İnsana Ne Kadar Gerek?


Hikaye; “İnsana Ne Kadar Gerek?”

Aliya Hubaniç ve ben taşlı bir yoldan Rotimlye’den Buna’ya gidiyoruz. O, eşeğine iki çuval buğday yüklemiş, değirmene götürüyor. Geceyi değirmende geçirecek, sabahın erken saatlerinde de Rotimlye’ye geri dönecek. Yolculuk oraya kadar iki saat sürüyor, iki de geri, etti dört saat. Yaptığı bu iş karşılığında da topu topu 15 dinar para alacak. Bu kazançtan da memnun. İş olduğu takdirde, bu yolculuğu her gün yapmaya bile razı. Çok memnun olduğu her halinden belli. Tıpkı masallardaki fakir gibi. Bu fakir, hasta ve mutsuz olan Çar a hayatından memnun olduğunu söyler. Çar da, iyileşmek için fakirin gömleğini ister. Fakat zavallı fakir, giyecek gömleğinin bile olmadığını söyler Çar a. Bu Ali’nin de giyecek gömleği yok. Çünkü, sırtındaki paramparça bez parçasına gömlek demek mümkün değil. Bunun altında kıllı göğsü, geniş omuzları ve güçlü pazuları dikkati çekiyor. Bez donu, beline sardığı kemeri ve başına taktığı takkesi de perişan bir durumda. Çarıkları bile öyle.

Güneş batmak üzere ve seyrek bitkili kayalıklarda güneş ışınları olağanüstü bir renk cümbüşü meydana getiriyor. Hava sıcak ve sakin. Havanın berraklığıyla, bizim yürüdüğümüz yoldan, daha doğrusu Kavan’dan ta uzaklardaki Çabulye, Prenya ve Veleji gözüküyor. Bıldırcınları büyük sürüler halinde Huma’ dan Kavan’ a doğru uçuyorlar. Ender rastlanan ağaçlarla çalıların kuru yaprakları uzun süredir yağmamış yağmuru hasretle bekliyorlar. Bazen çok kısa süreli yağmuru, susamış toprak çarçabuk içiyor ve yine çok kısa süre için de olsa, toprakta her şey yeniden canlanmış oluyor. Bu, sonbahardaki halimize benziyor. Elimize geçen az bir parayı harcayınca, bütün kış, bir sonraki sonbaharın düşüyle geçiyor. Tabii, yaz mevsimi bize sırt çevirmezse.

Benim adaşım çok memnun. Fakat o da bazen şikayet etmeye eğilimli gibidir. Şikayetinin hemen ardından tövbe etmeyi de eksik etmiyor. Biz yolda hem yürüyor, hem söyleşiyoruz yan yana. Orta yaşlı biri o. Belki kırk yaşlarında. Ben köye ilk gittiğimde henüz bebektim ve o beni kucağında taşıyordu. Daha sonra savaş zamanı hariç, Rotimlye’ye her gittiğimizde Mostaı’a geliyor, eşyalarımızı hazırlıyor ve bizden önce, kiracılarla beraber Buna’ya gidiyordu. Yaz aylarında köye gittiğimizde de daima yakınımızda durur, her an hizmet etmeye hazır olurdu: Rotima’dan su getiriyor, Kotaçniça’da bizim için odun kesiyordu. Şimdi de bizim buğdayımızı değirmene götürüyor. Ben de bir başıma yolculuk yapmamak için onunla beraber erkenden yola çıktım. Buna’ya kadar beraber gideceğiz, ondan sonra ben trenle Saraybosna’ya gideceğim.

Ve böylece biz havadan sudan konuşuyoruz. Genelde ekinler üstüne kendisinden bilgi alıyorum, çünkü köyde pek fazla kalamadım, hemen geri dönmem gerekiyordu.

Anlattığına göre, bu yıl ekinler çok iyiymiş. Beş yük buğdayı, hatta mısırı bile varmış. Biraz üzümü ve biraz tütünü de. Fakat kimbilir tütüne ne fiyat biçecekler, bilmiyor ve kaygılanıyor. Bir önceki yılın ürün bereketinden söz açtı. Üzümü Nevesinye’ye götürmüş. Arpa karşılığı (kilosuna kilo alarak) değiştirmiş ve evine iki yük arpa getirmiş. Yüz kilo tütün karşılığında da bin iki yüz dinar kazanmış. Bu paranın bir bölümü, bir sonraki yılın vergisi olarak alakoymuş, geriye kalan paralarla bir yük arpa ve ufak tefek giyecekler almış. Sözün kısası, onun bütün ekini, on üç yük mısır. Bu mısırdan birazını Hocaya verecek, inek yavruladığı zaman da biraz un yapacak. Geri kalanla karısı ve dört çocuğunu bütün yıl geçindirmeye çalışacak. On tane keçisi varmış, bunun için pideye sürecek biraz yağı da olurmuş.

Hiç olmazsa ayda yüz dinar param olmalı ki, biraz daha iyi giyinelim ve biraz da süt müt olsun, diyor. Bugünkü gibi size ya da başka birine Rotimlye’ye yük taşıyınca, öğlen ya da akşam yemeği ikram ediyorsunuz. İşte o zaman yaşadığımı anlıyorum. Fakat, Allah’a çok şükür, yine de iyiyiz. Senin maaşın ne kadar diye soruyor bana sonra.

Ben yalan söylemesini bilmem. Övünmeyi ya da yakınmayı da sevmiyorum.

– Bin yedi yüz dinar…

– Mutlaka bir ayda bu kadar para alıyorsundur.

Evet.

Ama kardeşim o ne kadar çok para öyle!

Ve hesabını yapıyor: O, bütün yıl emeğinin karşılığı olarak, benim maaşım kadar olsun para almıyor.

Ve bana bakıyor. Bakıp bakıp hayret ediyor. Çok para kazanmama rağmen, neden bende bu kadar çok kırlaşmış saç var? Hem de ne kadar çok param var. Halkın demesi gibi “Ne bolluk, ne de yokluk umurumda.”

– Peki, ya ev kirasını ne kadar veriyorsun? diye soruyor yine bana.

– Beş yüz dinar.

– Allah Allah, diye şaşırıyor. Bu beş yüz dinar, onun gözünde, hayatında bir arada hiç görmediği bin yedi yüz dinardan daha çok.

– Bizde, o paraya temelden bir ev yapmak mümkün. Kendin taş kırıyor, birkaç demet çavdar samanı dövüyor, birkaç ağaç ve çalı çırpı kesiyorsun, işte, al sana ev. Yalnız duvarı örmesi için ustaya el hakkını ödüyorsun ve bir kapı ile birkaç pencere satın alıyorsun, hepsi o kadar. Fakat, neylersin, şehirde her şey yalnız para karşılığında alınabiliyor.

– Evet Ali, her şey para karşılığında. Tuzdan bibere kadar herşey!.

İkimiz de bu konu üzerinde düşünüyoruz. ‘Şehrin asfalt yollarında hiçbir bereket yok, yetişmez. Ne ürün, ne ekin. İnsan yürümekten yoruluyor. Bazen de bir sarhoşun izlerine de rastlarsın. Asfaltta ne mısır, ne ot, ne de ağaç biter. İneklerle keçiler otlatılmaz, sadece hızlı adımlarla olup geçen insanlar var hep. Asfalttan duru kaynak suları fışkırmaz; tersine, her damlası para karşılığında satın alınan ve katı beton kabuğu altındaki borulardan akan sular var. Evet, şehir böyle işte.

– Evet, sevgili adaşım. Hiç kimse tam olarak mutlu değildir. Belki sen hepsinden daha mutlusun. Verimsiz toprağını, çalışarak verimli hale getirmiş, bu topraktan biraz üzüm ve birkaç kazan incir de yetiştirmişsin. Sana saygı gösteren çocukların var. Vefalı hanımın da var. Gençken, köydeki bütün “atıcı’ları geride bırakıyordun. Kimse senden fazla uzağa atlayamıyordu. İnan bana, senin “Allah onlara her şeyi vermiş, kuş sütünü bile eksik etmemiş” dediğin o insanlardan daha mutlusun sen. “Tek gerçek insan sensin, çünkü sen, insanları besliyorsun.” Sen bir defa “Yeter artık, bu böyle devam edemez” diyecek olursan ve şehire mısır, peynir, yağ, tütün ve diğer ürünlerini götürmekten vazgeçersen, inan şehir birden perişan olur, yok olur, yıkılır. Çünkü asfalt yollarda ne ekin biter ne bir şey. Sana herkesten az gerek, bunun için de herkesten daha mutlusun.

O beni dinliyor ve bana hak veriyor. Fakat yüksek binalarla, hapishanelerle jandarmalarla, bekçilerle, vergi memurlarıyla, silahlı askerlerle dolu o koskoca şehri, kendisinin yani köylünün milletinin nasıl ayakta tuttuğuna bir türlü akıl erdiremediği de belli. O sadece vergi ödemesi için çağrıldığı, ya da keçisi komşunun bağına bahçesine izinsiz girip de hapse atıldığı ya da tütünü götürüp de büyük patronların kendi keyiflerine göre fiyat biçtikleri zaman şehre gidiyor ve şehri görüyor. Şehri yalnızca bu özellikleriyle tanıyor ve ürküyor. Bu konudaki görüşü şu: “Köyde sabahtan akşama kadar çalışıp didiniyorum, bir hayvan gibi sağa sola çırpınıp duruyorum. Hatta hayvan benden daha şanslı. Çünkü ben hayvanıma acıyorum, ama bana kimse acımıyor. Bütün bunlara karşılık yine de yan çıplak bir haldeyim. Şehirde ise, erken kalkma zorunluğu yok. Çalışanlar da, hep oturarak işlerini görüyor. İnsanlar, rengarenk elbiselerle çiçek gibi süsleniyor. Her şeyden önemlisi, herkesin karnı tok. Bütün bu durumlara karşılık, ben nasıl şehirliden daha güçlü olabilirim? O şehirli ki, bana yardım etmesini istemesem yardımıma koşmaz, ama keçim komşunun malına izinsiz girdiği ya da kaçak tütün içtiğim zaman, hemen beni tutup hapse atma yetkisine sahip.”

Dinlenmek için yol kenarında biraz durduk. Eğer o, benim düşündüklerimi duyabilse şunları öğrenmiş olacaktı: ”Uzun süre yaşayacaksın Ali. Ve yaşadığın sürece hep daha güzel bir hayatı kuracak, düşleyeceksin. Ama hiçbir zaman o hayata kavuşamadan yine benden daha mutlu yaşayacaksın. İnsan daha ne kadar fazla bir şey özlerse, o ölçüde mutsuz olur ve durmadan çok az bir şeye sahip olduğunu sanır. Senin istediğin şeyler, çok az zaten. Fazla bir şey gerekmez de sana. Çünkü sen “zengin”sin, hayatından memnunsun. Senin özlediklerin çok küçük, fakat güvencin büyük. Öldüğünde, belki de çocukların mezarına taş bile dikmeyecekler. Ama sen herkesin gönlünde yaşayacaksın: Bu armut ağacını Aliya Hubaniç dikmişti, bu bağı o ekti, onun gibi kimse uzağa taş atamıyordu… diye ardından övgüler yağdıracaklar. Ben öldüğümde de belki çocuklarım başucuma mezar taşı dikip “Burada falan oğlu filan yatıyor. Allah mekanını cennet eylesin. Ruhuna Fatiha” diye yazacaklar üstüne. Karşıdaki yüksek evin sahibi öldüğünde de belki onun anısına siyah mermerden bir anıtmezar yapacaklar ve yaptığı hizmetler altın harflerle taşı süsleyecekler. Onu her zaman başka erkeklerle aldatan hanımın duyduğu “derin” üzüntüsünden ya da terbiyesiyle hiç ilgilenmediği çocuğundan, övgüyle söz edilecek.

En yüksek tabakadan insanlar ölünce, bir sürü anma törenleri düzenlenecek, yeri doldurulamayan birinin öldüğü laflan kullanılacak bol bol, hatta sokaklara onun adı verilecek. Çocukları, başkalarından topladıkları gönüllü yardımlarla, birçok şehir ve kasabalarda, babalarının adına heykeller bile dikecekler.

Ben böyle düşünüp duruyor ve şu karara varıyorum: Mutlu olmanın belli bir ölçüsü, belli bir derecesi yok gerçekte.

– Ne düşünüyorsun Ali, mutlu olması için insana ne, ne kadar gerek?

– İki metre toprak! Sere serpe serildiği zaman bu kadarı ona yeter de artar bile!

Aliya Nametak

 

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir