Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Kısa Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-hikayeler Hikaye Çeşitleri Sun, 19 Nov 2023 16:25:27 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Kısa Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/kisa-hikayeler 32 32 Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html#respond Sun, 19 Nov 2023 16:24:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9257 Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi Kokoreççi Yazar Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. […]

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi

Kokoreççi Yazar

Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. Artan üç kuruşla da iddaa kuponu doldurdu. Üç maçtan yatmasına rağmen anlatırken tek maçtan yattığı yalanını uydurdu. Kışlık ayakkabıları neyle aldığını soran annesine yanıt vermedi. O da bir daha sormadı.

Yürüyüşe çıktığı bir akşam geri döndüğünde evin ziline iki kere basmasına rağmen açan olmayınca, üst katın ziline bastı. Rahatsız ettiği için özür diledi. Kapıyı açtıkları için teşekkür etti. İçeri adım attığında ailesinin evde olduğunu görünce depresyona girdi. Üç ay çıkamadı. Mecidiyeköy’den metrobüse binip Şirinevler’de indiği bir akşam akbilini iade kutucuğuna okutmayı unuttu. Geri dönerken merdivenlerde üniversiteli bir kızla çarpıştı. Düşen defter ve kitapları toplamak için eğildiğinde kızdan küfür yedi. Duymazdan geldi. Daha sonra böyle yaptığı için geceleri uyuyamadı. Zihninde o anı tekrar tekrar canlandırıp her seferinde kıza ağzının payını verdi. Unutana kadar her gece yaptı bunu. Minibüste şahit olduğu bir tartışma sebebiyle bu anısı canlandı. Olayı kökünden halletmek için kızla çarpıştığı yerde çarpıştığı saatlerde beklemeye karar verdi. Karşılaşacak olsa tam olarak ne yapacağını bilemiyordu. O sinirle kendini kaybedebileceğini düşünüyordu sadece. Kendini zaptedemezse kalabalıktan birilerinin kızı nasıl olsa kurtaracağını biliyordu. İki hafta boyunca her akşam bekledi. Olay yerini terk etmeden önce karnını doyurduğu seyyar kokoreççiyle arkadaş oldu. Adam artık ayranı bedavadan veriyordu. İlerleyen samimiyet sebebiyle her akşam orada ne yaptığını anlattı. Okulların tatile girdiğini öğrenmesiyle birlikte yedi yıl yaşlandı; şakaklarından kelleşti ve saçlarının geri kalanına aklar düştü. Son lokmayı son yudumla yutup o defteri oracıkta kapattı. Seyyar kokoreççiden seyyar kokoreççiliğin püf noktalarını öğrenmeye başladı. Gerekli eğitimi aldıktan sonra konuyu ailesine açtı. Sermaye konusunda babası ve amcası yardımcı oldu.

Geceleri kokoreççilik yapıp gündüzleri ilham geldikçe yazdı. Dergilerden kazandığı telifi ayran aldığı toptancıya yatırdı. Yarım ekmek kokoreç artı ayranı iki buçuk liraya sattı. Kısa sürede kâra geçip babası ve amcasına borcunu ödedi.

Şirinevler Meydanı’nda mesleğini devam ettirmekte. Üst geçit merdivenlerinde çarpışıp küfür yediği kızın hayatını mahvetmesi üzerine intikam ateşiyle yanıp tutuşurken kokoreççi olan bir gençle ilgili yazdığı İntikam Ateşinde Kuzu Kokoreç, onun opus magnum’u kabul ediliyor. Bir öykü derlemesinde yer alan öyküsünü seyyar kokoreççilere ve şu banka reklamında oynayan sucu çocuğa ithaf etti.

Evlenip Evinin Hanımı Olan Yazar

Üniversiteye gelene kadar yazmak aklında bile yoktu. Zaten yeminliymiş gibi kurgusal bir şeyler okumuyordu. Bu yüzden Türk Dili ödevini teslim etmeyip bütünlemeye kaldı. (İmlâyla ilgili herhangi bir derdi yoktu.) Kopya çekip geçti. Dönme dolaba binip yaşadığı kente tepeden baktı. Kendisine ilân-ı aşk eden yedinci çocukla sinemaya gitmeye karar verdi. Çocuk ne kadar da çok ve nasıl da iyi kitaplar okuduğundan söz etti. İlgiye değer öyküler yazdığını anlattı durdu. Fakat imlâyla pek arası yoktu. Aynı paragrafta dört benzer hatayla karşılaşınca çocukla bir daha görüşmemeye karar verdi. Öfkesini dizginleyemeyip -de’lerin Dahiliği’ni yazmaya başladı. Kısa öykü olarak tasarladığı metin kısa romana, oradan da romana evrildi. Yüz otuz dokuz sayfada insanın mesnetsiz özgüvenini, özbenliğinin farkında olmayışını, aptal olduğunun farkında olanların kendilerini zeki sanan aptallardan daha iyi olduklarını irdeledi durdu. Dosyasını bir yayınevinin ilk roman yarışmasına gönderdi. Sonuçlar açıklanana kadar çeşitli öyküler yazmayı denedi ama kendince başarılı olamadı. -de’lerin Dahiliği’nden daha iyisini yazamayacağını anladı. Yarışmada birinci olduğu açıklandı. Basıma hazırlanan romanını geri çekti. İyi olduğunu anlaması için Ben yazarım, diyenlerin onayını alması gerekmediğini düşündü. Okurları hesaba katmadı. Kendisiyle söyleşiye gelen bir gazeteciyi kışları kar yağmayan ama ayazı dayanılmaz olan bir güneydoğu kasabasına gönderdi. Beş gece boyunca vicdanı sızladı. Altıncı gece o acıyı duyumsamadı. Mezuniyet törenini tribünden seyretti. Kepini fırlatmadı. Eve dönerken geçtiği ara sokaklardan birinde gördüğü duvar yazısı sebebiyle floresan gibi aydınlandığını hissetti. Eve gidip dünya üzerindeki eğrilerden birini doğrultmanın mutluluğu üzerine uzun bir öykü yazdı. Öyküyü yaşadığı kentin yerel gazetesinde Sentetik Müstear adıyla yayınlattı. Teşekkür etti, telif istemedi. O gece bir parkta oturup yıldızları seyretti. Evlenip İsveç’e yerleşmeden önce bir dilek ağacına çaput bağladığına dair söylentiler var. Du Jag Den Blyertspenna öyküsü bir derlemede yer aldı. O zamandan beri herhangi bir şey yazdıysa da yayımlatmadı. Eşi ve iki çocuğuyla birlikte Östersund’da yaşıyor.

Müdür Olunca Resepsiyonistken Yazdıklarını Bastıran Yazar

Saçları tepelerden seyrelmeye başlamıştı. Otuzuna geldiğinde kel kalırsa intihar edeceğini söylüyordu. Otuza dokuz kala askere gitti, sekiz kala geldi. Yedi kala işe girdi. Küçük bir otelde resepsiyonist olarak çalışıyordu. Yabancı dil bilmesini gerektiren bir iş olmadığı için yabancı dil bilmiyor oluşu sorun yaratmadı. Vardiyalı bir işti; bir hafta gündüzcü, bir hafta gececiydi. Gelenlerin kaydını yapıyor, ertesi günün ücretini ödemek zorunda kalmamaları için kaça kadar kalabileceklerine, kahvaltının kaçla kaç arasında olacağına dair bilgi veriyor ve odanın anahtarını teslim ediyordu. Girişteki televizyon yedi gün yirmi dört saat açıktı. Çoğunlukla spor ve müzik kanallarını seyrediyordu. Nadiren haberlere bakıyordu. Baktığı sıralarda neden haberlere pek göz atmadığını anlıyordu. Dünyanın halinden hoşnut değildi. Kendi yağında kavrulan bir şehirde yaşadığı için kendisini şanslı hissediyordu. Çocukluk arkadaşlarının oradan ayrılmak için o kadar ısrarcı davranmalarına anlam veremiyor, güneşin doğarken de batarken de güzel göründüğü bu ufak şehri seviyordu.

Otuza altı kala oteldeki otuz odanın otuzunun da bir kere bile dolduğunu görmediğini fark etti. Piyasa araştırması yapınca çevredeki otellerin de aynı durumda olduğunu anladı. Bu araştırma onu insanlar hakkında düşünmeye sevk etti ve otele gelenlere roller yazmaya başladı. Otuza beş kala kurguda zayıf olduğunu fark etti ve kitaplar okumaya başladı. Otelin çaprazındaki kütüphaneye üye oldu. Parayla alamayacağı kitaplar buldu. Gündüzleri yeterli konsantrasyonu sağlayamazken geceleri bu sorun ortadan kalkıyordu. Başta deftere yazarken düşüncelerini daha süratli bir biçimde ifade edebilmek adına bilgisayara geçti. Bu arada tepedeki seyrelme yerini parlaklığa bırakmıştı. O parlaklığı saçlarını uzatıp geriye tarayarak kapatıyordu. Otuza dört kala saçlarının geri kalanı tepedeki parlaklığı kapatmak için kısa gelmeye başladı. Üç kala saçlarındaki göç oranı iyice arttı ve iki kala kafasını tamamen yalnız bıraktılar. Zannettiğinin aksine kısa sürede yeni görüntüsüne alıştı. Periyodik olarak berbere gitme angaryasından kurtulmuştu. Zamanla bu kel halinin ona seksilik kattığını fark ettiyse de bunu kadınlara karşı hiçbir zaman silah olarak kullanmadı. Otuza bir kala müdür oldu. Kendisine özel tahsis edilmiş odasında yazmak, resepsiyonda yazmaya benzemiyordu. Yeni bir şeyler yazamadığını fark edince o zamana kadar yazdıklarını ele alıp tekrar okudu. Yedi yüz otuz dokuz sayfayı okuyup düzenlemesi, uygun bulmadıklarını elemesi, ayırdıklarını tekrar gözden geçirip düzenlemesi dört ayını aldı. Yayıneviyle falan uğraşmadı. Kasapların oradaki matbaaya gitti. Konuştu, anlaştı, parası neyse verdi. Dört yüz elli baskıyı il kütüphanesine, marketlere, kırtasiyelere, çevre il ve ilçe merkezlerindeki gazete bayilerine, liselerin müdürlerine, üniversitenin dekanına, organize sanayideki ustalara, mezarlık bekçilerine, eşine, dostuna, akrabalarına hediye etti. Dayısını ziyarete gittiği bir akşam yengesinin kitabı çaydanlık altlığı olarak kullandığını görünce diğerleri ne yapıyordur diye düşündü. Araştırmak istediyse de karşılaşacağı cevaplardan korktuğu için böyle bir şeye kalkışmadı. Dört bardak çay içip kalktı. O gün bugündür herhangi bir şey yazmadı.

Edebiyat Dünyasını Derinden Sarsmamak İçin Yazmayı Bırakan Yazar

Kendini bildi bileli başarılıydı. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi takdirle bitirmişti. Elini attığı her spor dalında ortalamanın üstünde bir başarı elde etmişti. Mezuniyetinden sonra yüksek maaşlı bir işe başlamıştı. O kadar başarılıydı ki bulaştığı başka bir işte de aynı başarıyı yakalayıp yakalayamayacağını anlayabilmek için yıllık izine ayrılıp Kızılay Meydanı’nda simitçilik yaptı. Satışların tavan yapması simitçiler mafyasının kulağına gitti ve tezgâhına yüksek bir meblağ karşılığında el konuldu. Yıllık izninin bitmesine daha vardı. Evine dönerken gördüğü ilân üzerine bir fotoğrafçılık kulübüne gitti. Mülâkattan başarıyla ayrılan on kişiye yüzde yüz burs verilecekti. Mülakat esnasındaki akıl dolu ‘Sizce sizi neden seçmeliyiz?’, ‘Sevdiğiniz beş fotoğraf sanatçısı?’, ‘Diane Arbus?’, ‘Şrilomlarıabizittinmi?’ sorularına fikir dolu yanıtlar vererek yüzde yüz burs almaya hak kazandı fakat  acil bir işi çıktığını söyleyerek bursu almadan oradan ayrıldı. Evine gidip bozayı tencereden kaşıkla içen bir ailenin yürek burkan dramını anlatan bir öykü yazdı. Bu öykü edebiyat dünyasını adeta salladı. Çok iyi eleştiriler alan öykünün yazarının sonraki işlerini merakla beklemeye başladılar. Herkes ne yapacak, nasıl bir şey yazacak diye beklerken oturdu, hayatı boyunca bulaştığı hiçbir işte başarılı olamamış bir adamla ilgili öykü yazdı. Öykü, adamın geç yaşta yürümeye başlamasıyla başlıyor, öteki tarafa göç edeli çok olmuşken bisiklet kullanmayı bilmeyişini hatırlamasıyla son buluyordu. Birkaç sayfalık bu öykünün kendisine edebiyat dünyasının kapılarını ardına kadar açacağını kestirmesi güç olmadığından, yayınlamayı düşünmedi. Çekmecelerinden birisine koyup iznini erken sonlandırdı. Birkaç yıl sonra taşındığı esnada nakliye çalışanlarından birisi tarafından bulunan öykü özenle katlanıp cebe yerleştirildi. Nakliyeci akşamleyin evine döndüğünde öyküyü iki kere okudu. Kimi yerlerini düzeltip değiştirerek günümüze uyarladı. Ana karakterin iki özelliğinden birini tamamen çıkartıp diğerini yarım bıraktı. Olay örgüsüne kendince birkaç şey ekledi. Tamamlandığını ve daha iyi olduğunu düşündüğünde iki kere daha okudu. Ekleyip çıkartacak başka bir şey bulamayınca bir edebiyat sitesine gönderdi. Sükse yaratacağını düşündüğü öykü iki kere Twitter’da, üç kere de Facebook’ta paylaşıldı ve sayfası on sekiz kere görüntülendi. Sayfayı görüntüleyen on sekiz kişiden yedisi öyküyü baştan sona okurken, beşi açar açmaz kapattı, üçü ikinci paragrafta bırakırken geriye kalan üçü de beşinci paragrafa gelmeden vakitlerini daha fazla boşa harcamak istemediler.

Öykünün asıl yazarı yönetici pozisyonundaki işine devam ederken öykünün hırsızı gerçekleştirdiği başka bir hırsızlık sebebiyle işinden oldu. Öykünün orijinaliyse içinde bulunduğu pantolonla birlikte çamaşır makinesine girmeden önce dörde katlanmış olarak varlığını devam ettiriyordu.

Akın Çetin

altKitap 2013 Öykü Seçkisi

hikaye, öykü, hikaye seçkisi, öykü seçkisi, kısa hikayeler, düşündüren hikayeler, başarı hikayeleri, hikaye okuma, hikaye oku, öykü oku, hikaye yaz, öykü yaz,

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html/feed 0
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:18:09 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9232 Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm O gece ne olup bittiğine anlam verebilmek için sürekli düşünüyor ama mantıklı bir şeye bağlayamıyordum. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durdum, en sonunda yorgunluğun ve stresin vermiş olduğu, hayal ürünü bir gece, olarak kabul ettim. Bir daha böyle bir şeyin başıma gelmemesini ümit ederek sabaha karşı […]

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm

O gece ne olup bittiğine anlam verebilmek için sürekli düşünüyor ama mantıklı bir şeye bağlayamıyordum. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durdum, en sonunda yorgunluğun ve stresin vermiş olduğu, hayal ürünü bir gece, olarak kabul ettim. Bir daha böyle bir şeyin başıma gelmemesini ümit ederek sabaha karşı ancak uyuyabildim.

Ertesi gün iş dönüşü apartmanımızın önüne geldiğimde, işin gerçeği hâlâ içimde bir tedirginlik vardı. Bir türlü kimsenin el atmadığı şu daima açık dış kapının yapılmasına ve elektriklerin açılma işine, bu sefer ben el atmalıyım diye düşünmüştüm. Elbette dünkü yaşadığım garip olaylardan oluşan korkum buna sebep olmuştu. Sıkıntı ve stres bütün benliğimi kaplıyordu.

Derin bir nefes alarak, bütün bunlar saçmalıktı dedim ve elime telefonumu alarak saate baktım. Saat tam olarak 01:13’dü ve kendi kendime en fazla 5 dakika sonra evimin içine girmiş olacağım diye telkinde bulunarak telefonun fenerini açtım ve ilk adımımı attım. Sonra adeta koşarcasına hızla yukarı çıkmaya başladım. Bu sefer çıkarken kaçıncı katta olduğumu şaşırmamak için sesli bir şekilde çıktığım katları da saymayı ihmal etmiyordum. Dükkanın üstüne çıktım şimdi 1. kata geldim, şimdi 2. kata geldim, burası 3. kat dedim ve nefesim tıkanmaya başladığı halde hızla çıkmaya devam ederek 4. kata geldim diye kendime sesleniyordum. Bu son kat ve şimdi 5. kata çıkıp evime gireceğim dediğimde artık çok zor nefes alıyordum ama son kata, yani evimin önüne gelmiştim bile.

Kapımın önüne geldiğimi görünce o kadar rahatlamıştım ki hemen ceplerimi kurcalayıp anahtarı çıkartmak istedim. Bir yandan da hâlâ kendi kendime konuşarak, “bak gördün mü her şey hayal, demiştim, bir şey olmadığını gördün işte, şimdi eve gireceğim ve rahat bir uyku uyuyacağım,” diyordum. Kendi kendime yapmış olduğum bu telkinler işe yaramış gözüküyordu. Anahtarı bulduğumda ellerimin titremesi de azalmıştı. “Sonunda!” diyerek derin bir nefesle birlikte evime girmek için kapıyı açtım.

Fakat karşıma evimin içi yerine, aşağıya doğru uzanan zifiri karanlıktaki sonu gözükmeyen merdivenler çıkınca şaşkınlığım daha da arttı. Heyecanla hemen arkama döndüm, evet son kata evime gelmiştim ama ne olduğunu anlayamıyordum. Buraya kadar koşarak çıkmanın mı yoksa korkunun mu etkisi olduğunu bilemediğim bir şekilde dizlerimin bağı çözülmüştü. Olduğum yere kapının eşiğine diz çöktüm ve gözlerimi kapatıp başımı ellerimin içine aldım. Allah’ım neler oluyor diyordum kendi kendime.

Sonra acaba ben delirmeye mi başladım diye düşündüm. Evet bu şu anda olanları açıklayabileceğim tek mantıklı şeydi. Son zamanlarda yaşadığım stres bana fazla gelmiş olmalı ve halüsünasyonlar görmeye başlamış olmalıydım. “Ne olursun gözlerimi açınca her şey düzelsin,” diye dua ederek ellerimi indirip gözlerimi yavaşça açtım ve fenerle tekrar kontrol ettim. Ama nafile hâlâ karşımda aşağıya doğru boylu boyuna uzanan merdivenler ve cep telefonunun fenerinin aydınlatabildiği kadarıyla da oldukça dik ve sonu gelmiyordu. Arka tarafımı kontrol ettiğimde ise buraya kadar beni getirmiş olan, gayet normal gözüken merdivenler vardı. Tam arada kalmıştım, önümde iki seçenek vardı. Ya buradan aşağıya doğru inecektim, yada arkamı dönüp evime çıkmak için geldiğim merdivenlerden aşağıya inecektim. Ancak artık arkamı dönünce de normal bir şey ile karşılaşacağıma emin değildim. Ayağa kalktım ve henüz daha merdivenleri görür görmez adım atmaktan vazgeçtiğim tarafın bir hayal olması ümidiyle gözlerimi kapatarak, zor zamanlarda kendi kendime yapmış olduğum bir şekilde kendimi telkin etmeye çalıştım. “Şimdi buraya adım atar atmaz bunun gerçek olmadığını anlayacağım ve evime girmiş olacağım” sözlerini tekrar etmeye başladım. Üçüncü tekrardan sonra her ne kadar emin olmasam da ileriye doğru adım attım. Ancak maalesef ayağım düz zemin mesafesinde yere değmediğinden dengemi kaybettim ve o hayal dediğim merdivenlere doğru savruldum. Bu sefer şanslıydım ki kapı kenarına tutunabilmiş ve o dik merdivenlerden aşağıya düşmemiştim. Ama bütün şansım sadece bu kadardı. Merdivenlerin gerçek olduğunu maalesef bu şekilde anlamıştım.

Geri dönmektense ileri devam edip bu merdivenlerden aşağıya inmeye kendimi zorunlu hissediyordum. Cesaretimi toplamaya çalışarak aşağıya inmeye başladım. Ama karanlıkta, giderek merdivenler hem dikleşiyor hem de merdiven genişliği daraldığı için adım atmak zorlaşıyordu. Bu şekilde bir müddet daha inmeye devam ettim.  

İleride zayıf bir ışık hüzmesi gözüküyordu. Aşağıya doğru indikçe ışık kuvvetleniyor ve ışığın geldiği yerden çocuk sesleri de gelmeye başlıyordu. Yukarı doğru baktığımda ise oldukça uzun bir zamandır yürümemden belli olduğu gibi çoktan merdivenlerin başlangıcı gözden kaybolmuştu. Kulaklarımı iyice açarak sesleri dinlemeye çalışıyordum ama çok az gelen sesleri anlamlandıramıyordum. İlerledikçe sesler çoğalıyor, tiz kahkahalara dönüşüyor ve bu sesleri çıkaran çocukların sayısının bir hayli fazla olduğu daha rahat anlaşılıyordu. Tam olarak nasıl bir durumda olduğumu anlayamadığım için kendimi belli etmemek adına oldukça sessiz bir şekilde ve cep telefonumun feneri sadece hemen önümü görebileceğim şekilde ilerlemeye devam ettim. Sonunda merdivenler bitmiş ve etrafı kapalı olan bir odaya girmiştim. Oda oldukça alçak olduğundan eğilerek yürümeye çalışıyordum. Işığın kaynağına geldiğimde karşıma yaklaşık olarak bir metre büyüklüğünde ufak bir kapı çıktı. Kapının tam ortasında 13 numarası yazılıydı. Işık ve sesler kapının ardından geliyordu. Kapının altından ve kenarlarından sızan ışık bembeyaz ve oldukça kuvvetliydi. Kapıyı direk açmak yerine etrafı kontrol ederek kendimi daha güvende tutabileceğim başka bir yer aradım. Biraz ileride kapının açıldığı tarafa doğru ufacık bir pencere buldum ve oradan içeriyi gözetlemek için pencereye doğru gittim. Göreceğim şeyin ne olduğunu ve görecekleriminde beni görme ihtimali olduğunu bilerek, pencere camına tedirgin bir şekilde uzandım.

İçeride ufacık bir oda ve odanın tam ortasında ise bir çember şeklinde oturmuş çocuklar vardı. O beyaz ışık tüm odayı kaplıyordu. Çocukların tam ortalarında büyükçe bir maket vardı ve onunla oynayarak gülüşüyorlardı. Beni görmediklerine emin olduğumda daha rahat bir şekilde pencereden etrafı gözlemlemeye başladım. Odanın içinde etrafta bir çok ranzalar dizilmişti. Ranzaların haricinde tam pencerenin altında bir de yatak ve o yatakta yatan bir kadın vardı. Kadın uyuyor çocuklar ise oyun oynuyorlardı. Kadının pencerenin altında ki yatakta uyuması beni görme ihtimalini kuvvetlendirdiği için daha çok tedirgin etmişti. Ancak dikkatle baktığımda kadının uykusunda gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Sanırım kötü bir rüya görüyor ve bunun neticesinde rüyasında ağlıyordu. Tekrar çocuklara dikkat ettiğimde çocukların sayısının da 13 olduğunu fark ettim. Her zaman çocuklara karşı aşırı bir ilgim ve sevgim olmasından dolayı olsa gerek çocukların güzelliğine hayran kalmıştım. Hepsi birer nur gibi parlıyorlardı.

Sonra dikkatimi oynadıkları oyuncağa yönelttim. Oyuncak oldukça büyük bir apartman maketine benziyordu. Çocuklardan birisi makete yaklaştı ve dikkatli bir şekilde maketin bir tarafından tutarak yap boz şeklinde yapılmış olan katlardan birisini kendine doğru çekti. Hepsi aynı anda kahkahayı bastı. Sonra dışarı doğru çıkan katın üzerinden elini sokarak içeriden evin penceresini açtı. Sonra yatakta yatırılmış olan bir oyuncak adamın üzerindeki yorganı çekerek yatağın yanına yere bıraktı ve tekrar gülüşmeye başladılar. Ancak o sırada yataktaki o oyuncak adam hareket etti ve yataktan kalkarak pencereyi kapattı. Ardından yerdeki yorganı üzerine alıp tekrar yatağına yattı. Bu inanılmaz bir şeydi, oyuncak kendi kendine hareket etmişti. Ancak çocuklar buna sadece gülüyor ve eğleniyorlardı. Sonra bir başka çocuk oyuncağa yanaştı. Elini cebine attı ve cebinden çıkardığı şişenin içinde saklamış olduğu böcekleri avucuna aldı. Ardından maketin bir başka katındaki açık olan pencereden böcekleri içeri bıraktı. Hayret ve dikkatle olanları seyrediyordum, sonra o katı dışarıya doğru çekerek içinde neler olup bittiğini izlemeye başladılar. İçeri giren böcekler bir odadan içeri girdi ve odadaki oyuncak adamın yattığı yatağın baş ucuna doluşmaya başladılar. Yatakta yatan o oyuncak adamda birden bire yataktan fırlayarak delirmişcesine etrafta koşturmaya başladı. Eline geçirdiğini o böceklere doğru fırlatıyor ama çocuklar bunu seyrederek kahkahalara boğuluyorlardı. Ardından bir başka çocuk geldi ve maketi her tarafından çekerek ortasının açılmasına sebep oldu. Ufacık bir kedi vardı apartmanın tam ortasında merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu. O da elini cebine attı ve cebinden oyuncak bir köpek çıkartarak apartmanın girişine doğru koydu. Oyuncak köpek birden canlanarak apartmana girdi ve yukarı doğru koşmaya başladı. Kedi köpeğin sesini duyunca can havliyle yukarı doğru fırladı ve merdivenlerden hızla yukarı çıkmaya başladı. Ancak çocuk merdivenleri eline aldı ve yönünü değiştirip tekrar yerine koydu. Bu sefer kedi fark edemeden aşağıya doğru koşuyordu. Yani tam köpeğin geldiği yöne ama çocuk köpeği alıp üst katlardan birine koydu. Ardından kedinin koşmaya devam ettiği merdiven katını söküp alt kata taktı, kedi bu oyunlar karşısında bitap düşmüştü.

Şimdi her şeyi daha anlayabiliyordu. Bu çocukların oyun diye oynadıkları maket apartman kendi yaşadıkları apartmandı. O içindekilerde oyuncak değil apartman sakinleriydi. Tam o sırada çocuklardan birisi gruptan ayrıldı ve  duvar kenarındaki elektrik prizi ile oynamaya başladı. Çok geçmeden prizden alevler çıkmaya başladı ve odayı sardı. Çocuklar korkuyla bir oyana bir bu yana koşturmaya başlamışlardı. Her yer alevler içindeydi. Çocuklar uyuyan kadını uyandırmak için onun yanına geldiler. Bağırıyorlar fakat kadın yerinden kımıldamıyordu. Odanın her yeri alevler içindeydi, duman da yoğunlaşmış ve çocuklar adeta boğuluyorlardı. Bu durum karşısında çocukları kurtarmak için hemen biraz önce görmüş olduğum o küçük kapıya yöneldim. Kapıyı açmak istedim ama kapı kilitliydi. Çocukların feryatları kulağımı parçalıyordu. Ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde onlara yardım etmek için kapıya vurmaya başladım. Ama kapı bir türlü açılmıyordu. Kapıyı kırmak ve çocukları dışarı çıkarmak için tekmelemeye başladım. Kapı bir türlü kırılmıyordu. Tekmelemeye devam ederken kapının üzerindeki 13 rakamının 1 numarası yere düştü. Elime alıp dikkatle baktığımda aslında o bir numarasının kapının kilidi olabileceğini düşündüm. Kapının anahtar deliğini deneyince hakikaten de o bir rakamının, o kapının anahtarı olduğunu fark ettim ve kapı açıldı. Dumanlar içinde kalan odaya girdim ve çocukları dışarı çıkarmak için onlara seslenmeye başladım. Çocuklar hemen etrafıma doluştular, bana sarılıp ağlaşıyorlardı. Hemen kapıya yöneldim ama maalesef ortada bir kapı yoktu. Kadının yattığı yerin üzerindeki cama gittim. Bir yandan da kadına sesleniyordum ama kadında maalesef hâlâ gözlerindeki yaş damlaları haricinde, en ufak bir hareket yoktu. Çocukları camdan çıkartmak için hemen pencereyi açtım. Ama bu pencere biraz önce benim içeri baktığım pencere değildi. Pencere dışarı açılıyordu ve aşağıda itfaiye arabaları bekliyordu. Bana haydi aşağıya atla diye bağırmaktaydılar. Bende, “çocuklar var onları kurtarmalıyım,” dedim ve  kucakladığım çocukları  camdan itfaiyenin açmış olduğu hava yastığına atmaya başladım. En sonunda bütün çocuklar kurtulmuştu, sadece yatakta yatan kadın kalmıştı ve onu kucaklamak istedim. Ama tam ona eğildiğim anda gözlerini açtı ve bana sarıldı. “Ben çoktan öldüm ama sen benim yavrularımı kurtardın, teşekkür ederim sana,” dedi ve bir eliyle maketi gösterdi. Maketin sadece en üst katı yanmaktaydı. Sonra maket birden bire yok olmaya başladı ve her yer sallanmaya başladı. Düşmemek için yere diz çökmüş bir şekilde eğildim ve sallantıyla birlikte her şeyin yavaş yavaş yok olduğunu seyretmeye başladım. Oda, içindeki eşyalarla birlikte tamamen yok oluyordu. Bu ne muhteşem bir manzaraydı. En son kucağımda bana sarılmış olan kadın yok olmaya başladı ve tam oda yok olacağı sırada yüzündeki ağlama eseri bitti ve büyük bir sevinç, mutluluk hakim oldu.

Eliyle son bir şeyi işaret ederek o da kendi kendine yok oldu. İşaret ettiği şeye doğru yöneldiğimde orada bir kutu vardı. Kutuyu açtığımda içinden bembeyaz kristalden yapılmış bir gül, bir miktar para ve bir de mektup vardı. O mektubu elime alıp okuduğumda mektubun sahibinin o kadın olduğunu anlamıştım. Mektupta evlendiğinin ilk günü trafik kazasında kaybetmiş olduğu sevgilisinden bahsediyordu. Sevgilisiyle kurdukları hayallerinde mutlu bir aile ve çocukları vardı. Bu yüzden acısını bastırabilir miyim acaba düşüncesiyle kimsesiz kalmış çocukları sahiplenmiş ve kendini onlara adamıştı. Ancak bir türlü unutamadığı sevgilisine kavuşma umuduyla, o gece intihar etmiş ve maalesef yine o gece çıkan yangında kendisi haricinde o güzelim çocukları da kurtaracak kimse kalmamıştı. Bu yüzden ruhu azap içinde kalmış ve her gece aynı şekilde orada hapis kalmıştı. Taki ben gelinceye kadar. Tam o sırada aşağıdan yukarı doğru açılan kapaktan eşim kafasını çıkarmış bana bakmaktaydı. Bana, “ne işin var senin tavan arasında,” dediğinde evimizin tavan arasında olduğumu anlamıştım. Saate baktığımda saatin tam olarak 01:13 olduğunu gördüm ve eşime, “sana hazırladığım bir sürprizim vardı, onu saklayacaktım,” dedim. “Ama madem uyandın” diyerek ona ölen kadının sevgilisinin hediyesi olan kristal gülü uzattım ve parayla beraber mektubu da cebime koyarak sevgilime sarıldım. Ona bu olan olayları anlatmam mümkün değildi, ama ona güzel bir şey söyleyebilirdim. “Seni çok ama çok seviyorum,” diyerek sarıldım ve kulağına sessizce, karımın yıllardır istediği ama benim korkularım yüzünden bir türlü kendimi hazır hissedemediğim şeyi söyledim. “Karıcığım çocuk yapalım mı?” Eşimin yüzüne baktığımda o yok olan kadının son andaki mutlu görüntüsünü  gördüm.

ZeNHaR

13’ün Uğursuzluğu I. Bölüm

13’ün Uğursuzluğu II. Bölüm

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, kısa korku hikayeleri, kısa hikayeler, korku öyküsü, korkunç hikaye, korkunç hikayeler, uğursuz, 13’ün Uğursu

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html/feed 0
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html#respond Sat, 28 Oct 2023 17:59:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9241 Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle, Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır. Çocuk olduğum yılları düşündüğümde […]

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar” 

Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle,

Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır.

Çocuk olduğum yılları düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Hangi yıllar mı?…

SMS’in, MMS’in olmadığı, pulların yalanarak zarf arkalarına yapıştırıldığı yıllardan bahsediyorum. Dükkân önlerine duvarlar boyu sıralanan “tebrik kartları” nın büyük bir zevkle, gönderilecek kişiye göre seçildiği yıllardan yani… Başkalarının senin adına hazırlamadığı, seninde internetten kopyala-yapıştır yöntemiyle çoğaltarak aynı mesajı tüm tanıdıklarına göndermediğin yıllardı. Tebrik kartını seçmekte bir emekti o yıllarda, arkasına kendi mesajını yazmak ta…

Daha aileler çekirdekleşmemişti o yıllarda. Üst kattaki komşu da, çocukların gürültüsünden şikayetçi değildi. Tüketim ekonomisi bu günkü gibi pompalanmıyordu.

Oyunlarımızda bugünden farklıydı, oyuncaklarımız da… Her yönüyle farklıydı o yıllar. İletişim araçları bu günkü gibi ne gelişmişti, ne de bu kadar yaygındı. Artistlerin silikonları patlamıyordu o yıllarda. Bizi de ilgilendirmiyordu zaten. Şimdiki gibi darbe planlarından değil, eğer yapılırsa darbelerden haberimiz oluyordu.

En fazla altı pilli radyonun beş on evde bulunabildiği yıllardı. O da ajansları dinlemek için. Birde “arkası yarın” programları beklenirdi gençler tarafından merakla. Dinleme işi bittikten sonra pili çıkarılırdı bitmesin diye. Zayıflayan piller ayazda bırakılırdı tekrar dolsun diye. Dinlenen sanatçılar herkesin hayalinde farklı canlanırdı. Müzik taş plaklardan dinlenirdi bulabilenler tarafından.

İnsanların vadesiyle öldüğü yıllardı. Trafikte bu kadar yoğun değildi, trafik kazaları da… Ve kazalarda ölenlerde… Ölenler için kalp krizi, beyin kanaması, kanser vb. ölüm sebeplerinin yerine “vadesi yetti” deniliyordu sıklıkla. Kaderin ve kadere inanmanın hakim olduğu yıllardı. Ne doğum kontrolü için bu kadar para harcanıyordu, ne de doğum yapmak için. “Tüp Bebek” (suni tohumlama) bilinmiyordu daha. Her şey Allah’ın takdiriydi. Sünnetçilerin “Fenni” olduğu yıllardı.

Gıdaların genetiği değiştirilmemişti daha. Herkesin kendi gıdasını ürettiği yıllardı. Herkesin az-çok tarlası vardı mevsimine göre bitkiler yetiştirdiği. Tarlalar ya atla ya da öküzle sürülürdü. Kara saban kullanılırdı yani. Tarlalar da günümüzdeki gibi hor kullanılmazdı. Nadasın hakim olduğu yıllardı. Toprağın bile dinlenmeye bırakıldığı zamanlardı bu günün aksine. Ardıç kütüğünden yapılan tapanlar ağırlaşsın diye çocuklar bindirilirdi genellikle. Daha güneş doğmadan gidilen tarlalarda hep birlikte çalışılırdı. Anne ve çocukların getirdiği “kuşluk yemeği” (kahvaltı) yenirdi zevkle. Hiçbir şeyin hilesi hurdası yoktu o yıllarda. Ata-dede usulü yapılırdı her şey. Kendi yiyeceğine hile katmazdı kimse. Suni gübreler bilinmiyordu. Dört çeker traktörlerle yarılmamıştı toprağın bağrı daha. İşler ilkelce yapılıyordu belki ama; toprak daha verimli, ürünler daha bereketliydi. Aç gözlü değildi insanlar. Aza kanaat edilen yıllardı.

Ekin denirdi tarladaki buğdaya. Orak ya da tırpanla biçilirdi o yıllarda. Tarlanın büyüklüğüne göre üç-dört günde biçilirdi komşuların yardımıyla. Erkekler biçer, kadınlar deste eder, çocuklarsa su taşırdı çalışanlara. Deste edilen ekinler öküzlerin çektiği kağnılara “anadut”larla yüklenerek harman yerine getirilirdi. Motorlu araç sesleri yerine kağnı gıcırtıları vardı o yıllarda. “Meses” denirdi öküzleri sürmek için kullanılan uzun sopaya. Ucunda “sakıt” denilen ucu sivri demirler olurdu genellikle. Öküzler yorulunca kağnılara “dayak” atılırdı durdurulup öküzler dinlensin diye. Harman yerine getirilen ekinler üst üste yığılarak büyük harmanlar yapılırdı. Yağmur yağdığında üzeri örtülür dindiğinde açılırdı. Harman yerinde yüzlerce komşu harmanı bulunurdu. Köyün hepsi harman yerinde olurdu o mevsimde. “Döven” ya da “gem” denilen el yapımı araçları öküzler çekerdi harmanı sürmek için. Geme binmek büyük bir zevk olurdu biz çocuklar için. Gem sürme işi bittiğinde dövülen saplar toplanırdı “yaba” denilen parmaklı küreklerle. “Cec küreği” denilen tahta kürekler kullanılırdı sonra. Harman savurmak için rüzgâr beklenirdi günlerce. Bu iş için en müsait zaman sabahın erken saatleri ve akşamın alacası olurdu genellikle. Diğer vakitlerde rüzgâr pek olmadığından harman başı sohbetleri yapılırdı herkesin katıldığı. Yemekler orda yenir, çaylar orda içilir, yataklar orda serilirdi. Ateşler yakılıp buğday ve nohut kavrulurdu çerez niyetine.

Harman savurma işiyle sap samandan ayrıldığında “silme” denilen ölçü aracıyla buğdaylar ölçülerek “yayma” denilen adam boyu kıl çuvallara doldurulurdu el yapımı. Altı yedi kişiyle zor yüklenirdi kağnılara bu çuvallar. Eve gelen buğdayları kadınlar günlerce elerdi “gözer, sarat, kalbur” denilen eleme araçları ile. Unluk buğdaylar ayrı “yayma” lara doldurulurdu değirmene götürülmek üzere. Bulgurluklar kazanlarda kaynatılır, kurutulur ve seçilirdi değirmen öncesi. Değirmen işi de günlerce sürerdi. Öbek öbek yaymalar olurdu değirmende sıra bekleyen. Değirmen sonrası tekrar eve dönüş başlardı gıcırdayan kağnılar eşliğinde. Damda veya bahçede serilirdi getirilen bulgurlar kurusun diye. Bu arada tavuğu, kargası, serçesi; her türden börtü böceği nasibini alırdı bu ürünlerden. Savrularak kepek bulgurdan ayrılırdı önce hayvan yemi olarak. Kuruyan bulgurlar için tekrar bir eleme faslı başlardı sonra. “Setik” denilen küçük bulgurlar köftelik olarak bir kenarda yerini aldıktan sonra bulgurlar “yaymalanır” dı ardından. İhtiyaç fazlası buğdaylar oda büyüklüğündeki, tahtadan göz göz yapılmış ambarlara konurdu daha sonra kullanılmak üzere.

Kilere “himlik” dendiği yıllardı. Himlikte sıra sıra yaymalar yerini alırdı kışın kullanılmak üzere. Un, bulgur, nohut, fasulye; beş on komşunun günlerce yaptığı leğenlerce yufka ekmek… Ekmek demişken, “çarşı ekmeği” ya da “somun” denirdi fırın ekmeklerine. Bin de bir girerdi sofralara o yıllarda. Lahmacunun yufka ekmeğe sarılıp yenildiği yıllardı vesselam.

İnsan eli fazla değdiğinden mi? Yoksa bunca çalışmaya sevgisini, birliğini, beraberliğini kattığından mıdır bilinmez, tadı-lezzeti bir başka olurdu yiyeceklerin. Kışlık yiyecekleri hazır olmanın huzuru ile diğer işlerine devam ederdi insanlar. Hayatı yakalamak, güne yetişmek gibi kaygıları yoktu insanların. Hayatı yaşamaktı gayeleri. Şimdiki gibi hayat onları yaşamazdı.

Her işte birlikte olmak, birlikte yapmak anlayışı hakimdi bu günkü bölünmüşlüğün aksine. Tarım ürünlerinde hal böyle iken, hayvan ürünleri ve kışlık yakacağın hazırlanışı da farklı değildi bir başka yazının konusu olarak.

Bu pencereden bakıldığında çocukluğumu, çocuk olduğum yılları özlüyorum netice olarak…

Mehmet Akif Önder

 

hikaye, hikaye oku, hikayeler, kısa hikayeler, öykü, hikayelerimizden,  geçmişe özlem, öykü, çocukluk yılları, kısa hikayeler, kısa öyküler, 

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html#respond Tue, 24 Oct 2023 18:00:18 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9222 Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz “Arapça İlahi de Neyin Nesi?” Mustafa Ünver Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz

“Arapça İlahi de Neyin Nesi?”

Mustafa Ünver

Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını bilmediği “O jizn! tı kakaya kırasivaya” cümlesi diline pelesenk oldu kaç zamandır. Mırıldandı bir kaç kez içinden. Ne güzel bir akşam saatiydi bu anlar, hiç bitmesin istenen türden hazlar yaşatıyordu.

İki saat öncesinde altı yaşındaki oğlunu elinden tutarak götürdüğü mevlit merasimine ne kadar da neşeli yürüyorlardı. “Baba nereye gidiyoruz?” sorusuna “Peygamberimizin doğum günü için düzenlenen cami programına katılacağız oğlum. Doğum gününü kutlayacağız peygamberimizin,” cevabı yeterli oldu şimdilik çocuk merakına. Bu cevap ne olur yetsin ve en azından bir süreliğine başka soru sormasın oğlu; konuşmasın, konuşmasınlar istiyordu. Yaz akşamının yaydığı burcu burcu büyülü anlarını sadece ruhani zikir ve dualarla buluşturmak istiyor, bereketine inandığı bu anların bir tanesi bile kaçsın istemiyordu. Ama istediği olmadı, meraklı çocuk tekrar konuştu. “Peygamberimiz ölmedi miydi babacığım? Ölmüş birinin doğum günü partisine ilk defa katılacağım,” cümlesine sadece “Peygamberlerin ölümleri ile hayatları aynıdır oğlum. Onlar her zaman sonsuzlukta çok güzel bir hayat yaşarlar,” demekle yetindi. “Her şey yerli yerinde olmalı; bana göre şu an, çocuğumla bile olsa konuşma anı olmamalı, kimseyle konuşmamalıyım şu an,” diye iç geçirdi ve zikirle dolu büyülü havayı solumaya devam etti. Böyle müstesna anlarda kainatı, sahibini anarak dinlemek ruhuna inanılmaz iyi geliyordu. Camiye girdiklerinde hocalardan biri Kur’an’dan bir pasaj okuyordu. Kıble duvarında asılı duran büyük değirmi saate bakılırsa program yeni başlamış olmalıydı.

Kur’an-ı Kerim Allah kelamı, değiştirilemez, orijinal formunu her hâlükârda muhafaza etmek lazım, âmennâ. Bununla beraber mesajının herkesçe anlaşılması için diğer dillere çevirisi elbette yapılabilir, yapılmalıdır, yapılıyor da zaten; bu da başka bir konu. Ebu Hanife’nin Kur’an’dan hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin öğreninceye kadar kendi dilinde namaz kılabileceğini caiz gördüğü fetvası da tamam; bu da başka bir konu. Tamam bunların hepsini anladım da seyircilerinin yüzde yüzünün Türk olduğu bir mevlid merasiminde, programın başından sonuna kadar söylenen beş ilahinin hepsinin de Arapça olması ne alaka? Onlar da mı Allah kelamı ki orijinal dillerinin muhafazasına gayret ediliyor? Yahya Kemal’in “Türkçe annemin ağzımda ak sütüdür,” dediği ana dilimizde mis gibi buram buram Anadolu kokan yüzlerce hatta binlerce ilahilik şiirlerimiz yok sanki. Hem sonra çocuklarımızın bile severek mırıldandığı onlarca Türkçe güftesi olan harika ilahilerimiz de var zaten. Bu durumda dilini anlamadığımız Arapça ilahilere neden ihtiyaç duyuyoruz ki? Yunus Emre’den, Hacı Bayram’dan, Hacı Bektaş’tan, Şeyh Galip Dede’den ve onlarca erenden söylemek varken. Tam bu gelgitler arasında aklına gerçek bir yaşantı karesi geldi. Bir lise müdürünün emekli olduktan sonra anılarını toplayarak oluşturduğu biyografik ajandasında bir öğrencisinin dilinden “Türkü de Neyin Nesi” başlığı altında anlatılmıştı bu hatıra, buyurun beraber okuyalım:

“Kadir Ünver, İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeni ve okul müdürüydü. Saygın ve yumuşak huylu bir kişiliği vardı. Babacan bir adamdı. Lise yıllarında uzun süre okul müdürlüğü yaptı ve öğrenciler arasında lakabı “Kadir Ağa,” idi. Sağ sol çatışmalarının had safhada olduğu bir dönemde idarecilik yaptı. Bu dönemde Milli Görüşçülerle Ülkücüler sürekli kavga ederlerdi. Bu kavga sırasında Kadir Ünver, Akıncılardan yana tavır koyarak bizim gözümüzde saygınlığını yitirmişti… Ancak 12 Eylül’den sonra barışmıştık ve bu kez de sınıflarda, koridorlarda türkü, şarkı gırla giderdi. Muhsin, Behzat ve ben sınıfın assolistleriydik. Bir gün sınıfın kapısına yakın bir yerde hareketli bir türkü söylüyordum. Bu arkadaşlar da bana eşlik ediyorlardı. Gürsel ve Hayati de önlerindeki sıra kapaklarına vurarak tempo ritim tutuyorlardı. O gürültü esnasında hafifçe sırtıma bir yumruk indi. Dönüp arkama baktığımda müdür Kadir Ağa’yla burun buruna geldik. Bana sözü şu oldu: “Lan eşşek oğlum, geç yerine; türkü de neyin nesi, ilahi söyleseniz ya!” Benim de Kadir Hoca’ya cevabım şu oldu: “Hocam ilahi bizi kesmiyor; imam hatipliyiz ama aynı zamanda genç insanlarız, sizin yaşınıza gelince inşallah biz de ilahi, gazel ve kaside okuruz.” Kadir Hoca bir kaç nutuk daha attıktan sonra, “Bayramım imdi bayramım imdi / Bayram ederler yar ile şimdi,” ilahisinden bir kaç mısrayı bestesiyle birlikte gürül gürül okuyarak çekip gitti.”

Hanım ellerinin yaydığı mis kokuların dönüş yolu esrikliğinde uykulu uykulu yürüyen ve bu kez hiç soru sormayan oğlunun elini hafifçe tutarken “Keşke ben de Arapça ilahi aşkındaki gençlere şöyle bir ünleyebilsem gürül gürül,” diye iç geçirdi:

Ulan aslan oğlum, geç yerine; Arapça ilahi de neyin nesi? Mis gibi Türkçe, “sordum sarı çiçeğe” ilahisini söyleseniz ya.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, dini hikayeler, ilahi, mevlit, mevlit gecesi, Arapça ilahiler, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html/feed 0
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html#respond Tue, 24 Oct 2023 15:00:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9227 Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm ZeNHaR İstanbul’da ücra bir semtte, varoş bir mahallede oturuyorum. İş saatlerim maalesef çok uygun değil ama bu işe mecburum. Çünkü bu zamanda bulabileceğim işlerin hiçbirinde bu kadar iyi bir ücret almam zor. Mesai saatlerim 15:00 ve 24:00 arasındaydı, ancak eve varış saatim maalesef gece saat biri bulmaktaydı. Yine her […]

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm

ZeNHaR

İstanbul’da ücra bir semtte, varoş bir mahallede oturuyorum. İş saatlerim maalesef çok uygun değil ama bu işe mecburum. Çünkü bu zamanda bulabileceğim işlerin hiçbirinde bu kadar iyi bir ücret almam zor. Mesai saatlerim 15:00 ve 24:00 arasındaydı, ancak eve varış saatim maalesef gece saat biri bulmaktaydı. Yine her gün olduğu gibi bugün de mesaimi tamamlamış evime dönüyorum. Hafta içi bu saatlerde genelde bizim sokaklarda in cin top oynar, kimsecikler olmazdı. Yine manzara aynıydı. Bugün iş yerimde çok yorulmuş olduğumdan bir an evvel evime ulaşıp uyumayı düşünüyordum. Bir yandan da iş yerimde başıma gelen olumsuzluklar sürekli kafamı meşgul edip duruyordu. Zor bir gün geçirmiştim. Gerçi son zamanlarda hemen hemen her gün aynı şekilde birbirinden zor geçmekteydi ama elbet bugünlerde geçecek ve sonunda bende rahatıma kavuşacaktım ya da en azından kendimi bu şekilde avutuyordum.

Sonunda evimin önüne gelmiştim tek yapmam gereken her gün çıkmak zorunda kaldığım beş katlı apartmanın merdivenlerini çıkmak değil adeta tırmanmaktı. Çünkü eski bir yapı olan bu apartmanda asansör yoktu. Aslında dükkân üstü birinci kat sayıldığından 6. katta oturuyordum. Ama tek sorun bu değildi, apartman sakinleri arasındaki uyuşmazlık hat safhaya ulaştığından, daha fazla dayanamayan apartmanın yöneticisi zaten uzun zamandır düşündüğü taşınma işini bir gece ansızın gerçekleştirmiş ve giderken de apartmana ait olan elektrikleri de kimseye devretmeden kapattırmıştı. Apartmanımızda merdiven boşluklarında ışıklar bu yüzden çalışmıyordu. Hatta kapı zilleri de çalışmıyordu. Bundan dolayı merdivenleri karanlıkta çıkmak zorunda kalıyorduk. Apartmanımızdaki huzursuzluk devam ettiği için de kimse yönetici olmaya talip olmuyor ve günlerdir bu sorunu yaşıyorduk. Bende diğer komşular gibi zorunlu olarak cep telefonumun feneriyle nispeten önümü görmeye çalışarak merdivenleri çıkmaya çalışıyordum ama yine de çok zor oluyordu. Hele elimde bugünkü gibi eşyalar varsa merdivenler çık çık bitmek bilmiyordu.

Cep telefonumun fenerini açtım ve apartmandan içeri girdim. Yorgun argın merdivenleri birer birer çıkmaya başladım. Bazen hangi katta olduğumu unuturdum, çünkü kaç kat çıktığımı karıştırırdım. Tüm katlarda kapılar birbirinin benzeri ve diğerinden ayırt etmek karanlıkta daha da zor olurdu. Bugün de aynı şey olmuştu, bütün kapılar kapalı apartmanda zifiri bir karanlık ve ben kimseye ses duyurmadan merdivenleri çıkarak bir an evvel o sıcak evime ulaşmaya çalışıyordum. Kafamda bin bir türlü düşünceyle merdivenleri çıkarken kaçıncı katta olduğumu çoktan unutmuştum. Ancak sanki 10 kat çıkmış gibi de yorgundum. Ne bitmek bilmez merdivenlermiş diye kendi kendime hayıflanmaya çoktan başlamıştım. Bir müddet daha apartman merdiven korkuluklarına tutunarak çıkmaya devam ettim. Her çıktığım katta, bu son kat olmalı diye ümit ederek çıkmaya devam ediyordum.

Ben son katta oturuyordum, son kat son daire bana aitti. Ben bu evi almadan önce, uzun süre bu ev boş kalmıştı. Neden bilinmez ama daha önce bu evde oturanlar hep sıkıntı içinde kalmışlar, bunun sebebini de açıklayamadıkları için, daire kapı numarasının 13 olması ve hatta apartmanın numarasının da 13 olmasına bağlamışlardı. Mahalle sakinlerine göre 13 numara uğursuz bir rakam ve çifte 13 çift uğursuzluk anlamına geliyordu. Hatta sırf bu sebeple apartmanın ve kapıların üzerinden numaralar sökülmüş ve bir daha da takılmamıştı. İnsanlardaki bu batıl inançlardan dolayı bu daireyi kimse uzun süre satın almamıştı. Bu sebeple de çok uygun bir fiyata bu eve sahip olabilmiştim. Evim güzeldi, çünkü evimin içinden çatı katına da bir boşluk yapılmış ve dolayısıyla tavan arası bana ait olmuştu. Aslında ben de tavan arasını sadece eski eşyaları koyduğum kiler olarak kullanıyordum.

O kadar çok yorulmuştum ki saatin kaç olduğunu unutup cep telefonundaki saate bakma ihtiyacı duyarak saate bakınca, saatin çoktan 01:30 olduğunu gördüm. Bu da yaklaşık 20 dakikadır merdivenlerde oyalandığım anlamına geliyordu. Bu çok anlamsızdı sonuçta 6. katta olsa 20 dakika da merdivenleri bitirememem imkânsızdı. Elimdeki eşyaları yere bıraktım ve bir müddet dinlendim, kaçıncı katta olduğumu hala bilemiyordum. Ama bu işte bir terslik olduğunu düşünmeye başladım. Ardından bir ses duydum, apartmanda aşağı katlardan birisinde bir hırıltı sesi geliyordu. Apartmanımıza bazen kediler girerdi, geceleri apartmana sığınan sokak kedileri oldukça sık rastladığımız bir durumdu. Fakat bu ses kesinlikle bir kedi hırıltısı  değildi daha büyük bir hayvanın hırıltısına benziyordu. Ender de olsa bazen sokak köpekleri de apartmanımıza girerdi. Soğukkanlılığımı muhafaza etmeye çalışarak muhtemelen bir sokak köpeğidir diye düşündüm.

Aşağıya doğru cep telefonun fenerini uzattım ne olduğunu görmek istiyordum merdiven arasındaki boşluk çok dar olduğundan aşağıda hiç bir şey gözükmüyordu. Bir şey göremeyeceği mi anlayınca tam feneri çekiyordum ki aşağıdan yukarıya doğru kafasını kaldırmış, merdiven boşluklarında bana bakan bir çift göz gördüm. Gözler kan kırmızısı şeklinde ve karanlığı yararcasına bana bakıyordu korku ile geri çekildim. Bir dairenin kapısına yapışmıştım ama o aşağıdaki şey hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Bir yandan hırlıyor bir yandan da yukarı doğru koşturuyordu. Ne yapacağımı bilemez halde yukarı doğru koşmaya başladım. Evime bir an evvel ulaşmalı ve içeri girmeliydim. Nefes nefese kaldığım halde karanlıkta sürekli merdivenleri 3’er 5’er atlayarak yukarı koşuyordum. Adım atacak halim kalmadığı halde hala evime bir türlü çıkamamıştım. Mecburen biraz soluklanmak için durdum, telefonla etrafıma göz gezdirdim. Sonra hırıltının kesildiğini duyunca derin bir nefes alarak merdiven pervazlarına uzandım ve feneri tekrar aşağıya doğru uzattım. Hiçbir şey görmüyordum. Ardından tekrar bir hırıltı duydum ama bu sefer aşağıdan değil yukarıdan geliyordu bu ses. Korkuyla yukarıya kafamı çevirdim ve aynı gözleri bu sefer yukarıdaki merdiven boşluklarında bana bakarken gördüm. Hemen sırtımı dayandığım kapıya hızlıca vurmaya başladım. Maksadım komşulardan birisinin kapıyı açması ve kapıdan gelen ışıkla etrafımı daha rahat görebilmekti. Ancak kapıyı açan olmadı, hemen diğer taraftaki kapıya yöneldim. Bu seferde ona vurmaya başladım, birkaç defa vurduğumda ses gelmeyince bu sefer hırıltının yaklaştığını duyarak kapıyı adeta yıkarcasına daha hızlı vurmaya başladım. Maalesef bu kapıdan da ses çıkmıyor ve kapıyı açan olmuyordu. İki komşunun da evde olmaması çok zordu, hemen bir alt kata koşup oradaki komşulara sığınmayı düşündüm. Merdivenlerden hızlıca aşağıya doğru koşmaya başladım. Hırıltı yukarıdan hızlıca aşağıya doğru koşan bir şeyin olduğunu ve beni takip ettiğini bana gösteriyordu. İlk ulaştığım kapıya sesimi bir an evvel duyurmak için kırarcasına vurmaya başladım ama buradan da hiç ses çıkmıyordu. O zaman bağırmaya başladım, yardım eden yok mu diye ama apartmandan hiçbir ses çıkmıyordu. Son çare olarak aşağıya inip apartmanın dışına çıkmak olduğunu düşündüğümden hızla aşağıya doğru koşmaya başladım ama dengemi kaybettim ve merdivenlerden aşağıya yuvarlanma başladım. Cep telefonumu ve elimdeki malzemeleri düşürdüm. O kadar çok yuvarlanmıştım ki sanki bitmek bilmeyen bu merdivenlerde uçurumdan aşağı doğru yuvarlanıyordum. Acımayan yerim kalmamıştı. Perişan haldeydim ama bir türlü duramıyor, bir yerlere tutunamıyordum sonunda bir şekilde durdum. Durduğum anda elime gelen ilk şey garip bir şekilde yine cep telefonum oldu. Cep telefonumu elime aldım, kapanmış olan feneri tekrar açtım ve etrafıma bakmaya başladığımda karşımdaki kapının açıldığını gördüm. Kapıyı açan benim eşimdi beni yerde öylece yatar halde görünce ne oldu dedi heyecanla, bu gürültü senden mi geldi diye sordu, bana elini uzatırken. Ama bu imkânsızdı, çünkü ben aşağıya doğru düşüyordum ve bulunduğum kat şu anda apartmanın son katıydı. Hemen ayağa kalkıp içeri girdim ve kapıyı arkamdan hızla kapattım. Girişteki aynaya bakınca kendimden korktum. Çünkü saçlarım elektrik çarpmışçasına tamamen dikilmiş ve yüzümde bereler oluşmuştu. Eşimin bana korkuyla baktığını görünce, apartmanda köpekler var ve beni kovaladılar bende düştüm ve yuvarlandım dedim ama diğer yaşadıklarımı bir mantık çerçevesine sokamadığım için anlatamadım.

ZeNHaR

13’ün Uğursuzluğu I. Bölüm

13’ün Uğursuzluğu II. Bölüm

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, kısa korku hikayeleri, kısa hikayeler, korku öyküsü, korkunç hikaye, korkunç hikayeler, uğursuz, 13’ün Uğursuzluğu,

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html/feed 0
Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html#respond Tue, 10 Oct 2023 22:44:08 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9213 Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” Mustafa Ünver Yine yoğun bir iş günü bitmiş, kendini taşıyamayacak kadar bitkin ayaklarla otobüs durağında bekliyordu Hasan. Sararmış yaprakların ağaçlardan rüzgarın da etkisiyle sağa sola uçuşarak düşmesi, şehirde buruk ve hüzünlü bir sonbahar şarkısının terennüm edilmesine neden oluyordu. Hasan bir an önce evine dönmenin özlemini duyuyordu. Sıcak bir çorba içip gül […]

The post Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu”

Mustafa Ünver

Yine yoğun bir iş günü bitmiş, kendini taşıyamayacak kadar bitkin ayaklarla otobüs durağında bekliyordu Hasan. Sararmış yaprakların ağaçlardan rüzgarın da etkisiyle sağa sola uçuşarak düşmesi, şehirde buruk ve hüzünlü bir sonbahar şarkısının terennüm edilmesine neden oluyordu. Hasan bir an önce evine dönmenin özlemini duyuyordu. Sıcak bir çorba içip gül yüzlü eşinin ferahlatıcı sohbetiyle ancak kendine gelebilirdi. Gün onu iyice bunaltmış, gerçekten yormuştu. İşyerindeki şef iş dağılımı ve ücretlendirme konusunda açıkça haksızlık yapıyordu. Bu haksızlık sadece bugün olmuş da değildi sonra. Bir şeyi bir defa yapabilen her zaman yapabiliyordu işte. Canla başla, özverili ve işinin hakkını vererek kurumuna faydalı olma gayretinde olan Hasan’a her zamanki gibi yine sadece yoğun iş yükü düşmüş; hafta sonu gerçekleşecek olan havadan sudan mini tatili kaymaklı mesai ücretiyle katmerleyen görevlendirme şefe yağcılık yapmaktan başka bir vasfı olmayan, üstelik toplantı konusuyla uzaktan yakından ilgi ve alakası olmayan Uygun’a verilmesi ister istemez canını sıkmıştı. İçi dardı ve bu sıkıntı onu günün rutin yorgunluğundan daha çok bitiriyordu. “Külfet nimete, nimet külfete göredir, ilkesi hani nerede? Beden yorgunluğu geçer, ama gönüldeki yorgunluk ne olacak? Geçmiyor işte,” diye kendi kendine içlenip söyleniyordu.

Yüzüne düşen çiseli yağmur damlaları hoşuna gitmiş, içine birden ferahlık gelmişti. Durağın sundurmasına girmeye çalışan insanların aksine Hasan dışarı çıkmaya çalışıyordu. Bu haksızlıklara sadece içinde isyan etmiyordu. Şefin yüzüne karşı bu haksızlığı açıkça ifade ederek tepki göstermesi başlangıçta Hasan’ı bir miktar rahatlatmıştı. Bu kez de şefin pişkin haksızlık kılıfı canının daha da sıkılmasına neden olmuştu. İnsan yeri gelince ne kadar kaba, vahşi ve görgüsüz olabiliyordu işte. Neymiş efendim bu görevlendirme tamamen kendi tercihi ve görev yetkisi içindeymiş ve dışarıdan haksız ve adaletsiz görünebilse bile kurumun sağlıklı işlemesi için yetkisini böyle kullanması gerekiyormuş. Böyle yapılmazsa makam zedelenir, kurum zarar görürmüş. Özrü kabahatinden büyük denir ya, şefinki de o misal. Sanki genel müdüre yağcılık etmek için yeğenini allayıp pulladığını kimse bilmiyordu. Sonra şefin Hasan’dan hoşlanmadığını; onun dürüst, çalışkan, kimseye yağcılık etmeyen, sadece kendi işinde ve gücünde biri olmasından hiç hazzetmediğini sanki kimse bilmiyordu. Anlayacağınız kümesi bekçi kıyafeti giymiş tilkiler bekliyordu. Hani şair diyor ya: “Günümüzde insan olmanın / Çok ağır bedeli var / Ya parçası olacaksın alçaklığın / Ya seni parçalarlar,” o hesap. Karanlık ancak karanlıktan hoşlanıyordu; aydınlıktan ise nefret ediyordu işte. Haksızlık ve adaletsizlik de en kara zulümdü, zulmetti, haramdı ve zifiri karanlıktı. Hatta sadece günah işlemek, haksızlık etmek, adaletsizlik yapmak değil; başkasının yaptığı yanlışa rıza gösterip desteklemek de aynı şekilde günah ve haramdı. Hele de adalet ve hak hiç ama hiçbir şart ve durumda örselenemeyecek kadar büyük kavramlar ve değerlerdir. “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse de kıyamet kopsun,” sözünün ağırlığı hele de iddiası olan bu türden insanlarda gram çekmemesine öyle üzülüyor, öyle öfkeleniyordu ki. Sadece kuru ezan, vatan, bayrak mottosuyla verilen kitlesel coşkuya zaman zaman sosyal medyada eşlik edip tempo tutmak ve haftada bir Google havuzundan seçtiği ayet veya hadisi paylaşmak ne kadar kolay, ne kadar sığ bir dindarlıktı. Ne ki bunlar her şey için yeter görünüyordu kimi zihniyet insanına. Muhammed Peygamber’in “ben de adil olmayacaksam ya kim adaletli olacak?” diye haykırışı ve serzenişi özellikle de iddialı insanlarda neden ama neden bir türlü karşılık bulmuyordu. Bu nübüvvet haykırışına herkesten önce onların “biz de adil olmazsak, ya kim adil olacak?” diye icabet etmesi, durumlarını düzeltmesi, hak yemeyi bırakması gerekmez miydi? Hem sonra adaletsizlik ve haksızlık yapmanın bir gerekçesi, bir izahı olabilir miydi? Böyle bir fasit mantığa hakka körlük yaşamış olanlardan başkası sığınabilir miydi? Her şeye bir izah, bir kılıf elbette bulunabilirdi belki ama hakka ve adalete karşı asla bulunmamalıydı, bulunamazdı. Çünkü hak ve adaletten daha yukarı hiçbir değer yoktu ki şu alemde. Haksızlığı ve adaletsizliği mazur gösterecek, caiz kılacak hiçbir gerekçe de olamazdı bu yüzden. Kama-manas haksızlık ve adaletsizlik yapma konusunda ne türden kuşkular, sanılar ve sanrılar oluşturursa oluştursun vehim asla itibar edilemez, dikkate alınamazdı. Hatta ne türden bir zorunluluk olsa bile herhangi bir zaruret bir başkasının hakkını ortadan kaldıramazdı.

