Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ”


Hikaye Oku “EVLİLİK DELİSİ”

Dr. Ayfer KARA

Muhip son zamanlarda Simferepol ve Kazan’da imamlık yaptığı dönemlerdeki gönül ilişkilerini anmadan uykuya dalamaz olmuştu. Her gece odasına çekildiğinde pencerenin perdesini aralayıp karşı bahçedeki çam ağaçlarını seyrederken Elena ve Mira’yı düşünüyordu. Bunun sebebi o kadınları unutamaması mı yoksa o zamanki cesaretsizliğine kızması mıydı?

Simferepol’e ilk gittiği yıldı. Caminin bir alt sokağındaki kafenin sahibi Elena ile ilk bakışmaları, duyduğu heyecanları, Salgır Nehri kıyısındaki birkaç gezintiyi, Elena’yı salıncakta sallayışını hatırlıyor, gülümsüyor, sonra da kendine kızıyordu. Elena bir keresinde onu gezmeye davet etmişti. Bu gezinti sırasında Muhip Hoca Elena’ya İslam’ı tebliğ ederken o ilerdeki salıncaklara koşup oturmuştu ve “Beni lütfen sallar mısınız?” demişti. Hoca hiç kimseyi kıramazdı, onun lugatında “hayır” kelimesi yer almıyordu. Etrafına bakındı, kimse yoktu. Yani dedikodu edecek kimse yoktu. Ayrıca bir kadını salıncakta sallamazsınız diye bir ayet mi vardı? Karanlık basmak üzere idi. Elena’yı sallarken eli onun lepiska saçlarına değiyordu. Hoca daha önce hissetmediği bir şeyler hissediyordu. Bu duygu ona yabancıydı, İmam hatip lisesini bitirdiği yıl ailesi onu komşunun ev işlerinde mahir kızıyla baş göz etmişti. İlk defa bir kadınla arkadaşlık ediyordu. Onu biraz salıncakta salladıktan sonra “Elena Hanım efendime söyleyeyim nerede kalmıştık?” dedi. Elena salıncaktan kendini yere attı ve şuh bir kahkaha atarak “Hocam harika salladınız, çok güçlüsünüz” dedi. Acaba bu sözlerde bir mesaj var mıydı? Karısı ona hiç “Sen güçlüsün” dememişti. Elena’nın beyaz şifon elbisesinin eteği rüzgârın da etkisiyle açıldı. Genç kadın hiç umursamadı. Hoca’nın kara gözlerine gülümseyerek baktı ve “Müslüman olursam mutlaka başımı örtmeli miyim?” diye sordu. Aslında Hoca “Kadınların başını kapatması konusunda çoğu diğer hocalar gibi düşünmüyordu. Ama “Evet, mutlaka kapatmalısınız” dedi. O sırada bir an Elena ile göz göze geldiler. Elena’nın mavi gözleri onu bir deniz gibi içine çekti, takma kirpikleri ise ok gibi Hoca’nın kalbine battı. Elena beyazlar içinde bir peri kızı gibiydi. Hoca utandı önüne baktı ve “Birazdan yatsı okunacak camiye gitmeliyim” dedi. Elena Hoca’nın kendisine olan ilgisinin farkındaydı. Bu bakışmalar onu tatmin etmiyor Muhip Hoca’dan daha fazlasını bekliyordu. Hoca ona duygularını açmayınca kızıyordu. Zaten sevgilisi Anton yılbaşında Moskova’dan gelecekti ve büyük ihtimalle de evlenme teklif edecekti. Hoca Anton’dan habersizdi. Her gece namazdan sonra “Allah’ım cennetten çıkmış bu meleği öteki dünyada bana nasip et” diye yalvarıyordu. Biliyordu ki bu dünyada böyle bir güzelle birlikte olamayacaktı. Tam Elena’ya meyil ediyordu ki eşinin masum yüzü gözünün önüne geliyordu. Sonra hakkında çıkacak dedikodular ve bunun akabinde görevini sonlandıracakları korkusu onu sarıyordu. Hoca ondan uzak durmak istemekle birlikte kahve içme bahanesiyle her gün kendini Elena’nın kafesinde buluyordu. Kafede dört beş masa vardı. Pencerenin önündeki iki kişilik masaya oturur, kitabını açıp okuyormuş gibi yapar arada Elena’ya bakardı. Bazen de sırniki ister, sonra çok lezzetli diye övgüler yağdırırdı. Gerçekte sırnikiyi sevmezdi ama Elena’nın kendi elleriyle yaptığı bu sırnikiler ona lezzetli geliyordu. Bir gün kafeye gittiğinde başka bir bayan vardı tezgâhta. Ona Elena’yı sordu, belki de hasta diye düşündü. Kadın kafeyi devraldığını söyledi. Elena Moskova’dan biriyle evlenmiş ve gitmişti. Hoca içinde öyle bir acı hissetti ki tarifi yok. Sandalyeye çöküp kaldı. Elena ona bir vedayı bile çok görmüştü. Dışarı çıktığında sicim gibi yağan yağmuru fark etmeden eve kadar yürüdü. İçi yanıyordu, gözlerinden yaşlar akıyordu. Gorkiy Sokağındaki 34 numaralı apartmanına geldiğinde iliklerine kadar ıslanmıştı. Kapıyı açıp içeri girdi, her zaman apartmana girdiğinde aldığı ağır sidik kokusunu ilk defa hissetmedi. Dairesine girdiğinde koltuğa oturup hüngür hüngür ağladı. Artık bu şehirde kalmak istemiyordu. Üç ay sonra haziranda buradan gidebilirdi. Öyle de yaptı, tek takım elbisesini, iki gömleğini ve bir kazağını valizine koyup yola düştü, parkasını da camiden fakir birine verdi.

Türkiye’ye evine döndüğü ilk aylarda eşinin lezzetli yemeklerini yemekten keyif alıyordu. Arkadaşlarıyla buluşup sohbet ediyordu. Ama bir yıl sonra rutin ev ve cami hayatından sıkılıp Rusya’ya gitmeye karar verdi. Diyanet İşleri Başkanlığından tanıdığı bir daire başkanını aradı, kendini övdü, “İnsan ilişkilerim iyidir bildiğiniz gibi, Rusçaya hâkimim, Rus insanını da iyi tanıyorum, dolayısıyla da imamlık için en uygun aday benim” dedi. Daire başkanı da geçici görevlendirebileceklerini söyledi. Zaten uygun bir aday da yoktu. Yaklaşık bir ay sonra beklenen haber, Kazan’a görevlendirildiği haberi geldi Kazan’a göndereceklerini söyledi. Muhip Hoca karısı Esma’ya müjdeyi verdi. “Ben buradan sıkıldım onun için gitmek istiyorum” demedi elbette, “Esma’m sana Trabzon Caddesi’nden ev alayım. Çocuklarımız daha güzel bir evde büyüsünler” dedi. Esma esmer, orta güzellikte ve yumuşak karakterli bir kadındı. Kocasına hiç sitem etmezdi. Kendi babası da yıllarca Almanya’da çalışmış onlara gül gibi bakmıştı. Aile hayatının başka türlüsünü bilmiyordu. Kocası hiçbir şeylerini eksik etmiyordu, kızmıyordu, dövmüyordu. Onlar iyi yaşasın diye gurbet elde sersefil yaşayacaktı. Hakikaten Hoca (Akmescit) Simferepol’de iken iki kuruş para biriktireyim diye neredeyse hiç para harcamazdı. Bütün bakımını bir kalıp sabunla yapardı. Pazar günlerini iple çekerdi. Çünkü o gün camide cemaate etli pilav pişerdi. Hoca da herkesten önce kaşığını tabağını alıp pilavın başında biterdi. Cimri bir adamdı, kimseye bir fincan kahve bile ısmarlamazdı.

Muhip Hoca Kazan’a gitmeden önce kendine şık birkaç kıyafet aldı, artık parfüm, tıraş köpüğü ve şampuan gibi bakım ürünlerini kullanmaya başlamıştı, hayata daha farklı bakıyordu. Evi ve arabası ve bankada biraz parası vardı. Ağustos başında Maraş’tan İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi, Kazan uçağına binmek için havalimanında akşama kadar oturdu. Çok heyecanlıydı, hayata yeni atılan on sekizlik bir delikanlı gibi hissediyordu kendini. Nihayet yolcuları uçağa aldılar, uçakta biraz kestirdi. Kazan Havaalanı’na onu karşılamaya cami hocalarından Giray adında yetmişlerinde ak sakallı beyaz yüzlü, çekik gözlü bir Tatar geldi. Günlerden pazardı, Molla Giray Muhip Hoca’yı evine davet etti. O, Slobodskiy Sokağı’nda müstakil, ahşap, yeşil boyalı, bahçeli bir evde yaşıyordu. Ev camiye uzak değildi, Volga Nehri’nin sol kolu Kazanka Nehri üzerindeki köprüden geçip kolayca camiye gidiliyordu. Giray’ın karısı Amira gülümseyerek kapıyı açtı, altın dişleri olmasaydı yaşına göre güzel bir kadındı, kınalı saçları gözükecek şekilde başını keçik etmişti. Giray, Muhip Hoca’ya lavaboyu gösterdi Hoca ellerini yıkadı, Amira kapıda ve beyaz keten üzerine kırmızı nakışlı bir havlu ile bekliyordu. Gördüğü saygı Muhip’i neşelendirmişti. Onu salona buyur ettiler. Duvarda asılı kocaman çiçekli halı dikkatini çekti. “Bizde de eskiden duvara halı asılırdı” dedi. Sofrada kızarmış tavuk, patates püresi, smetana ve Moskovskiy salat vardı. Çayı koyayım mı diye Amira sordu, hoca “Yemekten sonra alayım” dedi. İştahla yemeğe yumuldu, onlar yemek yerken zil çaldı, biraz sonra içeriye otuz beş yaşlarında dünya güzeli bir kadın girdi. Giray “Kızım Mira” diye hocaya tanıttı. Hoca, “Memnun oldum” dedi. Genç kadın gülümseyerek “Ben de ….” dedi. Mira uzun boylu, kumral saçlı, ela gözlü ve kaymak tenli bir hatundu. Muhip hemen Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin sözlerini hatırladı, “Kumral saç güzeldir, sahibi eşsizdir; boyu uzun olanları kalbi saf ve temiz olur; ela gözlü olan edepli ve terbiyeli olur, yuvarlak yüzlüler aydan daha nurludur.”

Mira daha on sekiz yaşındayken Rus bir doktora âşık olmuş babası istemediği halde onunla evlenip Moskova’ya yerleşmişti. İlk yıllar çok mutluydular. Mira, kocası Sergey’i seviyordu. Sergey ilginç bir adamdı, böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemediğini söylüyordu. Böylece on yıl geçti, Mira’nın sabrı kalmadı, bir bebek istiyordu. Zamanla kavgaları büyüdü ve ayrıldılar. Mira, baba evine geri döndü. 11 no’lu şehir hastanesinde aşçılık yapmaya başladı. Dört yıldır orada çalışıyordu. Son zamanlarda yüreği sıkılınca cuma günleri cuma namazına gidiyor ve ibadetle huzur buluyordu. Bir aydır da Kur’an öğrenmek istediğini söylüyordu. Mira sofraya sarı kiraz reçeli, vişne reçeli, çikolatalar getirdi. Sonra semaverden fincanlara portakal, tarçın, limon otu, Seylan çayı karışımı hoş kokulu çayı fincanlara doldurdu. Hoca daha önce böyle ince, beyaz parmakları görmemişti. Esma’nın kalın parmaklı kocaman esmer elleri aklına geldi. Esma’nın ellerini hiç öpmemişti. Oysa Mira’nın elleri öpülesi ellerdi. Tırnaklarındaki kıpkırmızı ojeler ellerini daha beyaz gösteriyordu. Sohbet sırasında Mira Kur’an öğrenmek istediğini söyledi. Muhip Hoca “Ben size öğretirim” diye atıldı. Yemekler yendi, çaylar içildi, sohbet koyulaştı. Giray Muhip Hoca’yı çok sevdi, evinin bahçesindeki küçük kulübede Muhip Hoca’nın kalabileceğini söyledi. Burada eskiden Amira’nın annesi kalırdı, o öldükten sonra boş duruyordu. Gerçi biraz serin oluyordu, kalorifer orayı iyi ısıtmıyordu, ama Hoca isterse sobayı da yakabilirdi.

