Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Sizden Gelen Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/sizden-gelen-hikayeler Hikaye Çeşitleri Wed, 17 Jan 2024 12:59:44 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Sizden Gelen Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/category/sizden-gelen-hikayeler 32 32 Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html#respond Wed, 17 Jan 2024 12:59:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9313 Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” Mustafa Ünver Biliyor musun ne fark ettim? Ne oldu? Yine ne fark ettin? Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun. […]

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN”

Mustafa Ünver

Biliyor musun ne fark ettim?

Ne oldu? Yine ne fark ettin?

Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun.

Allah Allah hiç fark etmemiştim bunu. Detay oldukça ilginç, kutlarım seni, dikkatli bir gözlemcisin.

Dalga geçme lütfen. Sanki konuyu sulandırarak buhar etmeye çalışıyorsun gibi geldi bana.

Yok canım niye buharlaştırmaya çalışayım? Ben de sana şu soruyu sorayım ki meselenin konuşulmasından hiç de rahatsız olmadığımı anlayasın. Söyle bakalım, peki mesaj içeriklerinde bir fark var mıydı? Onları da yakalayabildin mi?

Hınzır hınzır gülmenden içeriklerine de nüfuz etmem gerektiğini mi anlamalıyım? Ama endişe etme, hevesini kursağında bırakmaya çok istekliyim bu sabah. Çünkü buna da dikkat ettim tabii. Haydi sevin bakalım biraz; içeriklerde samimiyet, şefkat ve ilgi açısından ciddi bir fark yoktu diyebilirim.

Ciddi bir fark yoksa, küçük de olsa bir fark yine de vardı yani, bunu mu demek istiyorsun?

Yani evet, küçük, minik farklar diyeyim. Başta biraz resmi, ciddi ve bir miktar mesafe kokan vurgu, kelime ve kısa cümleler. Ardından daha sıcak ve içten, sevgi ve ilgiyi yansıtan vurgu, kelime ve uzun cümleler. Sanki onun etkisinden henüz kurtulamamış, kafan ve gönlün oraya takılı kalmış; ama sonra birden kendine gelen, “ben ne yapıyorum yahu?” diyerek sohbete uyum sağlamaya çalıştığını ele veren ifadeler…

Sende kıskançlık var Hayri, düpedüz kıskanıyorsun beni. Benim açımdan bu iyi mi kötü mü bilemedim ama kıskançlığın iyi bir şey olduğunu elbette söyleyemem; nasıl diyeyim, bir kerte ruhsal hastalık bu tutum. Kelimedeki harflerin ve hecelerin hırçın, kalın, kaba ve korkutucu dizilimi bile insanda bir gerginliğe neden oluyor. Kıs-kanç-lık… Hecelemesi bile ürkünç. Kanç’ın ortaya kurulması pek hayra alamet değil.

Lütfen konuyu etimolojik ve semantik detaylara boğarak saptırma. Bir konuda herkes gibi değiliz, bizim farklı bir zorunluluğumuz var diye her konuda da herkesten farklı olmaya mecbur muyuz? Kıskançlığım elbette seni çok sevmemden kaynaklanıyor, ama benden bu konuda daha fazla hırçınlık bekleme. Benden bu kadar yani. Sadece kafanı kuma gömerek her şeyi herkesten gizleyebildiğin yanılgısına, haydi diyeyim basitliğine düşme olur mu? Aklımla ve sezgimle alay etme!

Valla şekerim senden korkulur. Bu kadar da olur mu Hayri, pes doğrusu. Konuyu nerelerden nerelere getirdin, küçücük bebeciği büyütüp de damat ettin ya, daha sana ne diyeyim? Ama itiraf etmeliyim ki bana olan bu ilgin hoşuma gitti. Söylemlerimdeki vurgu, hece, kelime ve cümlelerime bu kadar dikkat kesilmene biraz gerilsem de yine de sevindiğimi, memnun olduğumu, hatta bir miktar da şımardığımı söyleyeyim. Çünkü insan değer verdiği varlığın detaylarına dikkat kesilir. Onu gözü gibi korur, kollar; her şeyine özen gösterir, ses tonuna, hecelerine, kelimelerine, dizilimlerine. Ne bileyim onun etkilendiği ve üzüldüğü hususları anlamaya çalışır ve sağaltmak için elinden geleni yapar. Buluttan nem kapmak, bana duyduğun ilginin ve verdiğin değerin bir yansıması olarak kabul edilse bile aynı zamanda bir alınganlığın, haydi içimde kalmasın söyleyeyim gereksizce yaratılmış bir alınganlığın da göstergesi olabilir mi acaba Hayri?

Onu bunu bilmem de ciddi ciddi seni kıskandığımı bilmeni isterim. Hâlâ iki arada bir derede kalan bir görüntü vermen de ayrıca moralimi bozuyor. Bu yüzden tüm yönleriyle sadece bu konuyu tartışmak istiyorum seninle. İşin içine başka konuları katmadan, sağa sola kement atmadan, şu da şöyle olduydu, bu da böyle olduydu demeden. Bilirsin noktalar çoğaldıkça hassasiyet ve öze temas azalıyor ve yapılan çalışmadan tatminkâr bir sonuç çıkmıyor. Aksine tüm konular birbirine giriyor ve her şey Arap saçına dönüyor. Konular dallanıp budaklandıkça da gerilmeler, gerginlikler artıyor. Hak ettikleri yerlerini mimiklere, tonlamalara, hecelere, vurgulara, kelimelere ve cümlelere hassasiyet katmaya bırakıyor. Gerilim de haliyle artıyor. “Az ve öz olsun,” denir ya. Zaten bu formülün icat edilmesinin arkasında da aynı problem var. Biz de öyle yapalım tamam mı? Başka bir şey katmadan sadece bu konuyu konuşalım. Eskilerin deyişiyle “efrâdını câmi, ağyârını mâni,” konuşalım.

Bu sözün “kendisiyle ilgili her şeyi içine alsın, ait olmayan her şeyi de dışarıda bıraksın,” anlamında olduğunu yine senden duymuşluğum var, doğru hatırlamışım değil mi? Sonunda beni de kendin gibi arkaik yaptın gittin ya Hayri. (gülüşmeler)

Madem öyle, sana bir şey daha söyleyeyim eskilere dair, olmuşsun bari tam arkaik ol öyleyse. Konuyu “ariz ve amik” şekilde inceleyip değerlendirelim tamam mı; yani enine boyuna, tüm genişliğine ve derinliğine konuşalım.

Hani Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir replik vardı ya, ya da ne bileyim oradan ilham alarak zihnimin şu an uydurduğu bir şey de olabilir, tam kestiremedim şimdi. “Ustalık dakikaların değil saniyelerin hatta saliselerin arkasında koşmaktır.” Onun gibi olalım diyorsun yani. Tamam ben de kabul ederim, senin metaforundan hareketle, bir kamyon dolusu noktayı masanın üstüne ya da odanın ortasına boca etmenin olayları karıştırmaktan başka bir faydasının olmayacağını. Ama burada gözden kaçırdığımız bir nokta şu ki: biz onları ne kadar yok sayıp masaya dökmesek de onlar hâlâ yerlerinde var olmaya ve gölgede hatta karanlıkta yaşamaya devam ediyorlar. Biz “yok,” demekle mesela Tanrı nasıl yok olmuyorsa, biz hesaba katmadık diye milyonlarca nokta varlığından vaz mı geçecek sanıyorsun? 

Nasıl yani?

Nasıl yanisi mi var Hayri? Basbayağı, saksıyı biraz çalıştırırsan anlarsın. Biz sadece bir veya on noktanın çocuğu muyuz sanki? Etrafımızdaki, içimizdeki tüm noktaların çocukları değil miyiz yeri gelince? Belki her şeyin ve herkesin çocuğuyuz. Sana günaydın mesajını atarken veya atmazken penceremden sabah güneşini o sabah görmüş veya görmemiş olmamın bir etkisi yok mudur sence? Tamam, senin ta başta fark ettiğini söylediğin detayı inkâr etmiyorum. Ama sadece ona takılıp kaldığımızda da net ve tatminkâr sonuçlar yine de alamayabiliriz Hayri, bunu demek istiyorum, anladın mı şimdi? “Az ve öz olsun,” diyorsun da her şey az ve öz değilken onu öyle kabul etmek asıl kafayı kuma sokmak veya bir yerde Polyannacılık oynamak olmaz mı Hayri?

Peki ne yapacağız o zaman? Çözüm ne?

Güzel, bak Hayri önce şunu anlayalım mı birlikte? Ben bir defa fark ettiğin bu detayı çok beğendim, acayip hoşuma gitti, değer verilmiş olmaktan o kadar mutlu oldum ki şimdi kalkıp herkesin içinde boynuna sarılasım bile var, emin ol kendimi zor tutuyorum. Tamam mı bu konuyu bir kenara koydum. Öte yandan bu problematiği dar anlamda konuşmayalım dememi de lütfen yanlış anlama Hayri. Konuyu tavsatmak, mış gibi yapmak, bazı şeyleri anlaşılmama gölgesinde bırakma niyetinde olduğumu da sakın düşünme. Ama bu senin genişlik ve derinlik dediğin şey o kadar geniş ve derin ki bunun sınırlarını kim belirleyecek, nereye kadar genişleyip derinleşeceğine kim karar verecek? Hangi noktanın bu genişlik ve derinliğe ait olacağını, senin o eski kaşar ifadenle söylersem “câmi” veya “mâni” olacağını kim belirleyecek?

Tamam tamam her zaman olduğu gibi yine sen kazandın. Sonra gerçekten haklı da olabilirsin. Ve ben sana tamamen haksızsın da diyemem. Sonuçta “kelebek etkisi,” diye bir şeyin olduğunu biliyorum, ama probleme senin düşündüğün gibi bakacak olursak bu kez de hiçbir şeyi anlayamayız ve çözemeyiz ki. Hiçbir dava böyle çözülemez ki? Hatta bırak bizim konumuzu, bu kafayla dünyada hiçbir konu veya problem de anlaşılamaz ki. Anlaşılamayınca çözülemez de tabi ki. Neticede matematik gibi bir bilimde bile bir sürü ön kabuller var. Sanki onlar evrensel gerçekmiş gibi kabul görüyor ve süreç öyle devam edip gidiyor işte.

Nasıl yani, konumuzun ne alakası var matematikle şimdi?

Olmaz mı canım? Matematiğin her şeyle ilgisi var. Mesela sayıları ele alalım; ikinin birden büyük olduğunu kim söylüyor? Belki de gerçekte ikinin adı birdir, birinki de ikidir veya dokuz gerçekte ikidir, dört de sekizdir mesela. Şimdi buna göre biz kalkıp desek ki sizin bildiğinizin aksine bundan böyle, bir ikiden büyük, iki de birden küçük desek ne olacak yani? Neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Olacağı küresel kocaman bir kaos, neredeyse kıyamet kopsa daha iyi. Yani demem şu ki bazı şeylerin önünü arkasını, beni bir kez daha arkaik olmakla suçlayacağını bile bile kullanacağım işte, anhâsını minhâsını fazla da kurcalamadan üstüne hüküm kurup yaşamaya devam ediyoruz yani. Bir yerde de bunu yapmak kaçınılmaz. Çünkü belirsizlikle yaşanmaz ve bu belirsizliğin bir nebze önüne geçebilmek için yapay da olsa birtakım sınırlar koymak gerekiyor. Hani marketlerde ürünlerin ağırlığını gösteren rakamların yanına eşit üstüne dalga işareti konuyor ya. Yani tam olmasa da bir kabulleniş var eninde sonunda. Yoksa herkes kafayı bozar ve bir adım gidilemez ileri. Sen şimdi bunları boş ver ve beni laf salatasında boğmaktan vazgeç. Çünkü beni böylece etkilemene izin vermeyeceğim, anladın mı? Çok kararlıyım ve o nokta burada kalmayacak tamam mı? Konunun böyle göz önünde eriyerek buhar olmasına izin vermeyeceğim işte. Bunu o güzel kafana sok, tamam mı? Şimdi dürüstçe söyle bana bakalım: onunla görüştüğün gün ilk günaydın mesajını atan neden hep ben oluyorum? Gözüm kulağım üstünde, sakın konuyu sağa sola çekerek tavsatmaya çalışma, tamam mı?

Hayriiii, oğlum sabahtan beri seslenip duruyorum sana “gel Hayri, çay hazır!” diye. Yine saatlerce kendi kendine konuşup duracağına bir “tamam anne geliyorum,” desene.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikayeler, Mustafa Ünver Hikayeleri, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye okuma, hikaye sitesi, çok güzel hikaye, sevgi hikayeleri, 

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html/feed 0
Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html#respond Wed, 27 Dec 2023 14:01:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9301 Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” I. Orhan, sıradanlığın her şeyi kendine dönüştürme gücünün farkındaydı ve bunu seviyordu. Herkesten gizlediği bir alışkanlığı vardı lakin Orhan’ın. Kitap sayfalarını yeme alışkanlığıydı bu. En çok da dayısından kalma eski sararmış dergi yapraklarını iştahla yemeyi severdi. Hikaye  İlkokul birinci sınıftayken (doğduğu yerde ana sınıfı yoktu ve zaten okula iki sene geç […]

The post Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu”

I.

Orhan, sıradanlığın her şeyi kendine dönüştürme gücünün farkındaydı ve bunu seviyordu. Herkesten gizlediği bir alışkanlığı vardı lakin Orhan’ın. Kitap sayfalarını yeme alışkanlığıydı bu. En çok da dayısından kalma eski sararmış dergi yapraklarını iştahla yemeyi severdi. Hikaye 

İlkokul birinci sınıftayken (doğduğu yerde ana sınıfı yoktu ve zaten okula iki sene geç yazılmıştı) okumayı ilk söken öğrenci o olduğu için öğretmeni ona bir hikâye kitabı hediye etmişti. O güne kadar hiç kitap okumayan Orhan, içinde garip duygular beslemişti kitabın sayfalarına karşı. Kitabın ona okuması için verildiğinin farkındaydı ama gelin görün ki her sayfa çevirişinde parmakların ucunda oluşan sürtünme ona garip bir haz veriyor, sayfaların kokusu başını döndürüyordu. Bir yandan da kitaba bir şey olursa başına geleceklerden korkuyordu. Hikaye , Hikaye 

Kitabı o gece bitirmişti. Gece uyumadan önce içindeki dinmez arzuya yenilmiş, kitabın sonundaki yazarın başka kitaplarından bahsedilen sayfalardan birinin ucundan bir parçayı heyecanla koparmış,önce biraz çiğnedikten sonra da yutmuştu. Hikaye 

O gece rüyasında koyu kahverengi kocaman bir leyleğe binmiş neresi olduğunu bilmediği bir hedefe umutla ve istekle bulutların arasında yolculuk yaptığını; yolculuk boyunca da leyleğin kanatlarından kopardığı tüyleri afiyetle yediğini görmüştü. Önceleri bunun farkında olmayan leylek, varoluş amacı Orhan’ı taşımakmış gibi havada süzülmeye devam ediyordu ta ki kanatlarındaki tüy sayısı azalıp havadaki aerodinamiği bozulana kadar. Orhan, durumu fark eder etmez bir şeyler yapmaya çalışıyor ama leylek hızla irtifa kaybediyordu. Hikaye 

Tam yere çakılır gibi olduğunda, Orhan yatağında bir titremeyle uyanır gibi olmuş ardından da sabah hatırlamayacağı bir sürü rüya görmüştü. Hikaye 

Orhan alışkınlığından hiç de şikâyetçi değildi. Sadece bunun çevredeki insanlar tarafından pek de hoş karşılanmayacağını bildiği için üç ay sonra evlenme planları kurduğu nişanlısına bile söyleyememişti. Hayatta her insanın, günlük yaşamı arasına fark edilmeyecek şekilde sızmış, sayamayacağı kadar alışkanlığı var ve bu da onlardan biri, diye düşünüyordu. Hikaye 

Sabahları kahvaltıdan hemen sonra koltuğuna oturur, gazetesini her sabah dükkânını açan esnaf rahatlığıyla biraz silkeler, üçüncü sayfa haberlerinden başlardı okumaya. Hikaye  

Bunu hem ülke ve dünya gündeminden haberi olmasını istediği için hem de gazete sayfalarının tadı ona kitaplardan, dergilerden, ansiklopedilerden aldığı tattan çok farklı geldiği için yapardı. Bazı günler, gazetenin tamamını bitirdiği -yediği- de oluyordu. Hikaye 

Öyle gelişigüzel sayfaları yemeyi de sevmezdi hem. Bu sabahki gazetede mesela ilgisini çeken Kaplumbağalar Timsah Yiyordu haberini eline aldığı makasla ciddiyetle sayfadan kesmiş, haberdeki yarı dinozor yarı kaplumbağaya benzeyen tuhaf hayvanın resminden başlamıştı yemeye. Haber şöyleydi:

Dev kaplumbağaların, kendisine tehlike yaratabilecek bütün sürüngenleri yediği, böylece hayatta kalmayı başardığı dile getirilirken, bunların arasında timsahların bile bulunduğu bilgisi verildi. Dev kaplumbağa fosilleri ilk olarak 2005 yılında, Columbia’daki bir kömür madeninde bulunmuştu.

Bu nedenle ‘kömür kaplumbağası’ olarak anılan bu dev yaratığın kafası bir futbol topu büyüklüğünde, kabuğu da 1,5 metre uzunluğundaydı. Hikaye  

Bilim adamları, ‘Kömür Kaplumbağası’nın yaşadığı devirde, yılan ve timsahların da dev boyutlarda türleri olduğunu hatırlatıyor. Bu dönemde bazı türlerin boyutlardaki büyüklük, iklim değişikliği, avcı hayvanların sayısının az olması ve yemek bolluğuna bağlanıyor. Hikaye  

Futbol topu büyüklüğünde bir kafa! Hayatı boyunca bir kez bile olsun futbol topunun olmadığını, ona sahip olamadığını düşündü. Hikaye  

Bisiklet sürmeyi bilmediğini de. Bir an ne kadar da çok şey bilmediğini düşündü. Yüzmeyi de bilmiyordu mesela… Hikaye 

Ağabeyi bisiklet sürerken ve gel sana da öğreteyim dediğinde ne yapmıştı, ya da arkadaşları denizde yüzmeye giderken o gitmeyip neyle uğraşmıştı. Hatırlamıyordu. Bunları düşünürken havada belli bir noktaya dikilen gözleri hafızasının derinliklerine inen puslu koridorlarda gezindiğinde o nokta daha da yoğunlaşmıştı. Tam bir şey hatırlar gibi olduğunda, nokta sanki mikro bir kara deliğe dönüşmüş ve önüne ne geldiyse yutmuştu.

Kara deliğin öteki ucunda gündelik hayattan bir sürü hatıra, nesneler, koşuşturmalar, sevinçler, bağrışmalar vardı. Aradığı şey yoktu ama. O ana kadar sıkışıp yoğunlaşan nokta gitgide, sabaha doğru açılan çiçekler gibi ağır ağır açılmaya başlamıştı. Hâlâ hatırlayamıyordu.

Sanki hatıralarını silmeye yeminli düşsel bir silgi vardı peşinde ve hatırlamak istediği ne varsa ondan önce yetişip siliyordu onları. Gazetesini katlayıp masaya koyarken, masada duran elektrik faturasına gözü takıldı. Yetmiş iki lira yazıyordu. Geçen aydan beş lira daha fazlaydı bu. Asıl önemli olan bugünün son ödeme tarihi olmasıydı. Esperanto kursu da vardı bugün. Kursun çıkışında öderdi.

II.

Esperanto kursunun çıkışında ilk iş elektrik faturasını yatırmaya yakınlarda bir PTT şubesi aramaya koyulmuştu. Kalan son iki saati vardı. Vakit kaybetmeden yoldan geçen bir kadına, “Yakınlarda bir PTT şubesi var mı?” diye sordu. Kadın güzelce tarif ettikten sonra o, ilk sağdan dönmeyi unutuverdi. Biraz daha beyhude dolandıktan sonra birkaç kişiye daha sora sora neyse ki buldu.

Kuyrukta tahminen on kişi vardı. Her birinin işi beş dakika sürse, yaklaşık olarak bir saat kuyrukta sıra bekleyeceği anlamına geliyordu.

Başka işi yoktu. Şubenin kapanmasına da haddinden fazla acele ettiği için daha bir buçuk saate yakın zaman vardı. Endişelenilecek bir durum yoktu anlayacağınız. Şubenin önünde, büyük bir ihtimalle şube inşa edilmeden çok önceleri de orda bulunan, kalın gövdeli, geniş yapraklı çınar ağacındaki yuvasından düşen kuşu yerine geri koymaya çalışan insanları izlemeye başladı vakit geçirmek için. Ağaca tırmanmanın yolu yoktu ve yuvaya ulaşabilmenin tek yolu itfaiye ekiplerini aramaktı. Bundan daha mühim bir sorun vardı yalnız, yavruyu yuvaya geri koyduktan sonra annesi kabul edecek miydi onu? Bu soru, muhtemelen, banliyöde oturan ve sanayi bölgesiyle evi arasında her gün bir saatlik yolculuk yapan ve bu süre zarfında can sıkıntısından günün geri kalanını hakkında düşüncelere dalan adamın aklına ilk gelmişti.

Diğerleri, ilk ne zaman ve kimden duyduklarını bilmedikleri fakat doğruluğundan şüphe de etmedikleri ve karşı çıkabilecekleri herhangi bir argümanları da olmadığı için bu bilgiye hemen inanıp daha doğrusu zaten aklımızın bir köşesindeydi de sen hatırlattın diye adama hak verip başka bir çıkar yol bulma üzerine derin düşüncelere daldılar.

Olup bitenleri izlerken önünde sadece orta yaşlı, takım elbiseli, saçlarını geriye doğru taramış bir adamın kalmış olduğunu fark etti Orhan ve ilerlemesi gereken bir aranın olduğunu, onla saçlarını geriye doğru tarayan adam arasında. Aradaki boşluğun hemen kapanmasını bekleyen bir sürü gözün bir o bir de adam arasındaki bir an önce doldurulması gereken-boşluk arasında gidip gelmesinin verdiği tedirginlikten dolayı da hemen kapattı arayı.

En son adamın da işi bitince sıra ona gelmişti. Cebinden daha önce ayarladığı yetmiş iki lirayı vermek için çıkarttı ki görevli memur tutarı söyler söylemez versin. Verdi de nitekim görevli memurun bıkkın bakışları eşliğinde.

Dışarıya çıktığında ne kuştan ne de çevresinde bir görev bilinciyle onu yuvasına geri koymaya çalışan insanlardan eser vardı. seçme hikayeler

Aslına bakarsanız ne ağaç ne de yuva vardı görünürde. Şubenin önünde park etmiş 2002 model Opel Corsa’dan ve silecekleriyle camı arasına sıkıştırılmış park cezası makbuzundan başka hiçbir şey yoktu. Gördükleri gündüz düşü dedikleri şeyden olmalıydı. Çok da kafa yormadı.

Eve doğru yola çıkmaya başlayabilirdi. Hikaye  

Öylesine gri, öylesine ağır bir hava vardı ki sanırsınız cıva buharı dolmuş her yere. Bu ona tedirginlik veriyor lakin tedirginliği fark edilmesin istiyor. Üstüne çullanıp tüm negatif enerjisini alacaklar yoksa. (Evlerindeki boş pilleridolduruyorlarmış onla). Kukla gibi yürümeye başlıyor. O zaman onlar gibi olur, kimseler de fark etmez. Eve de az kaldı zaten. Ara yollara sapmamalıyım, diye düşünüyor, daha bir dikkatli oradakiler. Gelirken uzun uzun süzüyorlar sonra sen tam yaklaşmaya başlarken başka bir işle uğraşıyormuş gibi yapıp, sen arkanı döner dönmez de tekrar süzmeye başlıyorlar. Riskli orası anlayacağınız. Olabilecek en doğrusal yoldan gidiyor. Sakin ve huzurlu yuvasına ulaşabilmek için bu kadarına katlanabilirdi. Evinin çatısı da görünmeye başladı. Neşeli bir kukla gibi hissediyor kendini. Dükkânların pleksiglas tabelaları ve billboardlar onla hareket edecek sanırsınız. Evine kadar eşlik edecekler, sonra inceliklerini karşılıksız bırakmamak için pencereden el sallayarak uğurlayacak onları Orhan da. seçme hikayeler

Bunları düşünürken dudağının kenarından başlayan hafif bir gülümseme kaplıyor tüm suratını. Yanından geçen bir kadının küpesine gözü takılıyor. Yoldan geçen bisikletli bir çocuğa araba çarpıyor acı bir korna sesinin ertesinde. Post apokaliptik bir dünyaya fırlatılmış hissediyor kendini, evvelinde fırtınaların koptuğu, hortumların fır döndüğü, fırtınaların dev dalgalarınsa haşinleştiği. Hortumun kıyıdan uzak yerleri, dalgalarınsa denize yakın yerleri yutmuş olduğu. Yeryüzünde tüm ağaçlar köklerinden kopup fırtınayla kilometrelerce uzaklara sürüklenmişlerdi. Aynı şekilde temeli yerinde duran tek bir bina bile yoktu. Ne de herhangi bir insan olduğundan, olduğu yere çöküp gri bulutları izleyerek bekliyordu sanki olduğu yerde. seçme hikayeler

Etraftan olayı daha net görmek isteyen meraklı insanlar akın ediyorlar olay mahalline. Durmak istemiyor yerinde, seğirterek eve doğru yol almaya devam ediyor. seçme hikayeler

III.

Evin kapısından içeri adım atar atmaz fırın alarmının ötmeye başladığını duyuyor. O evden ayrılır ayrılmaz eve gelen nişanlısı vakit kaybetmeden hazırlıklara girişmiş, akşama kadar eve dönmeyeceğini bildiği için de gönül rahatlığıyla üzümlü kurabiye yapımına başlamıştı ve şimdi bu durum alarmın ötmesiyle birlikte o anlatmadan önce ortaya çıktığı için gülüyordu. Gülmüştü Orhan da karşılıksız bırakmamak için. seçme hikayeler

Evine daha önce hiç görmemiş gibi bakıyordu. Koltuk takımlarının mavi tonunun keskinliğine şaşıyordu. Daha önce hiç dikkatini çekmemişti. Evde daha önce dikkat etmediği başka neler var diye geziniyorken, nişanlısı fırından aldığı üzümlü kurabiyeleri geniş bir tepsiye almış, “Biraz soğumadan ve çay da demlenmeden sakın dokunma!” diye uyarmıştı, işin tadını kaçırmak istemeyen bir sürpriz doğum günü partisi düzenleyicisi tavrıyla. seçme hikayeler

Orhan, nişanlısı mutfakta çayla uğraşırken dayanamayıp kurabiyelerden, diğerlerinden biraz daha iri olanını eline almıştı. Önce eliyle sertliğini ve sıcaklığını kontrol ettikten sonra da ağzına doğru götürmüştü. Dişlerinin arasına alıp iyice basınç uyguladığı anda ense kökünde dayanılmaz bir acı hissetti. Isırdığı kurabiye değil de beyinciğiydi sanki.  seçme hikayeler

Kontrolünü kaybedip düşüyor Orhan.

İki oda bir salon bir evde kanepede öylece uzanırken buluyor kendini. Radyonun başında annesi, kederli bir sese sahip ve muhtemelen sürgünde olan bir adamın sesini daha net duyabilmek için radyonun frekans ayarlarını kurcalıyor, “Anne” diyor, “Hışt,” diyor annesi, “baban gelmeden şunu dinlememe izin ver.” seçme hikayeler 

Dış kapıdan sesler geliyor. “Baban geldi,” diyor, radyoyu kapatıp vitrininin üstünde bir yerlere saklıyor. Babası işinden memnun değil ve her eve geldiğinde bunun nedenini açıklayıp onlara da onaylattırıyor. Onaylıyorlar. Ablası içeri giriyor sonra Orhan’ı kucağına alıp Bugün de okula götüreyim mi diyor. Olur, diyor Orhan sevinçle. seçme hikayeler 

Öğretmen dâhil ablası Nurten’in sınıfındaki herkes onla ilgileniyor, sınıf arkadaşları o günkü harçlıklarını ona harcamaya çalışıyorlar.

Uzun yemyeşil saçları var ve sapsarı gözleri. Herkes saçlarını okşayıp “Keşke bizimki de böyle olsaydı,” diyor. Sınıfın ilerde melankolik bir kötümsere dönüşecek olan en zayıf kızıysa Nurten’e, Orhan’ı sakın sokağa tek başına salmamalarını yoksa Çingenelerin o yemyeşil saçlarını kesip yastık dolgusu olarak kullanacaklarını, sapsarı gözlerini ise oyup yerine kara kara düğmeler dikeceklerini anlatıyor.

Düğmelerini kapatmayı hiç beceremiyordu. Ablası en alttaki açık düğmeyi fark edip ilikliyor. Okuldan döndükten sonra annesine olanları anlatıyor. Annesi onu hiç mi hiç dinlemeyip, mahalledeki akranlarımın ikinci sınıfa başladığından onunsa hâlâ okula gitmemekte direnmesinden yakınıyor. Saçlarının kesilmesini istemediğinden iki yıldır okula gitmemekte diretiyordu. Annesi ne yapıp ettiyse de ağlayıp sızlayıp babasına sığınmıştı. seçme hikayeler

Babası ömrü hayatı boyunca okul görmemiş  biriydi ve ona kalsa hiç okul okumasına gerek yoktu. Ona göre okul, insanı en sonunda delirten bir kurumdu. İnsanlar can sıkıntısından icat etmişlerdi okulu. Uzaktan akraba Ferid’in hali ortadaydı. Yıllarca didinmiş memleketin en iyi okullarında okumuş bir elektrik mühendisiydi. Üniversiteyi birincilikle bitirmiş mastırı da dereceyle tamamladıktan sonra en nihayetinde doktora tezinin son aşamasında güneş enerjisi yerine lityum-kadmiyum karışımı bir maddeyle çalışan pil önerisi kabul görmeyince adama bir haller olmuş, o koca beş senede yazdığı tezi yırtıp atmış, kendini Memleketin Ruhsuzluğu adını verdiği bir projeye vermişti. Kimselerle görüşmemesi
şöyle dursun bazen kendini bile unuttuğu oluyormuş. Annesiyle babası da öldükten sonra onların evine kapanıp günlerce yiyip içmeden yaşıyormuş orada. Ziyaretine gelen akrabalarına da sanki onlar yokmuşçasına davranıyormuş. seçme hikayeler

Kurabiye kokusu geliyor burnuna. Ablasının sesini işitiyor ve hemen anlıyor durumu. Koşa koşa mutfağa yöneliyor. Uzatılan kurabiyeyi alıyor. Daha sıcak, soğumasını bekliyor, beklerken de en sevdiği çizgi filmi kaçırmamak için odaya koşturuyor.

Odaya girdiğinde ilkin babasının kollarında baygın yatan annesini görüyor. Gözü yirmi yıllık Grundig marka radyo kasetçalara kayıyor, elindeki kurabiyeyi düşürüyor. Ablası arkadan gelip kucağına alıyor onu ve diğer odaya bırakıyor. “Sakın ses etme,” diye tembihliyor, eline oyuncak kaplanını tutuşturarak.

Gözlerini açıyor Orhan zorlukla. Ense kökündeki dayanılmaz ağrı, yerini bir gevşeme haline bırakmıştı. Nişanlısı bir yandan gözlerini açtığına sevinmiş bir yandan da olanlardan kendisini sorumlu tutarcasına kaygılı bir ses tonuyla “Ne oldu?” diyor. “Bir şey yok, iyiyim,” diyor Orhan, “tansiyonum düştü herhalde.”

Yazan: Uğur Ercan 

Mardin doğumlu. Ankara’da yaşıyor. Orta  Doğu Teknik Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü öğrencisi.

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, öykü, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü arşivleri, seçme hikayeler, hikayeler, hikaye yaz, 

The post Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html/feed 0
Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html#respond Sun, 19 Nov 2023 16:24:54 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9257 Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi Kokoreççi Yazar Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. […]

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi

Kokoreççi Yazar

Ne, Nerede, Neden, Ne Zaman, Nasıl, Kim en bilinen öyküsü. Çeşitli fanzinlerde ve dergilerde öyküleri yayımlandı. Derede Bulunamayan Taşlar öyküsünü yüz elli lira telif aldığı için apayrı bir yerde tutuyor. Kazandığı parayı kimseye söylemedi. Bir miktarıyla aylık akbil yükletti. Geri kalanıyla kışlık ayakkabı aldı. Artan üç kuruşla da iddaa kuponu doldurdu. Üç maçtan yatmasına rağmen anlatırken tek maçtan yattığı yalanını uydurdu. Kışlık ayakkabıları neyle aldığını soran annesine yanıt vermedi. O da bir daha sormadı.

Yürüyüşe çıktığı bir akşam geri döndüğünde evin ziline iki kere basmasına rağmen açan olmayınca, üst katın ziline bastı. Rahatsız ettiği için özür diledi. Kapıyı açtıkları için teşekkür etti. İçeri adım attığında ailesinin evde olduğunu görünce depresyona girdi. Üç ay çıkamadı. Mecidiyeköy’den metrobüse binip Şirinevler’de indiği bir akşam akbilini iade kutucuğuna okutmayı unuttu. Geri dönerken merdivenlerde üniversiteli bir kızla çarpıştı. Düşen defter ve kitapları toplamak için eğildiğinde kızdan küfür yedi. Duymazdan geldi. Daha sonra böyle yaptığı için geceleri uyuyamadı. Zihninde o anı tekrar tekrar canlandırıp her seferinde kıza ağzının payını verdi. Unutana kadar her gece yaptı bunu. Minibüste şahit olduğu bir tartışma sebebiyle bu anısı canlandı. Olayı kökünden halletmek için kızla çarpıştığı yerde çarpıştığı saatlerde beklemeye karar verdi. Karşılaşacak olsa tam olarak ne yapacağını bilemiyordu. O sinirle kendini kaybedebileceğini düşünüyordu sadece. Kendini zaptedemezse kalabalıktan birilerinin kızı nasıl olsa kurtaracağını biliyordu. İki hafta boyunca her akşam bekledi. Olay yerini terk etmeden önce karnını doyurduğu seyyar kokoreççiyle arkadaş oldu. Adam artık ayranı bedavadan veriyordu. İlerleyen samimiyet sebebiyle her akşam orada ne yaptığını anlattı. Okulların tatile girdiğini öğrenmesiyle birlikte yedi yıl yaşlandı; şakaklarından kelleşti ve saçlarının geri kalanına aklar düştü. Son lokmayı son yudumla yutup o defteri oracıkta kapattı. Seyyar kokoreççiden seyyar kokoreççiliğin püf noktalarını öğrenmeye başladı. Gerekli eğitimi aldıktan sonra konuyu ailesine açtı. Sermaye konusunda babası ve amcası yardımcı oldu.

Geceleri kokoreççilik yapıp gündüzleri ilham geldikçe yazdı. Dergilerden kazandığı telifi ayran aldığı toptancıya yatırdı. Yarım ekmek kokoreç artı ayranı iki buçuk liraya sattı. Kısa sürede kâra geçip babası ve amcasına borcunu ödedi.

Şirinevler Meydanı’nda mesleğini devam ettirmekte. Üst geçit merdivenlerinde çarpışıp küfür yediği kızın hayatını mahvetmesi üzerine intikam ateşiyle yanıp tutuşurken kokoreççi olan bir gençle ilgili yazdığı İntikam Ateşinde Kuzu Kokoreç, onun opus magnum’u kabul ediliyor. Bir öykü derlemesinde yer alan öyküsünü seyyar kokoreççilere ve şu banka reklamında oynayan sucu çocuğa ithaf etti.

Evlenip Evinin Hanımı Olan Yazar

Üniversiteye gelene kadar yazmak aklında bile yoktu. Zaten yeminliymiş gibi kurgusal bir şeyler okumuyordu. Bu yüzden Türk Dili ödevini teslim etmeyip bütünlemeye kaldı. (İmlâyla ilgili herhangi bir derdi yoktu.) Kopya çekip geçti. Dönme dolaba binip yaşadığı kente tepeden baktı. Kendisine ilân-ı aşk eden yedinci çocukla sinemaya gitmeye karar verdi. Çocuk ne kadar da çok ve nasıl da iyi kitaplar okuduğundan söz etti. İlgiye değer öyküler yazdığını anlattı durdu. Fakat imlâyla pek arası yoktu. Aynı paragrafta dört benzer hatayla karşılaşınca çocukla bir daha görüşmemeye karar verdi. Öfkesini dizginleyemeyip -de’lerin Dahiliği’ni yazmaya başladı. Kısa öykü olarak tasarladığı metin kısa romana, oradan da romana evrildi. Yüz otuz dokuz sayfada insanın mesnetsiz özgüvenini, özbenliğinin farkında olmayışını, aptal olduğunun farkında olanların kendilerini zeki sanan aptallardan daha iyi olduklarını irdeledi durdu. Dosyasını bir yayınevinin ilk roman yarışmasına gönderdi. Sonuçlar açıklanana kadar çeşitli öyküler yazmayı denedi ama kendince başarılı olamadı. -de’lerin Dahiliği’nden daha iyisini yazamayacağını anladı. Yarışmada birinci olduğu açıklandı. Basıma hazırlanan romanını geri çekti. İyi olduğunu anlaması için Ben yazarım, diyenlerin onayını alması gerekmediğini düşündü. Okurları hesaba katmadı. Kendisiyle söyleşiye gelen bir gazeteciyi kışları kar yağmayan ama ayazı dayanılmaz olan bir güneydoğu kasabasına gönderdi. Beş gece boyunca vicdanı sızladı. Altıncı gece o acıyı duyumsamadı. Mezuniyet törenini tribünden seyretti. Kepini fırlatmadı. Eve dönerken geçtiği ara sokaklardan birinde gördüğü duvar yazısı sebebiyle floresan gibi aydınlandığını hissetti. Eve gidip dünya üzerindeki eğrilerden birini doğrultmanın mutluluğu üzerine uzun bir öykü yazdı. Öyküyü yaşadığı kentin yerel gazetesinde Sentetik Müstear adıyla yayınlattı. Teşekkür etti, telif istemedi. O gece bir parkta oturup yıldızları seyretti. Evlenip İsveç’e yerleşmeden önce bir dilek ağacına çaput bağladığına dair söylentiler var. Du Jag Den Blyertspenna öyküsü bir derlemede yer aldı. O zamandan beri herhangi bir şey yazdıysa da yayımlatmadı. Eşi ve iki çocuğuyla birlikte Östersund’da yaşıyor.

Müdür Olunca Resepsiyonistken Yazdıklarını Bastıran Yazar

Saçları tepelerden seyrelmeye başlamıştı. Otuzuna geldiğinde kel kalırsa intihar edeceğini söylüyordu. Otuza dokuz kala askere gitti, sekiz kala geldi. Yedi kala işe girdi. Küçük bir otelde resepsiyonist olarak çalışıyordu. Yabancı dil bilmesini gerektiren bir iş olmadığı için yabancı dil bilmiyor oluşu sorun yaratmadı. Vardiyalı bir işti; bir hafta gündüzcü, bir hafta gececiydi. Gelenlerin kaydını yapıyor, ertesi günün ücretini ödemek zorunda kalmamaları için kaça kadar kalabileceklerine, kahvaltının kaçla kaç arasında olacağına dair bilgi veriyor ve odanın anahtarını teslim ediyordu. Girişteki televizyon yedi gün yirmi dört saat açıktı. Çoğunlukla spor ve müzik kanallarını seyrediyordu. Nadiren haberlere bakıyordu. Baktığı sıralarda neden haberlere pek göz atmadığını anlıyordu. Dünyanın halinden hoşnut değildi. Kendi yağında kavrulan bir şehirde yaşadığı için kendisini şanslı hissediyordu. Çocukluk arkadaşlarının oradan ayrılmak için o kadar ısrarcı davranmalarına anlam veremiyor, güneşin doğarken de batarken de güzel göründüğü bu ufak şehri seviyordu.

Otuza altı kala oteldeki otuz odanın otuzunun da bir kere bile dolduğunu görmediğini fark etti. Piyasa araştırması yapınca çevredeki otellerin de aynı durumda olduğunu anladı. Bu araştırma onu insanlar hakkında düşünmeye sevk etti ve otele gelenlere roller yazmaya başladı. Otuza beş kala kurguda zayıf olduğunu fark etti ve kitaplar okumaya başladı. Otelin çaprazındaki kütüphaneye üye oldu. Parayla alamayacağı kitaplar buldu. Gündüzleri yeterli konsantrasyonu sağlayamazken geceleri bu sorun ortadan kalkıyordu. Başta deftere yazarken düşüncelerini daha süratli bir biçimde ifade edebilmek adına bilgisayara geçti. Bu arada tepedeki seyrelme yerini parlaklığa bırakmıştı. O parlaklığı saçlarını uzatıp geriye tarayarak kapatıyordu. Otuza dört kala saçlarının geri kalanı tepedeki parlaklığı kapatmak için kısa gelmeye başladı. Üç kala saçlarındaki göç oranı iyice arttı ve iki kala kafasını tamamen yalnız bıraktılar. Zannettiğinin aksine kısa sürede yeni görüntüsüne alıştı. Periyodik olarak berbere gitme angaryasından kurtulmuştu. Zamanla bu kel halinin ona seksilik kattığını fark ettiyse de bunu kadınlara karşı hiçbir zaman silah olarak kullanmadı. Otuza bir kala müdür oldu. Kendisine özel tahsis edilmiş odasında yazmak, resepsiyonda yazmaya benzemiyordu. Yeni bir şeyler yazamadığını fark edince o zamana kadar yazdıklarını ele alıp tekrar okudu. Yedi yüz otuz dokuz sayfayı okuyup düzenlemesi, uygun bulmadıklarını elemesi, ayırdıklarını tekrar gözden geçirip düzenlemesi dört ayını aldı. Yayıneviyle falan uğraşmadı. Kasapların oradaki matbaaya gitti. Konuştu, anlaştı, parası neyse verdi. Dört yüz elli baskıyı il kütüphanesine, marketlere, kırtasiyelere, çevre il ve ilçe merkezlerindeki gazete bayilerine, liselerin müdürlerine, üniversitenin dekanına, organize sanayideki ustalara, mezarlık bekçilerine, eşine, dostuna, akrabalarına hediye etti. Dayısını ziyarete gittiği bir akşam yengesinin kitabı çaydanlık altlığı olarak kullandığını görünce diğerleri ne yapıyordur diye düşündü. Araştırmak istediyse de karşılaşacağı cevaplardan korktuğu için böyle bir şeye kalkışmadı. Dört bardak çay içip kalktı. O gün bugündür herhangi bir şey yazmadı.

Edebiyat Dünyasını Derinden Sarsmamak İçin Yazmayı Bırakan Yazar

Kendini bildi bileli başarılıydı. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi takdirle bitirmişti. Elini attığı her spor dalında ortalamanın üstünde bir başarı elde etmişti. Mezuniyetinden sonra yüksek maaşlı bir işe başlamıştı. O kadar başarılıydı ki bulaştığı başka bir işte de aynı başarıyı yakalayıp yakalayamayacağını anlayabilmek için yıllık izine ayrılıp Kızılay Meydanı’nda simitçilik yaptı. Satışların tavan yapması simitçiler mafyasının kulağına gitti ve tezgâhına yüksek bir meblağ karşılığında el konuldu. Yıllık izninin bitmesine daha vardı. Evine dönerken gördüğü ilân üzerine bir fotoğrafçılık kulübüne gitti. Mülâkattan başarıyla ayrılan on kişiye yüzde yüz burs verilecekti. Mülakat esnasındaki akıl dolu ‘Sizce sizi neden seçmeliyiz?’, ‘Sevdiğiniz beş fotoğraf sanatçısı?’, ‘Diane Arbus?’, ‘Şrilomlarıabizittinmi?’ sorularına fikir dolu yanıtlar vererek yüzde yüz burs almaya hak kazandı fakat  acil bir işi çıktığını söyleyerek bursu almadan oradan ayrıldı. Evine gidip bozayı tencereden kaşıkla içen bir ailenin yürek burkan dramını anlatan bir öykü yazdı. Bu öykü edebiyat dünyasını adeta salladı. Çok iyi eleştiriler alan öykünün yazarının sonraki işlerini merakla beklemeye başladılar. Herkes ne yapacak, nasıl bir şey yazacak diye beklerken oturdu, hayatı boyunca bulaştığı hiçbir işte başarılı olamamış bir adamla ilgili öykü yazdı. Öykü, adamın geç yaşta yürümeye başlamasıyla başlıyor, öteki tarafa göç edeli çok olmuşken bisiklet kullanmayı bilmeyişini hatırlamasıyla son buluyordu. Birkaç sayfalık bu öykünün kendisine edebiyat dünyasının kapılarını ardına kadar açacağını kestirmesi güç olmadığından, yayınlamayı düşünmedi. Çekmecelerinden birisine koyup iznini erken sonlandırdı. Birkaç yıl sonra taşındığı esnada nakliye çalışanlarından birisi tarafından bulunan öykü özenle katlanıp cebe yerleştirildi. Nakliyeci akşamleyin evine döndüğünde öyküyü iki kere okudu. Kimi yerlerini düzeltip değiştirerek günümüze uyarladı. Ana karakterin iki özelliğinden birini tamamen çıkartıp diğerini yarım bıraktı. Olay örgüsüne kendince birkaç şey ekledi. Tamamlandığını ve daha iyi olduğunu düşündüğünde iki kere daha okudu. Ekleyip çıkartacak başka bir şey bulamayınca bir edebiyat sitesine gönderdi. Sükse yaratacağını düşündüğü öykü iki kere Twitter’da, üç kere de Facebook’ta paylaşıldı ve sayfası on sekiz kere görüntülendi. Sayfayı görüntüleyen on sekiz kişiden yedisi öyküyü baştan sona okurken, beşi açar açmaz kapattı, üçü ikinci paragrafta bırakırken geriye kalan üçü de beşinci paragrafa gelmeden vakitlerini daha fazla boşa harcamak istemediler.

Öykünün asıl yazarı yönetici pozisyonundaki işine devam ederken öykünün hırsızı gerçekleştirdiği başka bir hırsızlık sebebiyle işinden oldu. Öykünün orijinaliyse içinde bulunduğu pantolonla birlikte çamaşır makinesine girmeden önce dörde katlanmış olarak varlığını devam ettiriyordu.

Akın Çetin

altKitap 2013 Öykü Seçkisi

hikaye, öykü, hikaye seçkisi, öykü seçkisi, kısa hikayeler, düşündüren hikayeler, başarı hikayeleri, hikaye okuma, hikaye oku, öykü oku, hikaye yaz, öykü yaz,

The post Hikaye – İş Değişikliği Nedeniyle Tasfiye Olmuş Yazarlar Antolojisi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kisa-hikayeler/hikaye-is-degisikligi-nedeniyle-tasfiye-olmus-yazarlar-antolojisi.html/feed 0
Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:46:11 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9240 Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” Yazan: Dr. Ayfer KARA I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi […]

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER”

Yazan: Dr. Ayfer KARA

I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi kasabanın kahvehanelerinde hemen her gün konuşuluyordu. Kasabalılar bu konuda endişeli olmakla birlikte farklı kültürden, farklı dinden olan bu arabalı askerleri çok merak ediyorlar, onları ve arabalarını görmek için sabırsızlanıyorlardı. Kasabanın ileri gelen akıllı insanları arabaların hangi yoldan, nasıl Samsun’a ulaşacağına kafa yoruyorlar ve tartışıyorlardı. Çünkü Hekimhan-Sivas yolu topraktı ve yeterince düzgün değildi. Yağmur yağdığında çamurdan çıkılmıyordu. Kasabadan Sivas’a giden yol şimdiden çamur deryasına dönmüştü bile. Almanların kullandığı araçların bu yolda hareket etmesi imkânsızdı. Esnaf, Almanların gelecek olmasına çok mutlu oldu. Hiç kazanmadıkları kadar para kazanacaklardı. Esnaf olmayan halk ise Alman askerlerinin kendilerine ne gibi bir menfaat getireceğinden habersizdiler.

Alman askerî alayının yola çıktığı haberi ekim sonuna doğru kasabaya ulaştı. Nihayet kasım ayı başlarında Almanlar kasabaya ayak bastı, onların gelişiyle küçük kasaba çarşısı bayram yerine döndü. Çarşı Taşhan’ın içindeki ve etrafındaki 45-50 dükkândan oluşuyordu. Zaten kasabaya yabancı olarak birkaç memur, nadiren de cambazlar veya saz şairleri gelirdi. Kasaba esnafının para kazanacağı düşüncesi diğer fakir yerlileri kıskandırıyordu. Yerlilerden sadece birkaç kişi yazın kuruttukları sebzeleri, meyveleri, pekmezleri, kesmece ve pestilleri Sivas’ta satarak para kazanıyordu, çoğu ise yazın ürettiklerini kışın yiyerek yaşamlarını sürdürüyorlardı. Herkesin evinde en az bir ineği vardı ama herkesin binek hayvanı yoktu. Eşeği ve katırı olan insanlar şanslı sayılıyordu. Ama onlar da bu hazır yiyici eşeklerin kışın yem yemesine tahammül edemeyip sık sık kahvehanelerde lafını ediyorlardı. Halbuki zavallı eşekler genellikle ineklerin yemliğinden arta kalan tozlu samanları yiyorlardı. Bir değer gördükleri de yoktu. Yük çok ağır olduğunda inatlaşıyorlar ve sahiplerinden eşek sudan gelinceye kadar sopa yiyorlardı. Yağmurlardan sonra birkaç gündür karayel esiyordu, belli ki kar yağacaktı. Eşeklerin aç ama tembel yatacakları günlere az kalmıştı. Belki kışın ortasında odun biterse birkaç kere bağ evlerine gidip geleceklerdi. Alman askerleri kasabaya girdikleri gün Hamamcı Mustafa’nın Taşhan’daki hamamında soluğu aldılar. Bir güzel yıkandı paklandılar. Askerler hamamcıya kirli elbiselerle birlikte birkaç kalıp sabun verdiler. Hamamcı Mustafa’nın eşi bir güzel iç çamaşırlarını önce külle yıkayıp kaynattı ve sonra da sabunladı. Hiç böyle kaliteli iç çamaşırları ve kokulu sabunlar görmemişti. Askerlerin beyaz iç çamaşırlarını sergiler gibi damın üzerindeki ipe astı. Gelen geçen bu iç çamaşırlarına bakıyordu. Kadınlar iç çamaşırına bakarken erkekler de subayların ayna gibi cilalı botlarından gözlerini alamıyorlardı.

Askerlerin kasabaya gelişinin ikinci gününde ilk kar yağdı, çok yağmamıştı sanki toprağın ağaçların üzerine tül örtülmüştü. Alman Askeri alayının komutanı tercümanı aracılığıyla kahvehanede bulunanlara Hekimhan merkez ve civar köylerde ne kadar yük hayvanı varsa onları fiyatlarının çok üstünde paralar vererek satın alacaklarını duyurdu. Herkes bu habere sevindi. Çünkü bu mevsimde eşekleri satmak iyi olacaktı. Eşeğini bağda bırakıp yabana seyiplemiş olanların pişmanlık gözlerinden okunuyordu. Hemen kahvehaneden çıkıp doğruca bağa koşup eşeklerine bakacaklardı. Bunlardan biri de Sarı Mehmet idi. Sarı Mehmet zayıf ve uzun boylu bir adamdı, bir yıldır evliydi ve henüz çocuğu yoktu. Küçük yaşlarda hem yetim hem öksüz kalmıştı. Onu on sekizinde uzak akrabalarından dul bir kadınla evlendirmişlerdi. Dedesinden kalma bahçesinde her baharda aldığı birkaç kuzuyu büyütür sonbaharda onları satar, parasıyla gaz, yağ ve tuz gibi temel ihtiyaçlarını karşılardı. Kuzulardan başka kendi gibi kaburgası çıkık sarı bir ineği ve açık gri renkli, güzel yüzlü bir eşeği vardı. Eşeğiyle araları pek iyi değildi, eşek inatlaşıp yürümediğinde eşeğin kulaklarını kemirirdi. Sarı Mehmet doğruca bağ evine koştu ama eşeği orada yoktu. Sonra yan bahçedeki sumakların arasında eşeğini gördü. Bu eşekten hiç hazzetmezdi. Zavallı eşek ondan bir öğün yem, üç öğün tekme yerdi. Eşeğin kürüğünü almış, kendisini bağda bırakmıştı. Eşeğe “Gülü sen burda mıydın?” diye sevecenlikle yaklaştı. Eşek, Sarı Mehmet’i görünce ayağa kalktı ve ona bir tekme savurdu. Sarı Mehmet aşağı dereye doğru yuvarlandı. Bir ayağı derenin buz gibi suyuna girdi ama çok kızmışa benzemiyordu. Ellerini suda yıkadı, çalıların arasındaki patikadan yukarı doğru tırmandı, bahçe evinin tahta kapısını açıp içeri girdi. Burası tek göz bir evdi, hayvanlar da içeride yatardı. Onların kaldığı yer küçük 30 cm’lik bir duvarla oturma ve mutfak bölümünden ayrılmıştı. Sedirin üzerine oturdu, ıslak çorabını çıkardı ve düşünmeye başladı. Bu eşeği nasıl razı edip de Han’a götürecekti. Gözü arpa çuvalına ve kasadaki elmalara takıldı. Çuvaldan bir avuç arpa aldı ve her zamanki gibi “Hınzır eşek gel” demedi. Tatlı bir sesle “Gel gülü, sana ne vereceğim?” diyerek eşeğe yaklaştı. Eşek arpayı görünce sevinçle anırmaya başladı ve afiyetle arpayı yedi. Sarı Mehmet eşekle arayı düzelttikten sonra üzerine binmeye kıyamadı, sanki eşek biraz zayıflamıştı. Sarı Mehmet önde eşeği arkada Han çarşısına doğru yola koyuldular. Yolda giderken heybeden birkaç elma çıkarıp eşeği besledi. Eşek gönüllü geliyordu, eşeği yularından çekiştirmiyordu. Çarşıya geldiklerinde bir Alman teğmen yanlarına yaklaştı, “Selamün aleyküm” dedikten sonra Cebinden tomarla para çıkardı. Sarı Mehmet’in gözleri yuvasından fırlayacaktı. Teğmen çarşıya adımını atan ilk eşeğe diğer insanları da satmaya özendirmek için 2 Reşat (1 reşat altın= 7.20 gr) altın edecek kadar Osmanlı lirası saydı. Alman teğmen eşeğin yularını tuttu ve eşeği okşamaya başladı, bakkaldan üzüm ve fındık alıp eşeğe yedirdi. Sarı Mehmet karısından bile bu özeni görmemişti. Karısı ona “Ciğerinin bağından alasıca” derdi ve her sabah önüne evde peynir olduğu halde sadece bulgur çorbası koyardı. Sarı Mehmet eşeğe gösterilen ilgiyi kıskandığından mı yoksa eline geçen paranın mutluluğundan mı bilinmez gözlerinden yanağına birkaç damla yaş süzüldü. Bu yüksek fiyatı gören duyan herkes yük hayvanlarını Alman askerlerine satmak için çarşıya getirmeye başladılar. Alman askerleri geleli 5 gün olmuştu ama hâlâ yeterince eşek, katır yoktu Alman askerleri binek hayvanlarını Taşhan’daki ahıra yerleştirdiler, her gün onları gezdirdiler ve diğer hayvanları kendi elleriyle pastalarla, bisküvilerle, elmalarla ve üzümlerle beslediler. Ayrıca bu hayvanlara ekstra şefkat gösteriyorlardı. Bazıları “Helal olsun adamlara eşeğe bile saygı gösteriyorlar” diyor, bazıları “Ula la bunlar manyak, aslı ötesi eşek sevgiden ne anlar? Haydi uşaklar eşşeğe diyneğnen vurun, hele bu herifler ne diyecekler?” diye oradaki küçük çocukları teşvik ediyorlardı. Çocuklar sanki çok iyi bir şey yapıyor gibi gülerek şımarıkça eşeklere değnekle vuruyorlardı. Alman askerleri ricacı bir tavırla alttan alarak belki de bildikleri tek Türkçe kelime ile “yapma, yapma” diyerek çocukları engellemeye çalışıyorlardı. Sarı Mehmet de Alman askerlerinden öğrendiklerini uygulamaya başlamıştı, çocukları kovalarken “Şu Alamanlardan medeniyet, saygı ve sevgi öğrenin accık” diyordu. Sarı Mehmet Almanların eşeklere gösterdiği özeni defalarca herkese anlattı ve o günden sonra evindeki hayvanlarına kendi de itina gösterdi. Daima köpeğini eşeğinin sırtını bindirdi, kendi eşeğin yanında yürüdü. Sahipleri ve köpekler birbirlerine benzerler. Sarı Mehmet’in köpeği de ona benziyordu. Bir daha sabahları peynir varsa bulgur çorbasını asla içmedi. Eeee ne de olsa o bir eşekten daha fazlasıydı.

Yeteri kadar yük hayvanını temin eden Alman askerleri silah teçhizatının ve cephanenin hepsini hayvanlara yükleyerek iki tomofili (otomobil) de katırlarla çekerek Sivas’a doğru yola çıktılar. Birkaç tomofil ve kamyonu da mecburen Hekimhan’da bıraktılar. Eşeklere ne oldu bilinmez, Almanlar Samsun Limanı’na ulaştıklarında muhtemelen eşekleri serbest bıraktılar. Eşeklerin bazıları kurda kuşa yem oldu, bazıları da Alman askerleriyle geçirdikleri güzel günlerin özlemiyle ağır yüklerin altında can verdi. Hekimhan’da kalan Alaman kamyonlarını ise demirciler parçalayıp erittiler; kazma, kürek, tahra, balta, orak gibi tarım aletlerinin yapımında yıllarca kullandılar. Belki şu anda birçoğumuzun ambarlarında bulunan tarım aletlerinden birkaçı Alman kamyonlarının çeliklerinden yapılmıştır.

Not: Ağabeyim ve ben bu hikâyeyi çok ilginç bulduğumuz için Han çarşısında esnaf olan büyükbabam merhum Osman KARA’ya defalarca anlattırırdık.
Yazan: Dr. Ayfer KARA

hikaye, hikaye oku, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, yaşanmış hikayeler, tarihi hikayeler,  savaş hikayeleri,  Ayfer KARA Hikayeleri, 

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html/feed 0
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:18:09 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9232 Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm O gece ne olup bittiğine anlam verebilmek için sürekli düşünüyor ama mantıklı bir şeye bağlayamıyordum. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durdum, en sonunda yorgunluğun ve stresin vermiş olduğu, hayal ürünü bir gece, olarak kabul ettim. Bir daha böyle bir şeyin başıma gelmemesini ümit ederek sabaha karşı […]

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm

O gece ne olup bittiğine anlam verebilmek için sürekli düşünüyor ama mantıklı bir şeye bağlayamıyordum. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durdum, en sonunda yorgunluğun ve stresin vermiş olduğu, hayal ürünü bir gece, olarak kabul ettim. Bir daha böyle bir şeyin başıma gelmemesini ümit ederek sabaha karşı ancak uyuyabildim.

Ertesi gün iş dönüşü apartmanımızın önüne geldiğimde, işin gerçeği hâlâ içimde bir tedirginlik vardı. Bir türlü kimsenin el atmadığı şu daima açık dış kapının yapılmasına ve elektriklerin açılma işine, bu sefer ben el atmalıyım diye düşünmüştüm. Elbette dünkü yaşadığım garip olaylardan oluşan korkum buna sebep olmuştu. Sıkıntı ve stres bütün benliğimi kaplıyordu.

Derin bir nefes alarak, bütün bunlar saçmalıktı dedim ve elime telefonumu alarak saate baktım. Saat tam olarak 01:13’dü ve kendi kendime en fazla 5 dakika sonra evimin içine girmiş olacağım diye telkinde bulunarak telefonun fenerini açtım ve ilk adımımı attım. Sonra adeta koşarcasına hızla yukarı çıkmaya başladım. Bu sefer çıkarken kaçıncı katta olduğumu şaşırmamak için sesli bir şekilde çıktığım katları da saymayı ihmal etmiyordum. Dükkanın üstüne çıktım şimdi 1. kata geldim, şimdi 2. kata geldim, burası 3. kat dedim ve nefesim tıkanmaya başladığı halde hızla çıkmaya devam ederek 4. kata geldim diye kendime sesleniyordum. Bu son kat ve şimdi 5. kata çıkıp evime gireceğim dediğimde artık çok zor nefes alıyordum ama son kata, yani evimin önüne gelmiştim bile.

Kapımın önüne geldiğimi görünce o kadar rahatlamıştım ki hemen ceplerimi kurcalayıp anahtarı çıkartmak istedim. Bir yandan da hâlâ kendi kendime konuşarak, “bak gördün mü her şey hayal, demiştim, bir şey olmadığını gördün işte, şimdi eve gireceğim ve rahat bir uyku uyuyacağım,” diyordum. Kendi kendime yapmış olduğum bu telkinler işe yaramış gözüküyordu. Anahtarı bulduğumda ellerimin titremesi de azalmıştı. “Sonunda!” diyerek derin bir nefesle birlikte evime girmek için kapıyı açtım.

Fakat karşıma evimin içi yerine, aşağıya doğru uzanan zifiri karanlıktaki sonu gözükmeyen merdivenler çıkınca şaşkınlığım daha da arttı. Heyecanla hemen arkama döndüm, evet son kata evime gelmiştim ama ne olduğunu anlayamıyordum. Buraya kadar koşarak çıkmanın mı yoksa korkunun mu etkisi olduğunu bilemediğim bir şekilde dizlerimin bağı çözülmüştü. Olduğum yere kapının eşiğine diz çöktüm ve gözlerimi kapatıp başımı ellerimin içine aldım. Allah’ım neler oluyor diyordum kendi kendime.

Sonra acaba ben delirmeye mi başladım diye düşündüm. Evet bu şu anda olanları açıklayabileceğim tek mantıklı şeydi. Son zamanlarda yaşadığım stres bana fazla gelmiş olmalı ve halüsünasyonlar görmeye başlamış olmalıydım. “Ne olursun gözlerimi açınca her şey düzelsin,” diye dua ederek ellerimi indirip gözlerimi yavaşça açtım ve fenerle tekrar kontrol ettim. Ama nafile hâlâ karşımda aşağıya doğru boylu boyuna uzanan merdivenler ve cep telefonunun fenerinin aydınlatabildiği kadarıyla da oldukça dik ve sonu gelmiyordu. Arka tarafımı kontrol ettiğimde ise buraya kadar beni getirmiş olan, gayet normal gözüken merdivenler vardı. Tam arada kalmıştım, önümde iki seçenek vardı. Ya buradan aşağıya doğru inecektim, yada arkamı dönüp evime çıkmak için geldiğim merdivenlerden aşağıya inecektim. Ancak artık arkamı dönünce de normal bir şey ile karşılaşacağıma emin değildim. Ayağa kalktım ve henüz daha merdivenleri görür görmez adım atmaktan vazgeçtiğim tarafın bir hayal olması ümidiyle gözlerimi kapatarak, zor zamanlarda kendi kendime yapmış olduğum bir şekilde kendimi telkin etmeye çalıştım. “Şimdi buraya adım atar atmaz bunun gerçek olmadığını anlayacağım ve evime girmiş olacağım” sözlerini tekrar etmeye başladım. Üçüncü tekrardan sonra her ne kadar emin olmasam da ileriye doğru adım attım. Ancak maalesef ayağım düz zemin mesafesinde yere değmediğinden dengemi kaybettim ve o hayal dediğim merdivenlere doğru savruldum. Bu sefer şanslıydım ki kapı kenarına tutunabilmiş ve o dik merdivenlerden aşağıya düşmemiştim. Ama bütün şansım sadece bu kadardı. Merdivenlerin gerçek olduğunu maalesef bu şekilde anlamıştım.

Geri dönmektense ileri devam edip bu merdivenlerden aşağıya inmeye kendimi zorunlu hissediyordum. Cesaretimi toplamaya çalışarak aşağıya inmeye başladım. Ama karanlıkta, giderek merdivenler hem dikleşiyor hem de merdiven genişliği daraldığı için adım atmak zorlaşıyordu. Bu şekilde bir müddet daha inmeye devam ettim.  

İleride zayıf bir ışık hüzmesi gözüküyordu. Aşağıya doğru indikçe ışık kuvvetleniyor ve ışığın geldiği yerden çocuk sesleri de gelmeye başlıyordu. Yukarı doğru baktığımda ise oldukça uzun bir zamandır yürümemden belli olduğu gibi çoktan merdivenlerin başlangıcı gözden kaybolmuştu. Kulaklarımı iyice açarak sesleri dinlemeye çalışıyordum ama çok az gelen sesleri anlamlandıramıyordum. İlerledikçe sesler çoğalıyor, tiz kahkahalara dönüşüyor ve bu sesleri çıkaran çocukların sayısının bir hayli fazla olduğu daha rahat anlaşılıyordu. Tam olarak nasıl bir durumda olduğumu anlayamadığım için kendimi belli etmemek adına oldukça sessiz bir şekilde ve cep telefonumun feneri sadece hemen önümü görebileceğim şekilde ilerlemeye devam ettim. Sonunda merdivenler bitmiş ve etrafı kapalı olan bir odaya girmiştim. Oda oldukça alçak olduğundan eğilerek yürümeye çalışıyordum. Işığın kaynağına geldiğimde karşıma yaklaşık olarak bir metre büyüklüğünde ufak bir kapı çıktı. Kapının tam ortasında 13 numarası yazılıydı. Işık ve sesler kapının ardından geliyordu. Kapının altından ve kenarlarından sızan ışık bembeyaz ve oldukça kuvvetliydi. Kapıyı direk açmak yerine etrafı kontrol ederek kendimi daha güvende tutabileceğim başka bir yer aradım. Biraz ileride kapının açıldığı tarafa doğru ufacık bir pencere buldum ve oradan içeriyi gözetlemek için pencereye doğru gittim. Göreceğim şeyin ne olduğunu ve görecekleriminde beni görme ihtimali olduğunu bilerek, pencere camına tedirgin bir şekilde uzandım.

İçeride ufacık bir oda ve odanın tam ortasında ise bir çember şeklinde oturmuş çocuklar vardı. O beyaz ışık tüm odayı kaplıyordu. Çocukların tam ortalarında büyükçe bir maket vardı ve onunla oynayarak gülüşüyorlardı. Beni görmediklerine emin olduğumda daha rahat bir şekilde pencereden etrafı gözlemlemeye başladım. Odanın içinde etrafta bir çok ranzalar dizilmişti. Ranzaların haricinde tam pencerenin altında bir de yatak ve o yatakta yatan bir kadın vardı. Kadın uyuyor çocuklar ise oyun oynuyorlardı. Kadının pencerenin altında ki yatakta uyuması beni görme ihtimalini kuvvetlendirdiği için daha çok tedirgin etmişti. Ancak dikkatle baktığımda kadının uykusunda gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Sanırım kötü bir rüya görüyor ve bunun neticesinde rüyasında ağlıyordu. Tekrar çocuklara dikkat ettiğimde çocukların sayısının da 13 olduğunu fark ettim. Her zaman çocuklara karşı aşırı bir ilgim ve sevgim olmasından dolayı olsa gerek çocukların güzelliğine hayran kalmıştım. Hepsi birer nur gibi parlıyorlardı.

Sonra dikkatimi oynadıkları oyuncağa yönelttim. Oyuncak oldukça büyük bir apartman maketine benziyordu. Çocuklardan birisi makete yaklaştı ve dikkatli bir şekilde maketin bir tarafından tutarak yap boz şeklinde yapılmış olan katlardan birisini kendine doğru çekti. Hepsi aynı anda kahkahayı bastı. Sonra dışarı doğru çıkan katın üzerinden elini sokarak içeriden evin penceresini açtı. Sonra yatakta yatırılmış olan bir oyuncak adamın üzerindeki yorganı çekerek yatağın yanına yere bıraktı ve tekrar gülüşmeye başladılar. Ancak o sırada yataktaki o oyuncak adam hareket etti ve yataktan kalkarak pencereyi kapattı. Ardından yerdeki yorganı üzerine alıp tekrar yatağına yattı. Bu inanılmaz bir şeydi, oyuncak kendi kendine hareket etmişti. Ancak çocuklar buna sadece gülüyor ve eğleniyorlardı. Sonra bir başka çocuk oyuncağa yanaştı. Elini cebine attı ve cebinden çıkardığı şişenin içinde saklamış olduğu böcekleri avucuna aldı. Ardından maketin bir başka katındaki açık olan pencereden böcekleri içeri bıraktı. Hayret ve dikkatle olanları seyrediyordum, sonra o katı dışarıya doğru çekerek içinde neler olup bittiğini izlemeye başladılar. İçeri giren böcekler bir odadan içeri girdi ve odadaki oyuncak adamın yattığı yatağın baş ucuna doluşmaya başladılar. Yatakta yatan o oyuncak adamda birden bire yataktan fırlayarak delirmişcesine etrafta koşturmaya başladı. Eline geçirdiğini o böceklere doğru fırlatıyor ama çocuklar bunu seyrederek kahkahalara boğuluyorlardı. Ardından bir başka çocuk geldi ve maketi her tarafından çekerek ortasının açılmasına sebep oldu. Ufacık bir kedi vardı apartmanın tam ortasında merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu. O da elini cebine attı ve cebinden oyuncak bir köpek çıkartarak apartmanın girişine doğru koydu. Oyuncak köpek birden canlanarak apartmana girdi ve yukarı doğru koşmaya başladı. Kedi köpeğin sesini duyunca can havliyle yukarı doğru fırladı ve merdivenlerden hızla yukarı çıkmaya başladı. Ancak çocuk merdivenleri eline aldı ve yönünü değiştirip tekrar yerine koydu. Bu sefer kedi fark edemeden aşağıya doğru koşuyordu. Yani tam köpeğin geldiği yöne ama çocuk köpeği alıp üst katlardan birine koydu. Ardından kedinin koşmaya devam ettiği merdiven katını söküp alt kata taktı, kedi bu oyunlar karşısında bitap düşmüştü.

Şimdi her şeyi daha anlayabiliyordu. Bu çocukların oyun diye oynadıkları maket apartman kendi yaşadıkları apartmandı. O içindekilerde oyuncak değil apartman sakinleriydi. Tam o sırada çocuklardan birisi gruptan ayrıldı ve  duvar kenarındaki elektrik prizi ile oynamaya başladı. Çok geçmeden prizden alevler çıkmaya başladı ve odayı sardı. Çocuklar korkuyla bir oyana bir bu yana koşturmaya başlamışlardı. Her yer alevler içindeydi. Çocuklar uyuyan kadını uyandırmak için onun yanına geldiler. Bağırıyorlar fakat kadın yerinden kımıldamıyordu. Odanın her yeri alevler içindeydi, duman da yoğunlaşmış ve çocuklar adeta boğuluyorlardı. Bu durum karşısında çocukları kurtarmak için hemen biraz önce görmüş olduğum o küçük kapıya yöneldim. Kapıyı açmak istedim ama kapı kilitliydi. Çocukların feryatları kulağımı parçalıyordu. Ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde onlara yardım etmek için kapıya vurmaya başladım. Ama kapı bir türlü açılmıyordu. Kapıyı kırmak ve çocukları dışarı çıkarmak için tekmelemeye başladım. Kapı bir türlü kırılmıyordu. Tekmelemeye devam ederken kapının üzerindeki 13 rakamının 1 numarası yere düştü. Elime alıp dikkatle baktığımda aslında o bir numarasının kapının kilidi olabileceğini düşündüm. Kapının anahtar deliğini deneyince hakikaten de o bir rakamının, o kapının anahtarı olduğunu fark ettim ve kapı açıldı. Dumanlar içinde kalan odaya girdim ve çocukları dışarı çıkarmak için onlara seslenmeye başladım. Çocuklar hemen etrafıma doluştular, bana sarılıp ağlaşıyorlardı. Hemen kapıya yöneldim ama maalesef ortada bir kapı yoktu. Kadının yattığı yerin üzerindeki cama gittim. Bir yandan da kadına sesleniyordum ama kadında maalesef hâlâ gözlerindeki yaş damlaları haricinde, en ufak bir hareket yoktu. Çocukları camdan çıkartmak için hemen pencereyi açtım. Ama bu pencere biraz önce benim içeri baktığım pencere değildi. Pencere dışarı açılıyordu ve aşağıda itfaiye arabaları bekliyordu. Bana haydi aşağıya atla diye bağırmaktaydılar. Bende, “çocuklar var onları kurtarmalıyım,” dedim ve  kucakladığım çocukları  camdan itfaiyenin açmış olduğu hava yastığına atmaya başladım. En sonunda bütün çocuklar kurtulmuştu, sadece yatakta yatan kadın kalmıştı ve onu kucaklamak istedim. Ama tam ona eğildiğim anda gözlerini açtı ve bana sarıldı. “Ben çoktan öldüm ama sen benim yavrularımı kurtardın, teşekkür ederim sana,” dedi ve bir eliyle maketi gösterdi. Maketin sadece en üst katı yanmaktaydı. Sonra maket birden bire yok olmaya başladı ve her yer sallanmaya başladı. Düşmemek için yere diz çökmüş bir şekilde eğildim ve sallantıyla birlikte her şeyin yavaş yavaş yok olduğunu seyretmeye başladım. Oda, içindeki eşyalarla birlikte tamamen yok oluyordu. Bu ne muhteşem bir manzaraydı. En son kucağımda bana sarılmış olan kadın yok olmaya başladı ve tam oda yok olacağı sırada yüzündeki ağlama eseri bitti ve büyük bir sevinç, mutluluk hakim oldu.

Eliyle son bir şeyi işaret ederek o da kendi kendine yok oldu. İşaret ettiği şeye doğru yöneldiğimde orada bir kutu vardı. Kutuyu açtığımda içinden bembeyaz kristalden yapılmış bir gül, bir miktar para ve bir de mektup vardı. O mektubu elime alıp okuduğumda mektubun sahibinin o kadın olduğunu anlamıştım. Mektupta evlendiğinin ilk günü trafik kazasında kaybetmiş olduğu sevgilisinden bahsediyordu. Sevgilisiyle kurdukları hayallerinde mutlu bir aile ve çocukları vardı. Bu yüzden acısını bastırabilir miyim acaba düşüncesiyle kimsesiz kalmış çocukları sahiplenmiş ve kendini onlara adamıştı. Ancak bir türlü unutamadığı sevgilisine kavuşma umuduyla, o gece intihar etmiş ve maalesef yine o gece çıkan yangında kendisi haricinde o güzelim çocukları da kurtaracak kimse kalmamıştı. Bu yüzden ruhu azap içinde kalmış ve her gece aynı şekilde orada hapis kalmıştı. Taki ben gelinceye kadar. Tam o sırada aşağıdan yukarı doğru açılan kapaktan eşim kafasını çıkarmış bana bakmaktaydı. Bana, “ne işin var senin tavan arasında,” dediğinde evimizin tavan arasında olduğumu anlamıştım. Saate baktığımda saatin tam olarak 01:13 olduğunu gördüm ve eşime, “sana hazırladığım bir sürprizim vardı, onu saklayacaktım,” dedim. “Ama madem uyandın” diyerek ona ölen kadının sevgilisinin hediyesi olan kristal gülü uzattım ve parayla beraber mektubu da cebime koyarak sevgilime sarıldım. Ona bu olan olayları anlatmam mümkün değildi, ama ona güzel bir şey söyleyebilirdim. “Seni çok ama çok seviyorum,” diyerek sarıldım ve kulağına sessizce, karımın yıllardır istediği ama benim korkularım yüzünden bir türlü kendimi hazır hissedemediğim şeyi söyledim. “Karıcığım çocuk yapalım mı?” Eşimin yüzüne baktığımda o yok olan kadının son andaki mutlu görüntüsünü  gördüm.

ZeNHaR

13’ün Uğursuzluğu I. Bölüm

13’ün Uğursuzluğu II. Bölüm

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, kısa korku hikayeleri, kısa hikayeler, korku öyküsü, korkunç hikaye, korkunç hikayeler, uğursuz, 13’ün Uğursu

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” II. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-ii-bolum.html/feed 0
Yaşanmış  Bir Gerilim Hikayesi “Mezarlığın Öfkesi” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-gerilim-hikayesi-mezarligin-ofkesi.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-gerilim-hikayesi-mezarligin-ofkesi.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:12:18 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9244 Yaşanmış  Bir Gerilim Hikayesi “Mezarlığın Öfkesi” 1999 yılında vurdum duymaz bir öğrenciydim. Mersin’de, o zamanların​ Toroslar Belediyesi’n​de, Akbelen Mahallesi’ndeydi evimiz. Okuduğum lisenin adı Gazi Lisesi’ydi ve evimizle arası yürüme mesafesi yaklaşık 40 dakika uzaklıktaydı. Yürüme mesafesi diyorum çünkü sınıf arkadaşım Mustafa’yla birlikte okula yürüyerek gidip gelirdik. Mustafa’yla lise birinci sınıftan beri birbirimizi tanıyor ve aynı […]

The post Yaşanmış  Bir Gerilim Hikayesi “Mezarlığın Öfkesi” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış  Bir Gerilim Hikayesi “Mezarlığın Öfkesi”

1999 yılında vurdum duymaz bir öğrenciydim. Mersin’de, o zamanların​ Toroslar Belediyesi’n​de, Akbelen Mahallesi’ndeydi evimiz. Okuduğum lisenin adı Gazi Lisesi’ydi ve evimizle arası yürüme mesafesi yaklaşık 40 dakika uzaklıktaydı. Yürüme mesafesi diyorum çünkü sınıf arkadaşım Mustafa’yla birlikte okula yürüyerek gidip gelirdik.

Mustafa’yla lise birinci sınıftan beri birbirimizi tanıyor ve aynı mahallede oturuyorduk. Çok iyi arkadaştık, o günlerin üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala  çok iyi arkadaşız.

O zamanlar derslerle pek aramız yok, işimiz gücümüz atari oyunlarıydı.Tabi o zamanlar internet, bilgisayar ne gezer? Varsa  yoksa atari. Okuldan çıkar çıkmaz atari salonları, ceplerimizde atari kasetleri, derste kaset takasları… O zamanın bit pazarı dükkanlarının hepsinin camekanları atari kasetleriyle dolu olurdu. Renk renk, tek oyunlu, dört oyunlu, çok oyunlu  bir sürü kaset düşlerimizi süslerdi. Özellikle de tek oyunlular çok iyi oyunlar olurdu.

Bizim mahalleden Gazi Lisesi’ne, Osmaniye-Akbelen ve Demirtaş-Akbelen belediye otobüsleri çalışırdı. Bir de kırmızı dolmuşlar vardı ki, onları pek kullanmazdık. Bizimkilerin okula gitmemiz için verdikleri yol parasını harcamayıp, yürüyerek okula gidip gelirdik. Biriktirdiğimiz bu paraları ve harçlıklarımızı tamamen bu atari kasetlerine harcardık. Hatta o yıl biriktirdiğim bu paralarla bizim sınıftan bir çocuktan eski püskü bir atari satın almıştım.

Akbelen Mahallesi’nden çıkıp önce şehir mezarlığı, daha sonra Demirtaş Mahallesi içerisinden geçerek çarşıya çıkıp Gazi Lisesi’ne varıyorduk. Mezarlığın yaklaşık 2 metre yüksekliğinde duvarları vardı ve oldukça büyük bir mezarlıktı. Okula giderken mezarlığın çevresinden dolanırsak yolumuz 40 dakika, mezarlığın içerisinden geçersek 30 dakika sürüyordu. Bu 10 dakika bizim için çok önemli olduğundan hep kestirme yolu kullanırdık.

Mezarlığın iki kapısı vardı. Akbelen tarafındaki, yani bizim tarafımızdaki kapısı hep kilitli olurdu. Bu taraftaki duvarların  bir kaç çeşitli  yerinde sonradan açılmış, bir insanın​ geçebileceği büyüklükte gedikler vardı. Okula giderken bu gediklerden girerdik. Mezarlığın diğer ucundaki kapı sürekli açık olurdu. Kapının yanında bir güvenlik noktası ve bir gasılhane vardı. Gasılhanenin kapıları bazen açık olurdu ve içerideki mermerden masaya benzer, ölü yıkamak için kullanılan yapıları  görürdük. Bunlardan iki tane de gasılhanenin dışında, hemen kapısının önünde vardı.

Bir gün okuldan eve gidiyorduk. İlkbahar aylarıydı ve hava geç kararıyordu. Saat 17:30 sıralarında  hava gayet aydınlıktı. Demirtaş Mahallesi’ni geçmiştik. Mezarlığın giriş kapısına yaklaşık 300 metre kala rahatsız edici bir koku hissettim. Biz ilerledikçe koku daha da artıyordu.
Çok geçmeden Mustafa “bu koku da ne böyle?” dedi.

Ben de çevremizde ki araziye bakıp “sağda solda bir yerlerde kedi, köpek falan ölmüştür heralde; oradan geliyordur” dedim.

Kapıya geldiğimizde artık koku dayanılmaz bir hal almıştı. Ömrümde o kadar yoğun ve rahatsızlık edici bir koku hatırlamıyorum. Artık nefes alamıyorduk ve ikimiz de koşmaya başladık ama kokunun kaynağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Gasılhanenin yanından geçerken, kapısının önündeki musalla taşının etrafında beyaz kıyafetli ve ağızları maskeli iki adamın bir şeylerle uğraştığını gördüm. Musalla taşı üzerinde oldukça büyük ve simsiyah bir nesne duruyordu. Ne olduğunu anlayamadım ilk önce. Dikkatlice baktığımda bunun bir insan cesedi olduğunu gördüm. Belli ki uzun zaman önce ölmüştü. Dokular bozulmuş, ceset simsiyah bir renge bürünmüş ve şişerek devasa bir boyuta ulaşmıştı. Nefesimi tutup daha hızlı olabilmek için var gücümle koştum. Birkaç dakika nefessiz koşarak, dayanamayacak noktaya gelip nefes alınca, hala aynı şiddettiyle o kokuyu alıyordum. Aldığım her nefeste sanki ciğerlerim çürüyordu. Mustafa’yla yan yana koşarken bazen o beni, bazen ben onu geçip birbirimizin arkasında kalıyorduk. O an aklımızdaki tek şey bir an önce o mezarlıktan çıkmaktı. Bir elimizde okul klasörü, diğer elimizde kokuya siper etmek için burnumuza tutup maske gibi kullandığımız okul üniformalarımıza ait hırkalarımızın uç kısımları… Mezarlığın diğer ucuna ulaşıp duvardaki gedikten geçtikten sonra bile koku hala burnumdaydı. Mustafa’yla birbirimize “haydi, görüşürüz” bile demeden evlerimize koştuk. Eve vardığımda alelacele vitrindeki cam dolabın içerisindeki limon kolonyasını alıp başımdan ve kıyafetlerimden aşağı döktüm ama sanki hala o koku burnumdaydı. O akşam yemek yiyemedim.

Korkunç okul yolumuzda bazen önümüze serseriler ve tinerciler de çıkardı. Yolunu kestikleri ve tenha yerde yakaladıkları insanları dövüp, eğer kişi direnirse bıçak ya da şiş gibi kesici ve delici aletlerle yaralayıp  paralarını ve değerli eşyalarını alırlardı. Bu tür çatışmalar bazen ölümle bile sonuçlanırdı. Mahalleden kulağımıza gelirdi bazen böyle haberler. Bizim de birkaç defa yolumuz kesilmişti.

Bir gün havanın kararmış olduğu saatlerde mezarlığın içinde eve doğru yürürken yaklaşık 100 metre ötemizde 5 ya da 6 kişilik bir tinerci grubu gördük. Bizi fark edince bize doğru koştular. Yakalanırsak 2 kişiyle 6 kişiye karşı mücadele etme şansımız yoktu. Biz zaten üzerimizde kesici delici herhangi bir alet taşımazdık. Onların üzerine ise her şey olabilirdi. Mezarlığın içerisindeki aydınlatma ışıklarının olmadığı karanlık bir bölgeye doğru kaçtık. Yüksek ve mermerden yapılmış bir mezar arkasına gizlendik. Konuşmalarını ve ayak seslerini duyabiliyorduk. Muhtemelen 5 metre kadar yakınımıza gelmişlerdi. Birkaç dakika etrafta bizi arayıp gittiler. O akşam onlara yakalansaydık ya bizi öldüresiye döverlerdi ya da bıçaklarlardı. Belki o akşam öldürülebilirdik de.

Yaşadığımız bunca olaya rağmen her gün ısrarla, üstelik günde iki defa o mezarlıktan geçmeye devam ediyorduk. Ta ki o dehşet verici akşama kadar…

Kış aylarıydı. Mersinde kışın en soğuk günü bile çok fazla yağmur yağar, üzerinize bir hırka almanız yeterli olur.

O günlerde hava erken, saat 17:00 gibi kararıyordu. Okulda haftanın bazı günleri 5, bazı günleri 6 saat dersimiz olurdu. O gün 6 ders işleyip saat 18:00 da okuldan çıktık. Hava kararalı bir saat olmuştu ve etrafta yoğun bir sis vardı.

Ben, Mustafa ve yine bizim sınıftan 3 arkadaş daha toplanıp 5 kişi bit pazarı ya da diğer adıyla  Kıbrıs Pazarına gittik. Dükkanları gezdik, biriktirdiğimiz paralarla atari kasetleri takas ettik, yeni kasetler satın aldık. Sonra Mersin’in en yüksek gökdeleni olan binanın karşısındaki işhanının içerisindeki atari salonlarına gittik. Burada da biraz zaman geçirdik ve sonra Mustafa ve ben dışında diğer 3 arkadaş evlerine dağıldı. Bizim evlerimize gidebilmemiz için daha çok yolumuz vardı. Saat 19:30 civarıydı ve en az yarım saatlik yolumuz vardı.

Çarşıda pek fark edilmiyordu ama Demirtaş Mahallesi’ne gelince bu  bir  buçuk saat  içerisinde sisin daha da yoğunlaşmış olduğunu gördük. Sokaklarda bizden başka hiç kimse yoktu. Demirtaş’ı geçip mezarlığın önüne geldik. Mustafa’ya ” acaba mezarlığın çevresinden mi dolanıp gitsek?” dedim. Çünkü hava çok karanlık ve sisliydi. Mustafa “yine mezarlığın içinden gidelim, zaten yeterince geç kaldık. Bizimkiler kızar çok geç gidersek” dedi.

Sanki içimden bir ses mezarlığın içine girmememiz gerektiğini söylüyordu. Bir süre kararsız kaldım ve “haydi bu sefer de içinden geçelim” dedim.

Projektör ışıklarının  aydınlattığı mezarlığın  kapısının önündeki büyük kapıdan içeri girdik. Kapının yanındaki nöbet kulübesi önünde güvenlik görevlisi bir adamla konuşuyordu. Geçerken “iyi akşamlar abi” dedik. Güvenlik görevlisi ” bu saatte nereye gidiyorsuz?” diye sordu. Saati net hatırlamıyorum ama muhtemelen 19:45 civarıydı. Adama ” evimiz Akbelende, oraya gidiyoruz” dedik.  Güvenlik görevlisi sesini çıkarmadı ve yanındaki adamla konuşmaya devam etti, biz de ilerlemeye devam ettik. Kapıdan mezarlığın içine doğru devam eden asfalt yol boyunca yürüyorduk. Sisten dolayı görüş mesafesi 50 metre kadardı. Mezarlık içerisinde belirli aralıklarla bulunan küçük aydınlatma direklerinin  aydınlattığı bölümler dışında kalan yerler karanlıktı. Sol tarafımız Hristiyan mezarlarının olduğu kısımdı. Bazı mezarların üzerinde mermerden devasa haçlar, bazılarının üzerinde gösterişli melek heykelleri vardı. Sağ tarafımız ise Müslüman mezarlarının​ olduğu kısımdı. Yaşlı çam ağaçları arasında, gece ortaya çıkan yırtıcı kuşların çığlıkları belirli aralıklarla yankılanıyordu. Yürürken bir ara hemen arkamızdan sanki demir bir çubuğun yere düştüğünde çıkardığı ses gibi bir ses duydum. Mustafa’yla aynı anda arkamıza dönüp baktık, yerde bir şey yoktu.

Mustafa’ya ” sen de duydun değil mi?” diye sordum.

“Evet” dedi titrek bir sesle.

Mezarlık kapısına baktım, orayı yaklaşık 30 metre gerimizde bırakmıştık. Nöbet kulübesi önünde güvenlik görevlisi ve o adam hala konuşuyorlardı. Acaba yürürken bir şey mi düşürdük  diye yerlere iyice eğilip bakarken  Mustafa “neydi o ses?” dedi.

Ben de “Bilmiyorum, galiba kulübenin oradan geldi” dedim.

Ama sesi hemen arkamızdan duyduğuma emindim. Biraz daha ilerledik. Geri dönüp baktığımda artık mezarlıktan içeri girdiğimiz kapı sisten görünmüyordu, orayı iyice geride bırakmıştık. Muhtemelen mezarlığın orta kısımlarına ulaşmıştık. Yürürken bu sefer yine hemen arkamızdan sanki birkaç kalın zincir peşimizden yerde sürükleniyormuş gibi sesler duymaya başladık. İrkilerek durup arkamıza baktığımızda hiçbir şey yoktu ve ses de kesilmişti. Bir an önce o mezarlıktan dışarı çıkabilmek için koşmaya başladık. Biz koştukça peşimizdeki zincir sesi daha da şiddetleniyordu.

Mustafa ve ben “Bu ne? Neler oluyor?” diye bağırıyorduk ve var gücümüzle koşuyorduk.

Biraz koştuktan sonra karşımızda, yaklaşık 50 metre ilerimizde sislerin arasında üç tane ince uzun silüet gördüm. O an anladım ki esas endişelenmemiz gereken şey peşimizdeki zincir sesleri değil, karşımızdan bize doğru yaklaşan silüetlerdi. O an durduk. Biz durunca peşimizdeki zincir sesleri de kesildi. İçimi tarif edilmez bir ürperti kapladı. Korkudan dizlerim titriyordu. Olduğum yerde donakaldım​. Korkudan hareket edemiyordum. Bize doğru yaklaştıkça ne oldukları biraz daha iyi seçilebiliyordu. Gri çarşaf benzeri bir kıyafet giymiş üç kadındı bunlar. Şu bildiğimiz kara çarşafın gri renklisi gibiydi fakat kadınların yüzleri açıktı. Bize doğru ilerlerken sanki buzun üzerinde ağır ağır kayarak hareket eden cisimler gibi hareket ediyorlardı. İnsanın anatomisinden kaynaklanan, yürürken sergilediği doğal yürüme hareketi yoktu bunlarda. Bedenleri dışında kolları, başları ve vücutlarının hiçbir yeri hareket etmiyordu. Eteklerinin uçları yere sürünüyordu. Bize iyice yaklaşmışlardı artık. Çok uzun boylu, zayıf yapılı ve oldukça güzel bir kadın yüzüne sahiplerdi. “Bir kadın yüzüne sahiplerdi” ifadesini kullandım çünkü üç kadın da aynı yüze sahipti. Üçü de birbirinin kopyası gibiydi. Beni en çok da dehşete düşüren bu olmuştu. Donuk yüzlerindeki gözleri hareket etmiyor; sadece ileri, tek bir noktaya bakıyordu.

Ben ve Mustafa ağızlarımızın içinde ağlamaklı bir tonda ” bunlar ne? Ne oluyor? Ne yapacağız? gibi kısa cümleler geveliyorduk.

Yanımızdan geçerlerken buz gibi bir soğukluk hissettim. Yüzlerine bakabilmek için başımı bir hayli yukarı kaldırmak zorunda kaldım. Boyları en az 190 cm civarındaydı. Sanki biz yokmuşuz gibi yanımızdan geçip gittiler. Tam o esnada yolun sol tarafındaki mezarların olduğu bölgeleden pof diye toprak sesi duyduk. O bölge karanlıktı, bir şey görünmüyordu. Koşmaya başladık. Bu sefer yolun sağından solundan ve mezarlığın her yerinden, giderek daha da çoğalan pof pof diye belki yüzlerce ses geliyordu. Sesler daha da çoğalıp birbirine karışarak bir uğultuya dönüşmüştü. Biz var gücümüzle gediklerin olduğu bölgeye doğru koşuyorduk. Ardıma bakmıyordum, o an aklımdaki tek şey gediklerden birine ulaşıp o mezarlıktan kurtulmaktı. Mezarlığın duvarlarına yaklaşmıştık fakat gedikler görünmüyordu. Asfalt yoldan çıkarak mezarların olduğu karanlık bölgeye girdik çünkü başka türlü duvardaki gedikleri bulamazdık. Duvarın dibine ulaştık ama hala hiçbir çıkış görünmüyordu. O an yere baktığımda, aydınlatma direğinin aydınlattığı alan boyunca zeminin her yerinden avuç avuç toprak, pof pof diye sesler çıkararak yerden yaklaşık 30 ya da 40 cm kadar havalanıp yere düşüyordu. Zemini bir toz bulutu kaplamıştı. Mezarların arasında duvar boyunca koşuyorduk. Korkudan yolumuzu kaybetmiştik, gedikleri bulamıyorduk. Koşarken ayağım bir mezara takıldı ve çok sert bir biçimde yüz üstü yere düştüm. Sersemlemiştim, kollarımda ve dizlerimde inanılmaz bir acı duyuyordum. Başımı kaldırdığımda yerdeki tüm toprağın avuç avuç yukarı atıldığını gördüm. Sanki zemin kaynıyormuş gibi görünüyordu. Zemini kaplayan toz bulutu genzimi toprakla doldurmuştu ve ağzımın içinde toprak tadını hissedebiliyordum. Mezarlığın her yerinden gelen bu toprak sesleri birleşip çok büyük bir gürültüye dönüşmüştü. Sanki o akşam cehennemin kapıları aralanıyor gibiydi. O an o mezarlıktan hiç kurtulamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Mustafa’nın düştüğümü fark etmeden koşmaya devam ettiğini ve benden yaklaşık 30 metre ileride gediği bulup dışarı çıktığını gördüm. O an ikimiz de kendi canımızın derdine düşmüştük, yaşadığımız bu dehşet içerisinde birbirimizin umrumda değildik. Ben zorlanarak ayağa kalkmaya çalışırken sağ ayağımın burkulmuş olduğu fark ettim. Dizlerim ve kollarım fena halde sıyrılmıştı. Sol elimle duvardan destek alarak ve aksayarak gediğe doğru ilerlerdim. Duvardaki gedikten geçerken mezarlık hala sanki öfkesini dışarı kusuyordu. Duvarın diğer tarafına geçtim ve zar zor eve gidebildim.

Annem kapıyı açar açmaz “ne bu halin?” diye sordu.

Benim konuşacak dermanım kalmamıştı. Üstüm başım toz toprak, kollarım ve dizlerim sıyrılmış, ayağım burkulmuş… İçeri geçip banyoda temizlendikten sonra bizimkilere eve yürüyerek geldiğimi, yolda ayağımın takılıp düştüğümü söyledim. Hangi yoldan geldiğimi sorduklarında endişelenmesinler diye Osmaniye- Akbelen belediye otobüslerinin kullandığı, yürüme mesafesiyle yaklaşık bir saat süren çarşı güzergahını kullandığımı söyledim. O saatte bırak mezarlığın içinden geçmeyi, çevresinden bile dolaştığımı söylesem bizimkiler kıyameti koparırdı ve daha da dillerinden kurtulamazdım. Benim ayağım birkaç gün aksamaya devam etti. Bu süre zarfında okula Mustafa’yla birlikte otobüsle gidip geldik. Mezarlıkta yaşadıklarımızı sınıftaki birkaç yakın arkadaşımıza anlattık.

Hepsi de “manyak mısınız? Sizde hiç akıl yok mu? O saatte oralardan geçilir mi?” dediler.

Daha sonra hep mezarlığın çevresini dolanarak okula gidip geldik.

Aradan uzun yıllar geçti ama Mustafa’yla hala çok iyi arkadaşız. Ben artık Mersin’e 3-5 senede bir gidebiliyorum. Bir araya geldiğimizde hala o akşamın konusu açılır.

Okuyucularımızdan Gelenler – Genesis

Hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, hikaye arşivleri, korku hikayesi arşivleri, seçme hikayeler,  gerilim hikayeleri, korku öyküleri, korku, korkunç, mezarlık, korkunç mezarlıklar,  korkunç mezarlık,

The post Yaşanmış  Bir Gerilim Hikayesi “Mezarlığın Öfkesi” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-gerilim-hikayesi-mezarligin-ofkesi.html/feed 0
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html#respond Sat, 28 Oct 2023 17:59:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9241 Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle, Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır. Çocuk olduğum yılları düşündüğümde […]

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar” 

Geçmişe özlem duyan, geçmişi tanımak isteyen herkesin okuması ümidiyle,

Teknolojideki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çocuklarımız da bu gelişmelere aynı hızla ayak uyduruyor. Bu gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. İnsanlığa pek çok yarar sağladığı da ortada. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da unutulmamalıdır.

Çocuk olduğum yılları düşündüğümde bunu daha iyi anlıyorum. Hangi yıllar mı?…

SMS’in, MMS’in olmadığı, pulların yalanarak zarf arkalarına yapıştırıldığı yıllardan bahsediyorum. Dükkân önlerine duvarlar boyu sıralanan “tebrik kartları” nın büyük bir zevkle, gönderilecek kişiye göre seçildiği yıllardan yani… Başkalarının senin adına hazırlamadığı, seninde internetten kopyala-yapıştır yöntemiyle çoğaltarak aynı mesajı tüm tanıdıklarına göndermediğin yıllardı. Tebrik kartını seçmekte bir emekti o yıllarda, arkasına kendi mesajını yazmak ta…

Daha aileler çekirdekleşmemişti o yıllarda. Üst kattaki komşu da, çocukların gürültüsünden şikayetçi değildi. Tüketim ekonomisi bu günkü gibi pompalanmıyordu.

Oyunlarımızda bugünden farklıydı, oyuncaklarımız da… Her yönüyle farklıydı o yıllar. İletişim araçları bu günkü gibi ne gelişmişti, ne de bu kadar yaygındı. Artistlerin silikonları patlamıyordu o yıllarda. Bizi de ilgilendirmiyordu zaten. Şimdiki gibi darbe planlarından değil, eğer yapılırsa darbelerden haberimiz oluyordu.

En fazla altı pilli radyonun beş on evde bulunabildiği yıllardı. O da ajansları dinlemek için. Birde “arkası yarın” programları beklenirdi gençler tarafından merakla. Dinleme işi bittikten sonra pili çıkarılırdı bitmesin diye. Zayıflayan piller ayazda bırakılırdı tekrar dolsun diye. Dinlenen sanatçılar herkesin hayalinde farklı canlanırdı. Müzik taş plaklardan dinlenirdi bulabilenler tarafından.

İnsanların vadesiyle öldüğü yıllardı. Trafikte bu kadar yoğun değildi, trafik kazaları da… Ve kazalarda ölenlerde… Ölenler için kalp krizi, beyin kanaması, kanser vb. ölüm sebeplerinin yerine “vadesi yetti” deniliyordu sıklıkla. Kaderin ve kadere inanmanın hakim olduğu yıllardı. Ne doğum kontrolü için bu kadar para harcanıyordu, ne de doğum yapmak için. “Tüp Bebek” (suni tohumlama) bilinmiyordu daha. Her şey Allah’ın takdiriydi. Sünnetçilerin “Fenni” olduğu yıllardı.

Gıdaların genetiği değiştirilmemişti daha. Herkesin kendi gıdasını ürettiği yıllardı. Herkesin az-çok tarlası vardı mevsimine göre bitkiler yetiştirdiği. Tarlalar ya atla ya da öküzle sürülürdü. Kara saban kullanılırdı yani. Tarlalar da günümüzdeki gibi hor kullanılmazdı. Nadasın hakim olduğu yıllardı. Toprağın bile dinlenmeye bırakıldığı zamanlardı bu günün aksine. Ardıç kütüğünden yapılan tapanlar ağırlaşsın diye çocuklar bindirilirdi genellikle. Daha güneş doğmadan gidilen tarlalarda hep birlikte çalışılırdı. Anne ve çocukların getirdiği “kuşluk yemeği” (kahvaltı) yenirdi zevkle. Hiçbir şeyin hilesi hurdası yoktu o yıllarda. Ata-dede usulü yapılırdı her şey. Kendi yiyeceğine hile katmazdı kimse. Suni gübreler bilinmiyordu. Dört çeker traktörlerle yarılmamıştı toprağın bağrı daha. İşler ilkelce yapılıyordu belki ama; toprak daha verimli, ürünler daha bereketliydi. Aç gözlü değildi insanlar. Aza kanaat edilen yıllardı.

Ekin denirdi tarladaki buğdaya. Orak ya da tırpanla biçilirdi o yıllarda. Tarlanın büyüklüğüne göre üç-dört günde biçilirdi komşuların yardımıyla. Erkekler biçer, kadınlar deste eder, çocuklarsa su taşırdı çalışanlara. Deste edilen ekinler öküzlerin çektiği kağnılara “anadut”larla yüklenerek harman yerine getirilirdi. Motorlu araç sesleri yerine kağnı gıcırtıları vardı o yıllarda. “Meses” denirdi öküzleri sürmek için kullanılan uzun sopaya. Ucunda “sakıt” denilen ucu sivri demirler olurdu genellikle. Öküzler yorulunca kağnılara “dayak” atılırdı durdurulup öküzler dinlensin diye. Harman yerine getirilen ekinler üst üste yığılarak büyük harmanlar yapılırdı. Yağmur yağdığında üzeri örtülür dindiğinde açılırdı. Harman yerinde yüzlerce komşu harmanı bulunurdu. Köyün hepsi harman yerinde olurdu o mevsimde. “Döven” ya da “gem” denilen el yapımı araçları öküzler çekerdi harmanı sürmek için. Geme binmek büyük bir zevk olurdu biz çocuklar için. Gem sürme işi bittiğinde dövülen saplar toplanırdı “yaba” denilen parmaklı küreklerle. “Cec küreği” denilen tahta kürekler kullanılırdı sonra. Harman savurmak için rüzgâr beklenirdi günlerce. Bu iş için en müsait zaman sabahın erken saatleri ve akşamın alacası olurdu genellikle. Diğer vakitlerde rüzgâr pek olmadığından harman başı sohbetleri yapılırdı herkesin katıldığı. Yemekler orda yenir, çaylar orda içilir, yataklar orda serilirdi. Ateşler yakılıp buğday ve nohut kavrulurdu çerez niyetine.

Harman savurma işiyle sap samandan ayrıldığında “silme” denilen ölçü aracıyla buğdaylar ölçülerek “yayma” denilen adam boyu kıl çuvallara doldurulurdu el yapımı. Altı yedi kişiyle zor yüklenirdi kağnılara bu çuvallar. Eve gelen buğdayları kadınlar günlerce elerdi “gözer, sarat, kalbur” denilen eleme araçları ile. Unluk buğdaylar ayrı “yayma” lara doldurulurdu değirmene götürülmek üzere. Bulgurluklar kazanlarda kaynatılır, kurutulur ve seçilirdi değirmen öncesi. Değirmen işi de günlerce sürerdi. Öbek öbek yaymalar olurdu değirmende sıra bekleyen. Değirmen sonrası tekrar eve dönüş başlardı gıcırdayan kağnılar eşliğinde. Damda veya bahçede serilirdi getirilen bulgurlar kurusun diye. Bu arada tavuğu, kargası, serçesi; her türden börtü böceği nasibini alırdı bu ürünlerden. Savrularak kepek bulgurdan ayrılırdı önce hayvan yemi olarak. Kuruyan bulgurlar için tekrar bir eleme faslı başlardı sonra. “Setik” denilen küçük bulgurlar köftelik olarak bir kenarda yerini aldıktan sonra bulgurlar “yaymalanır” dı ardından. İhtiyaç fazlası buğdaylar oda büyüklüğündeki, tahtadan göz göz yapılmış ambarlara konurdu daha sonra kullanılmak üzere.

Kilere “himlik” dendiği yıllardı. Himlikte sıra sıra yaymalar yerini alırdı kışın kullanılmak üzere. Un, bulgur, nohut, fasulye; beş on komşunun günlerce yaptığı leğenlerce yufka ekmek… Ekmek demişken, “çarşı ekmeği” ya da “somun” denirdi fırın ekmeklerine. Bin de bir girerdi sofralara o yıllarda. Lahmacunun yufka ekmeğe sarılıp yenildiği yıllardı vesselam.

İnsan eli fazla değdiğinden mi? Yoksa bunca çalışmaya sevgisini, birliğini, beraberliğini kattığından mıdır bilinmez, tadı-lezzeti bir başka olurdu yiyeceklerin. Kışlık yiyecekleri hazır olmanın huzuru ile diğer işlerine devam ederdi insanlar. Hayatı yakalamak, güne yetişmek gibi kaygıları yoktu insanların. Hayatı yaşamaktı gayeleri. Şimdiki gibi hayat onları yaşamazdı.

Her işte birlikte olmak, birlikte yapmak anlayışı hakimdi bu günkü bölünmüşlüğün aksine. Tarım ürünlerinde hal böyle iken, hayvan ürünleri ve kışlık yakacağın hazırlanışı da farklı değildi bir başka yazının konusu olarak.

Bu pencereden bakıldığında çocukluğumu, çocuk olduğum yılları özlüyorum netice olarak…

Mehmet Akif Önder

 

hikaye, hikaye oku, hikayeler, kısa hikayeler, öykü, hikayelerimizden,  geçmişe özlem, öykü, çocukluk yılları, kısa hikayeler, kısa öyküler, 

The post Kısa Hikaye  “Çocuk Olduğum Yıllar”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/kisa-hikaye-cocuk-oldugum-yillar.html/feed 0
Yaşanmış Bir Korku Hikayesi  “Duvardaki Varlık” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-korku-hikayesi-duvardaki-varlik.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-korku-hikayesi-duvardaki-varlik.html#respond Wed, 25 Oct 2023 18:40:04 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9235 Yaşanmış Bir Korku Hikayesi  “Duvardaki Varlık” Merhabalar. Bugüne kadar birçok paranormal olay yaşadım ve bunların bazılarını bu platformda sizlerle paylaşmak istedim. Bu anlatacağım olay bizzat ben ve benimle birlikte üç kişinin şahit olduğu bir olaydır. Ne bir ekleme var ne de bir abartma yoktur. Olayı olduğu gibi anlatıyorum. Köyde dedemlerin iki katlı büyük bir evi […]

The post Yaşanmış Bir Korku Hikayesi  “Duvardaki Varlık” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Bir Korku Hikayesi  “Duvardaki Varlık”

Merhabalar. Bugüne kadar birçok paranormal olay yaşadım ve bunların bazılarını bu platformda sizlerle paylaşmak istedim. Bu anlatacağım olay bizzat ben ve benimle birlikte üç kişinin şahit olduğu bir olaydır. Ne bir ekleme var ne de bir abartma yoktur. Olayı olduğu gibi anlatıyorum.

Köyde dedemlerin iki katlı büyük bir evi var. Alt katını mahzen olarak kullanırlar. Burada uzun bir koridor var. Koridorun bir ucu sokak kapısına, bir ucu da evin avlusuna açılıyor. Avluda büyük bir ceviz ağacı var. Koridorun sadece bu iki ucunda pencere var ve dolayısıyla sadece iki ucundan ışık aldığı için gündüz saatlerinde bile biraz karanlık. Sağda solda kullanılmayan eşyalar, duvarda eski tablolar falan var. Biz ve halamlar her yaz okullar tatil olunca köye giderdik ve dedemlerin evinde kalırdık. Kuzenlerim ve ben köye gideceğimiz günü iple çekerdik. Olayın olduğu zaman 8 ya da 9 yaşlarındaydım. Ailece hepimiz köyde, dedemlerin evindeydik. Benim yaşıtım biri kız diğeri erkek iki kuzenimle birlikte evin avlusunda oyun oynuyorduk. Bir yaz günüydü​ ve günün öğlen saatleriydi. Hava çok sıcaktı ve sokaklarda kimse yoktu. Ben ve kuzenlerim avludaki ceviz ağacının altında biraz oyun oynadık. Ben ağacın altında oturdum. Kuzenlerim ise koridora girdi ve yaklaşık 5 dakika kadar içeride kaldılar. Sonra birden içerden bir bağırtı koptu ve kuzenlerim koşarak yanıma geldiler. Korkudan renkleri bembeyaz olmuştu. Kekeleyerek “içerde bir şey var” dediler. Fare, yılan ya da kedi gibi bir hayvandan bahsediyorlar sandım. Sonra kız kuzenim “duvarda bir şey yürüyor” dedi. İşte o an yolunda gitmeyen anormal bir şeyler olduğunu hissettim, birdenbire​ içim ürperdi. Kuzenlerimin bugüne kadar hiç görmediği ve duvarda yürüyen bu şey ne olabilirdi ki? “Hadi gidip bakalım” dedim. Ben önden gittim. Kuzenlerim ise beni takip ettiler. İçeri girdim; içerde eski püskü eşyalar dışında hiçbir şey yoktu. İlerlemeye devam ettik. Koridorun ortasına geldiğimizde kuzenlerim duvarı işaret etti. “Orda yürüyordu” dediler. Duvara baktım; birkaç tane tozlu ve örümcek ağları sarmış tablo dışında bir şey yoktu. Yaklaşık 15 saniye sonra duvarda oldukça koyu bir gölge belirdi. Detayları çok belirgindi. Sanki üç boyutlu gibiydi ve biz onu profilden görüyorduk. Boyu sadece 50 cm kadardı. Başında kavuk benzeri bir başlık vardı. Üzerinde ayaklarına kadar uzanan cübbe gibi bir şey vardı. Elinde asaya benzer birşey tutuyordu. Yüzü insan yüzüne benzemiyordu. Ağız kısmı uzun, çenesi tıpkı keçi, köpek çenesi gibi ileri uzanıyordu. Adım atarak yürüyordu. Yürürken başını sağa sola sallıyordu. Elindeki asayı da kaldırıp indirerek ilerliyordu. Kendisinin şekli ayrı bir korkunçtu; yürürken yaptığı bu hareketler de daha bir korkunçtu. Bizi umursamaz bir hali var gibi görünüyordu. Onu görür görmez kuzenlerim “işte orada” diye bağırdı. Ben ise şaşkınlık ve korkuyla olduğum yerde donakaldım. Sonra bunun mutlaka mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini düşündüm. Duvardaki bu gölgenin en azından bir kaynağı olmalıydı. Tek ışık kaynağı pencereyi. Bir gölgenin oluşabilmesi için ışığın önünde bir cisim olmalıydı. Önce etrafta baktım. Sonra pencereye, pencerenin önünde baktım; bir şey yoktu. Pencerenin yanındaki kapıyı açıp sokağa baktım; etrafta hiç kimse yoktu. Dışarıdan pencerenin sokağa bakan yüzeyine baktım. Pencerenin hizasına, sokağın karşısına baktım hiçbir şey yoktu. Koşarak tekrar içeri girdim. Hala duvarda yürüyordu. koridorun sonunda yaklaşmıştı. Biraz daha ilerleyip kayboldu. Koşarak yukarı kata çıktık. Öğlen yemeği için sofra kurulmuştu. Halam “hadi. Ellerinizi yıkayıp yemeğe oturun” dedi. Ben ve kuzenlerim üçümüz aynı anda hep bir ağızdan “aşağıda bir şey var, duvarda bir şey var, yürüyor!” Diyorduk. Bizimkiler söylediklerimizi umursamadılar. Hatta dedem bana ” git o gördüğünüz şeyi de çağır gelsin bizimle yemek yesin” dedi. Çocuk aklıyla aşağıya indim tek başıma. Tekrar koridorun ortasına kadar yürüdüm ve duvara bakıp “hadi gel bizimle birlikte yemek ye” dedim. Cesaretle korku arasında gidip geliyordum bunları söylerken. 15-20 saniye kadar bekledim. Hiçbir şey görünmedi bu sefer. Tekrar yukarı çıktım. Yemeğe​ oturduk. Yemek esnasında sanki hepimizde bir sakarlık vardı. Elimiz kolumuz çarptı bi iki tabak devrildi masaya. Sonra halam “bugün sizde bir haller var. Yoksa yemeğe çağırdığınız o şey geldi de şu an bizimle birlikte mi?” dedi ve güldü. Sonra hepimiz gülüştük. Bir anlamda kendimizle dalga geçtik. Belki de az önce yaşadığımız o korku dolu anları unutmak içindi. O an için unuttuk da zaten. Yemekten sonra tekrar hiçbir şey olmamış gibi çocuk oyunları oynamaya devam ettik.

O zamanlar bu konu üzerinde fazla durmamıştık. Fakat yaşımız ilerledikçe o günü​n aslında ne kadar korkunç bir gün olduğunu daha iyi anlamaya başladık. Şimdi 33 yaşındayım. Hala yazları senelik izinlerimizin elverdiği ölçüde köyde buluşuyoruz. Yine dedemlerin evinde kalıyoruz. Alt kattaki koridorda yine o eski püskü eşyalar… Her şey yıllar önceki o gün gibi. Avludaki ceviz ağacı hala duruyor; biraz yaşlanmış sadece. Yıllar geçmesine rağmen kuzenlerim hala o koridora tek başlarına girmez. Ben de oraya ne zaman girsem içimi bir ürperti kaplar. Bu olaydan sonra belirli aralıklarla başka olaylar yaşamaya başladın. Doğaüstü olaylar da yaşadım, başka varlıklar da gördüm. Bunların bazıları saldırgan kötü varlıklar, bazılarının ise iyi mı yoksa kötü mü olduğunu anlayamadım. Ama çocukken duvarda gördüğümüz o varlık gibi bizi umursamaz davranmıyordu hiçbiri. Sonradan gördüklerimin hepsinin bizzat benimle etkileşime girme amacı taşıdığı çok netti. Fırsat buldukça başımdan geçen diğer olayları da burada sizinle paylaşmayı düşünüyorum. Şimdilik hoşçakalın.

Okuyucularımızdan Gelenler – Genesis

Hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye arşivleri, korku hikayesi, korkunç hikaye, +18 hikayeler, +18 korku hikayeleri,  dehşet hikayeleri, 

The post Yaşanmış Bir Korku Hikayesi  “Duvardaki Varlık” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/yasanmis-bir-korku-hikayesi-duvardaki-varlik.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html#respond Tue, 24 Oct 2023 18:00:18 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9222 Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz “Arapça İlahi de Neyin Nesi?” Mustafa Ünver Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye Okumadan Geçmeyiniz

“Arapça İlahi de Neyin Nesi?”

Mustafa Ünver

Tatlı yaz akşamlarının o yumuşak esintisiyle yüze çarpan güllerin ve hanım ellerinin kokuları, apartmanların bahçe duvarlarını aşarak tüm sokağı kaplıyor, dokunduğu her varlığı adeta büyülüyordu. Akşamın bu eşsiz büyüsünden kendinden geçecek gibi oluyor, “yaşamak ne güzel,” diye iç geçiriyordu. Nereden aklına takıldığını bilmediği “O jizn! tı kakaya kırasivaya” cümlesi diline pelesenk oldu kaç zamandır. Mırıldandı bir kaç kez içinden. Ne güzel bir akşam saatiydi bu anlar, hiç bitmesin istenen türden hazlar yaşatıyordu.

İki saat öncesinde altı yaşındaki oğlunu elinden tutarak götürdüğü mevlit merasimine ne kadar da neşeli yürüyorlardı. “Baba nereye gidiyoruz?” sorusuna “Peygamberimizin doğum günü için düzenlenen cami programına katılacağız oğlum. Doğum gününü kutlayacağız peygamberimizin,” cevabı yeterli oldu şimdilik çocuk merakına. Bu cevap ne olur yetsin ve en azından bir süreliğine başka soru sormasın oğlu; konuşmasın, konuşmasınlar istiyordu. Yaz akşamının yaydığı burcu burcu büyülü anlarını sadece ruhani zikir ve dualarla buluşturmak istiyor, bereketine inandığı bu anların bir tanesi bile kaçsın istemiyordu. Ama istediği olmadı, meraklı çocuk tekrar konuştu. “Peygamberimiz ölmedi miydi babacığım? Ölmüş birinin doğum günü partisine ilk defa katılacağım,” cümlesine sadece “Peygamberlerin ölümleri ile hayatları aynıdır oğlum. Onlar her zaman sonsuzlukta çok güzel bir hayat yaşarlar,” demekle yetindi. “Her şey yerli yerinde olmalı; bana göre şu an, çocuğumla bile olsa konuşma anı olmamalı, kimseyle konuşmamalıyım şu an,” diye iç geçirdi ve zikirle dolu büyülü havayı solumaya devam etti. Böyle müstesna anlarda kainatı, sahibini anarak dinlemek ruhuna inanılmaz iyi geliyordu. Camiye girdiklerinde hocalardan biri Kur’an’dan bir pasaj okuyordu. Kıble duvarında asılı duran büyük değirmi saate bakılırsa program yeni başlamış olmalıydı.

Kur’an-ı Kerim Allah kelamı, değiştirilemez, orijinal formunu her hâlükârda muhafaza etmek lazım, âmennâ. Bununla beraber mesajının herkesçe anlaşılması için diğer dillere çevirisi elbette yapılabilir, yapılmalıdır, yapılıyor da zaten; bu da başka bir konu. Ebu Hanife’nin Kur’an’dan hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin öğreninceye kadar kendi dilinde namaz kılabileceğini caiz gördüğü fetvası da tamam; bu da başka bir konu. Tamam bunların hepsini anladım da seyircilerinin yüzde yüzünün Türk olduğu bir mevlid merasiminde, programın başından sonuna kadar söylenen beş ilahinin hepsinin de Arapça olması ne alaka? Onlar da mı Allah kelamı ki orijinal dillerinin muhafazasına gayret ediliyor? Yahya Kemal’in “Türkçe annemin ağzımda ak sütüdür,” dediği ana dilimizde mis gibi buram buram Anadolu kokan yüzlerce hatta binlerce ilahilik şiirlerimiz yok sanki. Hem sonra çocuklarımızın bile severek mırıldandığı onlarca Türkçe güftesi olan harika ilahilerimiz de var zaten. Bu durumda dilini anlamadığımız Arapça ilahilere neden ihtiyaç duyuyoruz ki? Yunus Emre’den, Hacı Bayram’dan, Hacı Bektaş’tan, Şeyh Galip Dede’den ve onlarca erenden söylemek varken. Tam bu gelgitler arasında aklına gerçek bir yaşantı karesi geldi. Bir lise müdürünün emekli olduktan sonra anılarını toplayarak oluşturduğu biyografik ajandasında bir öğrencisinin dilinden “Türkü de Neyin Nesi” başlığı altında anlatılmıştı bu hatıra, buyurun beraber okuyalım:

“Kadir Ünver, İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeni ve okul müdürüydü. Saygın ve yumuşak huylu bir kişiliği vardı. Babacan bir adamdı. Lise yıllarında uzun süre okul müdürlüğü yaptı ve öğrenciler arasında lakabı “Kadir Ağa,” idi. Sağ sol çatışmalarının had safhada olduğu bir dönemde idarecilik yaptı. Bu dönemde Milli Görüşçülerle Ülkücüler sürekli kavga ederlerdi. Bu kavga sırasında Kadir Ünver, Akıncılardan yana tavır koyarak bizim gözümüzde saygınlığını yitirmişti… Ancak 12 Eylül’den sonra barışmıştık ve bu kez de sınıflarda, koridorlarda türkü, şarkı gırla giderdi. Muhsin, Behzat ve ben sınıfın assolistleriydik. Bir gün sınıfın kapısına yakın bir yerde hareketli bir türkü söylüyordum. Bu arkadaşlar da bana eşlik ediyorlardı. Gürsel ve Hayati de önlerindeki sıra kapaklarına vurarak tempo ritim tutuyorlardı. O gürültü esnasında hafifçe sırtıma bir yumruk indi. Dönüp arkama baktığımda müdür Kadir Ağa’yla burun buruna geldik. Bana sözü şu oldu: “Lan eşşek oğlum, geç yerine; türkü de neyin nesi, ilahi söyleseniz ya!” Benim de Kadir Hoca’ya cevabım şu oldu: “Hocam ilahi bizi kesmiyor; imam hatipliyiz ama aynı zamanda genç insanlarız, sizin yaşınıza gelince inşallah biz de ilahi, gazel ve kaside okuruz.” Kadir Hoca bir kaç nutuk daha attıktan sonra, “Bayramım imdi bayramım imdi / Bayram ederler yar ile şimdi,” ilahisinden bir kaç mısrayı bestesiyle birlikte gürül gürül okuyarak çekip gitti.”

Hanım ellerinin yaydığı mis kokuların dönüş yolu esrikliğinde uykulu uykulu yürüyen ve bu kez hiç soru sormayan oğlunun elini hafifçe tutarken “Keşke ben de Arapça ilahi aşkındaki gençlere şöyle bir ünleyebilsem gürül gürül,” diye iç geçirdi:

Ulan aslan oğlum, geç yerine; Arapça ilahi de neyin nesi? Mis gibi Türkçe, “sordum sarı çiçeğe” ilahisini söyleseniz ya.

Mustafa Ünver

Sizden Gelen Hikayeler, Düşündüren Hikayeler, Eğitici Hikayeler, gerçek hikaye, güzel hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikayelerimiz, dini hikayeler, ilahi, mevlit, mevlit gecesi, Arapça ilahiler, Kısa Hikayeler, Öykü, öykü oku, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri,

The post Çok Güzel Bir Hikaye appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-okumadan-gecmeyiniz.html/feed 0
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html#respond Tue, 24 Oct 2023 15:00:46 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9227 Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm ZeNHaR İstanbul’da ücra bir semtte, varoş bir mahallede oturuyorum. İş saatlerim maalesef çok uygun değil ama bu işe mecburum. Çünkü bu zamanda bulabileceğim işlerin hiçbirinde bu kadar iyi bir ücret almam zor. Mesai saatlerim 15:00 ve 24:00 arasındaydı, ancak eve varış saatim maalesef gece saat biri bulmaktaydı. Yine her […]

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm

ZeNHaR

İstanbul’da ücra bir semtte, varoş bir mahallede oturuyorum. İş saatlerim maalesef çok uygun değil ama bu işe mecburum. Çünkü bu zamanda bulabileceğim işlerin hiçbirinde bu kadar iyi bir ücret almam zor. Mesai saatlerim 15:00 ve 24:00 arasındaydı, ancak eve varış saatim maalesef gece saat biri bulmaktaydı. Yine her gün olduğu gibi bugün de mesaimi tamamlamış evime dönüyorum. Hafta içi bu saatlerde genelde bizim sokaklarda in cin top oynar, kimsecikler olmazdı. Yine manzara aynıydı. Bugün iş yerimde çok yorulmuş olduğumdan bir an evvel evime ulaşıp uyumayı düşünüyordum. Bir yandan da iş yerimde başıma gelen olumsuzluklar sürekli kafamı meşgul edip duruyordu. Zor bir gün geçirmiştim. Gerçi son zamanlarda hemen hemen her gün aynı şekilde birbirinden zor geçmekteydi ama elbet bugünlerde geçecek ve sonunda bende rahatıma kavuşacaktım ya da en azından kendimi bu şekilde avutuyordum.

Sonunda evimin önüne gelmiştim tek yapmam gereken her gün çıkmak zorunda kaldığım beş katlı apartmanın merdivenlerini çıkmak değil adeta tırmanmaktı. Çünkü eski bir yapı olan bu apartmanda asansör yoktu. Aslında dükkân üstü birinci kat sayıldığından 6. katta oturuyordum. Ama tek sorun bu değildi, apartman sakinleri arasındaki uyuşmazlık hat safhaya ulaştığından, daha fazla dayanamayan apartmanın yöneticisi zaten uzun zamandır düşündüğü taşınma işini bir gece ansızın gerçekleştirmiş ve giderken de apartmana ait olan elektrikleri de kimseye devretmeden kapattırmıştı. Apartmanımızda merdiven boşluklarında ışıklar bu yüzden çalışmıyordu. Hatta kapı zilleri de çalışmıyordu. Bundan dolayı merdivenleri karanlıkta çıkmak zorunda kalıyorduk. Apartmanımızdaki huzursuzluk devam ettiği için de kimse yönetici olmaya talip olmuyor ve günlerdir bu sorunu yaşıyorduk. Bende diğer komşular gibi zorunlu olarak cep telefonumun feneriyle nispeten önümü görmeye çalışarak merdivenleri çıkmaya çalışıyordum ama yine de çok zor oluyordu. Hele elimde bugünkü gibi eşyalar varsa merdivenler çık çık bitmek bilmiyordu.

Cep telefonumun fenerini açtım ve apartmandan içeri girdim. Yorgun argın merdivenleri birer birer çıkmaya başladım. Bazen hangi katta olduğumu unuturdum, çünkü kaç kat çıktığımı karıştırırdım. Tüm katlarda kapılar birbirinin benzeri ve diğerinden ayırt etmek karanlıkta daha da zor olurdu. Bugün de aynı şey olmuştu, bütün kapılar kapalı apartmanda zifiri bir karanlık ve ben kimseye ses duyurmadan merdivenleri çıkarak bir an evvel o sıcak evime ulaşmaya çalışıyordum. Kafamda bin bir türlü düşünceyle merdivenleri çıkarken kaçıncı katta olduğumu çoktan unutmuştum. Ancak sanki 10 kat çıkmış gibi de yorgundum. Ne bitmek bilmez merdivenlermiş diye kendi kendime hayıflanmaya çoktan başlamıştım. Bir müddet daha apartman merdiven korkuluklarına tutunarak çıkmaya devam ettim. Her çıktığım katta, bu son kat olmalı diye ümit ederek çıkmaya devam ediyordum.

Ben son katta oturuyordum, son kat son daire bana aitti. Ben bu evi almadan önce, uzun süre bu ev boş kalmıştı. Neden bilinmez ama daha önce bu evde oturanlar hep sıkıntı içinde kalmışlar, bunun sebebini de açıklayamadıkları için, daire kapı numarasının 13 olması ve hatta apartmanın numarasının da 13 olmasına bağlamışlardı. Mahalle sakinlerine göre 13 numara uğursuz bir rakam ve çifte 13 çift uğursuzluk anlamına geliyordu. Hatta sırf bu sebeple apartmanın ve kapıların üzerinden numaralar sökülmüş ve bir daha da takılmamıştı. İnsanlardaki bu batıl inançlardan dolayı bu daireyi kimse uzun süre satın almamıştı. Bu sebeple de çok uygun bir fiyata bu eve sahip olabilmiştim. Evim güzeldi, çünkü evimin içinden çatı katına da bir boşluk yapılmış ve dolayısıyla tavan arası bana ait olmuştu. Aslında ben de tavan arasını sadece eski eşyaları koyduğum kiler olarak kullanıyordum.

O kadar çok yorulmuştum ki saatin kaç olduğunu unutup cep telefonundaki saate bakma ihtiyacı duyarak saate bakınca, saatin çoktan 01:30 olduğunu gördüm. Bu da yaklaşık 20 dakikadır merdivenlerde oyalandığım anlamına geliyordu. Bu çok anlamsızdı sonuçta 6. katta olsa 20 dakika da merdivenleri bitirememem imkânsızdı. Elimdeki eşyaları yere bıraktım ve bir müddet dinlendim, kaçıncı katta olduğumu hala bilemiyordum. Ama bu işte bir terslik olduğunu düşünmeye başladım. Ardından bir ses duydum, apartmanda aşağı katlardan birisinde bir hırıltı sesi geliyordu. Apartmanımıza bazen kediler girerdi, geceleri apartmana sığınan sokak kedileri oldukça sık rastladığımız bir durumdu. Fakat bu ses kesinlikle bir kedi hırıltısı  değildi daha büyük bir hayvanın hırıltısına benziyordu. Ender de olsa bazen sokak köpekleri de apartmanımıza girerdi. Soğukkanlılığımı muhafaza etmeye çalışarak muhtemelen bir sokak köpeğidir diye düşündüm.

Aşağıya doğru cep telefonun fenerini uzattım ne olduğunu görmek istiyordum merdiven arasındaki boşluk çok dar olduğundan aşağıda hiç bir şey gözükmüyordu. Bir şey göremeyeceği mi anlayınca tam feneri çekiyordum ki aşağıdan yukarıya doğru kafasını kaldırmış, merdiven boşluklarında bana bakan bir çift göz gördüm. Gözler kan kırmızısı şeklinde ve karanlığı yararcasına bana bakıyordu korku ile geri çekildim. Bir dairenin kapısına yapışmıştım ama o aşağıdaki şey hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Bir yandan hırlıyor bir yandan da yukarı doğru koşturuyordu. Ne yapacağımı bilemez halde yukarı doğru koşmaya başladım. Evime bir an evvel ulaşmalı ve içeri girmeliydim. Nefes nefese kaldığım halde karanlıkta sürekli merdivenleri 3’er 5’er atlayarak yukarı koşuyordum. Adım atacak halim kalmadığı halde hala evime bir türlü çıkamamıştım. Mecburen biraz soluklanmak için durdum, telefonla etrafıma göz gezdirdim. Sonra hırıltının kesildiğini duyunca derin bir nefes alarak merdiven pervazlarına uzandım ve feneri tekrar aşağıya doğru uzattım. Hiçbir şey görmüyordum. Ardından tekrar bir hırıltı duydum ama bu sefer aşağıdan değil yukarıdan geliyordu bu ses. Korkuyla yukarıya kafamı çevirdim ve aynı gözleri bu sefer yukarıdaki merdiven boşluklarında bana bakarken gördüm. Hemen sırtımı dayandığım kapıya hızlıca vurmaya başladım. Maksadım komşulardan birisinin kapıyı açması ve kapıdan gelen ışıkla etrafımı daha rahat görebilmekti. Ancak kapıyı açan olmadı, hemen diğer taraftaki kapıya yöneldim. Bu seferde ona vurmaya başladım, birkaç defa vurduğumda ses gelmeyince bu sefer hırıltının yaklaştığını duyarak kapıyı adeta yıkarcasına daha hızlı vurmaya başladım. Maalesef bu kapıdan da ses çıkmıyor ve kapıyı açan olmuyordu. İki komşunun da evde olmaması çok zordu, hemen bir alt kata koşup oradaki komşulara sığınmayı düşündüm. Merdivenlerden hızlıca aşağıya doğru koşmaya başladım. Hırıltı yukarıdan hızlıca aşağıya doğru koşan bir şeyin olduğunu ve beni takip ettiğini bana gösteriyordu. İlk ulaştığım kapıya sesimi bir an evvel duyurmak için kırarcasına vurmaya başladım ama buradan da hiç ses çıkmıyordu. O zaman bağırmaya başladım, yardım eden yok mu diye ama apartmandan hiçbir ses çıkmıyordu. Son çare olarak aşağıya inip apartmanın dışına çıkmak olduğunu düşündüğümden hızla aşağıya doğru koşmaya başladım ama dengemi kaybettim ve merdivenlerden aşağıya yuvarlanma başladım. Cep telefonumu ve elimdeki malzemeleri düşürdüm. O kadar çok yuvarlanmıştım ki sanki bitmek bilmeyen bu merdivenlerde uçurumdan aşağı doğru yuvarlanıyordum. Acımayan yerim kalmamıştı. Perişan haldeydim ama bir türlü duramıyor, bir yerlere tutunamıyordum sonunda bir şekilde durdum. Durduğum anda elime gelen ilk şey garip bir şekilde yine cep telefonum oldu. Cep telefonumu elime aldım, kapanmış olan feneri tekrar açtım ve etrafıma bakmaya başladığımda karşımdaki kapının açıldığını gördüm. Kapıyı açan benim eşimdi beni yerde öylece yatar halde görünce ne oldu dedi heyecanla, bu gürültü senden mi geldi diye sordu, bana elini uzatırken. Ama bu imkânsızdı, çünkü ben aşağıya doğru düşüyordum ve bulunduğum kat şu anda apartmanın son katıydı. Hemen ayağa kalkıp içeri girdim ve kapıyı arkamdan hızla kapattım. Girişteki aynaya bakınca kendimden korktum. Çünkü saçlarım elektrik çarpmışçasına tamamen dikilmiş ve yüzümde bereler oluşmuştu. Eşimin bana korkuyla baktığını görünce, apartmanda köpekler var ve beni kovaladılar bende düştüm ve yuvarlandım dedim ama diğer yaşadıklarımı bir mantık çerçevesine sokamadığım için anlatamadım.

ZeNHaR

13’ün Uğursuzluğu I. Bölüm

13’ün Uğursuzluğu II. Bölüm

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, kısa korku hikayeleri, kısa hikayeler, korku öyküsü, korkunç hikaye, korkunç hikayeler, uğursuz, 13’ün Uğursuzluğu,

The post Korku Hikayesi “13’ün Uğursuzluğu” I. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-13un-ugursuzlugu-i-bolum.html/feed 0