Hasan zihin dünyasında bu düşünce ve duygularla cebelleşirken inmesi gerektiği durağa bir hayli yaklaştığını bile fark etmemişti. Bu yaman çelişkilere karşı iç dünyasında patlayan volkan öyle kolay dinecek gibi değildi. Başını alıp dağlara vurmak, hayatının geri kalanında hiçbir insan yüzü görmeden Robenson Crusoe misali yaşama hülyası benliğini kaplamıştı ki bu kez de otobüsün camından kaldırımdaki dev reklam panosunda pişkin pişkin sırıtan insan silueti dikkatini çekti. Popüler ulusal televizyon dizilerinden tanıdığı ünlü komedyenin otuz iki dişini birden sergileyerek ve iki elinde tutarak gösterdiği yeni formüllü Arap sabununun altında kocaman harflerle yazılmış “Bir sor, haydi bir sor bakalım; ben bunu niye yaptım?” cümlesine acı acı gülümsedi. “Hey güzel Allah’ım Sen bana ve aklıma mukayyet ol ne olur!” mırıltısını terennüm etmesiyle durağında inmesi bir oldu.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Başarı Hikayeleri, Bir Hikaye, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

The post Düşündüren Hikayelerden “Arap Sabunu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/dusunduren-hikayelerden-arap-sabunu.html/feed 0
Bir Hikaye Oku “Çınarlı” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html#respond Tue, 10 Oct 2023 22:01:13 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9216 Bir Hikaye Oku “Çınarlı” Mesut Akdağ Uzun dalları, geniş yaprakları ve büyük gövdesi ile etrafı baştanbaşa kuşatan Koca Çınar hemen şehrin kenarındaydı. Şehrin kalabalığından, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak isteyenlerin kendilerini dar attığı ve şehrin uğrak yeridir. Bu sebeple şehrin en meşhuru ve gözdesiydi. Şehrin hemen dışında sayılabilecek fakat bir adımlık diye tarif edilebilen kuytuda sotede bir […]

The post Bir Hikaye Oku “Çınarlı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Bir Hikaye Oku “Çınarlı”

Mesut Akdağ

Uzun dalları, geniş yaprakları ve büyük gövdesi ile etrafı baştanbaşa kuşatan Koca Çınar hemen şehrin kenarındaydı. Şehrin kalabalığından, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak isteyenlerin kendilerini dar attığı ve şehrin uğrak yeridir. Bu sebeple şehrin en meşhuru ve gözdesiydi. Şehrin hemen dışında sayılabilecek fakat bir adımlık diye tarif edilebilen kuytuda sotede bir yer. Yazları serin kışları ılık geçer. Bu nedenle müdavimleri çok olur. Bazı zamanlar iğne atsan yere düşmeyecek kadar izdiham yaşanırdı. Buluşmak isteyen, sözleşen burayı adres verir, burada birleşirler ve görüşürlerdi. Hatta yön tarifini de buraya göre tarif ederlerdi: “Çınarlıya doğru düz gittin mi görürsün.” “Çınarlıdan  bayağı uzak şehrin öte tarafında.’’ “Çınarlıyı arkana al, sağına, soluna al’’ gibi tariflerle yol yordam gösterirler.

Çınarlı, ismini işte bu koca çınardan almakta ve öyle bilinmekte. Şöhreti sadece çınar ağacından gelmemekte. Tadına doyum olmayan, insanın içtikçe içesi gelen, odun ateşinden yapılan çayıyla “Çınarlı Çay Bahçesi” şöhretine şöhret katmıştır. O koca çınarın dallarının gölgesinin ulaşabildiği yerlere masa sandalyeler konulmuş. Yetmemiş ihtiyacı karşılamak için yeni çınarlar dikilmiş ve onların altına da masalar atılmış. Şehir buraya taşınıyor, bilhassa hafta sonları. Bazı vakitlerde boş masa bulmak imkansız hale geliyor. Bu sebeple, gelip hoş vakit geçirmek isteyen gruptan biri feda edilir, masa kapmak için neredeyse gün doğmadan gönderilir. Diğerleri gelinceye kadar beklerdi.

İşte meşhur Çınarlı hınca hınç kalabalık olur. Bir demlik çay keyfi için saatlerce beklenir, sıkıntılar çekilir. Fakat yer bulunup da çayı yudumlamaya başlanınca tüm yorgunluklar her bir yudumda akar giderdi. Yeni nişanlananlar, sözlenenler, kaçamak sevgililer, okuldan kaçan öğrenciler, gün yapan hanımlar, dertleşmek için dostlarını çağıranlar, dışardan misafir ağırlayanlar ve daha niceleri hep buraya akın ederler. Kısacası şehrin en mümtaz ve seçkin mekanı.

Hafta içi olmasına rağmen kalabalıktı. Bunun olacağını kestirdiği için arkadaşına rezil olmamak için randevulaştıkları saatten, üç saat erken gelmişti. Aşağı yukarı yarım saat bekledikten sonra bir masaya oturabildi. Çayını ısmarladı, çay gelinceye kadar etrafını gözlemleye başladı. İlk dikkat çektiği masaların düzeni oldu. Hepsi bir hizada, enine-boyuna tam bir uygunluk vardı. Aralarda garsonlar rahat dolaşsın ve yan masalardaki müşteriler birbirinden rahatsız olmasın diye genişçe tutulmuş. Yan masadaki konuşmalar neredeyse duyulmuyor. Duyulsa bile anlaşılmıyordu. İnsanlar rahatça konuşuyorlar, dertleşiyorlar ve sırlarını paylaşabiliyorlardı. Masalar tek tip ve aynı renk ve desenli örtülerle döşenmiş. Çınarın yeşilliğiyle uyum sağlanmış, kişinin ruhunu okşuyor, ruh dinginliği veriyor. Çocuklar unutulmamış, canları sıkılmasın diye bir park yapılmış. Çay bardakları, kahve fincanları ve demlikler çınar motifleri ile bezenmiş. Buranın özel bir yer olduğunu hissettiriyor. Çayı yudum yudum içerken tamamen buranın içinde oluyorsunuz. Dış dünyadan uzaklaşıyorsunuz.

İşte o zaman anlıyorsunuz buranın sanki Allah’ın, bu şehir halkına ihsanından bir lütuf olarak cennetten getirmiş. Neredeyse cennetin tüm güzelliklerini buraya da işlemiş, taşımış. Sanki buraya gel huzur bul, dünyadan sıyrıl, her derdinin devasını burada bulabilirsin. Her derdin bir devası vardır sakın kendini tasalarla mahvetme dercesine insanları buraya davet ediyor. Çınarlıda bir yudum çay içen, cenneti yaşayarak her şeyin sonlu olup musibetlerin gideceğini, yerine saadetin geleceğini insan daha iyi idrak ediyor, anlıyor.
Ismarladığı çay gelince daldığı duygulu gözleminden istemeyerek de olsa ayrıldı. Garsona istekli isteksiz zorlamayla gülümseyerek teşekkür etti. Çayın odunsu kokusunu iliklerine kadar hissetti. Bir anda her şeyi unuttu, gözlerini yumarak derin hülyalara daldı. Çınar yapraklarının rüzgarla raksına eşlik etmiş. Rüzgarla sarmaş dolaş olmuş, çınarın gölgesinde oturanların çehrelerini okşayarak yüzlerde tebessümler oluşturmuşlar. Rüzgârın yüzünde esintisini hissedip gülümseyerek kendine geldi. İnce belli ve çınar motifli çay bardağını alıp odun ateşinde kaynayan çayı yudumladı. Midesine ininceye kadar içindeki kederler adete biri bir eriyor, yok oluyor. Derin bir oh çekti. Çayın tadını zerrelerine kadar hissetti ve zevkini çıkarmaya çalıştı.

Gözlemine kaldığı yerden başladı. Bu sefer bakışlarını yan masalarda oturanlara çevirdi. Çeşit çeşit insanlar, farklı beklentiler, farklı umutlar, faklı çehreler, farklı yüz ifadeleri. Hepsi ayrı bir alem, ayrı bir dert tasa, ayrı ayrı şahsiyetler. Bu sebeple hepsinin sohbet konuları farklı. Ruh halleri de farklı.

Hemen sağ yanı başında bulunan masadaki çift dikkatini çekiyor. Her hallerinden yeni nişanlı oldukları belli olan çift, sanki ayakları bulutların üstünde geziyorlar, etrafından tamamen kopmuşlar, baş başa vermişler konuşuyor. Kız ne kadar mutlu erkek o kadar kaygılı, kız ne kadar gözlerinden umut fışkırıyor erkeğin o kadar gözlerinden endişeler saçılıyor, kız ne kadar neşeli erkek o kadar dertli görünüyordu. Kız çayını içiyor içtikçe de gözlerindeki mutluluk, umut, sevinç artıyor. Erkek kaygısından, endişelerinden o güzelim çayı unutmuş, soğutmuş olduğu gibi duruyor. Kız, gelecekten, kuracakları sıcak yuvadan konuşuyor, mutluluğu sadece gözlerinden değil tüm bedeninden hareketlerinden okunuyordu. Fakat erkek de tam tersine üzgün, umutsuz, yılgın, sinirliliği tüm vücudunu kaplamış, iki büklüm tedirgin bir vaziyetteydi. Kız çayını içtikçe içi açılıyor, yüzünden neşe gülücükleri fışkırıyordu.

Onları, kendi hallerinde bırakarak hemen yanlarındaki masaya atladı gözleri. Bunların da çiftimizden farkı yok gibiydi. Bunlar da çiftti fakat bir dost, bir arkadaş görünümlü iki erkekti. Birinin yüzü kendisine dönük olduğundan rahatlıkla görebiliyor, hayatın tüm çilelerini görmüş, okumuş-yazmış, ömrün yükünü omuzlarında taşımış, çehresinde ciddilik emaresi okunan fakat gülümseyen yüzüyle insana kendine çeken ve tecrübe abidesi bir kimseyi andırıyor ilk bakışta. Ötekisinin sırtı dönük olduğu için tam göremiyordu. Konuşurken yaptığı jest, mimiklerden duruşundan bayağı morali bozuk, hayattan kopmuş, hayata küsmüş, sanki işlerinde bir şeylerin ters gittiği anlaşılıyordu.

Yüzü dönük arkadaşı çaydan bir yudum alıyor, yüzüne can, kan, nur geliyor. Ufaktan bir gülümseme edası beliriyor ve arkadaşına nasihatler ediyordu. Sırtı dönük arkadaşı ise derdinden, kederinden çayı unutmuş, nasihatlere kulaklarını tıkamış. Arkadaşının her nasihatinde o, ellerini kaldırıyor olmaz, imkânsız der gibi hareketler yapıyor. Bir ara arkadaşı, ‘’Çayını soğutma. İç bir kendine gel’’ der fakat içmez ve olumsuz haline devam eder.

Sanki çayda bir keramet var. Bu cennetten bir köşe olan Çınarlıda insanın rahatlaması, keyif alması, dertlerinden kurtulması sanki çayla oluyor.

Tüm masalara göz attığında dolu çay bardağı varsa oraya dert, tasa hakim. Boş çay bardağının olduğu masalarda da huzur, mutluluk ve mesut ifadeler hâkim.

Ne var bu çayda? Ne iksir var ki bu çayı içen mutlu oluyor. Gerçi çay kendi hayatımızdır. Acılarıyla, sevinçleriyle bir arada yaşarsak yani hayatı olduğu gibi görüp benimseyip yudum yudum içersek Çınarlının çayını tatmış oluruz.

Mesut Akdağ

Başarı Hikayeleri, kısa hikayeler, bir hikaye, gerçek hikaye, güzel hikayeler, Düşündüren hikayeler, eğitici hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, Öykü, öykü oku, Mesut Akdağ, Mesut Akdağ hikayeleri,

The post Bir Hikaye Oku “Çınarlı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/bir-hikaye-oku-cinarli.html/feed 0
Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-evlilik-delisi.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-evlilik-delisi.html#respond Mon, 09 Oct 2023 21:15:53 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9201 Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ” Dr. Ayfer KARA Muhip son zamanlarda Simferepol ve Kazan’da imamlık yaptığı dönemlerdeki gönül ilişkilerini anmadan uykuya dalamaz olmuştu. Her gece odasına çekildiğinde pencerenin perdesini aralayıp karşı bahçedeki çam ağaçlarını seyrederken Elena ve Mira’yı düşünüyordu. Bunun sebebi o kadınları unutamaması mı yoksa o zamanki cesaretsizliğine kızması mıydı? Simferepol’e ilk gittiği yıldı. Caminin […]

The post Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ”

Dr. Ayfer KARA

Muhip son zamanlarda Simferepol ve Kazan’da imamlık yaptığı dönemlerdeki gönül ilişkilerini anmadan uykuya dalamaz olmuştu. Her gece odasına çekildiğinde pencerenin perdesini aralayıp karşı bahçedeki çam ağaçlarını seyrederken Elena ve Mira’yı düşünüyordu. Bunun sebebi o kadınları unutamaması mı yoksa o zamanki cesaretsizliğine kızması mıydı?

Simferepol’e ilk gittiği yıldı. Caminin bir alt sokağındaki kafenin sahibi Elena ile ilk bakışmaları, duyduğu heyecanları, Salgır Nehri kıyısındaki birkaç gezintiyi, Elena’yı salıncakta sallayışını hatırlıyor, gülümsüyor, sonra da kendine kızıyordu. Elena bir keresinde onu gezmeye davet etmişti. Bu gezinti sırasında Muhip Hoca Elena’ya İslam’ı tebliğ ederken o ilerdeki salıncaklara koşup oturmuştu ve “Beni lütfen sallar mısınız?” demişti. Hoca hiç kimseyi kıramazdı, onun lugatında “hayır” kelimesi yer almıyordu. Etrafına bakındı, kimse yoktu. Yani dedikodu edecek kimse yoktu. Ayrıca bir kadını salıncakta sallamazsınız diye bir ayet mi vardı? Karanlık basmak üzere idi. Elena’yı sallarken eli onun lepiska saçlarına değiyordu. Hoca daha önce hissetmediği bir şeyler hissediyordu. Bu duygu ona yabancıydı, İmam hatip lisesini bitirdiği yıl ailesi onu komşunun ev işlerinde mahir kızıyla baş göz etmişti. İlk defa bir kadınla arkadaşlık ediyordu. Onu biraz salıncakta salladıktan sonra “Elena Hanım efendime söyleyeyim nerede kalmıştık?” dedi. Elena salıncaktan kendini yere attı ve şuh bir kahkaha atarak “Hocam harika salladınız, çok güçlüsünüz” dedi. Acaba bu sözlerde bir mesaj var mıydı? Karısı ona hiç “Sen güçlüsün” dememişti. Elena’nın beyaz şifon elbisesinin eteği rüzgârın da etkisiyle açıldı. Genç kadın hiç umursamadı. Hoca’nın kara gözlerine gülümseyerek baktı ve “Müslüman olursam mutlaka başımı örtmeli miyim?” diye sordu. Aslında Hoca “Kadınların başını kapatması konusunda çoğu diğer hocalar gibi düşünmüyordu. Ama “Evet, mutlaka kapatmalısınız” dedi. O sırada bir an Elena ile göz göze geldiler. Elena’nın mavi gözleri onu bir deniz gibi içine çekti, takma kirpikleri ise ok gibi Hoca’nın kalbine battı. Elena beyazlar içinde bir peri kızı gibiydi. Hoca utandı önüne baktı ve “Birazdan yatsı okunacak camiye gitmeliyim” dedi. Elena Hoca’nın kendisine olan ilgisinin farkındaydı. Bu bakışmalar onu tatmin etmiyor Muhip Hoca’dan daha fazlasını bekliyordu. Hoca ona duygularını açmayınca kızıyordu. Zaten sevgilisi Anton yılbaşında Moskova’dan gelecekti ve büyük ihtimalle de evlenme teklif edecekti. Hoca Anton’dan habersizdi. Her gece namazdan sonra “Allah’ım cennetten çıkmış bu meleği öteki dünyada bana nasip et” diye yalvarıyordu. Biliyordu ki bu dünyada böyle bir güzelle birlikte olamayacaktı. Tam Elena’ya meyil ediyordu ki eşinin masum yüzü gözünün önüne geliyordu. Sonra hakkında çıkacak dedikodular ve bunun akabinde görevini sonlandıracakları korkusu onu sarıyordu. Hoca ondan uzak durmak istemekle birlikte kahve içme bahanesiyle her gün kendini Elena’nın kafesinde buluyordu. Kafede dört beş masa vardı. Pencerenin önündeki iki kişilik masaya oturur, kitabını açıp okuyormuş gibi yapar arada Elena’ya bakardı. Bazen de sırniki ister, sonra çok lezzetli diye övgüler yağdırırdı. Gerçekte sırnikiyi sevmezdi ama Elena’nın kendi elleriyle yaptığı bu sırnikiler ona lezzetli geliyordu. Bir gün kafeye gittiğinde başka bir bayan vardı tezgâhta. Ona Elena’yı sordu, belki de hasta diye düşündü. Kadın kafeyi devraldığını söyledi. Elena Moskova’dan biriyle evlenmiş ve gitmişti. Hoca içinde öyle bir acı hissetti ki tarifi yok. Sandalyeye çöküp kaldı. Elena ona bir vedayı bile çok görmüştü. Dışarı çıktığında sicim gibi yağan yağmuru fark etmeden eve kadar yürüdü. İçi yanıyordu, gözlerinden yaşlar akıyordu. Gorkiy Sokağındaki 34 numaralı apartmanına geldiğinde iliklerine kadar ıslanmıştı. Kapıyı açıp içeri girdi, her zaman apartmana girdiğinde aldığı ağır sidik kokusunu ilk defa hissetmedi. Dairesine girdiğinde koltuğa oturup hüngür hüngür ağladı. Artık bu şehirde kalmak istemiyordu. Üç ay sonra haziranda buradan gidebilirdi. Öyle de yaptı, tek takım elbisesini, iki gömleğini ve bir kazağını valizine koyup yola düştü, parkasını da camiden fakir birine verdi.

Türkiye’ye evine döndüğü ilk aylarda eşinin lezzetli yemeklerini yemekten keyif alıyordu. Arkadaşlarıyla buluşup sohbet ediyordu. Ama bir yıl sonra rutin ev ve cami hayatından sıkılıp Rusya’ya gitmeye karar verdi. Diyanet İşleri Başkanlığından tanıdığı bir daire başkanını aradı, kendini övdü, “İnsan ilişkilerim iyidir bildiğiniz gibi, Rusçaya hâkimim, Rus insanını da iyi tanıyorum, dolayısıyla da imamlık için en uygun aday benim” dedi. Daire başkanı da geçici görevlendirebileceklerini söyledi. Zaten uygun bir aday da yoktu. Yaklaşık bir ay sonra beklenen haber, Kazan’a görevlendirildiği haberi geldi Kazan’a göndereceklerini söyledi. Muhip Hoca karısı Esma’ya müjdeyi verdi. “Ben buradan sıkıldım onun için gitmek istiyorum” demedi elbette, “Esma’m sana Trabzon Caddesi’nden ev alayım. Çocuklarımız daha güzel bir evde büyüsünler” dedi. Esma esmer, orta güzellikte ve yumuşak karakterli bir kadındı. Kocasına hiç sitem etmezdi. Kendi babası da yıllarca Almanya’da çalışmış onlara gül gibi bakmıştı. Aile hayatının başka türlüsünü bilmiyordu. Kocası hiçbir şeylerini eksik etmiyordu, kızmıyordu, dövmüyordu. Onlar iyi yaşasın diye gurbet elde sersefil yaşayacaktı. Hakikaten Hoca (Akmescit) Simferepol’de iken iki kuruş para biriktireyim diye neredeyse hiç para harcamazdı. Bütün bakımını bir kalıp sabunla yapardı. Pazar günlerini iple çekerdi. Çünkü o gün camide cemaate etli pilav pişerdi. Hoca da herkesten önce kaşığını tabağını alıp pilavın başında biterdi. Cimri bir adamdı, kimseye bir fincan kahve bile ısmarlamazdı.

Muhip Hoca Kazan’a gitmeden önce kendine şık birkaç kıyafet aldı, artık parfüm, tıraş köpüğü ve şampuan gibi bakım ürünlerini kullanmaya başlamıştı, hayata daha farklı bakıyordu. Evi ve arabası ve bankada biraz parası vardı. Ağustos başında Maraş’tan İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi, Kazan uçağına binmek için havalimanında akşama kadar oturdu. Çok heyecanlıydı, hayata yeni atılan on sekizlik bir delikanlı gibi hissediyordu kendini. Nihayet yolcuları uçağa aldılar, uçakta biraz kestirdi. Kazan Havaalanı’na onu karşılamaya cami hocalarından Giray adında yetmişlerinde ak sakallı beyaz yüzlü, çekik gözlü bir Tatar geldi. Günlerden pazardı, Molla Giray Muhip Hoca’yı evine davet etti. O, Slobodskiy Sokağı’nda müstakil, ahşap, yeşil boyalı, bahçeli bir evde yaşıyordu. Ev camiye uzak değildi, Volga Nehri’nin sol kolu Kazanka Nehri üzerindeki köprüden geçip kolayca camiye gidiliyordu. Giray’ın karısı Amira gülümseyerek kapıyı açtı, altın dişleri olmasaydı yaşına göre güzel bir kadındı, kınalı saçları gözükecek şekilde başını keçik etmişti. Giray, Muhip Hoca’ya lavaboyu gösterdi Hoca ellerini yıkadı, Amira kapıda ve beyaz keten üzerine kırmızı nakışlı bir havlu ile bekliyordu. Gördüğü saygı Muhip’i neşelendirmişti. Onu salona buyur ettiler. Duvarda asılı kocaman çiçekli halı dikkatini çekti. “Bizde de eskiden duvara halı asılırdı” dedi. Sofrada kızarmış tavuk, patates püresi, smetana ve Moskovskiy salat vardı. Çayı koyayım mı diye Amira sordu, hoca “Yemekten sonra alayım” dedi. İştahla yemeğe yumuldu, onlar yemek yerken zil çaldı, biraz sonra içeriye otuz beş yaşlarında dünya güzeli bir kadın girdi. Giray “Kızım Mira” diye hocaya tanıttı. Hoca, “Memnun oldum” dedi. Genç kadın gülümseyerek “Ben de ….” dedi. Mira uzun boylu, kumral saçlı, ela gözlü ve kaymak tenli bir hatundu. Muhip hemen Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin sözlerini hatırladı, “Kumral saç güzeldir, sahibi eşsizdir; boyu uzun olanları kalbi saf ve temiz olur; ela gözlü olan edepli ve terbiyeli olur, yuvarlak yüzlüler aydan daha nurludur.”

Mira daha on sekiz yaşındayken Rus bir doktora âşık olmuş babası istemediği halde onunla evlenip Moskova’ya yerleşmişti. İlk yıllar çok mutluydular. Mira, kocası Sergey’i seviyordu. Sergey ilginç bir adamdı, böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemediğini söylüyordu. Böylece on yıl geçti, Mira’nın sabrı kalmadı, bir bebek istiyordu. Zamanla kavgaları büyüdü ve ayrıldılar. Mira, baba evine geri döndü. 11 no’lu şehir hastanesinde aşçılık yapmaya başladı. Dört yıldır orada çalışıyordu. Son zamanlarda yüreği sıkılınca cuma günleri cuma namazına gidiyor ve ibadetle huzur buluyordu. Bir aydır da Kur’an öğrenmek istediğini söylüyordu. Mira sofraya sarı kiraz reçeli, vişne reçeli, çikolatalar getirdi. Sonra semaverden fincanlara portakal, tarçın, limon otu, Seylan çayı karışımı hoş kokulu çayı fincanlara doldurdu. Hoca daha önce böyle ince, beyaz parmakları görmemişti. Esma’nın kalın parmaklı kocaman esmer elleri aklına geldi. Esma’nın ellerini hiç öpmemişti. Oysa Mira’nın elleri öpülesi ellerdi. Tırnaklarındaki kıpkırmızı ojeler ellerini daha beyaz gösteriyordu. Sohbet sırasında Mira Kur’an öğrenmek istediğini söyledi. Muhip Hoca “Ben size öğretirim” diye atıldı. Yemekler yendi, çaylar içildi, sohbet koyulaştı. Giray Muhip Hoca’yı çok sevdi, evinin bahçesindeki küçük kulübede Muhip Hoca’nın kalabileceğini söyledi. Burada eskiden Amira’nın annesi kalırdı, o öldükten sonra boş duruyordu. Gerçi biraz serin oluyordu, kalorifer orayı iyi ısıtmıyordu, ama Hoca isterse sobayı da yakabilirdi.

Mira’ya Kur’an’ı izinli olduğu salı günleri öğretiyordu, salı günleri Muhip Hoca’nın kanat takıp uçtuğu günlerdi. Bir yıl boyunca her gece Mira’nın hayaliyle yatağa girdi. Ve onu düşünürken uyuya kaldı. Muhip Hoca ona belli belirsiz küçük iltifatlar dışında hiçbir şey söylemiyordu. Mira’nın odası Muhip Hoca’nın küçük kulübesinin girişine bakıyordu. Mira, sardunya saksılarıyla dolu pencereden başını uzatır, bugün pelmeni yaptım, size de getireyim mi diye sorardı. Muhip Hoca’nın en sevdiği isim Mira, en sevdiği çiçek sardunya ve en sevdiği yemek pelmeni idi. Bir gün Giray “Akşama misafirimiz var, sen de gel Muhip” dedi. Muhip yıkandı, kokularını sürdü, pantolonunu ütüledi. Aynada kendine tekrar tekrar baktı. Sevinçle uçarak Giray’ın evinin kuş gibi öten ziline bastı. Kapıyı her zamanki gibi Giray veya Mira değil, Amira açtı. Masanın baş köşesinde cami cemaatinden Dağıstanlı Ehliman oturuyordu. Hoca anlam veremedi, bu adam niçin gelmişti, Hoca “Selamun aleyküm” dedi ve masaya oturdu. Mira kırmızı bir elbise giymişti, saçlarını özenle topuz yapmıştı, ince beyaz boynuna inci bir kolye takmıştı. Biraz sonra Giray, Ehliman’ın Mira ile evlenmek istediğini kendisinin de bunu onayladığını söyledi. Muhip Hoca’nın başından kaynar sular boşaldı sanki, birden şiddetli bir şekilde başı ağrıdı. Kulübesine gelince yatsı namazını kılmadan elbisesiyle yatağına yattı. Mira belki onu hiç sevmemiş belki de sevmişti ümitsiz bir aşkla. Aklından defalarca Mira’nın içinde olduğu her anı hatırlamaya çalıştı ve sonunda seviyordu beni diye kendini avuttu. Mira’nın Ehliman ile ilişkisi birdenbire başlamamıştı. İki yıldır tanışıyorlardı ama Ehliman evlenme teklif etmeyince Mira uzak durmuştu. Mira’dan başkasını sevemeyeceğini anlayan Ehliman tekrar yakınlaşıp evlenme teklif etmişti. Yani Mira Hoca’nın ona olan ilgisi ile avunmuştu. Bir hafta sonra Ehliman Dom Tatarskiy Kulinariy’de kırk kişilik bir yemek verdi ve güzel Mira ile evlendi. Ehliman varlıklıydı, büyük bir marketi vardı. Onların nikahlarını da bağrına taş basarak ve Ehliman’dan nefret ederek Muhip Hoca kıydı.

Bu iki acı aşk hikâyesi onu çok üzüyordu. Bu iki güzel kadını Esma’ya olan sadakatinden görmezden gelmişti. Esma ise onu bu dünyada beş çocukla bırakıp gitmişti. Artık Hoca ellisini aşmış, saçlarına kırlar düşmüş, beş çocuklu bir adamdı. Muhip Hoca daha mezarlığa giderken ve eşini mezara koyarken bile “Kiminle evlensem?” diye aklından geçiriyor, tanıdığı kadınları tek tek gözden geçiriyordu. Evlenebileceği kimse pek yoktu. “İki sokak ötedeki Naciye, olur mu? Hayır, o kadın olmaz, fazla şişman ve de bana göre yaşlı, zayıf olsaydı olurdu. Zehra çok güzel, ama o da evli kocası Rıfat’ın öleceği yok. Şeytan bana vesvese veriyor, ben karım Esma’yı ne çok seviyordum, onun hatırasına saygısızlık ediyorum” deyip zihnini boşaltmaya çalıştı ve bunu başardı. Mezarlıktaki dostları baş sağlığı dileyip onu teselli ettiler. Birkaç hafta eşinin ölümünün üzüntüsüyle geçti. Sonra yalnızlık canını sıkmaya başladı. Yavaştan yakın arkadaşlarına bu durumu ucundan da olsa çıtlattı.

İlk önce en yakın arkadaşı Muhammet Hoca’ya yalnızlıktan sıkıldığını anlattı. Muhammet Hoca ona, “Evet, evlenmelisin, benim abdestinde namazında bir baldızım var, ama beş yetişkin çocukla aynı evde olmaz Muhip” dedi. Muhip Hoca Allah senden razı olsun, iyi dost sana minnettar kalırım” dedi. Bir akşam Muhip Hoca eline bir kutu kurabiye alıp Muhammet Hocalara gitti. Muhammet Hoca’nın baldızı Zeynep otuz beşine yakın, kara kuru bir kadın. Zeynep eteği yeri süpürür vaziyette çay ikram etti. Biraz sonra Zeynep ikinci çay ikramı için gelmedi. Beğenilmediğini anlayan Muhip Hoca usulca arkadaşına, “İyi hoş da benim için çok genç, olmaz” dedi. Üzgün bir halde eve dönerken “Ben kızı beğenmedim, dokunsam kemikleri elimde kalacaktı appeş garı” diye kendini teselli etti. Zeynep, kız görmeye kurabiye alıp gelen adamla hayatta evlenmezdi. Koca dediğin bonkör olmalıydı. Hem de Muhip Hoca’yı yakışıklı bulmadı. Ablası ve eniştesine “Bana bu adamı mı layık gördünüz?” diye kızdı. Muhip Hoca o gece eş arama çalışmalarını genişletmeye karar verdi. “Bu Türk hatunları da kendini fazla beğenmiş” diyerek sosyal medya hesaplarında güzel bulduğu Rus, Beyaz Rus Müslümanlarından kadınları kendi sayfasına eklemeye başladı. Kadınlara arkadaşlık isteği gönderip şöyle yazışmaya başlıyordu, “Merhaba, nasılsınız?” Eğer karşılık alırsa “Ben de Rusya’nın şu şehrinde şu camide hocalık yaptım ancak şimdi filan şehirde filan yerde manevi danışmanım diye sözü sürdürüyordu. Konuştuğu kadınların kimi Türkiye’ye bilet alırsa gelebileceğini, ancak bunun da evlilik teklifini kabul ettikleri anlamına gelmediğini söylüyorlardı. İyi de Hoca zaten cimri bir adam, bu hatunlara boşuna niçin para harcayacağım diyor, geri adım atıyordu. En uzun sohbet ettiği üç kere evlenmiş boşanmış, üç ayrı kocadan üç çocuk yapmış, ev ortak mülk olduğu için hâlâ kocalarından biriyle aynı evde yaşayan “Darya” isimli Beyaz Rus bir kadın oldu. Bu kadın Müslüman, güzel ve genç bir kadın ama gel gör ki bunun için de çok para gerekiyor diye evlilik teşebbüsünü arkadaşlığa dönüştürdü. Hiç olmazsa akşamları birkaç satır ona yazabiliyor, yalnızlığını birazcık da olsa unutuyordu. Bu hanımdan başka birçok hanımla yazıştı, konuştu, kimse ona pas vermiyordu. Sonra da kendi kendini “Ben de bu kadınlardan elektrik alamıyorum, gönül kuşum kalkmıyor” diye teselli ediyordu. Muhip Hoca kendine evlenecek bir kadın bulmaları için o kadar çok kişiden yardım istedi ki bazıları “Tamam, olur Hocam hanıma sorayım” diyerek başlarından savdılar. Aylar geçiyor, Muhip Hoca evlenecek kadın bulamıyor ve daha da hırslanıyordu. Hatta bir arkadaşıyla konuşurken “Ben modern biriyim, başı kapalı olması şart değil, açık olsun, kalbi güzel olsun!” demeye başladı ve arama yelpazesini genişletti. Onun için kadının dilinin, dininin, fikirlerinin açık veya kapalı olmasının hiç mi hiç önemi yoktu. Ama kesinlikle çalışan ve güzel bir kadın istiyordu Hoca, çünkü zamane kadınları çok para harcıyorlardı. Niçin çocuklarının rızkını bir kadına yedirecekti ki?

Neyse sonunda bir tanıdığı hiç evlenmemiş, anası babası ölmüş bir avukatın yanında telefonlara bakan ve temizlik işleri yapan ellisine yakın Ayşe’den bahsetti. Hoca hemen bayanın telefonunu istedi. Kadınla sabaha kadar konuştu. “Çerliyesice ne tatlı konuşuyor” diye iç geçiriyordu. Kadını akşam yemeğe davet etti. Kadıncağız da yıllardır gelinlik giymenin özlemiyle yanıp tutuşuyordu ve bu kısmeti kaçırmamak için sesini inceltiyor, cilveli işveli sakin sakin konuşuyordu. Çok sevecen, paylaşımcı, aza kanaat eden, çalışkan bir olduğunu anlatıyor, Muhip Hoca’nın kafasına ilmik ilmik meziyetlerini işliyordu. Ayşe ertesi gün sabah saat onda zor uyandı, işe geç kaldı “Neyse olsun keklik kafeste” diye kurnazca güldü, üzerini giyinirken “İki keklik bir kayada ötüyor İki keklik bir kayada ötüyor seninle ben de aynı evde öteceğiz” diye şarkı söyledi. Avukatın ofisine gittiğinde “Gece midem ağrıdı, uyuyamadım, sonra uyuya kalmışım” diye bir yalan kıvırdı. O gün her hizmeti eksiksiz yerine getirdi. Çıkışta kuaföre gitti, kendine makyaj yaptırdı. En yeni pardösüsünü giydi. Muhip Hoca siyah arabasıyla Ayşe’yi Kuşkonmazlar Apartmanı’ndan aldı. Ayşe’nin kapısını açtı ve ön koltuğa oturttu. “Biz Avrupa görmüşüz bir bayana nasıl davranılır biliriz” dedi. On dakikada Hoca Kilcan Et Restoranına geldiler. Restoranın balkon kısmına oturdular, iki porsiyon tavuk şiş ve birer ayran ısmarladılar. Muhip Hoca’nın gözü kadının boğumlarına takıldı. “Eti de cığındırık, ya rabbim, bana bunu mu reva gördün? Profil fotoğrafında güzeldi, Ah bu kadınlar kendilerine fotoshop yapıp bizi kandırıyorlar sahtekârlar, neyse hiç yoktan iyidir, bir hatunla sohbet etmek bana iyi gelecek ama yine de kendimden soğutmalıyım” diye düşündü ve söze başladı.

Muhip:

— Efendime söyleyeyim ne konuşuyorduk. Çocuklara bir arkadaşımla buluşacağım, dedim.

Ayşe:

— Çocuklarınız evlenmenizi istemiyorlar mı?

Muhip:

— Yani onlar için kolay değil, ben de ciddi bir şeyler olmadan onlara demek istemiyorum, küçük kızım biraz cadıdır.

Ayşe:

— Evlenince çocuklarınız da mı sizinle yaşayacak?

Muhip:

— Evlendikten sonra ayrı oturmak isterim ama kızları da tek bırakmak şimdi olmaz ki. Ayrıca şu an ev kiraları çok yüksek iki evimin kirası maaşım kadar neredeyse.

Bunları söyledikten sonra Ayşe’nin rengi attı ama bir şey söylemedi. İçinden “Neyse geldim, yemeğimi tatlımı yiyip gideyim bari bu herif de cılk çıktı” diye düşündü. Havadan sudan konuşarak bir saat geçti, yemekler ve tatlılar yenmiş, çay içilmişti. Muhip Hoca, “Kalkalım artık, oğlum Ankara’dan gelecek, onu otogardan almalıyım” dedi. Halbuki oğlu falan gelmeyecekti. Eve mutsuz bir şekilde girdi. Yemeğe iki yüz TL ödemişti boşu boşuna. Kendi gibi 1.70 boyunda selvi boylu adamın karşısına Allah tombul, minik Ayşe’yi çıkarmıştı. Namaz kılacak dermanı yoktu. Ayşe tüm enerjisini almıştı. “Gece kalkıp namaz kılarım” diyerek uykuya daldı. Sabah uyandığında yeni güne umutla başladı, listesinde bulunan sıradaki kadına teşebbüs etmeye karar verdi. Kısa bir süre önce tanıştığı Leyla Hanım’ı aradı. Leyla Hanım, birkaç ay önce ona hemşire tanıdığı ile onu tanıştırabileceğini söylemişti. Leyla Hanım’a sahte kahkahalar atarak samimi ve saygılı konuşarak Songül Hanım’la tanışmak istediğini söyledi ve telefon numarasını istedi. İkinci akşam aynı restorana gitmek olmazdı bu defa kırsalda bir restoran seçti, “İnşallah bu konuştuğum son gül olur, ya bismillah” diyerek, giyindi kuşandı, parfümle adeta yıkandı. Evden çıkarken kızı Büşra, “Baba kolay gelsin, haydi yine iyisin” dedi.

Songül kırk sekiz yaşında bir hemşire, annesi kanser olmuş, hastanede yatıyordu. Tek kalmaktan korkuyordu, hayatını yaşamış birkaç sevgilisi olmuştu gençken. Aslında hoca kısmından da pek hoşlanmazdı, “Hepsi cimri bunların” derdi, ama ne yapsın? Elindeki tek adam Muhip Hoca, önyargılı davranmak istemedi. Aynaya bakarak ince dudaklarını boyarken biraz kalınlaştırdı. Boynunun kırışıklıkları canını sıkıyordu. Buna rağmen yakası açık mavi bir elbise ve beyaz bir ayakkabı giydi, kalpli altın kolyesini taktı, farklı baharatlardan yapılmış parfümünü tepeden tırnağa her yerine sıktı. Girişteki boy aynasında kendine son kez beğenerek baktı. İndiğinde siyah pırıl pırıl arabasıyla Muhip Hoca bekliyordu. Songül’ü görünce hemen arabadan çıkıp kapıyı açtı ve yine “Biz Avrupa görmüşüz, bayanların kapısını açarız” dedi. Kendine göre yakıcı bakışlarıyla kadının içini erittiğini düşünerek gözlerinin içine baktı ve çekilmiş diş etlerini gülerken gösterdi. Paraya kıyıp tedavi olsa iyi olacaktı at dişleri çekilmiş diş etleriyle itici görünüyordu. “Çok şıksınız Songül Hanımcığım” dedi. Songül biraz utanarak biraz gururlanarak teşekkür etti. Muhip Hoca Şairler Tepesi’ndeki restoranda kuytu bir köşeyi tercih etti, elektrik alırsa kadının elini tutacaktı. Restoranda üç dört masa doluydu. Muhip Hoca yine ben tavuğu çok severim diyerek ustaca bir hamleyle Songül’ün de tavuk yemesini sağladı. İki porsiyon tavuk ve iki ayran istedi garsondan. Muhip Hoca kadını etkilemek için Avrupa’da gördüğü ülkelerden bahsetti. Bulgaristan’daki insanların çingene olduğundan, Bulgar kadınlarının özellikle Türk erkeklerini evlenme ve sevgili olma vadiyle kandırıp para istediklerinden Rusya’da çalışmasına rağmen hiçbir güzel kadına bakmadığından, onun için en önemli şeyin kadında güzel ahlak olduğundan ve daha pek çok şey anlattı. Sonra çocuklarından bahsetti. Evde iki kızı vardı, melek gibi iyi kızlardı, evlenmek istemiyorlardı, önce işe girmek istiyorlardı. Babalarını çok seviyorlardı. Muhip Hoca da onları çok seviyordu, yakında Azerbaycan ve Gürcistan’ı gezmeye götürecekti onları. Songül çocuk muhabbetinden çok sıkıldı. “İyi de ben senin kızlarınla ilişkini dinlemeye mi geldim, bana ne senin çocuklarından ölü eşinden?” dememek için kendi zor tuttu. Muhip Hoca “Songülcüğüm diyebilir miyim sana” diye sorarken fark etmemiş gibi elini Songül’ün elinin üzerine koydu. Songül elini çekti. Bana “Songülcüğüm” diyemezsiniz dedi. Muhip Hoca bozuntuya vermeden gülerek konuşmasına devam etti, sinyali almıştı. “Tatlı olarak ne yersiniz” diyen garsona “Siz zaten çayın yanında irmik helvası veriyorsunuz, değil mi?” dedi. Songül de kararını vermişti, bu adamla olmaz, asla olmaz. Yemekten sonra arabada eve dönerken hastanedeki annesinden ve sorumluluğundan bahsetti. Kadınlar bir erkeği beğendiğinde ilk buluşmada eksik yönlerinden ve sorumluluklarından bahsetmezler. Songül’ün evine geldiklerinde Songül, “Arkadaş kalalım muhabbetiniz çok hoş hocam” dedi. Birbirlerine teşekkür edip vedalaştılar. Hoca, yine eve morali bozuk döndü ve kendi kendine “Zaten elektrik alamamıştım hem tombul hem de cingan gibi gara” dedi. Uyumak yerine sosyal medyada önüne gelen her kadına yazdı. Hatta bir tanıdığının boşanmak üzere olduğu karısına bile yazdı. Ama cevap veren bir iki kişiyi geçmiyordu. Onlar da biraz konuştuktan sonra “Hocam bizim için dua et, sen mübarek, çok saf ve temiz adamsın” diyorlardı. Kendi cimriliğini, çocuklarını, yaşını kısaca hiçbir şeyini fark etmeden ve değiştirmeden yola devam etti. O kadar çok kadınla pastaneye ve restorana gitti ki kadınlar hakkında o kadar çok şey öğrendi ama yine de kendine uygun bir kadın bulamadı. Böylece yıllar yılları kovaladı sayısız tanışma ve sayısız buluşmalar Muhip Hoca’yı yordu. Sonunda şu yargıya vardı, “Rus veya Türk tüm kadınlar para harcayan erkekleri sever. Bense paramı asla boşa harcamayacağım benimle de maaşı olan güzel bir kadın evlenmeyecek”

Televizyondaki filmlerdeki çiftlere sokakta yürüyen çiftlere hep imrendi. İsmail Kıllı Caddesi’ndeki iki katlı bahçeli evinde her zamanki gibi çizgili pijamalarını giymiş, göbeğini kaşıyarak televizyon seyrediyordu. Birdenbire kalkıp televizyonun sesini kıstı ve gidip abdest aldı. Kuran’ı eline alıp tefeül etti, açtığı sayfada Fecr Suresi 27-30. Ayette “Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Böylece has kullarımın arasına sen de katıl. Cennetime gir!” yazıyordu. Kur’an’ı Kerim’i kapattı. “Esma hariç hiçbir kadın beni mutlu etmedi, Allah’ın bana cennette huriler nasip et, bundan sonra hiçbir karı kocaya damasımam, Bahçemle uğraşmam, beş vakit namazımı eskisi gibi camide kılmam en iyisi, sosyal medya beni günaha sokuyor” dedi. Sonra oynaş kutusundaki sosyal medya hesaplarını kapatıp uygulamaları sildi. Tam o sırada evinin yakınındaki Ulu Cami’de okunan ezan sesi evin içini doldurdu. Muhip Hoca caminin yolunu tuttu. Onun için artık tek kurtuluş öteki dünyasına çalışmaktı.

Dr. Ayfer KARA

Minsk 2023

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye okuma, hikayeleri, kısa hikayeler, aşk hikayeleri, macera hikayeleri, evlilik delisi,

The post Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-evlilik-delisi.html/feed 0
Hikaye Oku “Taziye” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html#respond Sun, 01 Oct 2023 18:34:00 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9192 Hikaye Oku “Taziye” Mustafa Ünver Ateşli genç sofi “bu söz ne menem bir şey, hiçbir anlamı yok, öylesine kafadan sıkılmış, işkembeyi kübradan sallanmış bir laf, olsa olsa sadece bir aforizma,” dedi. Halbuki kendisi sabahtan beri yüksek sesle meşrebine ait onlarca aforizma savurup duruyordu ortalığa, sanki onların bir anlamları varmış gibi. Kaldı ki kendi meşrebine körlük […]

The post Hikaye Oku “Taziye” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “Taziye”

Mustafa Ünver

Ateşli genç sofi “bu söz ne menem bir şey, hiçbir anlamı yok, öylesine kafadan sıkılmış, işkembeyi kübradan sallanmış bir laf, olsa olsa sadece bir aforizma,” dedi. Halbuki kendisi sabahtan beri yüksek sesle meşrebine ait onlarca aforizma savurup duruyordu ortalığa, sanki onların bir anlamları varmış gibi. Kaldı ki kendi meşrebine körlük derecesinde fanatikçe taraftarlığı olmasaydı ve karşıdakini azıcık dinleyip anlamaya çalışsaydı, muhatabının söylediği aforizmanın saatlerdir kendisinin o tok sesiyle bangır bangır ortama salladığı bölük pörçük lafları desteklediğini bile görebilecekti. Ama fanatizm böyle bir hastalıktı zaten. Doğru sadece kendi grubundan çıkabilirdi, çıkmalıydı, çıkartılmalıydı. Sadece kendi söylediklerini ve söyleyeceklerini düşün, onları ifade et ve yücelt. Karşı taraftan gelecek her türlü sözü ve cevabı bırak dinleyip anlamaya çalışmayı hemen reddet, küçümse, değersizleştir ve alaya al. Söylediğine ve ağzını açtığına öyle pişman et ki muhatabını; meydan tamamen sana, pardon meşrebine kalsın. Böylece hep sen konuş, hep sen savur; ola ki bu sayede orada bulunanlardan birilerini etkilemiş olarak yapıya kazandırabilesin. Sonra asla hata kabul etme, hiç geri adım atma; hep ötekini suçla, hasım tespit etmeyi unutma. Aman dikkat, karşı takıma hiçbir şekilde puan kazandırma. İşte körlüğün tanımı.

Başka bir meşrebe ait aforizmayı hafifseyip alaya alması tamamen bu fanatik körlükten kaynaklanmıştı. Tartışma hakkı teslim, adaleti ihya etmenin semtinden bile geçmiyordu. Bir insanın kendine ait olan en saçma bir şeye altın muamelesi çekip başkasına ait değerli ve yüce bir şeye, eski ve küflü teneke parçası muamelesi çekebilmesi insanlık adına ne acı bir çelişkiydi. “Her parti ancak kendisine ait olanla sevinip ferahlar,” ayeti geldi aklına.

Muhatabın sahibine nispet ederek ifade ettiği “yok yok olursa, var olur,” aforizmasının aslında toy sofinin dediği gibi “öylesine kafadan sıkılmış,” bir söz olmadığını, aksine matematikteki “eksi ile eksiden artı çıkar,” şeklindeki kurala benzediğini, hatta aynı şeyi ifade ettiğini fark etti. Hem sonra bu söz Allah’ın varlığını ispat eden önemli bir ilke de barındırıyordu. Allah’ın varlığı mı, yoksa haşa yokluğu mu ispatlanmaya daha muhtaç bir tezdi? Başka bir deyişle varlığının mı, yoksa yokluğunun mu açık ve sağlam delilleri vardı? Bugüne kadar varlığına dair onlarca delil görmüş, duymuş, okumuş ve incelemişti. Ama yokluğuna dair ciddiye alınabilecek tek bir delil ne duymuş, ne görmüş, ne de okumuştu. Öyleyse yokluk yok olmuş, yerini bir olan Allah’ın varlığına bırakmıştı. Ortaya iki yoktan bir var çıkmıştı şu halde. Rusların dediği gibi “İnsan anasız babasız yaşar, Tanrı’sız yaşayamazdı” işte, mesele bu kadar açıktı. Fanatik taraftarlığı, meşrebine futbol takımı tutar gibi körü körüne bağlanması, böylesine değerli düşünceleri ıskalamasına neden olmuştu. Hayatta ne çok şey ıskalanıyordu zaten tam da bu körlükten.

Ortamın ilmi bir tartışmaya izin vermeyecek kadar kalabalık ve heterojen, üstelik de kısa oturulması gereken bir taziye meclisi olması tartışmanın içine dahil olmasına engel oldu. Çünkü taze ölü dua isterdi, ruhuna gürül gürül Kur’an’lar, Fatiha’lar okunmasını arzu ederdi; cenaze sahipleri de taziyecilerin “ne yapalım ki emir büyük yerden, Allah rahmet etsin, başınız sağ olsun,” diyerek omuzlarına samimice dokunulmasını beklerdi. İlmi bir tartışmaya, hele de atışmaya izin verecek bir cedel ortamı hiç mi hiç yoktu. Böyle bir ortam olsaydı bile “aptalın yanlışını düzeltme, senden nefret eder,” sözü gereği kendisine samimi olarak sorulmadıkça belki yine de konuşmazdı.

Gökten yıldız topladıklarını sanan zavallılar, yerde, etrafında oturdukları sofranın mahiyetini bilmeyecek kadar kaba ve softa kimselerdi işte. Onlar büyük haritayla meşguldüler zanlarınca. Yerdeki basit, adi ve değersiz varlıklar meşgul olunmaya değmezdi kendilerince. Halbuki hiçbir büyük harita küçük haritayı ihmal etmemeliydi. Küçüğü ve azı ihmal eden büyüğe ve çoğa hakkını veremez, aza şükretmeyen çoğa şükredemez, kuruşta adil davranmayan tomar tomar paralarda da adil davranamazdı. Yerdekini değerleyemeyen göktekini nasıl fark edebilecekti ki? İmkansızdı bu. Şairin “güneşi ceketinin iç cebinde kaybetmek,” dediği bu olsa gerekti.

“Genç katır sert yellenir,” misali heyecanlı toy sofi hâlâ sallamaya devam ediyor, sürekli konuşuyor ve bir türlü susmak bilmiyordu. İçinden kaç defa “lâ havle,” çekti, “hay sizin meşrep terbiyenizi seveyim,” diye mırıldandı defalarca kendi kendine ve daha fazla dayanamayıp ortamı usulca terk etti.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye yaz, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, düşündüren hikayeler, ibretlik hikayeler, yol gösteren hikayeler, hikaye arşivleri, kısa hikayeler, Mustafa Ünver hikayeleri kısa ve güzel hikayeler, taziye, sofi, aforizma,

The post Hikaye Oku “Taziye” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/hikaye-oku-taziye.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html#comments Fri, 29 Sep 2023 14:48:49 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9186 Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” Dr. AYFER KARA Sıcak bir yaz günüydü, Hekimhan Kaymakamı her cumartesi alışkanlık edindiği üzere bir iki köyü gezecekti, kahvaltısını yaparken gezdiği köyleri yazdığı not defterine baktı, sırada Başkavak (Miheyl) vardı. Bardağındaki çayı yudumlarken kendi kendine “Ne garip bir isim Miheyl” dedi. Zil çalıyordu, gri eşofmanını aceleyle çıkarıp pantolonunu giydi, […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL”

Dr. AYFER KARA

Sıcak bir yaz günüydü, Hekimhan Kaymakamı her cumartesi alışkanlık edindiği üzere bir iki köyü gezecekti, kahvaltısını yaparken gezdiği köyleri yazdığı not defterine baktı, sırada Başkavak (Miheyl) vardı. Bardağındaki çayı yudumlarken kendi kendine “Ne garip bir isim Miheyl” dedi. Zil çalıyordu, gri eşofmanını aceleyle çıkarıp pantolonunu giydi, saçlarını kapının girişinde bulunan aynada eliyle hızlıca düzeltti ve kapıyı açtı, gelen şoförü Ragıp’tı. “Günaydın efendim, emrettiğiniz gibi birkaç soğuk içecek alıp arabaya koydum” dedi ve hemen koşup arabanın kapısını açtı. Kaymakam Bey arabaya oturdu, yol boyunca hiç konuşmadılar. Kaymakam yüzüne vuran güneşten rahatsız olup bir sağa bir sola geçti. Yarım saat sonra Başkavak’a vardılar. Muhtarın evine gittiler. Köylülerin hemen hepsi oradaydı. Kaymakamı güler yüzle karşıladılar, çay ikram ettiler. Karşılıklı hâl hatır sorduktan sonra kaymakam muhtara sordu, “Miheyl” ne anlama geliyor? “Miheyl bir Rus’muş, buraya gelip yerleşmiş. Çok çalışkan bir adammış, biraz sonra göstereceğim fıstık ağaçlarını o dikmiş” dedi. Kaymakam şaşırdı Miheyl hakkında daha çok şey duymak istiyordu. “Yabancı biri niçin bu dağa gelip yerleşmiş ki?” diye tekrar sordu. Ancak kimse bilmiyordu. Kaymakam, köy derneğini, okulu ve okul lojmanına bakmak istedi. Üçü de yan yana bir tepede bulunuyordu. Okul, öğretmen olmadığı için kapalı idi. Köyde de otuz ev ya vardı ya yoktu. İnsanlar bu köyden göçüp gitmişlerdi. Kaymakamın şoförü fıstık toplamak istiyordu, kaymakamdan izin aldı, zaten kaymakam da burada biraz yalnız kalmak istiyordu. Arabadan köyün manzarasını, yeşil tepeleri seyrederken uyuya kaldı. Rüyasında Mihayl Vasilyeviç’i görüyordu.

Mihayl Vasilyeviç ahıra girdi, sarı üzerine beyaz benekli ineğinin yularını çözüp dışarı çıkardı. Atını bahçedeki erik ağacına bağlamıştı. Arlov cinsi atının üzerindeki heybenin bir gözüne kapının önünde duran saksıdaki birkaç fıstık fidanını, birkaç değerli eşyasını, diğer gözüne de kapusta tohumlarını, biraz kartoşka ve siyah beyaz benekli kedisi Luna’yı koydu. İneği Kalina, atı Maşka ve kedisi Luna’nın başına okşadı, Luna heybede yatmayı çok severdi. Evinin önündeki kavaklar rüzgârdan sallanıyor, su arktan nazlı nazlı akıyordu. Arkı atlayıp sokağa çıktığında son kez yan yana vagon gibi dizilmiş ambarına, ahırına, hamamına ve iki katlı taş evine uzun uzun baktı. Verandaya bir kuş yuva yapmıştı, Mihayl, “Kuş yavrularını göremeyeceğim diye içinden geçirdi. Ceviz ağaçları, elma ağaçları ne kadar da büyümüştü. Bu evi babası inşa etmişti. Kardeşi Palina’yı bu evde evlendirmişlerdi. Kardeşi Sergey’i, annesi Marina ve babası Vasil kızamık hastalığından bu evde ölmüşlerdi. Babası Vasil evin önüne sıra sıra diktiği kavakları çaydan su getirip sulamıştı. Sonra tüm köylüler toplanıp her evin önünden geçecek şekilde su arkları açmışlardı. O vakit henüz Mihayl doğmamıştı. Sonra ailece geçirdikleri bayramlar gözünde canlandı. Bu düşüncelerden kurtuldu ve değirmenci Niko’ya veda etmek için çaya doğru yollandı. Mihayl Malaya Vorontsovka’dan (İncesu) ayrılırken cızılar ötüyordu, kurbağalar viyaklıyordu, gökyüzünde hilal vardı, sıradan bir akşamdı. O, değirmenci Nikolay’ı çok severdi. Buradan gitmek istediğini daha önce ona anlatmıştı. Niko, “Müslümanlarla nasıl yaşayacaksın? Seni içlerine ya almazlarsa o zaman geri mi döneceksin?” dedi. Mihayl “Burada Müslümanlarla hiçbir meselemiz olmadı ki orada olsun, eğer gittiğim hiçbir yerde kabul görmezsem Beyrut’a oradan da Amerika’ya giderim demişti. Niko da “Sen bilirsin, yolun açık olsun, Tanrı seninle olsun!” demişti, ama hiç de hoşuna gitmemişti.

Mihayl Vasilyeviç, Büyük Pyotr ve II. Ekaterina dönemlerinde Malakanların neler yaşadıklarını, Tambov’dan Azak Denizi civarındaki Tavriya bölgesine sürülmelerini, Tavriya bölgesindeki mutlu günlerini I. Nikolay’ın Çarlığı sırasında özendirilerek Kafkasya’ya göç ettirilmelerini, bu göçü kabul edenlerin 1839 yılından itibaren elli yıl süreyle askerlik yapmadıklarını, bir dönem istemeyerek de olsa silahlandıklarını ve Maksim Gavriloviç’i daha çok Niko’dan dinlemişti. İki yüz yıldır savaşmak istemediklerinden ve dini inançlarından dolayı çarlık yönetimi tarafından dışlanıyorlar, sürgün ediliyorlardı. Kars’ta pazardaki birinden geçmişte Alevilerin kendilerine benzer şekilde yaşadıklarını, Alevilerin, vergi vermemek ve baskıdan kurtulmak için dağlara sığındıklarını, orada yaşadıklarını, Malakanlar gibi cem denilen toplantılarda toplumsal sorunlarını çözdüklerini duymuştu, elbette bunun doğru olup olmadığını bilmiyordu. Kış bastırmadan kendi de böyle bir dağ köyüne yerleşip savaştan uzak duracaktı. Mihayl’in babası Vasil istemediği halde Osmanlı Rus Savaşı’nda Rus Ordusu’na lojistik destek sağlamıştı, Çarlık yönetimi onları Kars’ın verimli topraklarına yerleştirmişti. Mutlu mesut yaşarken Presviter Klubnikin bu bölgede bir kaos veya savaş olacağını, bunun için de Duhoborların, Malakanların ve Prigunların bu bölgeden Amerika ve Kanada’ya göçmesi gerektiği konusunda ısrar etmişti. Mihay’in ağabeyi ve ağabeyinin ailesi ve kız kardeşi Palina da Klubnikin’e inanarak Los Angelas’a göç etmişti. I. Dünya Savaşı’nın başladığı haberi gelmişti ve buradan ayrılmazsa savaşa çağırılacaktı. Ayrıca Mihayl’in gönlü de kırıktı. Çakmak köyünde düzenlenen eş bulma töreninde Sara’yı görmüş, ona âşık olmuş ama onun evlilik teklifini Sara kabul etmemişti. Sanki Mihayl’in inadına Malaya Vorontsovka’dan Aleks Mihayloviç ile evlenmişti. Mihayl her pazar ayininde onu görmekten hoşnut olmuyordu. Onu görmek Mihayl’i uykusuz gecelere mahkûm ediyordu. Amerika veya Kanada’ya gitmek istemiyordu, çünkü atından, ineğinden kedisinden ayrılmak istemiyordu. Belki tekrar geriye dönebilirdi, ailesinin mezarları Malaya Vorontsovka’da (İncesu) idi.

Mihayl, yirmi dakika yürüyerek Kars Çayı’na ulaştığında değirmenin köpekleri havlayarak ona doğru koştular, Mihayl’ı görünce kuyruklarını salladılar. Niko değirmenin kapısını açtı, Mihayl’i karşısında görünce onun buralardan tamamen gideceğini anladı ve acı bir şekilde gülümsedi. Niko elli yaşlarında dinç, sağlıklı ve bembeyaz dişli yakışıklı bir adamdı. O akşam değirmende yalnızdı. “Gel içeri Mihayl Vasilyeviç, sofra hazır” dedi. Sofrada tereyağı, kaşar peynir, yoğurt, lahana turşusu, krep ve kompot vardı. Niko, yemek sırasında “Lütfen Mihayl Vasilyeviç gitme, nereye gideceksin ne yapacaksın? Seni kızım Alyona’yla evlendireyim” diye ısrar ettiyse de Mihayl kararlıydı, artık buralarda durmak istemiyordu. Yemekten sonra Mihayl “Ben artık gideyim diye ayağa kalktı. Niko, “Sabah erken yola çıkarsın bu gece burada kal” dedi. Mihayl de son kez çok sevdiği Niko ile biraz daha sohbet etmek istiyordu. Geç saatlere kadar sohbet ettiler. Sabah ayrılırken sıkı sıkı sarıldılar, Niko ona kendi yaptığı bir bıçağı hediye etti.
Mihaly Vasilyeviç yedi saatlik bir yolculuktan sonra Çakmak köyünde yaşayan halası Sonya’ya geldi, halası fırında ekmek yapıyordu. Mihayl’i görünce hemen elini yıkadı, önlüğüne sildi. Kardeşi Vasil’in Kars’ta kalan tek oğlunu hasretle kucakladı.

Kahvaltı sofrasına evde ne varsa ne yoksa koydu, birlikte güzel bir kahvaltı yaptılar, eskilerden bahsettiler. Sonya ve onun kocası Valeriy Mihayl’e sarılıp ağlaştılar. Mihayl ayrılırken Sonya ona on beş bulka ve bir altın lira verdi. Sonya Hala, Mihayl düzlükte kayboluncaya kadar yaşlı gözlerle arkasından baktı. Mihayl Vasilyeviç, kendini yalnızlığın kucağına atmıştı, yolda ineğini sağıp sütünü içerek ve hatta bazen sütüyle ekmek, sebze ve meyve takas ederek Sarıkamış, Horasan, Pasinler, Erzurum, Erzincan üzerinden yirmi günde Merzeme’ye (Ballıkaya) geldi. Merzeme dağların eteğinde bir köydü. Köyün ileri geleni Ali Ağa ona etli bulgur pilavı ikram etti, buraya niçin geldiğini sordu. Mihayl Vasilyeviç buraya yerleşmek istediğini, kimsesi olmadığını söyedi. Ali Ağa onun bir şeylerden kaçtığını anlamıştı. Ama üzerine varmadı. Mihayl çok çalışkandı, ahırın kırık kapısını onardı, hayvanları tımar etti, ahırı temizledi, çeşmeye yalak yaptı, kısa sürede Ali Ağa, Mihayl’i çok sevdi, kendi köyünde boş ev yoktu ama daha uzakta maşatlıkta bir ev vardı. Ali Ağa Mihayl’e maşatlıkta Ermeni bir karı kocanın öldüğünü evlerinin boş kaldığını oraya yerleşebileceğini söyledi. Orada da Aleviler yaşıyordu. Çobanı Veli’yi çağırdı ve Mihayl’i oraya götürmesini söyledi. Mihayl eve yerleşir yerleşmez ilk iş olarak fıstık fidanlarını evinin önüne dikti. Civarda yaşayan köylüler sarı uzun saçları ortadan ayrılmış, sakallı, yeşil gözlü, iri yarı “Mihayl” isimli bu adama iyi davrandılar. Düğünlerine ve toplantılarına çağırdılar. Mihail’e “Size kimler derler, nerelisin?” diye sorduklarında o “Bize Malakanlar derler, ben muhacirim” diyordu. Onlar “Malakan” kelimesini daha önce duymadıklarından kısa sürede unutuyorlardı.

Mihayl Vasilyeviç maşatlığa yerleşeli üç yaz olmuştu. Komşuları onu seviyordu, o çok farklıydı, atıyla tarlayı sürüyordu, kartof (patates) ve kelem (lahana) ekiyordu, herkese yardım ediyordu, okuma yazma biliyordu. Evinin damını her yıl sıvıyordu. Toprak ısınmadan tarlaya buğday ve arpa ekmiyordu. Çünkü toprak ısınmadan tohum ekilirse istenildiği gibi kaliteli ürün alınmazdı.

Yemekten önce mutlaka kekik gibi çeşitli çaylar içiyordu. Çayın yanında da bal yiyordu. Asla onlarla rakı içmiyordu. Köylüler onun kan davasından kaçıp buraya yerleştiğini düşünüyorlardı. Ama öyle değildi, Mihayl savaşmak istemeyen, çalmayan, öldürmeyen, barışçıl bir toplumdan geliyordu. Mihayl kadınlara da gözünü kaldırıp bakmıyordu. Tertemiz bir adamdı, hakikaten süt kadar temiz bir karaktere sahip tam bir Malakan’dı. Mihayl bu yörenin insanına çok çabuk alıştı. Köylüler çok samimi insanlardı.

Mihayl’in mezheptaşları inançları yüzünden krestit yapmadıkları, domuz eti yemedikleri, ihtişamlı kiliseler için vergi vermek ve savaşmak istemedikleri, oruç zamanında süt ürünlerini tükettikleri için Sibirya’ya ve Tavriya’ya bölgesine sürülmüşlerdi. Aleviler de gözden uzak olmak için bu dağlara inançları yüzünden çekilmişlerdi.

Ali Ağa ve Mihayl on beş günde bir birbirlerini ziyaret ediyorlardı, Mihayl ona mızıka çalıyor, Ali Ağa da ona saz çalıyordu. Birlikte güzel vakit geçiriyorlardı. Bu ziyaretlerden birinde Ali Ağa, Mihayl’e “Miheyl artık evlenmen lazım, evin var, her şeyin var bir de karın olsun, benim yeğenim Elif becerikli, akıllı ve yiğit bir kız, birbirinize yakışırsınız” dedi. Mihayl bu teklife memnun oldu. Siyah saçlı, elma yanaklı, kara gözlü Elif ile evlenmeyi kabul etti. Aslında Malakanların adetine göre kız ve oğlan tanışıp anlaşırdı, sonra kızın ailesi oğlan tarafının masasına mendil bırakırdı, damat adayının ailesi de mendilin yanına para bırakırdı. Ama artık Mihayl’in bu şekilde evlenmesi imkânsızdı ve tek yaşamaktan sıkılmıştı. Kışın zaman geçmek bilmiyordu, komşularıyla sohbet ettikleri, semaverde çay demledikleri eski günlerini özlüyordu. Mihayl, Kars’ta Malaya Vorontsovka’da yaşasaydı ona asla bir Türk kızını vermezlerdi. Yani Ali Ağa onu onurlandırmıştı. Ali Ağa düğünde etli pilav verdi, davul zurna eşliğinde halaylar çekildi. Mihayl çok iyi bir koca oldu, bir iş yapmadan önce mutlaka Elif’e soruyordu. Elif ve Mihayl birbirlerini çok seviyorlar, el ele verip çok çalışıyorlar. Biri toprağı sürerken diğeri tohum saçıyor, çamaşırı bile birlikte yıkıyorlardı. Mihayl’in bahçeye diktiği fıstık fidanları da hayli büyümüştü, Mihayl onlardan aldığı gözleri Niko’nun bıçağı ile köydeki genç dağın, alıç fidanlarına aşıladı. İki yıl sonra ağaçlar fıstık vermeye başladı. Köydeki insanlar ilk defa fıstık yiyorlardı. Her konuda Mihayl’e akıl danışıyorlardı ve bu akıllı adamı çok seviyorlardı. Mihayl de onları seviyordu. Mihayl ailesini, akrabalarını ve tanıdıklarını çok özlese de onlardan hiç söz etmiyordu. Çünkü onun akrabalarının bazıları Kanada’ya, Amerika’ya göçmüşler bazıları da Rusya’ya dönmüşlerdi bile, Rusya Kars’tan çekilmişti ve Kars Türklere bırakılmıştı, Keşiş Klubnikin’in söylediği gibi bölgede bir kaos ortamı vardı.

Kaymakam, şoförü Ragıp’ın ona seslenmesiyle uyandı. Şoför elinde bir poşet fıstıkla dönmüştü. Kaymakam rüyasında sanki bir film seyretmişti, hatta bazen Mihayl’in kendisi olmuştu. Artık Miheyl’in kim olduğunu, niçin burayı yurt edindiğini ve insanların bu köyü niçin “Miheyl” olarak isimlendirdiğini biliyordu. Maalesef örnek bir şahsiyet olan Mihayl’in mezarına köylüler onun adının yazılı olduğu bir taş bile dikmemişlerdi. Onun adı artık köyün de adı değildi, bu bölgede ilk defa fıstık yetiştiren Miheyl’in adı bu bölgeye yerleşmiş olan ilk ve son Malakan olarak bu fıstık ağaçlarında yaşayacaktı.

Dr. AYFER KARA
MİNSK, 2023

The post Çok Güzel Bir Hikaye “MALAKAN MİHAYL” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-malakan-mihayl.html/feed 1