Mira’ya Kur’an’ı izinli olduğu salı günleri öğretiyordu, salı günleri Muhip Hoca’nın kanat takıp uçtuğu günlerdi. Bir yıl boyunca her gece Mira’nın hayaliyle yatağa girdi. Ve onu düşünürken uyuya kaldı. Muhip Hoca ona belli belirsiz küçük iltifatlar dışında hiçbir şey söylemiyordu. Mira’nın odası Muhip Hoca’nın küçük kulübesinin girişine bakıyordu. Mira, sardunya saksılarıyla dolu pencereden başını uzatır, bugün pelmeni yaptım, size de getireyim mi diye sorardı. Muhip Hoca’nın en sevdiği isim Mira, en sevdiği çiçek sardunya ve en sevdiği yemek pelmeni idi. Bir gün Giray “Akşama misafirimiz var, sen de gel Muhip” dedi. Muhip yıkandı, kokularını sürdü, pantolonunu ütüledi. Aynada kendine tekrar tekrar baktı. Sevinçle uçarak Giray’ın evinin kuş gibi öten ziline bastı. Kapıyı her zamanki gibi Giray veya Mira değil, Amira açtı. Masanın baş köşesinde cami cemaatinden Dağıstanlı Ehliman oturuyordu. Hoca anlam veremedi, bu adam niçin gelmişti, Hoca “Selamun aleyküm” dedi ve masaya oturdu. Mira kırmızı bir elbise giymişti, saçlarını özenle topuz yapmıştı, ince beyaz boynuna inci bir kolye takmıştı. Biraz sonra Giray, Ehliman’ın Mira ile evlenmek istediğini kendisinin de bunu onayladığını söyledi. Muhip Hoca’nın başından kaynar sular boşaldı sanki, birden şiddetli bir şekilde başı ağrıdı. Kulübesine gelince yatsı namazını kılmadan elbisesiyle yatağına yattı. Mira belki onu hiç sevmemiş belki de sevmişti ümitsiz bir aşkla. Aklından defalarca Mira’nın içinde olduğu her anı hatırlamaya çalıştı ve sonunda seviyordu beni diye kendini avuttu. Mira’nın Ehliman ile ilişkisi birdenbire başlamamıştı. İki yıldır tanışıyorlardı ama Ehliman evlenme teklif etmeyince Mira uzak durmuştu. Mira’dan başkasını sevemeyeceğini anlayan Ehliman tekrar yakınlaşıp evlenme teklif etmişti. Yani Mira Hoca’nın ona olan ilgisi ile avunmuştu. Bir hafta sonra Ehliman Dom Tatarskiy Kulinariy’de kırk kişilik bir yemek verdi ve güzel Mira ile evlendi. Ehliman varlıklıydı, büyük bir marketi vardı. Onların nikahlarını da bağrına taş basarak ve Ehliman’dan nefret ederek Muhip Hoca kıydı.

Bu iki acı aşk hikâyesi onu çok üzüyordu. Bu iki güzel kadını Esma’ya olan sadakatinden görmezden gelmişti. Esma ise onu bu dünyada beş çocukla bırakıp gitmişti. Artık Hoca ellisini aşmış, saçlarına kırlar düşmüş, beş çocuklu bir adamdı. Muhip Hoca daha mezarlığa giderken ve eşini mezara koyarken bile “Kiminle evlensem?” diye aklından geçiriyor, tanıdığı kadınları tek tek gözden geçiriyordu. Evlenebileceği kimse pek yoktu. “İki sokak ötedeki Naciye, olur mu? Hayır, o kadın olmaz, fazla şişman ve de bana göre yaşlı, zayıf olsaydı olurdu. Zehra çok güzel, ama o da evli kocası Rıfat’ın öleceği yok. Şeytan bana vesvese veriyor, ben karım Esma’yı ne çok seviyordum, onun hatırasına saygısızlık ediyorum” deyip zihnini boşaltmaya çalıştı ve bunu başardı. Mezarlıktaki dostları baş sağlığı dileyip onu teselli ettiler. Birkaç hafta eşinin ölümünün üzüntüsüyle geçti. Sonra yalnızlık canını sıkmaya başladı. Yavaştan yakın arkadaşlarına bu durumu ucundan da olsa çıtlattı.

