeklerin havlayışları duyuluyordu. Horozlar, gün tez doğdu sanıp, öttüler. Jim atını tırısa kaldırdı, nal seslerinin yankısı arkadaki şatodan geri geliyordu. Jim, Monterey’de Üç Yıldız Barı’ndaki sarışın May’i düşündü. «Gecikeceğim,» dedi, «belki de kızı bir başkası alır.» Ay, artık iyiden iyiye tepeleri aşmıştı.

Jim bir mil yol aldıktan sonra karşıdan doğru gelen nal sesleri duydu. At üstünde bir adam, atı eşkin sürüp, dizginleri çekti, durdu: «Sen misin Jim?»

«Evet. Vay, merhaba George?»

«Ben de size gidiyordum. Sana bir diyeceğim var; benim toprağın tepesindeki kaynak başını bilirsin ya?»

«Evet, biliyorum.»

«İşte, bugün oradaydım. Sönmüş bir ateş, bir de buzağı kafası buldum. Derisi ateşteydi, yarı yanmıştı. Ama çıkardım, üstünde senin damgan vardı.»

Jim: «Tuh, Allah kahretsin,» dedi. «Ateş ne kadarlıktı?»

«Küllerin altında toprak hala sıcaktı. Dün gece yakılmış olacak. Bak Jim, ben seninle gelemeyeceğim. Kasabaya inmem gerek, ama varıp bir haber salayım dedim, belki göz kulak olmak istersin.»

Jim sükunetle sordu: «Kaç kişiydiler dersin?»

«Bilmem. Pek sıkı bakmadım.»

«Pekala, öyleyse ben gidip bir bakayım. Ben de kasabaya iniyordum. Ama madem hırsızlar baş göstermiş, daha fazla hayvandan olmak işime gelmez. Kusura bakmazsan, senin toprağından geçeceğim, George.»

«Ben de gelirdim seninle ama, kasabaya inmem gerek. Tüfeğin var mı?»

«Var, var. Şurada, bacağımın altında. iyi ki haber verdin, eksik olma.»

«Ne olacak canım? Dilediğin yerden geç. Haydi, uğurlar ola.»

Komşu, atını çevirdi, atını gene eşkin sürüp, gerisin geriye yola koyuldu.

Jim birkaç dakika ay ışığında oturdu, gözleri kendi kat kat kırık gölgesindeydi. Tüfeğini eyer kınından çıkardı, bir kurşun aldı, eyer kaşının üstünden tuttu. Yoldan, sola saptı, küçük bayırı aştı, meşe ormanını geçti, çimenli yuvarlak tepeyi de aşıp, öbür yöndeki geçide girdi.

Yarım saat sonra, ateşin yakıldığı yeri buldu. Ağır, sert buzağı kafasını çevirdi, ne kadar zamandır ölü olduğunu anlamak için, top topraklı dilini yokladı. Yarı yanmış deride damgasını görmek için de bir kibrit çaktı. Sonra, gene atına bindi, yer yer çimenli tepeleri aşıp, kendi toprağına girdi.

Tepelerin üstünde ılık yaz rüzgarı esiyordu. Ay, göğün ortasına yaklaşırken, kızıllığını kaybetmiş, koyu çay rengi almıştı. Dağların arasında çakallar bağrışıyorlar, aşağılarda çiftliklerde köpekler mahzun küskün havlayışlarını çakal seslerine ekliyorlardı. Daha aşağıda koyu yeşil meşelerle sarı sarı yaz otlarının rengi ay ışığında seçiliyordu.

Jim, çan seslerinden kendi sürüsünü buldu, sakin sakin otluyorlardı. Birkaç geyik de onlarla beraber karnını doyuruyordu. Durdu, rüzgarda nal sesleri, insan sesleri arandı.

Atını eve doğrulttuğu vakit, saat on biri geçmişti. Kum taşından şatonun batı kulesini dolandı, gölgeliği aşıp, gene ay ışığına çıktı. Aşağıda, evinin, ahırının damı donuk donuk parlıyordu. Yatak odasının penceresinden arkaya bir ışık yolu sızıyordu.

Jim, çayırdan inerken otlayan atlar başlarını kaldırdılar. Başlarını döndürdükleri vakit gözleri al al parlıyordu.

Jim ağılın çitine varınca, ahırda bir atın nal sesini duydu. Dizgini çekti. Dinledi. Ahırda atın ayağını vuruşa gene duyulmuştu. Jim, tüfeğini alıp sessizce attan indi. Atı salıverdi, usul usul ahıra yaklaştı.

Karanlıkta, saman çiğnerken atın dişlerinin gıcırtısını duyuyordu. Atın bulunduğu samanlığa gelinceye kadar ilerledi. Bir an dinledikten sonra, tüfeğinin dipçiğinde bir kibrit çaktı. Samanlığa. eyerli, yularlı bir at bağlanmıştı. Gem, atın boynuna indirilmiş, kolan gevşetilmişti. At, çiğnemeyi bıraktı, başını ışığa döndürdü.

Jim üfleyip kibriti söndürdü, hemen ahırdan çıktı. Su teknesinin kenarına oturup, suya baktı. Kafasında düşünceler öyle ağır ağır sıralanıyordu ki, düşüncelerini hemen kelimelere çeviriyor, hafif hafif söyleniyordu:

«Pencereden baksam mı? Hayır. Başımın gölgesi odaya düşer.»

Elindeki tüfeğe baktı. Elle tutulduğu, silindiği yerlerde kara cilası aşınmış, maden gümüş gümüş parlıyordu.

Sonra birden karar vererek kalktı, eve doğru ilerledi. Merdivenlerde, ayağını uzatıyor, bütün ağırlığı ile basmadan tahtaları kolluyordu. Bodrumda çiftliğin üç köpeği çıktı, silkindi, gerindi, homurdandılar, sonra kuyruklarını sallayarak yatmağa gittiler.

Mutfak karanlıktı, ama Jim her bir eşyanın nerede olduğunu biliyordu. Elini uzattı, masanın köşesine, iskemlelerden birinin arkasına havlu asacağına dokunarak ilerledi. Odada öyle yavaş yürüyordu ki, kendi bile ancak nefesini, pantolonunun paçalarının birbirine değişini, cebindeki saatin tiktak’larını duyuyordu. Yatak odasının kapısı açıktı, mutfağın döşemesine bir yol ay ışığı sızıyordu. Jim sonunda kapının dibine gelip içeri baktı.

Ay ışığı bembeyaz yatağa vuruyordu. Jim baktı, Jelka sırtüstü yatmış, çıplak kolu alnını, gözlerini örtüyordu. Başı öteye dönük olduğu için, adamın kim olduğunu anlayamadı. Jim nefesini tutmuş, bakıyordu. Jelka, uykusunun arasında kımıldadı, adam da başını çevirip içini çekti; Jelka’nın çam yarması, ekşi suratlı kuzeniydi.

Jim döndü, hemen mutfaktan geçip, arka merdivenleri indi. Avluyu geçip gene su teknesinin yanına vardı, kenarına oturdu. Ay kireç beyazıydı, aksi suda yüzüyor, atların ağzından düşmüş samanları, arkaları aydınlatıyordu. Jim, suda aşağı yukarı, boydan boya gidip gelen sivrisinek kurtlarını, hatta, teknenin dibinde yosunun içinde yatan ufak bir keler gördü.

Birkaç kuru, sert hıçkırıkla ağladı, kendi de şaştı, çünkü aklı çimenli tepelerde, bir başına garip garip esen yaz rüzgarındaydı.

Birden aklı, düşünceleri, babası bir domuz vurduğu vakit anasının hayvanın boğazından akan kanları toplamak için leğen tutuşuna gitti. Anası uzakta durmuş, kan elbiselerine sıçramasın diye kolunu uzatarak leğeni tutmuştu.

Jim elini teknenin içine soktu, ay ışığından kırık dökük, uzayan kısalan ışık çizikleri suyun üstüne dağıldı. Islak elleriyle alnını serinletti, ayağa kalktı. Bu defa o kadar usulca yürümüyordu, ayaklarının ucuna basarak mutfağı geçti, yatak odasının kapısı önünde durdu. Jelka kolunu kıpırdattı, gözlerini biraz açtı. Sonra, birden gözleri kocaman kocaman açıldı, ıslak ıslak parladı. Jim, karısının gözlerinin içine baktı, yüzünde hiçbir ifade yoktu. Jelka’nın burnundan ufacık bir damla inip, üst dudağının çukurunda kaldı. O da Jim’e bakıyordu.

Jim tüfeğini doğrulttu. Çeliğin ufacık sesi bütün eve yayıldı. Yataktaki adam, uykusu arasında kıpırdadı. Jim’in elleri titriyordu. Tüfeği omuzuna yerleştirdi ve sallanmaması için sıkıca tuttu. Nişangahın arasında adamın saçları, kaşları arasında beyaz bir kare görüyordu. Ön nişangah bir an için sallandı, sonra sabitleşti.

Kurşun havayı yırtıp geçti. Jim hala namlunun üstünden bakıyordu, koca yatağın tüfek ateşinden sarsıldığını gördü. Adamın alnında ufacık, kara, kansız bir delik vardı. Ama arkada, beyni, kemikleri yatağına yapışmıştı.

Jelka’nın kuzeni gırtlağından hırıldadı. Yorganın altından elleri koca koca ak örümcekler gibi sürünerek çıktı, bir an kıpırdadı, sonra titreyerek düştü, kaldı.

Jim ağır ağır gözlerini Jelka’ya çevirdi. Kadının burnu akıyordu. Gözleri Jim’den ayrılmış, tüfeğin ucuna dikilmişti. Soğuktan donmuş bir köpek yavrusu gibi inildiyordu.

Jim birden ne yapacağını bilmez bir şaşkınlık, korkuyla döndü. Çizmesinin topukları mutfağın döşemesini dövüyordu, ama dışarıda gene ağır ağır ilerledi, su teknesine gitti. Boğazında tuzlu bir tat vardı, kalbi güçlükle, acı ile atıyordu. Şapkasını çekip çıkardı, başını suya daldırdı. Sonra eğilip yere kustu. Evde, Jelka’nın dolaştığını duyuyordu. Köpek yavrusu gibi inildiyordu. Jim doğruldu; bitikti, başı dönüyordu.

Yorgun, bezgin ağılı geçti, çayıra çıktı. Islık çalar çalmaz eyerli atı yanına geldi. Ne yaptığını bilmeden, eyer kolanını bağladı, ata bindi, vadiye inen yola koyuldu. Kapkara bodur gölgesi, altında koyup gidiyordu. Ay ta tepelerde, bembeyaz kayıyordu. Köpekler kaplarına sığamıyor, yeknesak bir ahenkle havlıyorlardı.

Gün doğuşunda, çift atlı bir araba, çiftliğin avlusuna giriyor, civcivleri ürkütüp dağıtıyordu. Arabada şerif vekili ile sorgu memuru oturuyordu. Arkada, yük arabasında Jim Moore eyerine hafifçe dayanmıştı. Yorgun atı, arkadan geliyordu. Şerif vekili tekerlek takozunu indirdi, dizginleri takoza bağladı. Adamlar indiler.

Jim sordu: «Benim de içeri girmem lazım mı, bir daha görecek halim yok.»

Sorgu memuru dudağını uzattı, şöyle bir düşündü:

«Yok canım,» dedi, «gelmesen de olur, biz gidip ışın icabına bakar, şöyle etrafa bir göz kulak oluruz.»

Jim ağır ağır su teknesine ilerledi: «Ne olur,» dedi. «biraz temizleyiverin, olmaz mı? Anlarsınız işte.»

Adamlar eve girdiler.

Birkaç dakika sonra çıktılar. Kaskatı cesedi aralarında taşıyorlardı. Ceset bir yorgana sarılmıştı. Güçlükle yük arabasına koydular. Jim adamların yanına sokuldu: «Ben de şimdi sizinle mi geleceğim?»

Şerif yardımcısı: «Karınız nerede, Mr. Moore?» diye sordu.

Jim bezgin bir tavırla: «Bilmem,,, dedi, «buralarda bir yerdedir.»

«Onu da öldürmediğinizden eminsiniz ya?»

«Hayır, ona dokunmadım. Onu da bulur öğleden sonra getiririm. Yani, şimdi sizinle beraber gelmemi istiyorsanız.»

Sorgu memuru: «ifadenizi aldık,» dedi. «Çok şükür gözlerimiz de kör değil, ne dersin Will? Tabii resmen cinayet işlemekten suçlusunuz; ama hemen hallederiz bunu. Bu civarlarda hep böyle olur. Karınıza pek sert davranmayın, Mr. Moore.»

Jim: «Ona ilişmem,» dedi.

Durdu, arabanın kalkıp gidişini seyretti. Ağır ağır, ayaklarıyla toprağa tekmeler attı. Sıcak Haziran güneşi tepelerin üstünden göründü, haince yatak odası penceresini ışıldattı.

Jim ağır ağır eve girdi, dokuz ayak uzunluğunda tam takım bir boğa kamçısı aldı. Avluyu geçip ahıra girdi. Samanlığa çıkan merdiveni tırmanırken, tiz, köpek uluyuşunu andıran ağıt gene başlamıştı.

Jim ahırdan çıkarken Jelka’yı sırtında taşıyordu. Su teknesinin yanında yavaşça karısını yere indirdi. Kadının saçlarına samanlar takılmıştı. Gömleğinin arkası kan içindeydi.

Jim, mendilini muslukta ıslattı, kadının parça parça dudaklarını yıkadı, yüzünü yıkadı, sonra saçını arkaya itti. Jelka’nın donuk kara gözleri kocasının her hareketini kolluyordu.

«Canımı yaktın,» dedi. «Çok fena yaktın canımı.»

Jim ağır ağır başını salladı: «Öldürmeden ancak bu kadar elimden geldi.»

Güneş yeri kasıp kavuruyordu. Birkaç sinek kan aranarak uçuşuyordu.

Jelka şişmiş dudaklarıyla gülümsemeğe çabaladı: «Kahvaltı ettin mi?»

«Hayır. Etmedim.»

«Öyleyse sana bir iki yumurta pişireyim.» Jelka güçlükle ayağa kalktı.

Jim: «Yardım edeyim sana,» dedi. «Yardım edeyim de gömleğini çıkar. Kuruyup sırtına yapışacak. Canını yakar.»

«Yok. Kendim çıkarırım.» Sesinde garip bir uğultu vardı. Kara kara gözleri, bir an ılık bir bakışla kocasına dikti, sonra döndü, topallayarak eve girdi.

Jim, su teknesinin kenarında oturmuş, bekliyordu. Baktı, duman bacadan çıkıp havaya yayılmıştı. Birkaç dakika sonra Jelka mutfak kapısından seslendi:

«Haydi, Jim! Kahvaltın hazır.»

Sıcacık tabakta, dört tane yağda pişmiş yumurta, dört dilim domuz eti hazırlanmış, bekliyordu. «Kahve neredeyse hazır olur.»

«Sen yemeyecek misin?»

«Hayır. Şimdi yemem. Ağzım çok acıyor.»

Jim iştahla yedi, sonra başını kaldırıp karısına baktı. Simsiyah saçları taranmış, yumuşacıktı. Temiz beyaz bir gömlek giymişti. Jim: «Öğleden sonra kasabaya ineceğiz,» dedi. «Kereste ısmarlayacağım. Geçidin daha aşağısında yeni bir ev yaparız.»

Jelka’nın gözleri, yatak odasının kapalı duran kapısına gitti, sonra gene kocasına döndü: «Peki,» dedi, «iyi olur.» Bir an sonra sordu: «Beni gene döver misin, bu yaptığım için?»

«Hayır, bu iş için bir daha dövmem.»

Jelka’nın gözleri gülüyordu. Kocasının yanındaki iskemleye oturdu. Jim elini uzattı, karısının saçını, ensesini okşadı.

Jonh Steinbeck

John Steinbeck (27 Şubat 1902 – 20 Aralık 1968)

Amerikalı gerçekçi yazardır. İrlanda asıllıdır.

Yoksul bir aileden gelen yazar ırgat bir ailenin çocuğudur. Kendi yaşıtları gibi o da küçük yaşlarda çiftçilik yapmıştır. 

1920 ila 1926 yılları arasında aralıklarla Stanford Üniversitesine devam etmiştir. Ancak duvarcılık, boyacılık, kapıcılık ve eczacılık gibi işlerde çalıştığı halde okulunu bitirememiştir. Yaşamı boyunca pek çok meslek değiştiren yazar en son yazarlıkta karar kılmıştır. 1968 yılında New York’da yaşamını yitirmiştir.

Eserlerinde toplumu değişik yönleriyle ele alan John Steinbeck yaşamın dertli taraflarını ve insanların yoksulluklarını işlemiştir. Doğduğu ve büyüdüğü California bölgesindeki insanları, yaşayış tarzlarını, tarım işçilerinin yaşam koşullarını anlatmıştır.

1929 ekonomik buhranının verdiği sıkıntıları, insanlara olan etkisini eserlerinde görürüz. Amerikan değer yargılarının bütününü onaylayan John Steinbeck özellikle Vietnam Savaşını onaylamasından ötürü çeşitli kitlelerin eleştirisine maruz kalmıştır.

Toplum yaşamını derinden kavrayışı, eserlerinde ironik ve alaycı yaklaşımı ve imge gücü onun natüralist bir gerçeklikle yazdığının resmidir.

Gençliğinde bir zamanlar çalıştığı Salinas Vadisi, onun eserleri için vazgeçilmez bir mekândır. Yazdığı eserlerin her biri kült olmuş, çoğu sinemaya aktarılmıştır. Bir ailenin Oklahoma’dan Kaliforniya’ya göçünü anlattığı Gazap Üzümleri eseri ile Pulitzer ve Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı. Ayrıca edebiyat alanında verdiği katkılardan dolayı 1962’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Ün kazandığı diğer eserleri arasında Al Midilli, İnci, Fareler ve İnsanlar gibi kitapları yer alır.

John Steinbeck Türkçeye Çevrilen Eserleri

Roman

  • Altın Kupa (Cup of Gold, 1929),
  • Cennet Çayırları (The Pastures of Heaven, 1932),
  • Bilinmeyen Bir Tanrıya (To A God Unknown, 1933),
  • Yukarı Mahalle (Tortilla Flat, 1935),
  • Bitmeyen Kavga (Dubious Battle, 1936),
  • Fareler ve İnsanlar (Of Mice And Men, 1937),
  • Kırmızı Midilli (The Red Pony, 1937),
  • Uzun Vadi (Long Valley, 1938)
  • Gazap Üzümleri (The Grapes Of Wrath, 1939),
  • Ay Battı/Aysız Geceler (The Moon Is Down, 1942),
  • Sardalya Sokağı (Cannery Row, 1944)
  • İnci (The Pearl, 1947),
  • Aşk Otobüsü (The Wayward Bus, 1947)
  • Alev (Burning Bright, 1950),
  • Cennetin Doğusu (East of Eden, 1952),
  • Tatlı Perşembe (Sweet Thursday, 1954),
  • Pippin 4’ün Kısa Süren Saltanatı

Öykü

  • Amerika ve Amerikalılar (1966),

Senaryo

  • Unutulan Köy (Forgotten Village, 1941)
  • Viva Zapata (1952)

hikaye, öykü, hikaye oku, roman, kısa hikaye, kısa hikayeler, cinayet, dehşet hikayeleri, korku hikayeleri, cinayet hikayeleri, John Steinbeck hikayeleri, John Steinbeck öyküleri, John Steinbeck romanları, kısaca hayatı, John Steinbeck hakkında bilgi, John Steinbeck eserleri romanları, John Steinbeck yazar, yazar, 

The post Hikaye Oku “Cinayet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dehset-hikayeleri/hikaye-oku-cinayet.html/feed 0
Eğitici Hikaye, Ders Veren Hikaye, “KÖPRÜ” https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/egitici-hikaye-ders-veren-hikaye-kopru.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/egitici-hikaye-ders-veren-hikaye-kopru.html#respond Mon, 07 Nov 2022 16:58:50 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8667 Eğitici Hikaye, Ders Veren Hikaye, “KÖPRÜ” Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yasayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklasa kullandıkları […]

The post Eğitici Hikaye, Ders Veren Hikaye, “KÖPRÜ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Eğitici Hikaye, Ders Veren Hikaye, “KÖPRÜ”

Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yasayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklasa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlam sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı. Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi: Eğitici hikaye, ders veren hikaye, 

– Yapılacak ufak tefek bir isiniz varsa, size yardımcı olmak isterim, dedi.

– Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm. Büyük kardeşin aklına o an bir “iş” geldi.

– Evet, sana göre bir işim var` dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti. Eğitici hikaye, ders veren hikaye,

– Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var. İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu:

– Benden ne yapmamı istiyorsunuz? dedi. Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı: İbretlik Hikaye

– Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir,dedi. Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım. Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi:

– Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum, dedi.

– Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın. İş arayan usta, başını salladı:

– Sanırım durumu anladım, efendim, dedi.Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen isime başlayayım. Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu. Akşam güneş batarken o isini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karsısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama, derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla “usta işi” denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu. Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı.Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyordu.

– Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin, dedi ağabeyine.

– Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel… Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü.

– Gitme, dur, bekle, diye seslendi ona.

– Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde…

Usta gülümsedi;

– Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi:

– Yapmam gereken daha çok köprü var. Köprüleri kurabilecek gücünüz hiç eksik olmasın, Köprüleri kurduktan sonra da, yıkılmaması için sık sık bakımını yapın, yani sevdiklerinize zaman ayırın, o köprü yoluyla sık sık gönüllerini ziyaret edin.”

5-6 yaş eğitici hikayeler6 yaş eğitici Hikayeler6 yaş eğitici hikayeler dinle6-7 yaş eğitici hikayelerçocuk hikayesiçocuk masallarıçocuk öyküleriçocuklar için eğitici hikayeçocuklar için hikayeçocuklar için kısa hikayeçocuklar için kısa hikayelerçocuklar için kısa masalders veren hikayeDüşündüren hikayelereğitici hikayeeğitici öykülerEğitici uyku masallarıEğitici uyku masalları dinlehikayehikaye okumaHikaye Okumakhikaye okuibretlik hikayeibretlik öykülerkısa çocuk hikayeleriKısa HikayeKısa Hikayelerkısa Zeka geliştirici masallar okuköprüÖykü, Eğitici hikaye, ders veren hikaye, ibretlik hikaye, hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye okumak, çocuk hikayesi, çocuklar için eğitici hikaye, çocuklar için hikaye, kısa hikaye, çocuklar için kısa hikayeler, kısa hikaye, kısa hikayeler, kısa çocuk hikayeleri, çocuk masalları, kısa Zeka geliştirici masallar oku, 5-6 yaş eğitici hikayeler, 6 yaş eğitici Hikayeler Dinle, Eğitici Uyku Masalları, 6 yaş eğitici Hikayeler, Eğitici uyku masalları dinle, 6-7 yaş eğitici hikayeler, öykü, eğitici öyküler, düşündüren hikayeler, ibretlik öyküler, çocuk masalları, çocuk öyküleri, çocuklar için kısa masal, çocuklar için kısa hikaye, köprü, ibretlik hikayeler, ibretlik, secmehikayeler.com, degarado.com, hikayelerimizden.com, 

The post Eğitici Hikaye, Ders Veren Hikaye, “KÖPRÜ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/egitici-hikaye-ders-veren-hikaye-kopru.html/feed 0