Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Şeytan arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/seytan Hikaye Çeşitleri Thu, 02 Jul 2020 18:14:26 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Şeytan arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/seytan 32 32 Guy de Maupassant Hikayeleri; “Şeytan”  https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-seytan.html https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-seytan.html#respond Tue, 24 Dec 2019 14:22:21 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=5215 Guy de Maupassant Hikayeleri; “Şeytan” Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti. Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin […]

The post Guy de Maupassant Hikayeleri; “Şeytan”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Guy de Maupassant Hikayeleri; “Şeytan”

Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti.

Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa.

Doktor, sesini yükselterek:

– Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir!

Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu.

– Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne?

Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla “evet” işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu.
Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı:

– Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet’yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı?

Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve “La Rapet bakım için kaç para alır acaba?” diye söyleniyordu.

– Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet’nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı?

Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, “Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam” diyerek çıkıp gitti.

Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, “Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet’yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma” diyerek gitti.

Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet’nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı.

Honoré Bontemps, La Rapet’nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu.

– İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu.

La Rapet, başını ona çevirerek:

– Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi.

– Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil.

– Anneniz mi?

– Evet annem.

– Nesi var?

– Ölmek üzere!

İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu.

La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, “Durumu çok mu kötü?” diye sordu.

– Doktor artık umut kalmadığını söyledi.

Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi:

– Ölümüne kadar anneme kadar bakmak için kaç para istersiniz?” diye sordu. “Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki…

La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi:

– İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz.

Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi.

– Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz!

İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu.

– Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi.

– O halde gelin görün, dedi Honoré.

La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar.

Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu.

Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu.

Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine “Belki de bu iş çoktan sona erdi” diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu.

İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü.

La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı.

– Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré.

– İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz.

– Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil!

Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu.

– Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank.

– Tamam, altı frank.

Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı.

Bakıcı kadın da, içeri girdi.

Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı.

Birden yaşlı kadına dönerek:
– Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu.

İhtiyar kadın başıyla, “hayır” anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, “Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım” diye söylendi.

Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler.

Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu.

Uzaktan onların gidişini gören Honoré:

– Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu.

Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi:

– Papazı annene götürüyor diye cevap verdi.

Honoré, hiç şaşırmadı ve “Olabilir” diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı.

Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı.

La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı.

Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu.

Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü.

– Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00’te gelmesini söyleyerek La Rapet’yi evine gönderdi.

– Sabah 05.00’te, diye cevap verdi La Rapet.

Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi.

Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu.

– Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet.

Honoré, muzipçe gözünü kırparak:

– Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti.

Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı.

La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı.

Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu.

La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu.

Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı.

– Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona.

– Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın.

La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı.

“Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar”.

La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied’ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı.

Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu.

La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke bir kovayı havaya fırlattı.

Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi.

Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!…

La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu.

Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı.

Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet’nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı.

Guy de Maupassant

The post Guy de Maupassant Hikayeleri; “Şeytan”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/guy-de-maupassant-hikayeleri/guy-de-maupassant-hikayeleri-seytan.html/feed 0
“Şeytanın Avukatı” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/seytanin-avukati-hikayesi-hikaye-okumak.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/seytanin-avukati-hikayesi-hikaye-okumak.html#respond Thu, 28 Nov 2019 18:30:25 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=4792 “Şeytanın Avukatı” Hikayesi Hikaye Okumak ‘‘Şeytan yine arıyor efendim.” Lisa Marie’nin sesi eski interkom makinesinden biraz cızırtılı gelmişti. “Bir dakika!” Mırıldandı Murray. Telefonu çenesinin altına sıkıştırdı. Tombul parmağı ile düğmeye bastı. “Bailey ile görüşüyorum. Onu sonra arayacağımı söyle” Kısa bir sessizlikten sonra, “Bu sabah bunun üçüncü arayışı olduğunu söylüyor.” Murray içini çekti. “Pekala! O zaman […]

The post “Şeytanın Avukatı” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Şeytanın Avukatı” Hikayesi

Hikaye Okumak

‘‘Şeytan yine arıyor efendim.” Lisa Marie’nin sesi eski interkom makinesinden biraz cızırtılı gelmişti.

“Bir dakika!” Mırıldandı Murray. Telefonu çenesinin altına sıkıştırdı. Tombul parmağı ile düğmeye bastı. “Bailey ile görüşüyorum. Onu sonra arayacağımı söyle”

Kısa bir sessizlikten sonra, “Bu sabah bunun üçüncü arayışı olduğunu söylüyor.”

Murray içini çekti. “Pekala! O zaman bekletmeye al. İşim bitince konuşurum.”

“ Üçüncü hatta beklemeye alıyorum.”

“İkinci hatta kim var?”

“Antonio Genesco.” .

Murray’ın yüzü buruştu. Genesco dolandırıcılık ve haraççılık ile suçlandığı davada kendisini Murray’ın temsil etmesini istiyordu. Sorun, Murray’ın elinde Genesco’nun suçlu olduğu konusunda kanı olmasındaydı. Onu savunmayı reddetmek ne mesleki ahlaka ne de etik kurallarına sığardı ama Murray yine de onunla görüşmekten kaçıp duruyordu.

Bailey ile görüşmesi uzun sürdü. Murray en sonunda şeytanın beklediği hatta döndüğünde o kapatmıştı.

Bu da Murray’ın işine gelirdi. Onun ne istediğini biliyordu.

Dokuz yıl önce hukuk fakültesini yeni bitirdiği sıralarda Murray yeni evliydi, yeni doğmuş bir kızı, ödemesi gereken bir ipoteği ve başarısız bir meslek yaşamı vardı.

Murray o zamanki tek odalı ofisine gelen ve kendini müşteri olarak tanıtan o kara kuru sıska adamı düşündü. Uzun boyluydu. Saçları …. beyaz ve kabarıktı. Murray o günü yeniden yaşamaya başladı:

Yabancı ceketinin arkasını havaya savurarak tahta iskemleye bir tahta kurulurcasına oturdu. Hiç konuşmadan yelek cebinden kırmızı bir kibrit kutusu ile kalın bir Valesques purosu çıkardı. Puronun ucunu ısırıp kopardı ve yere tükürdü. Sonra sol elindeki kibrit kutusunu parmağının bir hareketi ile açtı. Murray’ın burnuna sülfür kokusu doldu. Yabancının yüzü kibrit alevinde bambaşka bir görünüme büründü. Kaşları beyaz çalılara döndü. Yanaklarının çukurları dipsiz kuyular oldu.

“Bir teklifim var” dedi.

Murray ilk önce adamın bir rakip avukat olduğunu ve bir davayı mahkeme dışı halletmek için para teklif edeceğini düşünmüştü. Ziyaretçisinin gerçek kimliğini öğrendiğinde önce inanamamış sonra da şaşkınlıktan dona kalmıştı.

Ve şimdi borcunu ödeme zamanı gelmişti.

Murray ofisinin kapısını kilitledi ve Lisa Marie’ye telefon bağlamamasını söyledi. Masasının altındaki gizli bir girintiden bir anahtar çıkarak en alt çekmecedeki kasayı açtı. Aradığı belgeyi bir deste bononun altında buldu. Bu rulo yapılmış ve kırmızı saten bir kurdele ile bağlanmış sert bir parşömen kağıdıydı. Murray kurdeleyi çekti, parşömen, masasının üzerinde açıldı. Nemli elleri ile onu düzeltti ve al harflerle yazılmış yazıyı okudu. Standart bir sözleşme formatıydı. Gözlerini kağıdın altına, son satıra indirdi. “Taraflar şahitlerin huzurunda bu kontratı imzalamışlardır.” Bu cümlenin altında titrek bir yazı ile Murray’ın ve Lucifer‘in (Şeytan) imzası vardı.