İlk önce en yakın arkadaşı Muhammet Hoca’ya yalnızlıktan sıkıldığını anlattı. Muhammet Hoca ona, “Evet, evlenmelisin, benim abdestinde namazında bir baldızım var, ama beş yetişkin çocukla aynı evde olmaz Muhip” dedi. Muhip Hoca Allah senden razı olsun, iyi dost sana minnettar kalırım” dedi. Bir akşam Muhip Hoca eline bir kutu kurabiye alıp Muhammet Hocalara gitti. Muhammet Hoca’nın baldızı Zeynep otuz beşine yakın, kara kuru bir kadın. Zeynep eteği yeri süpürür vaziyette çay ikram etti. Biraz sonra Zeynep ikinci çay ikramı için gelmedi. Beğenilmediğini anlayan Muhip Hoca usulca arkadaşına, “İyi hoş da benim için çok genç, olmaz” dedi. Üzgün bir halde eve dönerken “Ben kızı beğenmedim, dokunsam kemikleri elimde kalacaktı appeş garı” diye kendini teselli etti. Zeynep, kız görmeye kurabiye alıp gelen adamla hayatta evlenmezdi. Koca dediğin bonkör olmalıydı. Hem de Muhip Hoca’yı yakışıklı bulmadı. Ablası ve eniştesine “Bana bu adamı mı layık gördünüz?” diye kızdı. Muhip Hoca o gece eş arama çalışmalarını genişletmeye karar verdi. “Bu Türk hatunları da kendini fazla beğenmiş” diyerek sosyal medya hesaplarında güzel bulduğu Rus, Beyaz Rus Müslümanlarından kadınları kendi sayfasına eklemeye başladı. Kadınlara arkadaşlık isteği gönderip şöyle yazışmaya başlıyordu, “Merhaba, nasılsınız?” Eğer karşılık alırsa “Ben de Rusya’nın şu şehrinde şu camide hocalık yaptım ancak şimdi filan şehirde filan yerde manevi danışmanım diye sözü sürdürüyordu. Konuştuğu kadınların kimi Türkiye’ye bilet alırsa gelebileceğini, ancak bunun da evlilik teklifini kabul ettikleri anlamına gelmediğini söylüyorlardı. İyi de Hoca zaten cimri bir adam, bu hatunlara boşuna niçin para harcayacağım diyor, geri adım atıyordu. En uzun sohbet ettiği üç kere evlenmiş boşanmış, üç ayrı kocadan üç çocuk yapmış, ev ortak mülk olduğu için hâlâ kocalarından biriyle aynı evde yaşayan “Darya” isimli Beyaz Rus bir kadın oldu. Bu kadın Müslüman, güzel ve genç bir kadın ama gel gör ki bunun için de çok para gerekiyor diye evlilik teşebbüsünü arkadaşlığa dönüştürdü. Hiç olmazsa akşamları birkaç satır ona yazabiliyor, yalnızlığını birazcık da olsa unutuyordu. Bu hanımdan başka birçok hanımla yazıştı, konuştu, kimse ona pas vermiyordu. Sonra da kendi kendini “Ben de bu kadınlardan elektrik alamıyorum, gönül kuşum kalkmıyor” diye teselli ediyordu. Muhip Hoca kendine evlenecek bir kadın bulmaları için o kadar çok kişiden yardım istedi ki bazıları “Tamam, olur Hocam hanıma sorayım” diyerek başlarından savdılar. Aylar geçiyor, Muhip Hoca evlenecek kadın bulamıyor ve daha da hırslanıyordu. Hatta bir arkadaşıyla konuşurken “Ben modern biriyim, başı kapalı olması şart değil, açık olsun, kalbi güzel olsun!” demeye başladı ve arama yelpazesini genişletti. Onun için kadının dilinin, dininin, fikirlerinin açık veya kapalı olmasının hiç mi hiç önemi yoktu. Ama kesinlikle çalışan ve güzel bir kadın istiyordu Hoca, çünkü zamane kadınları çok para harcıyorlardı. Niçin çocuklarının rızkını bir kadına yedirecekti ki?

Neyse sonunda bir tanıdığı hiç evlenmemiş, anası babası ölmüş bir avukatın yanında telefonlara bakan ve temizlik işleri yapan ellisine yakın Ayşe’den bahsetti. Hoca hemen bayanın telefonunu istedi. Kadınla sabaha kadar konuştu. “Çerliyesice ne tatlı konuşuyor” diye iç geçiriyordu. Kadını akşam yemeğe davet etti. Kadıncağız da yıllardır gelinlik giymenin özlemiyle yanıp tutuşuyordu ve bu kısmeti kaçırmamak için sesini inceltiyor, cilveli işveli sakin sakin konuşuyordu. Çok sevecen, paylaşımcı, aza kanaat eden, çalışkan bir olduğunu anlatıyor, Muhip Hoca’nın kafasına ilmik ilmik meziyetlerini işliyordu. Ayşe ertesi gün sabah saat onda zor uyandı, işe geç kaldı “Neyse olsun keklik kafeste” diye kurnazca güldü, üzerini giyinirken “İki keklik bir kayada ötüyor İki keklik bir kayada ötüyor seninle ben de aynı evde öteceğiz” diye şarkı söyledi. Avukatın ofisine gittiğinde “Gece midem ağrıdı, uyuyamadım, sonra uyuya kalmışım” diye bir yalan kıvırdı. O gün her hizmeti eksiksiz yerine getirdi. Çıkışta kuaföre gitti, kendine makyaj yaptırdı. En yeni pardösüsünü giydi. Muhip Hoca siyah arabasıyla Ayşe’yi Kuşkonmazlar Apartmanı’ndan aldı. Ayşe’nin kapısını açtı ve ön koltuğa oturttu. “Biz Avrupa görmüşüz bir bayana nasıl davranılır biliriz” dedi. On dakikada Hoca Kilcan Et Restoranına geldiler. Restoranın balkon kısmına oturdular, iki porsiyon tavuk şiş ve birer ayran ısmarladılar. Muhip Hoca’nın gözü kadının boğumlarına takıldı. “Eti de cığındırık, ya rabbim, bana bunu mu reva gördün? Profil fotoğrafında güzeldi, Ah bu kadınlar kendilerine fotoshop yapıp bizi kandırıyorlar sahtekârlar, neyse hiç yoktan iyidir, bir hatunla sohbet etmek bana iyi gelecek ama yine de kendimden soğutmalıyım” diye düşündü ve söze başladı.

Muhip:

— Efendime söyleyeyim ne konuşuyorduk. Çocuklara bir arkadaşımla buluşacağım, dedim.

Ayşe:

— Çocuklarınız evlenmenizi istemiyorlar mı?

Muhip:

— Yani onlar için kolay değil, ben de ciddi bir şeyler olmadan onlara demek istemiyorum, küçük kızım biraz cadıdır.

Ayşe:

— Evlenince çocuklarınız da mı sizinle yaşayacak?

Muhip:

— Evlendikten sonra ayrı oturmak isterim ama kızları da tek bırakmak şimdi olmaz ki. Ayrıca şu an ev kiraları çok yüksek iki evimin kirası maaşım kadar neredeyse.

