Mavi Güvercin Görevi
İstanbul’un sabahı henüz griydi; Boğaz köprüsünün altından geçen vapurlar düdük çalarak uykusuz şehri yavaş yavaş uyandırıyordu. 29 yaşındaki Zeynep, her gün aynı saat 07.13’te Üsküdar’dan Karaköy’e işe giderdi; aynı vapur, aynı iskele, aynı soğuk demir parmaklık. O sabah ise farklı bir şey vardı: elindeki kahvesinin üstüne konmuş minik mavi bir kâğıt. Kâğıdın üstünde tek cümle yazıyordu:
“Gökyüzü seni gördüğüme sevindi.”
Zeynep, etrafına baktı; kimse dikkatini ona vermiyordu. Kâğıdı dikkatle açtı, içinden rengi solmuş bir güvercin tüyü süzülüp düştü. Tüy, rüzgârda bir süre döndükten sonra denize doğru süzüldü. Kâğıdın arka yüzünde ise küçük bir harf daha: “M.” Sadece o. Kimdi M.? Kahve fincanını tutan eli titredi. Vapur iskeleye yanaştı, insanlar omuz omuza inecek diye bastırıyordu; Zeynep kâğıdı cebine koyup güverteden ayrıldı ama o gün bütün toplantılarında aklı o cümlede kaldı.
Ertesi sabah aynı saat, aynı vapur. Bu kez mavi kâğıt, demir korkulukların üstüne bantlanmıştı. Yeni cümle:
“İçimdeki köprü, sen geçince yıkılıyor; her seferinde yeniden inşa ediyorum.”
Zeynep, bir an karşı tarafa bakmak istedi; siyah montlu biri arkasını dönüp denize doğru ilerliyordu. Gözleri o kişinin omuzlarına takıldı; yolculuk boyunca cesaret edip yanına gitmedi. İndiğinde ise mavi kâğıdı göğsüne bastırarak koşar adım vapurdan çıktı. O günden sonra güneş bile farklı doğuyordu.
Böylece bir hafta geçti. Her sabah yeni bir mavi kâğıt, yeni bir dize. Zeynep, cümleleri bilgisayarına döküp şiir gibi saklıyordu. Yedinci gün, kâğıtta tek bir saat yazıyordu: “19.00, Salacak iskelesi.” Zeynep, tereddüt etmeden orada olacağını biliyordu. Akşamüstü mesai bitiminde iş arkadaşları “Yarın görüşürüz” derken o, Boğaz’ın serin rüzgârına kendini bıraktı.
Salacak iskelesi, martı çığlıkları arasında kıpır kıpırdı. Saat 19.00’u çaldığında Zeynep, elinde küçük bir kese kağıdı bekliyordu. Derken bir adam belirdi; elinde mavi bir güvercin kuklası vardı. Adı Mert’ti. Gözleri deniz kadar derin, sesi eski plak kadar pürüzlüydü. “Korkma,” dedi, “Ben sadece bir görevdeydim: seni gülümsetmek.” Zeynep, alnını kırıştırarak “Görev mi?” diye sordu. Mert başını eğdi: “Bir ay önce annem vefat etti. Vasiyeti, bir yabancıyı mutlu etmekti. Mavi güvercin onun sembolüydü.”
Zeynep’in boğazında düğümlenmiş bir yumru eridi. Gözleri doldu ama dudakları gülümsedi. “Annen beni seçtiği için ona teşekkür borçluyum,” dedi. Mert, kuklayı uzattı: “Artık görevim bitti; ama istersen devam ederim.” O gece, Salacak sahilde yan yana oturup martılara simit attılar. Konuştukça anladılar ki ikisi de aynı mahallede büyümüş, aynı sokak lambasının altında bisiklet sürmüş; yıllarca birbirlerine bir duvar kadar yakın yaşamışlardı.
Aylar geçti. Mavi kâğıtlar yerini kahve dükkanı fişlerine, vapurlar yerini Pazar pikniklerine bıraktı. Zeynep, Mert’e bir gün “Beni hâlâ gülümsetiyor musun?” diye sordu. Mert, cebinden solgun bir güvercin tüyü çıkarıp “Görev değil, artık sevdâ” dedi. Ertesi sabah vapuru kaçırdılar; çünkü saat 07.13’te değil, 07.30’da kalkacak bir vapur seçtiler. Hayat, onları bekliyordu; onlar da hayatı.
Ve her sabah, aynı köprünün altından geçerken Zeynep, Mert’in omzuna yaslanıp “İçimdeki köprü, sen geçince yıkılmıyor; çünkü sen orada kalıcısın” diyordu. Mavi güvercin kuklası ise evlerinin penceresinde, İstanbul’a bakan bütün yabancılara selam veriyordu:
“Bir gün, bir kâğıt, bir tüy yeter; aşk bulsun sizi.”