Murray karısını arayarak geç saate kadar çalışacağını söyledi. Kravatını çıkarıp bir kahve daha doldurdu. Lisa Marie saat yedide çıktı. Murray göz bebekleri kuruyana dek belgeyi inceledi. Sonunda başı masasının üzerindeki okunmamış bir sürü kontratın üstüne düştü ve uyudu.

Dış kapının vurulması ile sıçrayarak uyandı. Sendeleyerek sekreter odasını geçti, yerdeki evrak yığınlarını tekmeleyerek kağıtları havaya savurdu ve kapıya tosladı. Kapıyı açtığında kafasının içinde hiçbir düşünce yoktu. Uzaklarındaki boş arazide bir toz bulutu dönüyordu.

Şeytan kapıdan içeri adımını atarak gökyüzünü kapattı. Murray’ı odanın içine itti.

“Vakit geldi.”

Murray, Lisa Marie’nin iskemlesine çöktü. Gömleğinin nemli yakası çarpılmıştı. “Şimdi şu kontrata gelelim. Şu anki durumunda bazı aksaklıklar görüyorum.” Şeytan bunu söylerken kalın kaşlarından birini yukarı kaldırmıştı.

Murray Karanlıklar Prensi’ni odasına götürdü ve bir köşeden özel müşterileri için sakladığı deri kaplı yüksek arkalı koltuğu çıkardı. Şeytan göğüs cebinden çıkardığı puroyu yaktı ve içmeye başladı. Tütünün ağır, tatlı kokusuna yanık kahvenin ve Murray’ın terinin kötü kokusu karıştı.

Murray iskemlesinde öne doğru eğildi ve dirseklerini masaya dayadı. “Ruhumu sana teslim etmeden önce kontratta senin çok ciddi biçimde çiğnediğin bir maddeyi tartışmak istiyorum.”

Şeytan arkasına yaslandı ve purosunu ağzından çıkardı. Esnedi, “neymiş o?”

Murray parmağını kağıdın ortalarındaki bir satıra koydu. “Satır kırk altıda, akdi yapan kişinin akdi yaptığı kişiye ruhunu vermeden önce tüm dünyasal girişimlerinde dokuz yılı aşmayan bir süre boyunca başarılı olacağı açıkça belirtiliyor.” Murray eliyle geniş bir hareket yaparak yerdeki lekeli sentetik halıyı, suntadan yapılmış kitaplığı gösterdi. “Bunların dünyasal başarıları gösterdiği söylenemez!”

Şeytan ayak ayak üstüne attı. Art arda duman halkalarını üfledi. “Sana başarı verdim. Son dokuz yıldır tek bir dava bile kaybetmedin. Atılgan davranıp büyük müşteriler çekmek sana düşüyor.”

“McLarity davasına ne demeli? Yargıç aleyhimize karar verdi.”

“Ah” dedi şeytan manikürlü elinin işaret parmağını havaya kaldırarak, “Ama senin özel dedektifin iddia makamının baş tanığının davadan yedi yıl önce uyuşturucu satışı nedeni ile hüküm giydiğini sana bildirmişti. Sen mahkemede bundan hiç söz etmedin.”

“Baş tanık o davası sırasında reşit değildi. Kayıtlar mühürlenmişti. Davayla bir ilgileri de yoktu. Onları kullanmak hem yasa dışı hem de ahlak dışı olurdu.”

Şeytan gülümsedi, “Ama davayı kazanabilirdin.”

“Fakat. .. ”

Şeytan bacağını indirerek öne doğru eğildi. ‘‘Bak!” dedi, purosunu havada sallayarak, “Para kazanıyorsun. Senin mesleğindeki pek çok kişi benim istediğimi bana bedava veriyor.”

Şeytanın arkasındaki odanın ışığı yandı. Murray, Lisa Marie’nin çantasını masasının yanına, yere bıraktığında çıkan bildik sesi duydu. Daha sonra kahve hazırlamak için açtığı musluktan akan suyun sesi geldi.

“Sen iyi bir avukatsın ve iyi bir adamsın Murray. Daha baştan bana sorun çıkaracağını anlamıştım. Onun için sana teklif eltim. Ben sözümü tuttum. Şimdi sıra sende. Ödeme zammı geldi” Lucifer geniş geniş gülümsedi. Yüzünde derin kırışıklar belirdi ve çenesi sipsivri oldu. “Sonradan bana teşekkür edeceksin.”

Yalanlar Prensi doğru söylüyordu. Murray yenilmişti, şeytanın hızını şeytana verdi.

Lucifer’in parmakları sıcaktı ve yanmış kömür kokuyordu. Murray’ın kulak memesini bir kez hafifçe çekiştirdi, incecik bir duman kıvrıldı ve ruhu dışarı çıktı. Şeytan geyik derisi çantasını açtı ve Murray’ın ruhunu katlayıp oradaki diğer ruhların üstüne yerleştirdi.

Murray bir dehşet ve boşluk hissi duymayı bekliyordu ama öyle olmadı. Bunun yerine yepyeni bir berraklık ve açıklık hissetti. Eskiyen numaralı gözlüğünü yenilediğinde duyduğu, birdenbire dünyadaki her şeyin büyüyüvermesi gibi bir şeydi bu.

Şeytan çantasını kapattı ve bir ‘klik’ sesi ile kilitledi. Purosunun küllerini silkeledi.

“Seninle iş yapmak zevkliydi” dedi. Ayağa kalktı ve hızlı adımlarla Lisa Marie’nin masasını geçerek kapıdan çıktı.

Dış kapının kapanma sesi duyulunca Lisa Marie, “Kötü bir gece miydi?” diye sordu.

“Eski bir mesele yalnızca” dedi Murray. Gerindi ve derin bir nefes aldı. “Bana Genesco’yu bağla.”

Masasındaki telefon çaldı. Açmadan önce iki kez daha çalmasını bekledi.

Genesco’nun sesi hırıltılı ve öfkeliydi. “Kimsin?”

Murray geriye yaslandı. Geuesco’nun savunmasından eline geçecek para ile artık almaktan ümidini kestiği Porşe’yi alabilecekti. Gülümsedi. “Genesco” dedi, “Ben Murray Taylor, avukatın.”

Syne Mitchell

The post “Şeytanın Avukatı” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/seytanin-avukati-hikayesi-hikaye-okumak.html/feed 0
Korku Hikayesi; “Hayalet” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-hayalet-2.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-hayalet-2.html#respond Tue, 13 Nov 2018 10:50:05 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=1594 Korku Hikayesi; “Hayalet” Hikaye oku; Biraz geciktiğim için, Carnacki yarı şaka bir hiddetle yumruğunu bana doğru salladı. Sonra, yemek odasının kapısını açarak dördümüzü de içeri aldı: beni, Jessop’u Arkright’ı Taylor’u. Eskisi gibi bir arada iştahla akşam yemeğimizi yedik. Yine eskisi gibi Carnacki yemekte pek de konuşkan değildi. Yemekten sonra salona geçerek rahat koltuklara gömüldük. Şarap ve sigaralarımızı içerken […]

The post Korku Hikayesi; “Hayalet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi; “Hayalet”

Hikaye oku; Biraz geciktiğim için, Carnacki yarı şaka bir hiddetle yumruğunu bana doğru salladı. Sonra, yemek odasının kapısını açarak dördümüzü de içeri aldı: beni, Jessop’u Arkright’ı Taylor’u.

Eskisi gibi bir arada iştahla akşam yemeğimizi yedik. Yine eskisi gibi Carnacki yemekte pek de konuşkan değildi. Yemekten sonra salona geçerek rahat koltuklara gömüldük. Şarap ve sigaralarımızı içerken aramızda tatlı bir sohbet başladı. Carnacki birden, her hangi bir başlangıca lüzum germeden:

– İrlanda’dan yeni geldim, dedi. Oraya ait son haberleri dinlemek içinizde belki bir veya ikinizi ilgilendirir, ama ben önce beni son derece merakta bırakan ve şaşırtan bir olayı anlatmazsam hala kafamı kurcalaya duran sorudan kurtulamam. Eşi görülmemiş bir hayalet, ya da şeytanla karşılaştım. Şimdi dinleyiniz:

Gahvay’ın kuzey doğusunda yirmi bin kilometre uzak olan Lastrae şatosunda bir kaç hafta kaldım. Şatoya gidişimin sebebi, onu yeni satın alan Mösyö Sid K. Tassoc adlı bir şahıs tarafından mektupla çağırılışımdı. Yeni malikâne sahibi mektubunda, evinde müşahede ettiği bazı garip hallere tahammül edemediğini, bir esrarla karşı karşıya olduğunu bildiriyordu.

Oraya vardığımda beni garda karşılıyarak evine götürdü. Eski büyük şatolara her zaman hayranımdır bilirsiniz. Yine geçmiş zamanları hatırlatan bu muazzam binaya sevgiyle baktım.

Şato bir hayli büyüktü. Buna rağmen Mösyö Tassoc orada erkek kardeşi ve birde kendilerine yarı arkadaşlık, yarı hizmetkârlık eden bir Amerikalı ile  birlikte yaşıyorlardı.

Bir süreden beri bütün hizmetçilerin şatoyu terk ettiklerini, yemeklerini pişiren tek kadından başka kimsenin bulunmadığını söyledi. Yemekte kendisini endişeye düşüren olayı anlattı. Bu şimdiye kadar işittiğim ve içine karıştığım hikayelerin en garibidir.

– Bu barakada bir odamız var, diye içini çekerek Tassoc devam etti. Cehennemi bir şekilde, periler ve cinlerin hücumuna uğramış gibi, insanı deli edecek gibi ıslık çalan bir odamız. Ne zaman başlayacağı ve ne zaman biteceği belli olmayan yere batasıca ıslık insanı korkudan mahfedip, hasta etmeden kesilmiyor.

Dinlediğiniz zaman göreceksiniz ki o adi bir ıslık veya rüzgâr sesi değildir. Bekleyiniz, neredeyse başlar. Tassoc’ın genç kardeşi elini ceketinin cebine vurarak.

– Hepimizin tabancası üzerinde, dedi.

– Demek durum bu kadar ciddi? diye sordum. Tassoc kederle başını salladı.

– Belki de benim korkak bir adam olduğumu zannedeceksiniz, dedi. Ama sabırlı olunuz ve bekleyiniz.

Bazen ıslığın esrarengiz bir membai olduğu fikrine kapılıyorum. Ama sonra batıl itikatlara inanmanın budalaca bir davranış olduğunu kendime tekrarlayarak bunun kötü kalpli bir insanın münasebetsiz muzipliği olduğunda karar kılıyorum.

– Neden size böyle bir oyun yapsınlar? Bu oyunu yapan bundan ne kazanacak ki?

– Böyle karışık işleri yapanların bir maksatları olacağını söylemek istiyorsunuz değil mi? Şu halde size işin daha öncesini anlatayım. O zaman bana hak vereceksiniz.

Kasabamızda mis Donehue adlı bir kadın var ki iki aya kadar onunla evleneceğim. Birbirimizle iyi anlaşıyoruz. Evlilik kararımız, öyle zannediyorum ki, birçok ateşli İrlandalı erkeği isyana şevketti. Mis Donehue son derece güzel bir kadın çünkü. Uzun bir süreden beri kasaba erkeklerinin hepsi peşindeydi. Donehue aralarından kimseyi seçmeyip, benimle evlenmeye karar verince, hem gönülleri kırıldı, hem de gururları. Anlıyorsunuz değil mi?

– Evet. Belki biraz anlıyorum ama yine de açık bir şekilde değil. Bir oda üzerinde bu rekabet ne gibi bir etki hâsıl edebilir?

– Onu da izah edeceğim. Mis Donehue ile evlenmeye karar verince bir ev aramaya başladım ve burasını satın aldım. Bir gece, bir ziyafette, ona aldığım evden bahsettim. Donehue bana ıslık çalan odadan korkup korkmadığımı sordu. Kendisine böyle bir şey işitmediğimi, işitmiş olsaydım bile hurafelere inanmadığımdan yine de kararım üzerine tesir etmeyecek olduğu cevabını verdim.

Sofrada başka davetlilerde vardı. Hepsinin dudaklarında alaycı bir tebessümün dolaştığını gördüm. Ev hakkında öğrendiklerim şunlar oldu:

Son yirmi beş sene içinde onu bazı şahıslar satın almıştı. Ama her alan en fazla altı ay orada oturabilmiş ve sonra satılığa çıkarmıştı. Delikanlılar benimde aynı şekilde davranacağıma, altı ay sonra bu «Baraka»yı satacağıma bahse girmeğe başladılar.

Mis Donehue’ye baktım, olayı onun da eğlenceye almadığını gördüm. Erkeklerin bana hücumlarında birazda alay saklıydı ama o, ıslık çalan odaya inanıyordu. Yemekten sonra bütün rakiplerime kafa tutarak girişmiş oldukları bahsi kabul ettim.

İçlerinde kinci olanların bulunduğundan hiç şüphem yok. Bahsi kazanacak olursam ki bundan eminim, çünkü emin olmasaydım şatoyu satın almazdım, onlar bozulacaklardı tabii. İşte şimdi bütün hikayeyi biliyorsunuz.

– Tamam ile değil, diye cevap verdim. Sadece bir şato satın aldığınızı, şatonun bir odasının «garip» olduğunu ve bazı bahislere giriştiğinizi biliyorum. Yine hizmetçilerinizin korkarak bu yüzden kaçtıklarını anlıyorum ama ıslık hakkında biraz daha etraflıca bir bilgi veremez misiniz bana?

Islık eve yerleştiğimizin ikinci gecesi başladı. Ben Donehue’den işittiklerime göre, hangi odanın garip oda olduğunu biliyordum. Orasını gündüz bir hayli incelemiştim. Oda bana hiç de garip görünmemişti. Sadece biraz terkedilmiş bir hali vardı.

Islık ikinci gece, saat ona doğru başladı. Tom’la kütüphanede oynuyorduk. Doğudan gelen garip bir ıslığa kulak kabarttık. Tom’a:

– İşte hayalet varlığını belli ediyor, yürü gidip, bakalım, dedim.

Fenerleri alarak uzun sofalar boyunca yürümeye başladık. Ama cesaretli bir insan olmama rağmen anlayamadığım bir çekingenlik sıkıntısı bir his halinde yüreğime çökmüştü. Boğazımı buz gibi bir el sıkıyordu sanki, ıslık tuhaf bir gürültüyü belirsiz bir şarkiyi andırıyordu. Bazen de delilerin, görünmeyen yaratıkların esrarlı kahkahasını…

Etrafımız alay eden ve üzerimize atılmaya hazır, görülmeyen yaratıklarla dolu gibiydi. İnsan sadece böyle bir hisse kapılıyordu o an.

Kapının önüne varınca, çekinmeden açtık.

Bir tokatla yere yıkılmış gibi, korkunç bir gürültüyle neye uğradığımı şaşırdım.

Tom, da aynı vaziyetteydi. O da aptallaşmış ve korkmuştu. Işığa boğduğumuz oda boştu! Bununla beraber milyonlarca ağızdan çıkmışa benzeyen ıslıklar kulaklarımızı sağır edecek gibi odada akisler yapıyordu! Derhal kapıyı çekerek kilitledik. Aşağı indik ve ikimizde üst üste ikişer bardak viski içtik. Sonra kendimizi biraz daha kuvvetli hissederek sopalar ve silâhlarla yeniden esrarlı odaya yürüdük.

Bu muhakkak ki şeytan İrlandalıların bir oyunuydu! Bizi gürültüye boğarak faka bastırmışlardı. Ama odaya döndüğümüzde ses kesilmişti ve içerde kimseler yoktu. Yeniden odayı kilitledik ve salona döndük. Ertesi sabah bütün şatoyu, bahçeyi, her yeri karış karış aradık. Esrarengiz gürültüyü yaratmış olan bir şeye rastlamadık. Ondan sonra, her gece, gayri muayyen saatlerde aynı odadan gürültüler gelmeye başladı. Cebimizden artık tabancalarımızı eksik etmiyorduk.  Ama yok, bir şey yoktu ortalıkta! Sadece ıslık, nereden çıktığı belli olmayan ıslık boş odada başlıyor ve bütün koridorları dolaşıyordu. Hizmetçiler korkarak evi terk ettiler. Sadece gündüzleri yemeğimizi yapmaya gelen ve akşamları dönen bir tek fakir kadınla idare ediyoruz şimdi. Ne düşüneceğimi bilmiyorum. O zamandan beri evi delik deşik eder gibi aradım. Yer tahtalarını söktürdüm, duvarları kazdırdım. Bu cehennemi, ıslığın nereden çıktığını, yahut onu çıkaranların nereye saklanabileceklerini bulmaya çalıştım. Her şeye rağmen, bunda gene İrlandalıların parmağı olduğu kanaatindeydim. Geceleri kapının önüne nöbetçi koyuyordum. Aklıma ne geldiyse yaptık ama sinirlerimiz artık harap oldu. Sonunda (Perili evler dedektifi) adile ün salmış olan sizi buraya çağırdım.

Yemeğimiz bitmişti. Sofradan kalkmak üzereydik ki Tassoc:

– Susun, dinleyin! diye bağırdı.

Hepimiz derhal sustuk ve dinlemeye başladık. Korkunç, gayri insani, tüyleri ürperten bir ıslık sağımdaki sofadan geliyordu.

– Aman Yarabbi! dedi Tassoc. Hava henüz karardı! Bu gece her zamankinden erken başladı. Mumları alınız ve beni takip ediniz.

Bir kaç saniye sonra odadan çıkmış ve dörder dörder merdivenleri tırmanıyorduk. Tassoc önde koridorda koşarken biz elimizle mumların ışığını koruyarak onu izliyorduk. Gürültü bütün koridoru doldurmuş gibiydi.

Oraya doğru yaklaştıkça havada hıçkıran ve itilen bir zavallının ızdrabını hissetmeye başladım. Bu zavallıyı çılgın, deli, insani olmayan bir kuvvet sürüklüyordu.

Tassoc kilidi çevirdikten sonra kapıyı tekmeyle açtı ve bir adım geriledi. Bir elimizde şamdan ve bir elimizde tabancalarımız vardı. Yüzümüze çarpan gürültüyü anlatmaya imkân yoktu ki… Yarı insanî yarı hayvani çığlığı andıran sesler birbirine karışmaktaydı. Loş odada hareket eden bir şeylerin, tahtaları gıcırdattıklarını, alçakça çığlıklar atarak dans ettiklerini hissediyorduk ama bir şey göremiyorduk. Şaşırmıştım. Birisi sanki fıkır fıkır kaynayan bir kazanın kapağını açmış ve:

– İşte cehennem burasıdır, demişti.

Ve emin olabilirsiniz ki bu böyledir. Söylediklerimden biraz bir şeyler  anlayabiliyorsunuz değil mi? Her şeye rağmen şamdanı başımın hizasına kadar kaldırarak odaya girdim. Etrafı daha iyi görmek istiyordum. Tassoc ile kardeşi yanıma geldiler, Amerikalı hepimizin arkasındaydı. Islık birden bire şiddetlendi sonra kulağıma gayet net bir şekilde boğuk bir ses,

– Buradan çıkınız… Çabuk! Çabuk! Çabuk! dedi.

Bildiğiniz gibi dostlarım, ben bu çeşit emirleri daima dinlerim. Hiç birini alaya almam. Gerçi mesleğimin başlangıcında sinirlenirdim, kafamın dikine giderdim ama, sonraları yanlış hareket ettiğimi anladım. Bu emirleri dinlemekle hem kendi hemde başkalarının hayatını kurtardım: Arkama dönerek:

– Dışarı, çabuk çıkalım buradan, dedim.

Bir saniye içinde dışarı çıkmış ve odayı kilitlemiştik. Olağan üstü bir böğürme korkunç ıslığa karışıyordu. Birden bire yıldırım düşmüş gibi ortalık derin bir sessizliğe gömüldü. Derhal oda kapısına koştum ve anahtarı bir kere daha çevirdim. Arkadaşlarıma baktım, hepsi sapsarıydılar. Benim durumumda onlardan parlak değildi. Orada önce konuşmadan, hareketsiz duruyorduk. Tassoc normal olmağa zorlandığı bir sesle:

– Haydi aşağı inelimde birer bardak viski içelim, dedi.

Öne geçti ve yol gösterdi. Ben en arkadan yürümekteydim. Hiç birimizde omuzunun üstünden geriye bakacak cesaret kalmamıştı, Salona girince koltuklara bitkin bir halde yığıldık. Tassoc ağzına kadar viski ile doldurduğu bardakları önümüze sürdü. Bir dikişte yuvarladığımız içki az sonra kanımızı kızıştırdı.

– Bu korkunç sesle aynı evde yaşamak hoş bir şey değil, dedi, Tassoc. Hem bizi neden o kadar çabuk odadan çıkardınız Carnacki?

– Bir şey bana «Çabuk çıkınız» der gibiydi, diye cevap verdim. Böylesine batıl şeylere inanışım size belki gülünç görünebilir ama, benim uğraştığım işlerle hayatınız geçmiş olsaydı en küçük bildirilere bile dikkat eder, en garip haberleri bile alaya almaz, dikkatle dinlerdiniz. Bana hak verdi.

Belkide, diye ekledim, bütün bunlar rakiplerinizin bir düzeninden ibaret olabilir. Ama benim işim her şeyi başka yönden de görmektir. Gözümü dört açmam gerekiyor. Öyle sanıyorum ki, bunlar arkadaşlarınız değilse alçak ve korkunç bir şeyle karşı karşıyayız.

Uzun bir süre daha konuştuktan sonra Tassoc bir parti bilardo oynamamızı teklif etti. Oyunu ilgisizlikle kabul ettik.. Ve oynarken daima sesler işitir gibi oluyor, ikide birde duruyorduk.İsteksiz oyunumuz sona erdi. Kahvelerimizi içtikten sonra ev sahibimiz yatmamızı teklif etti. Ertesi sabah erkenden kalkıp mahut odayı incelemeğe karar vererek yatmağa gittik. Benim odam şatonun yeni kısmındaydı. Kapısı tablolar galerisine karşıydı. Galerinin sonundaki kapı ise eski kısma giden koridora açılıyordu, iki kaim meşe kapı eski bölümle yeni bölümü birbirinden ayırmaktaydı.

Odama girince yatmadan valizimi açarak iş âletimi çıkardım. Niyetim ıslık çalan odaya dönmek ve çalışmaya başlamaktı. ilk araştırmalarımı kendi kendime yapmak istiyordum. Şatoda ses seda kesilince yavaşça odamdan çıkarak sessiz adımlarla koridorda ilerlemeye başladım. Kalın meşe kapılardan birini açtım, elektrik fenerimin ışığı uzun karanlık koridorda beyaz bir yılan gibi süzülüyordu. Eşiği atladım. Meşe kapıyı arkamdan kapattım. Bir elimde tabancam diğer elimde elektrik fenerim, köşe bucağa dikkatle bakıyor ve ayaklarımın ucuna basa basa yürüyordum:

Boynuma «Koruyucu kolye» mi takmıştım. Bu kolye keskin kokulu bir dizi sarmısaktı. Bütün evi buruk kokusu ile dolduran sarımsakları boynumda hissettikçe kendimi güvende görerek adımlarımı daha büyük bir cesaretle atıyordum. Zira, belki sizde, sarımsak kokusunun dişi ve erkek şeytanları kaçırtan bir hassaya sahip olduğunu işitmişsinizdir. Ben tabii bir olayı izlediğime inanmakla beraber, olağanüstü olaylarında yer yüzünde mevcut olduklarını aklımdan çıkarmadığımdan bu çeşit korunmayı son derece lüzumlu addetmekteydim. Hem sonra, öylesine garip tecrübeler başımdan geçti ki, dünyada neyin olağan üstü, neyin tabii olduğunu kolay kolay ayırdedemez oldum.

Kapı önüne gelince cebimden anahtarı çıkardım. Anahtarı deliğe sokacağım an, şiddetli bir sürtünme ile sarsıldım. Ama gerilemedim. insan göremediğime göre yanımda, boynumdaki sarımsakların beni iten cinlere karşı koruyacağından emindim. Bununla beraber hiç bir şeye fazla güvenilmezdi.

Neyseki, kapı çabuk açıldı. Bende kanadı ayağım ile iterek Tassoe gibi eşikten içeri bir adım attım. Elektrik fenerimi odanın bütün köşelerinde gezdirdim. Korkunç bir şeyin beni gözetlediği hissine kapıldım. Birkaç saniye kıpırdamadan bekledim. Sessizlik ve boşluk… Bu sessizlik ve boşluk önceden tasarlanmış bir tuzak gibiydi… Şey diye adlandırdığım kuvvetin ıslığından dahi oda korkunçtu. Sihir etkisini taşıyan bir sessizlik… Sizi inceliyen korkunç şeyin sakinliği ve onun kudreti altında olduğunuzu bilişi dehşetle ürpermenize yetmekteydi. Siz onu göremiyorsunuz ama o sizi görüyordu. Oh! Evet (Şey) i derhal tanıdım ve elektrik fenerimin ışığı ile etrafı taramaya başladım.

Bir dakika bile kaybetmeden pencere tokmaklarını cebimde getirdiğim saç kılları ile bağladım. Ben bu iplerle meşgulken etrafımdaki havanın elektrik cereyanları ile dolduğunu, sessizliğin dayanılmaz bir ağırlıkla omuzlarıma çöktüğünü hissediyordum.

Bu odada (Komple korunma) tedbirlerini almadan hiçbir iş yapamayacağımı biliyordum. Hurafe diye ne bellemişsem, büyülere, cinlere, perilere karşı ne şekilde korunulacağı aklımda kalmışsa bu çarelere baş vuruyordum. Kıllarla bağlanan pencere tokmakları cinlerin kudretini kırmaktaydı. Sarmısak kokusu şeytanları yanımdan kaçırmaya etkili bir silâhtı Normal bir yaratıktım ama, savaştığım düşman normal değildi. Daha tehlikeli kötülerle karşı karşıyaydım: Şeytanlarla.

Pencereleri güvene aldıktan sonra şömineye doğru koştum. Bu, koskocaman, demir ve kirişlerle yükseltilen bir ocaktı. Demir kapısını yedi tel saçla bağladım. Yedinci teli haç biçiminde kıvırdım. İşimi hemen hemen bitirmek üzereydim ki alaycı ve alçak bir ıslık odada yükselmeye başladı.

Belkemiğimden aşağı buz gibi ürpertinin dolaştığını hissettim. Bel kemiğimden aşağı buz gibi terler süzülürken, başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Tarifi imkânsız gürültü odayı doldurdu. Ancak insanların çalabileceği ıslığın gülünç ve iğrenç bir şekilde taklidinden başka bir şey değildi bu ıslık. Ama öylesine kalın ve boğuktu ki bir insan boğazından çıkmasına imkân olmayan bir solukla üfürülüyordu. Son saç düğümünü de şömine demirlerinden birinin üzerine atarken ender rastlanan bir olayla karşı karşıya olduğuma emindim. Canlıların kudretini taşıyan cansızlarla savaşacaktım. El yordamı ile lambamı alarak hızlı adımlarla kapıya koştum, Omuzumun üzerinden bir kere daha Şey’i görebilmek amacı ile arkama baktım. Kapı tokmağını henüz tutmuştum ki, biraz alçalan ıslığa kinci ve hırslı bir çığlık karıştı. Dışarı fırladım, kapıyı çekerek üst üste kilitledim. Koridor duvarına nefes nefese abandığım zaman odadan akseden çığlık bir deli kahkahası haline gelmişti.

Sigsand’ın kitaplarından birinde: «Canavar taş ve sopayla konuşmaya başlarsa mukaddes şeyler seni koruyamaz.» diye okumuştum. Bu sözlerin doğruluğunu tecrübelerimle biliyordum. Şeklini göremediğimiz şeytanın belirtilerine karşı nasıl korunabilirdik ki…? Bununla beraber, yine Sigsand’a göre «Kalbin beş defa çarpışı» süresinde, önemli veya önemsiz, alınacak bazı tedbirler vardı. Her şeye rağmen bunlara baş vurmak gerekiyordu. Saamaa’nın dualarını okuyordum. Gerçi bu korunmada her zaman tesirli değildi ve dehşet uçurumunun böylesine kenarına gelmişken insanın hareketleri felce uğruyordu. Odanın derinliğinden şimdi düşünceye dalmış gibi devamlı ve kısık bir ıslık gelmeye başlamıştı. Sonra ses birden bire kesildi. Sessizlik daha tahammül edilmez bir sinsilikteydi. Kötülükler gebe geceler gibi insanı boğuyordu.

Nihayet oda kapışımda çapraz saçlarla bağladıktan sonra bitmez tükenmez bir cehennem geçidi gibi uzayan koridoru aşarak odama girdim. Bitkin bir halde yatağıma serildim. Uzun zaman uyuyamadım. Sonra nasıl daldığımı bilmiyorum. Kapalı kapılar ardından bana kadar ulaşan ıslıklarla yeniden uyandırıldığımda saat sabahın ikisiydi. Bütün evi dehşete salan, ahenkle çalınan ıslıklar koridorun ucundan, şeytanlar tarafından meydana getirilen bir cümbüşü sanki bizlere bildiriyordu.

Bir sıçrayışta doğruldum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Yeniden yatağımın bir köşesinde oturarak düşünmeye başladım. Islık çalan odaya gidip bakmaya karar verdim. Kapı tokmağındaki düğümlü saç tellerinin koparılıp koparılmadığını merak ediyordum. O an oda kapım vuruldu. Açtım. Pijamasının üstüne bir robdüşambr geçirmiş olan Tassoc sapsarı bir yüzle karşımdaydı.

– Sizinde uyanmış olduğunuzu düşünerek biraz konuşmak için geldim, dedi. Ben zaten çoktandır uyku denen şeyi unuttum.

– Buyrun, içeri girin. Çok iyi ettiniz buraya gelmekle.

Tassoc yatağımın yanındaki iskemleye oturdu. Sigara paketini uzattım. ikimizde sigaralarımızı içerek bir saat kadar konuştuk. Bu zaman süresinde koridordan gelen gürültü ses aynı hızla devam ediyordu. Tassoc birden ayağa kalktı, kapıya doğru yürüyerek:

– Haydi silâhlarımızı alalım ve gidip bir kere daha bakalım, dedi.

– Hayır, hayır… çok rica ederim gitmeyin, diye cevap verdim. Şimdilik kesin bir şey söyliyemiyeceğim, ama zannedersem o oda…

– Perili değil mi?… Hakikaten perili mi?

Sesinde alay yoktu. Ona ne müspet ne de menfi henüz bir şey söyleyemeyeceğimi tekrarlamakla beraber, yakında daha tam bir fikre sahip olacağımızı belirttim. Ona Cansızların Gücü hakkında bildiklerimi kısa bir konferans halinde anlattım. Yavaş yavaş tehlikenin sandığından da büyük olduğuna inandı.

Görünmeyen ve bilinmeyen esrarengiz bir kötülükle savaşmak korkunçtu!… Tahmini bir saat sonra ıslık birden bire durdu ve Tassoc yatmaya gitti. Bende yattım, bitkin bir uykuya daldım.

Sabahleyin sihirli odaya koştum. Kapı tokmağına bağladığım saç tellerine dokunulmamıştı. içeri girdim. Pencere kanatlarındaki saçlarda olduğu gibi duruyordu. Yalnız şömine parmaklığındaki saçlar kopmuştu. Bu beni düşündürdü biraz. Saçları fazla gererek bağladığımdan kendi kendine kopabileceği gibi, başka şey tarafından da koparılmış olabilirdi. Bununla beraber, kapı ve pencerelere bağladığım görünmelerine imkân olmayan bütün saç tellerini koparmadan bir insanın odadan içeri girmesine de imkân yoktu.

Şömine parmaklığına bağladığım diğer saçları da çözerek dümdüz yükselen bacanın içine girdim. Yüksekte mavi semâ görünüyordu. Birinin saklanmasına yarayacak köşe bucak yoktu burada. Ama ben sathi bir araştırmayla yetinecek olmadığımdan kahvaltıdan sonra çatıya kadar tırmandım. Ne baca kenarında, ne de damda şüphe uyandıracak bir şey yoktu. Yeniden odaya indim. Yeri, tavanı, duvarları karış karış araştırmaya başladım. Bir çekiç ve çelik kalemle her altı parmak karede bir duruyor ve dinliyordum. Her şey, bütün sesler normaldi.

Yine üç hafta durup dinlenmeden şatonun her yerini aradım. Geçitlere. mahzenlere mazgal deliklerine varıncaya kadar her köşeyi inceledim. Vicdanım rahat olarak söyleyebilirim ki, bu evde şüphelenecek bir şey yoktu! Şu halde garip ıslık nereden geliyordu?… Bir gece daha da ileri giderek odaya bir mikrofon yerleştirdim. Eğer ıslık her  hangi bir makinadan çıkıyorsa mikrofon sayesinde onu bulacaktım. Bu modern araştırma usulünü sizde biliyorsunuz tabiî.

Tassoc’ın rakiplerinin bu mekanik tuzağı kuracakları aklıma gelmemişti. Sadece senelerce evvel şatonun boş bulunduğu sürelerde içeriye meraklıların dolmasına mani olmak için sahipleri tarafından ıslık çalan bir aletin gizli bir köşeye yerleştirilmiş olması ihtimali vardı. Bu da oraya perili ev adının takılmasına sebep olmuştu. Eğer kasabada bu sırrı bilen biri kalmışsa, Tassoc’a şeytanî bir oyun oynamalarına yarayacak yalanı ortaya sürmelerini söylemiştir diye düşünüyordum. Bu düşünceminde boş olduğunu anladım: Odaya koyduğum mikrofon hiç bir işe yaramamıştı.

Artık orasının «Perili» bir oda olduğuna kanaat getirdim. Islık her gece kulakları tırmalayacak ve tahammülleri kıracak bir şiddetle çalınmakta devam ediyor, bütün şatoyu uğursuz ahengi ile dolaşıyordu. Kötü ruhlar araştırmalarıma kızıyorlar mıydı?

Bazı geceler çorapla ayaklarımın ucuna basa basa saç telleri ile mühürlediğim odaya gidiyordum. Kapalı kapı önüne geldiğim zaman «Şey» beni görüyormuş gibi ıslık alaylı bir tona bürünüyordu. Uzun saatler orada, şeytanı rahatsız ettim hissi ile hareketsiz kalıyordum. ilk  hafta sonunda bütün duvarlara, tavana kadar saçlar germiştim. Yerlere, parlak taşlar üstüne, ekmek parçaları koydum. Her ekmek yalnız benim bildiğim bir şekilde yerleştirilmişti. Odaya canlı bir yaratık girecek olursa bunlardan birini ayağı ile iteceği muhakkaktı.

Her ne şekilde olursa olsun, iz bırakmadan buraya ne girmenin ne de çıkmanın imkânı yoktu. Yine bir şey elde edemedim. Ekmeklere ve saçlara kimse dokunmadı. Nihayet bütün bir geceyi bu oda da geçirmeye karar verdim. Muhakkak ki bu büyük bir çılgınlıktı ama sinirlerim öylesine gerilmişti ki, her ne pahasına olursa olsun odadaki esrarı öğrenmek istiyordum.

Bir akşam, gece yarısına doğru, kapıdaki saç mührü kopararak odaya bir göz atmak istedim. Çılgın bir uluma beni karşıladı. Duvarlar beni ezmek için kabarmış gibiydi. Bu belki de muhayyilemin bir oyunuydu ama uluma derhal kaçmama yetmişti. Koşarken bacaklarım pelte haline gelmiş, yere yıkılacak gibi oluyordum.

Çok korktuğunuz anlar olmuşsa, dizlerin kesilmesi nedir bilirsiniz her halde. O hale gelmiştim ki karşılaştığım en küçük olayı bir keşif zannederek büyük bir dikkatle onu inceliyordum.

Bir gece saat birdi sanırım, bahçeye çıkarak şatonun etrafında dolaşmaya başladım. Ayaklarımda lastik ayakkabılar vardı ve yumuşak çimenler üzerinde hiç gürültü yapmadan ilerliyordum. Doğu cephesine gelince durdum. Başımın tam üstünde, şatonun tepesinden karanlıklara doğru cehennemi ıslık perde perde aksetmekteydi. Birden, benden üç dört adım ilerde zannederim, neşeli ve alçak sesle konuşan bir erkek:

– Dostlarım, böyle bir eve ben olsam karımı dünyada getirmezdim, dedi. Sesin aksanı, sahibinin kültürlü ve İrlandalı olduğunu meydana koyuyordu. Sonra sevinç dolu fısıltılar ve ayrı istikametlere doğru koşuşmalar oldu.  Şüphe yok ki beni görmüşlerdi. Bir kaç saniye, kendimi öylesine gülünç hissetmiştim ki!… Demek bu hayalet ve Peri masalını onlar icat etmişlerdi!… Ne kadar da budala imişim! Bu delikanlılar Tassoc’ın rakipleriydi. Ben de neredeyse bir sihir olayı ile karşı karşıya olduğumuza yemin edecektim. Sonra yeniden beynime binlerce küçük işaretler hücum ederek beni şüpheyle sarsmaya başladılar. Her ne şekilde olursa olsun, ister tabiî, ister gayri tabiî, aydınlığa çıkarılması gereken karanlıkta kalmış bir çok noktalar vardı. Ertesi sabah Tassoc’a akşam işittiğim sözleri ve kaçıştıklarını duyduğum erkekleri anlattım.

Onu izleyen beş gece bütün dikkatimizle şatonun doğu cephesini gözetlemeye başladık. Etrafta kimse dolaşmıyordu. Ve bu zaman süresinde amansız ıslık başımızın üstünde karanlıkları tırmalıyor, sinirlerimizi mahfediyordu. Beşinci gecenin sabahı, beni ilk vapurla evime dönmeye mecbur eden bir telgraf aldım. Tassoc’a yanından bir kaç gün için ayrılacağımı bildirerek şato içinde ve etrafta tembihlerime göre araştırmalarıma devam etmesini bildirdim.

Bir ihtiyat tedbiri olarak da güneş battıktan sonra sihirli odaya girmemek için yemin ettirdim.

Hiç bir anlamda kati bir sonuca varmamıştık çünkü. Eğer oda tahmin ettiğim gibi perili ise öğrendiğim bazı tedbirleri kullanmamız gerekirdi. Her şeye rağmen, perili veya değil, ihtiyatlı davranılmalıydı.

Şimdi işlerimi bitirdim. Bu hikayenin sizleri de ilgilendireceğini düşünerek buraya çağırdım. Bunları size anlatırken bende düşüncelerime biraz düzen verdim, işte telefonumun sebebi bu. Yarın sabah oraya dönüyorum. Buraya gelişimde anlatacak ilginç sözlerim olacağını sanıyorum. Oh, az kalsın denemelerimden önemli bir yeri size anlatmadan geçiyordum. Islığı bir plâğa almak istedim. Bu kabil olmadı. En küçük bir gürültüyü bile kapan ahize, ıslığa karşı hissiz kalıyordu. Bu da ne kadar garip değil mi?

Yine meraklı bir şey daha: Mikrofonda ıslığa karşı aynı hissizliği gösterdi! işte böyle dostlarım… Anlattıklarıma ne buyrulur? Aklıma ne geliyor? işime yarayacak bir fikir verebilir misiniz? Hayır, değil mi? Ben de henüz bir şey bilmiyorum. Ayağa kalktı.

– İyi geceler dostlarım.

Darılacağımızı düşünmeden, âdeta iterek, hepimizi sokak kapısına doğru yöneltti. Onun bu hallerine alışmıştık. Aklımıza bir şey gelmeden düşünceli ve şaşkın, evlerimizin yolunu tuttuk.

On beş gün sonra hepimize birer kart göndererek belirttiği tarihte evine gitmemizi rica ediyordu.

Bu sefer geç kalmadan oraya koştum. Carnacki bizi doğrudan doğruya sofraya oturttu. Yemek bittikten sonra salona geçtik ve gösterdiği koltuklara rahatça yerleştiğimizi görerek gülümsedi, hikayesini bıraktığı yerden devam etti:

– Şimdi, beni dikkatle dinleyiniz, zira size anlatacaklarım son derece ilgi çekicidir. Istrae’ye geç vakit geldim. Kimseye haber vermediğim için istasyonda beni bekliyen yoktu. Şatoya yürüyerek döndüm. Ay bulutsuz bir semada parlamaktaydı. Bu benim için aynı zamanda güzel bir gezinti olmuştu. Bahçe parmaklıklarının önüne geldiğim zaman içeri girmeden evvel etrafı dolaşmak, Tassoc ve kardeşin in nöbet tutup tutmadıklarını anlamak isteğine kapıldım.

Her yer derin bir sessizlik ve karanlık içindeydi… Onları şatonun dört bir yanını dolaştığım halde hiç bir tarafta bulamadım. Belkide fazla yorulduklarından yatmışlardı. Binanın önündeki çayırı geçmek üzereydim ki korkunç çığlık başladı. Gecenin sessizliği içinde garip ve acı bir keskinlikle akisler bırakarak uzuyordu. Kendine göre, özel bir tonla çalmıyordu. Israrlı ve düşünceli… bazen de kederli! Başımı pencereye doğru kaldırdım. Birden aklıma bir fikir geldi: Ahırdan en uzun merdiveni getirecek, duvara dayayacak ve pencereden içeri bakacaktım. Kısa bir arayıştan sonra hem uzun, hemde taşıyabileceğim ağırlıkta bir merdiven buldum.

Bununla beraber, Allah biliyor onu öylesine güç kaldırabildim ki!… ilk denemelerimde bu işi başaramayacağımı zannettim. Merdiveni doğru dürüst tam kaldıracağım zaman onu duvara dayayamadan ikimizde çayırlara yuvarlanıyorduk. Nihayet bir pencere kenarına biraz tehlikeli bir şekilde onu tutturabildim. Sonra yavaş yavaş tırmanarak içeri baktım. Islık daha da yükselmişti. Ama hırslı bir ton taşımıyordu. Rahat rahat, sadece kendisi için ıslık çalan bir yaratığın gamsızlığını aksettiriyordu. Ama yine de, bu yaratığın bir canavar olduğu, ıslığın insan ruhu taşıyan bir canavarın ağzından çıktığı insanın aklına geliyordu.

İçeride ne gördüm biliyor musunuz? Odanın geniş ve boş zemini kalkıyor bir meme şeklini alıyor, ucu içeri çökük bir krater ağzı şeklini alıyordu. Her inip kalkışı bir ıslık çıkarıyordu. Bu meme, bir dev memesi gibi şişen ve çatlayacak hale gelen meme, fantastik bir senfoniyi hayret edilecek bir ustalıkla çalmaktaydı… Şaşırmıştım: «Şey» yaşıyordu! Önümde koskocaman, kara bir ay ışığında parıldayan dudakları vardı… Meme şeklinde olan kabarıklık aynı zamanda içeri çökük dudaklardı…  Üst dudak terle kaplıydı. Islık bir deli çığlığı haline geldiği zaman hayretim dehşete döndü. Sonra birden bire her şey durdu. Bir saniye, içinde acaba az önce rüyamı gördüm diye kendi kendime sordum. Çünkü artık gözümün önünde ne dev memesi, ne dev dudakları vardı. Yeniden zemin dümdüz olmuştu. Bir duvardan bir duvara uzayan tertemiz taşlar bir an evvel hamur gibi kabaran, şekil alan taşlar değildi sanki. Tam bir sessizlik her şeye hâkim olmuştu. Nasıl bir ruh haleti içinde olduğumu tahmin ediyorsunuzdur tabiî. Şimdi oda sessizlik içindeydi ama ben gördüklerimi bir türlü unutamıyordum. Korkak ve hasta bir çocuğa dönmüştüm. Merdivenden aşağı kayıvermek ve kaçmak istiyordum. işte o an, içerden «imdat!» diye bağıran Tassoc’ın sesinin işittim.

Öylesine şaşkın bir haldeydim ki, ilk önce onu oraya intikam almak amacı ile Irlandalı rakiplerinin kapattığını sandım. İkinci «imdat» çığlığından sonra daha fazla düşünmeden camı kırdım ve içeri atladım. Ses şömine tarafından gelir gibiydi. Şömineye doğru koştum. Eğilerek baktım. Kimseler yoktu. Tassoc! diye ulur gibi bağırdım. Sesim boş odada akisler yaratırken, kafamda çakan bir şimşek ışığında onun beni hiç bir zaman çağırmamış olduğunu anladım. Aptallaşmıştım. Yeniden pencereye doğru dönünce odada muzaffer bir ıslık bütün gücüyle çalmaya başladı. Duvarlar bana yaklaşırken, zemin bir dudak gibi uzuyor, yüzümün hizasına geliyordu.

Kendimi kaybetmiş bir korku içinde cebimdeki rovelveri aradım. Tabancayla korkunç «Şey» i öldürmek gibi saçma bir fikre sahip değildim. Nasıl olsa bunu başaramayacağımı biliyordum. Onun neresine ateş edebilirdim ki? Hem o neydi? Duvarmıydı? Yermiydi? Tavanmıydı? Bu soruların cevabını veremeyeceğim için sadece kendimi öldürmek istiyordum.

Zira ortasında bulduğum tehlike ölümden binlerce defa daha korkunçtu. Sonra, nasıl oldu bilmiyordum, belki can havliyle, «Görünmeyen Kuvvetlerin Merasim Ayin’i» adlı kitaptan bir kaç satır mırıldanmaya başladım. Bunları ezberlediğimin bile hiç bir zaman farklında olmamıştım. Belki de şuur altı, bir tehlike anında söylenmesi gereken cümleler diye onları bellemiştim… İnce, toz yağmuru gibi bir şeyler dökülmeye başladı başımın üstünden. Kalbim yarı heyecan, yarı sevinçle çarpıyordu. Kitapta olması gereken şeyler meydana geliyordu. Baş döndürücü bir süratle uçurum kenarına gelmişken birden bire duruveren bir biçareydim. Belki yaşayacaktım… Toz yağmuru dindi, Duvarlar geri çekildi, şiş meme, dudaklar yerle bir oldu. Ruhum vücudumu kurtarmıştı. Hayat ve kuvvetle dolduğumu hissederek pencereye doğru koştum. Oraya dayadığım merdivenden baş aşağı kayarak kendimi bahçeye attım. İhtiyat filan gözettiğim yoktu. Çünkü artık ölümden korkmuyordum. Ve yerde sapa sağlam, hayatta olduğumu görerek gülümsedim. Yumuşak otlar üzerinde bir süre oturdum. Ay ışıkları etrafından okşanır gibi sırtımda bir hafiflik vardı. Yukarda, bir camı kırık odadan monoton bir ıslık aksediyordu. Yaralı bile değildim ve sokak kapısına giderek tokmağı vurdum. Kapıyı Tassoc açtı.

Elimizde viski bardakları uzun bir süre kütüphanede konuştuk. Ona başımdan geçenleri anlatırken bir yaprak gibi titriyordum. Yapılması gerekenleri karşılaştırdık. Kitapta okuduklarıma göre oradan kurtulduğum için, yine kitapta okuduğum bazı çarelerle «Şey» i mahfedebileceğime inanıyordum. Önce odayı tamamı ile yıktıracaktık. Sonra oradan çıkan taşları, kireçleri ve tahtaları hatta çivileri ve camları bile, dört köşeli yıldız biçimi koskocaman demir bir fırın içinde yakacaktık. Bu iş için, Kibrit, Dinamit, Katran gibi şeyler kullanacaktık. Tassoc teklifimi kabul etti, Sonra yatmaya odalarımıza çekildik. İşe ertesi sabah, hemende küçük bir ordu denebilecek bir kalabalıkla başladık.

On gün sonra oda diye bir şey kalmamıştı. Bir parçacık kül haline gelmişti, hepsi. Aslında, bu olağanüstü hikayenin sırrına, ameleler odanın tahta kısımlarını yıkarken erdim. Büyük şöminenin üstündeki tahta kirişleri sökerlerken bu kirişlerin içine yerleştirilen taş bir plak bularak bana getirdiler.

Taş plakın üstüne seli lisanile: «Bu odada kral Alzof’un dalkavuğu olan Dian Tiansay yakıldı. Dian Tiansay, Yedinci Şato sahibi kral Ernore üzerine (çılgınlık Şarkısı) nı yazan ve besteliyen sanatkârdır.»

Taş plakı Tassoc’a gösterdim ve yazılanları tercüme ettim. O kadar çok heyecanlandı ki sapsarı oldu. Zira eski efsaneyi biliyordu. Beni kütüphaneye götürdü, eski bir parşömen çıkararak hikayenin devamını okumamı söyledi.

Maceranın sonunu okuyunca şehirde onu herkesin bildiğini anladım. Ama zamanla herkes bu maceraya tarihi bir hakikat diye değil, bir efsane olarak bakmaya başlamışlardı. Tarihi bir efsane kabul ediyorlardı onu. Ve kimse Istrae şatosunun doğu bölümünün, geçmiş zamanların Yedinci Şato’sundan kalma olduğunu aklına bile getirmiyordu.

Eski parşömenden öğrendiğime göre, geçmiş zamanlarda çok kötü bir olay meydana gelmişti. Kral Alzof ile kral Ernoe birbirlerine düşmandılar. Bununla beraber aralarında ciddi bir savaş olmamıştı. Bu durum Dian Tiansay’ın kralı Enroe için «Çılgınlık Şarkısı» nı yazıncıya kadar devam etti. Düşmanı küçülten şarkı kral Alzof’un öylesine hoşuna gitti ki, dalkavuğuna en güzel nedimelerinden birini eş olarak verdi.

Zamanla şehrin bütün insanları şarkıyı öğrendiler ve kral Enroe’da onu işitti. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Ve eski düşmanına harp açtı. Kral Ernoe şatoyu ele geçirdi ve Alzof u öldürdü. Dalkavuk Tiansay’ı ise bestelemiş olduğu şarkı yüzünden önce dilini kestirdi, sonrada şatonun doğu kısmına hapsetti. Dalkavuğun karısını kendi metresleri arasına kattı. Güzelliğe karşı lakayd kalmayan bir çapkındı kral. Bir gece Dian Tiansay’ın karısı kayboldu. Onu sabaha karşı dalkavuğun kolları arasında ölü buldular. Dian dili kesildiği için artık şarkı söyleyemiyordu ama «Çılgınlık Şarkısı» nı ıslıkla çalıyordu. O zaman Dian Tiansay’ı derhal şöminede yaktılar ve zannedersem taş plaka tarih atarak kirişler arasına yerleştirdiler. Dian Tiansay yandığı süre, ölünceye kadar ıslık çalarak «Çılgınlık Şarkısı» nı söylemişti.

Öldükten sonra bu ıslık yakıldığı odada geceleri sık sık duyulurmuş.

Odaya herkes «Perili» oda adını vermiş ve oraya kimse girmeye cesaret edememiş.

Islık bütün şatoda işitildiğinden kral da rahatsız olarak şatoyu terketmiş ve başka şatoya gitmiş.

İşte, artık her şeyi biliyorsunuz. Tabiî ki parşömen çok kötü tercüme edilmişti. ihtimal bir çok yanlış veya eksik vardı. Ama ne dereceye kadar: bilmiyorum.

Siz bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben diğerleri hesabına cevap verdim:

– Bu dışa vuruşun nasıl maddi bir şekil aldığını bilmek isterdim!

– Düşüncelerin madde üzerine etkisidir bu. Olay yıllar geçtikçe olgunlaşmış «Şeytanın belirtisi» nin tipik bir şeklidir. Olayı daha ilmi bir yöne çevirmek isterseniz, bir mantarın kapalı bir yerde uzun süre kalışı ile eter oluşunu nasıl görürseniz, bu da onun aynıdır. Ama bambaşka bir ilimdir. Gizli kuvvetler, onları size bir kaç kelimeyle anlatamam ki…

<

p style=”text-align: justify;”>- Yani siz odayı, eski dalkavuğun madde haline gelişi ile mi tefsir ediyorsunuz?
Kinle beslenen ruhu bir canavar şekline mi girdi? diye sordum.  Başını sallayan Carnacki:

– Evet ,dedi. Görüyorum ki düşüncelerimi çok güzel hülasa ettiniz. Üstelik mis Donehue’nin anneannesi kral Ernoe’nin akrabası oluyormuş. işittiğim sözler arasında bu da var!… Meraklı şey değil mi? Yaklaşan düğünle oda «Canlandı» Tesadüfen, ya bu nişanlı kız o odaya girseydi?… Ha?… Oda uzun zaman beklemişti. Büyüklerin günahları… Evet, düşünüyorum bunu hep. Gelecek hafta evleniyorlar ve ben şahitleri olacağım.’ Tassoc bahsi kazandı. Ama bir de bu odaya girmiş olsalardı… Ne korkunç şeyler olurdu değil mi? Yüzünü buruşturarak başını salladı. Gayri ihtiyari bizde onun gibi yaptık. Sonra ayağa kalktı ve bizi kapıya kadar geçirdi. Taze serin gece havası yüzümüzü okşarken:

– İyi geceler, diyerek evlerimize doğru ayrıldık.

Dalgın bir şekilde yürürken, ya gelin bu odaya girseydi, ya gelin bu odaya girseydi, diye ürpererek mırıldanıyordum.

ALFRED HITCHCOCK

The post Korku Hikayesi; “Hayalet” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-hayalet-2.html/feed 0