Bunları söyledikten sonra Ayşe’nin rengi attı ama bir şey söylemedi. İçinden “Neyse geldim, yemeğimi tatlımı yiyip gideyim bari bu herif de cılk çıktı” diye düşündü. Havadan sudan konuşarak bir saat geçti, yemekler ve tatlılar yenmiş, çay içilmişti. Muhip Hoca, “Kalkalım artık, oğlum Ankara’dan gelecek, onu otogardan almalıyım” dedi. Halbuki oğlu falan gelmeyecekti. Eve mutsuz bir şekilde girdi. Yemeğe iki yüz TL ödemişti boşu boşuna. Kendi gibi 1.70 boyunda selvi boylu adamın karşısına Allah tombul, minik Ayşe’yi çıkarmıştı. Namaz kılacak dermanı yoktu. Ayşe tüm enerjisini almıştı. “Gece kalkıp namaz kılarım” diyerek uykuya daldı. Sabah uyandığında yeni güne umutla başladı, listesinde bulunan sıradaki kadına teşebbüs etmeye karar verdi. Kısa bir süre önce tanıştığı Leyla Hanım’ı aradı. Leyla Hanım, birkaç ay önce ona hemşire tanıdığı ile onu tanıştırabileceğini söylemişti. Leyla Hanım’a sahte kahkahalar atarak samimi ve saygılı konuşarak Songül Hanım’la tanışmak istediğini söyledi ve telefon numarasını istedi. İkinci akşam aynı restorana gitmek olmazdı bu defa kırsalda bir restoran seçti, “İnşallah bu konuştuğum son gül olur, ya bismillah” diyerek, giyindi kuşandı, parfümle adeta yıkandı. Evden çıkarken kızı Büşra, “Baba kolay gelsin, haydi yine iyisin” dedi.

Songül kırk sekiz yaşında bir hemşire, annesi kanser olmuş, hastanede yatıyordu. Tek kalmaktan korkuyordu, hayatını yaşamış birkaç sevgilisi olmuştu gençken. Aslında hoca kısmından da pek hoşlanmazdı, “Hepsi cimri bunların” derdi, ama ne yapsın? Elindeki tek adam Muhip Hoca, önyargılı davranmak istemedi. Aynaya bakarak ince dudaklarını boyarken biraz kalınlaştırdı. Boynunun kırışıklıkları canını sıkıyordu. Buna rağmen yakası açık mavi bir elbise ve beyaz bir ayakkabı giydi, kalpli altın kolyesini taktı, farklı baharatlardan yapılmış parfümünü tepeden tırnağa her yerine sıktı. Girişteki boy aynasında kendine son kez beğenerek baktı. İndiğinde siyah pırıl pırıl arabasıyla Muhip Hoca bekliyordu. Songül’ü görünce hemen arabadan çıkıp kapıyı açtı ve yine “Biz Avrupa görmüşüz, bayanların kapısını açarız” dedi. Kendine göre yakıcı bakışlarıyla kadının içini erittiğini düşünerek gözlerinin içine baktı ve çekilmiş diş etlerini gülerken gösterdi. Paraya kıyıp tedavi olsa iyi olacaktı at dişleri çekilmiş diş etleriyle itici görünüyordu. “Çok şıksınız Songül Hanımcığım” dedi. Songül biraz utanarak biraz gururlanarak teşekkür etti. Muhip Hoca Şairler Tepesi’ndeki restoranda kuytu bir köşeyi tercih etti, elektrik alırsa kadının elini tutacaktı. Restoranda üç dört masa doluydu. Muhip Hoca yine ben tavuğu çok severim diyerek ustaca bir hamleyle Songül’ün de tavuk yemesini sağladı. İki porsiyon tavuk ve iki ayran istedi garsondan. Muhip Hoca kadını etkilemek için Avrupa’da gördüğü ülkelerden bahsetti. Bulgaristan’daki insanların çingene olduğundan, Bulgar kadınlarının özellikle Türk erkeklerini evlenme ve sevgili olma vadiyle kandırıp para istediklerinden Rusya’da çalışmasına rağmen hiçbir güzel kadına bakmadığından, onun için en önemli şeyin kadında güzel ahlak olduğundan ve daha pek çok şey anlattı. Sonra çocuklarından bahsetti. Evde iki kızı vardı, melek gibi iyi kızlardı, evlenmek istemiyorlardı, önce işe girmek istiyorlardı. Babalarını çok seviyorlardı. Muhip Hoca da onları çok seviyordu, yakında Azerbaycan ve Gürcistan’ı gezmeye götürecekti onları. Songül çocuk muhabbetinden çok sıkıldı. “İyi de ben senin kızlarınla ilişkini dinlemeye mi geldim, bana ne senin çocuklarından ölü eşinden?” dememek için kendi zor tuttu. Muhip Hoca “Songülcüğüm diyebilir miyim sana” diye sorarken fark etmemiş gibi elini Songül’ün elinin üzerine koydu. Songül elini çekti. Bana “Songülcüğüm” diyemezsiniz dedi. Muhip Hoca bozuntuya vermeden gülerek konuşmasına devam etti, sinyali almıştı. “Tatlı olarak ne yersiniz” diyen garsona “Siz zaten çayın yanında irmik helvası veriyorsunuz, değil mi?” dedi. Songül de kararını vermişti, bu adamla olmaz, asla olmaz. Yemekten sonra arabada eve dönerken hastanedeki annesinden ve sorumluluğundan bahsetti. Kadınlar bir erkeği beğendiğinde ilk buluşmada eksik yönlerinden ve sorumluluklarından bahsetmezler. Songül’ün evine geldiklerinde Songül, “Arkadaş kalalım muhabbetiniz çok hoş hocam” dedi. Birbirlerine teşekkür edip vedalaştılar. Hoca, yine eve morali bozuk döndü ve kendi kendine “Zaten elektrik alamamıştım hem tombul hem de cingan gibi gara” dedi. Uyumak yerine sosyal medyada önüne gelen her kadına yazdı. Hatta bir tanıdığının boşanmak üzere olduğu karısına bile yazdı. Ama cevap veren bir iki kişiyi geçmiyordu. Onlar da biraz konuştuktan sonra “Hocam bizim için dua et, sen mübarek, çok saf ve temiz adamsın” diyorlardı. Kendi cimriliğini, çocuklarını, yaşını kısaca hiçbir şeyini fark etmeden ve değiştirmeden yola devam etti. O kadar çok kadınla pastaneye ve restorana gitti ki kadınlar hakkında o kadar çok şey öğrendi ama yine de kendine uygun bir kadın bulamadı. Böylece yıllar yılları kovaladı sayısız tanışma ve sayısız buluşmalar Muhip Hoca’yı yordu. Sonunda şu yargıya vardı, “Rus veya Türk tüm kadınlar para harcayan erkekleri sever. Bense paramı asla boşa harcamayacağım benimle de maaşı olan güzel bir kadın evlenmeyecek”

Televizyondaki filmlerdeki çiftlere sokakta yürüyen çiftlere hep imrendi. İsmail Kıllı Caddesi’ndeki iki katlı bahçeli evinde her zamanki gibi çizgili pijamalarını giymiş, göbeğini kaşıyarak televizyon seyrediyordu. Birdenbire kalkıp televizyonun sesini kıstı ve gidip abdest aldı. Kuran’ı eline alıp tefeül etti, açtığı sayfada Fecr Suresi 27-30. Ayette “Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Böylece has kullarımın arasına sen de katıl. Cennetime gir!” yazıyordu. Kur’an’ı Kerim’i kapattı. “Esma hariç hiçbir kadın beni mutlu etmedi, Allah’ın bana cennette huriler nasip et, bundan sonra hiçbir karı kocaya damasımam, Bahçemle uğraşmam, beş vakit namazımı eskisi gibi camide kılmam en iyisi, sosyal medya beni günaha sokuyor” dedi. Sonra oynaş kutusundaki sosyal medya hesaplarını kapatıp uygulamaları sildi. Tam o sırada evinin yakınındaki Ulu Cami’de okunan ezan sesi evin içini doldurdu. Muhip Hoca caminin yolunu tuttu. Onun için artık tek kurtuluş öteki dünyasına çalışmaktı.

Dr. Ayfer KARA

Minsk 2023

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye okuma, hikayeleri, kısa hikayeler, aşk hikayeleri, macera hikayeleri, evlilik delisi,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir