Bir Mücevher Hikayesi


Bir Mücevher Hikayesi

Zaman zaman içinde evvel zaman,  kalbur saman içinde, bundan uzun uzun yıllar önce ülkelerden birinin bir küçücük köyünde, Bilge Hoca adında, bir bilge filozof yaşarmış. Filozofun bilgeliği bütün ülkede bilinir, başı  dara düşen herkes danışmak için ona gelirmiş.

Günün birinde filozofun kapısı çalınmış. Filozof kapıyı açtığında bir delikanlı dururmuş  karşısında. Tanrı misafiridir deyip almış genci içeriye. Hal hatır sorduktan sonra, genç derdini anlatmaya başlamış bilge filozofa:

“Ben, babamla hiç geçinemiyorum. Ne yapsam ona beğendiremiyorum. Hoş bana kızmakta da haksız değil. Ben beceriksizin biriyim. Bu yaşa geldim, hala bir baltaya sap olamadım. Elimden hiçbir iş gelmiyor. Neye elimi atsam, elimde kalıyor. Bende bu şans varken, zem zem kuyusuna gitsem, onu bile kuruturum.

En son geçen hafta, babamın tek ineğini otlatmaya götürmüştüm. İnek otlarken ben de bir ağaca yaslanıp oturdum. Orada uyuya kalmışım, inek de kaçmış gitmiş. İneği bir daha bulamadık. Babam da bana çok kızdı. ‘Senden ne köy olur ne de kasaba. Defol git, gözüm görmesin seni diyerek beni kovdu.’ ‘Ama babacığım ! Ben şimdi ne yaparım, nereye giderim ?’ diye sorunca da bana ‘Bilge Hoca’ya git, seni adam etsin. Adam olmadan da geri dönme!’ dedi. Ben de bunun üzerine tasımı tarağımı topladım, düştüm yollara  ve kapınıza geldim. Ocağınıza düştüm. Bilge Hocam, Allah rızası için bana bir yol gösterin!

Çocuğu dikkatle dinleyen filozof, başını sallayarak gülümsemiş: “ Bir dakika bekle beni” diyerek içerdeki odaya geçmiş ve bir süre sonra elinde pırıl pırıl parlayan bir şeyle odadan çıkmış:

“Şimdi seni bir denemeden geçireceğim. Bu gördüğün elmas, ülkenin en değerli mücevheridir. Bütün ülkede ondan daha değerli bir pırlanta yoktur. Değeri en az bir para eder. Senden bu mücevheri şehire götürerek satmanı istiyorum. Ama zinhar, sakın ola ki değerinden düşük bir fiyata satmayasın. Bu görevi başarıp başaramayacağına bakarak senin değerli bir insan olup olmadığını hepimiz göreceğiz.”

Çocuk o gece filozofun evinde yatıya kalmış. Ertesi gün erkenden kalkmışlar. Kahvaltı yaptıktan sonra çocuk veda edip yola koyulmuş. Şehre ulaştığında karşısına çıkan ilk kuyumcu dükkanına girmiş: “Merhaba!” demiş.  Kuyumcu uykulu gözlerle çocuğa bakmış: “Merhaba!” demiş.

“Bu mücevheri satmak istiyorum, kaça alırsınız?”

Kuyumcu mücevhere küçümseyen bir tavırla baktıktan sonra sormuş:

“Nereden buldun bunu?”

Çocuk gerçeği söylemek istemediği için aklına gelen ilk şeyi söylemiş:

“Yolda yürürken yerde buldum.” Kuyumcu alaycı bir tavırla:

“İki paralık bir cam parçası bu, ufaklık!” demiş. “Ama istersen bunun için sana dört para veririm.” Çocuk mücevheri kapmış, öfkeyle dükkandan dışarı çıkarken: “ Şehirdeki tek kuyumcu sen değilsin ya” demiş kendi kendine.

Biraz yürüdükten sonra başka bir kuyumcu dükkanı bulmuş:

“Merhaba! Bu taşı satmak istiyorum. Sizce ne kadar eder?”

Kuyumcu taşı elinde birkaç kez evirip çevirdikten sonra, kaşlarını çatmış ve kuşkulu gözlerle çocuğa ters ters bakmış:

“Nereden buldun bunu, yoksa çaldın mı ?”

“Babamdan miras kaldı da!”

“Baban bunun değerini sana söylemiş miydi?”

“Hayır.”

“Aslında beş para etmez ama hadi ben sana on para vereyim.”

Çocuk üzüntü içinde dükkandan çıkarken

“Ters tarafından kalkmış galiba” diye söylenmiş.

Sonra üçüncü bir kuyumcuya girmiş:

“Merhaba! Bu elması satmak istiyorum da. Ne verirsiniz bunun için?”

Kuyumcu elması dikkatle incelemiş:

“Nereden buldun bunu?” Çalışarak kazandım. Ustam maaş olarak verdi:

“Maaşın ne kadar?” “Ayda yüz para. Bu ay ustam paraya sıkıştığı için maaş yerine bunu verdi.”

Kuyumcu bıyık altından gülmüş:

“Tamam, sana iki yüz para veririm. Böylece maaşını aldığın gibi yüz para da ikramiye almış olursun.” diyerek bir de göz kırpmış. Çocuk oradan da ayrılmış.

Akşama kadar şehir kazan o kepçe dolaşmış durmuş. O kuyumcu senin bu kuyumcu benim diyerek şehrin altını üstüne getirmiş. Girip çıkmadığı kuyumcu dükkanı bırakmamış ama hiçbir kuyumcu elmasa gerçek değerini verememiş. Akşam olup da güneş batmaya başlayınca çocuk çaresizlik içinde köyün yolunu tutmuş. Yolda kendi kendine:

“Babam ne kadar haklıymış!” diyormuş. “Benden ne köy olur ne de kasaba. İşte bu işi de beceremedim ve ne kadar değersiz bir insan olduğumu gösterdim.”

Köye varınca doğru filozofun evine varmış. Olan biteni aynen anlatmış ve utanç içinde kafasını önüne eğmiş.

Filozof çocuğun başını şefkatle okşadıktan sonra şunları söylemiş:

“Evladım, bu olaydan çıkarman gereken ders şudur, ruhunda taşımakta olduğun mücevhere asla ve asla, şunun, bunun, ötekinin, berikinin lafıyla değer biçme. Onun gerçek değerini, baban da dahil olmak üzere, hiçbir kimse bilemez. Onu ancak ve ancak sen takdir edebilirsin!”

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir