Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/ Hikaye Çeşitleri Tue, 26 Mar 2024 21:31:37 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/ 32 32 Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html#respond Tue, 26 Mar 2024 21:30:37 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9323 Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” 1. Bölüm Hayatta beni en çok mutlu eden şey, günün sonunda eve gittiğimde emekleyerek paçalarıma tutunan ve ağzından anlamsız kelimeler dökülen bir yaşındaki biricik oğlumu kucaklayarak bağrıma basmaktır. Korunmaya muhtaç o masum varlık hayatımdaki her şeydir. Köyün dışarısında olan bahçe evimizi yaklaşık 500 metre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili bakımsız […]

The post Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu”

1. Bölüm

Hayatta beni en çok mutlu eden şey, günün sonunda eve gittiğimde emekleyerek paçalarıma tutunan ve ağzından anlamsız kelimeler dökülen bir yaşındaki biricik oğlumu kucaklayarak bağrıma basmaktır. Korunmaya muhtaç o masum varlık hayatımdaki her şeydir.

Köyün dışarısında olan bahçe evimizi yaklaşık 500 metre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili bakımsız bir araç yolu köye bağlıyordu.

O gün yine her sıradan günkü gibi evimizin yanında bulunan bahçede çalışıyordum. Bahar aylarıydı. Ağaçlar yeşil elbiselerine bürüneli fazla olmamıştı. Bazılarına kış ağır gelmiş ve dallarından bir kısmını bahara çıkarmayı başaramamıştı. Ben de elimdeki testereyle onları bu kuru uzuvlarından arındırıyordum. Öğleden sonra, dallarından gövdesine  kırmızı ve koyu kıvamlı bir sıvı akmış bir ceviz ağacına gelmişti sıra. Daha önce hiçbir ağacı bu halde görmemiştim. Bahçeyi birkaç gün önce dolaştığımda bu ağacı bu şekilde gördüğümü hatırlamıyordum. Muhtemelen bu birkaç gün içerisinde benim bilmediğim bir parazit türü bu ağaca musallat olmuş diye düşündüm.

Ben küçük bir çocukken de devasa bir boyuta sahip olan bu ağacın dedemin gözünde hep özel bir yeri olmuştur. Dedem gençlik yıllarında bir gün bahçede çalışırken bahçe kapısı istikametinden birinin dedemin ismiyle seslendiğini duymuş. Kapının önüne gittiğinde  ihtiyar bir adamın beklediğini görmüş.

Dedem kim olduğunu sorduğunda adam “Ateşler köyünden geliyorum, köy köy dolaşıp tohum satıyorum.” demiş.
Dedem “O köy nerede? Daha önce hiç duymamıştım.” deyince adam parmağıyla güneydeki dağları işaret etmiş.
Dedem ” Adımı nereden biliyorsun?” diye sormuş.

Adam ” Az önce sizin köydeydim. Birkaç kişiye tohum sattım. Ahaliye civarda başka ev olup olmadığını sorunca bana senin adını söyleyip burayı tarif ettiler.” Demiş ve yanında yerde duran çuvalın içerisinden küçük bir testi çıkartıp  “Soğuk suyun var mı? Yol için biraz su doldurayım” demiş.

Dedem” Gel içeride kuyu var” deyince adam yerdeki çuvalını sırtlayıp sanki orayı daha önceden biliyormuş gibi direkt kuyunun olduğu yere doğru yürümüş ve kuyudan su çekip testisine doldurmuş. Elini yüzünü​ yıkayıp kuyunun yanına oturmuş ve derin bir of çektikten sonra ağzının içerisinde kendi kendine “Zaman gelmiş” diye söylenmiş.

Dedem “Anlayamadım. Ne zamanı?” deyince adam “Ahir zaman. Artık hiç insanlık kalmamış. Gün gelecek insanlar birbirlerini yiyip bitirecek” demiş ve “Tohum almak ister misin?” diye sözlerine devam etmiş.
Dedem “Sağolasın, gerek yok” demiş.

Adam “O zaman sana ceviz vereyim. Çok verimli bir cinstir. Para mara istemem, sana hediyem olsun” demiş ve çuvalından bir beze sarılı bir şey çıkarıp “Al bunu. İçerisinde 3 tane ceviz var, bunu bu şekilde bezle birlikte bir çamura göm.” diye sözlerine devam etmiş.

Dedem beze sarılı cevizleri alıp hemen oracıkta, kuyunun yanındaki balçık zemine o şekilde gömmüş.

Adam gidecek çok yolunun olduğunu söyleyip müsade istemiş. Dedem adamı uğurlamak için ona bahçe kapısı​na kadar eşlik etmiş.

Adam giderken dedeme “Dikkat et” demiş.

Dedem ” Neye dikkat edeyim?” Diye seslenmiş ama adam cevap vermemiş ve ardına bile dönüp bakmadan yoluna devam etmiş.

Dedem, davranışlarının ve konuşmalarının anormalliğini de hesaba katarak adamın akıl yoksunu biri olduğu kanaatine varmış ve bahçeye geri dönerek çalışmaya devam etmiş.

Aradan yıllar geçmiş ve o üç ceviz, üç gövdeli büyük bir ağaca dönüşmüş.

Köyde ağaçlarını sulaması için her köylüye, haftanın belirli gün ve saatlerine göre sulama kanalından gelen su paylaştırılırmış. Ağaçlarını sulaması için dedeme yıllar önce bir gün, gece saatlerinde su verilmiş. Zifiri karanlık bir geceymiş. Ağaçların bir kısmını suladıktan sonra gecenin ilerleyen saatlerinde sıra üç gövdeli ceviz ağacına gelmiş. Elindeki gaz lambasını ağacın​ küçük dallarından birine asmış ve o cılız ışık altında elindeki kürekle su yolunu değiştirmek için uğraştığı sırada ağacın üzerinden sanki bozuk radyo frekanslarının sesini andıran bir cızırtı duymuş. Sesin duyulmasıyla birlikte sesin geldiği yerden beyaz bir ışık yayılıp çevresini aydınlatmış. Dedem ışığın ve cızırtının kaynağını görmek için başını yukarı kaldırırken ” İntebih” diye bir kadın sesi yankılanmış. Başını yukarı kaldırdığı sırada ağacın dallarından birine oturmuş saçlarını tarayan ve beyaz bir ışık saçan, beyaz elbiseli genç bir kadın görmüş. Dehşete kapılan dedem bunun şeytani bir varlık olduğunu düşünüp elindeki kürekle kadına vurmak için hamle yapmış fakat daha küreği kaldırır kaldırmaz ışık sönmüş, çızırtı susmuş ve kadın kaybolmuş. Küreğin metal kısmı boş dal üzerine inmiş, sap kısmı ise ağaçta asılı duran gaz lambasına çarpmış. Kırılan gaz lambası ağacın kök kısmına düşüp alev almış. Dedem alevleri söndürmeden koşarak oradan uzaklaşmış. Ertesi sabah gittiğinde ağacın gövde kısımlarının az miktarda yandığını görmüş. Muhtemelen bendinden taşan su, ağacın kök kısmından kaynaklanan alevleri söndürmüş.

Dedem köyün hocasına, o gece duyduğu “intebih” kelimesinin  ne anlama geldiğini sormuş ve “dikkat et” anlamına geldiğini öğrenmiş.

Bu ağacın üç tane gövdesi vardı ve her bir gövde üç dala ayrılıyordu. İşte  bu dallardan birinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Kuruyan dalı kesmek için ağaca tırmandım. Yerden yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde bir dalın üzerinde durup kuru dalı kesmeye başladım. Kesilen yerden, ağacın gövdesinde akmakta olan aynı kırmızı sıvı akmaya başladı. Dalın henüz bir kısmı kesmişti ve ben bu olup bitene anlam vermeye çalışıyordum. O sırada arkamdan bir cızırtı duydum. Başımı çevirdiğde tam gözlerimin önünde bir çift sarı göz ve soluk bir kadın yüzü gördüm. Kadın gözlerimin içine bakarak “intebih” dedi. Genç bir kadın yüzüne sahipti ama ses tonu yaşlı bir kadının sesine aitti. O an korkudan dengemi kaybedip sırt üstü yere düştüm ve başımı sertçe yere çarptım. Daha sonra geçmiş yıllarımla ilgili birtakım bölük pörçük rüyalar gördüğümü hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda ağacın altında sırt üstü yatıyordum. Muhtemelen bir ya da iki saat yerde o şekilde yatmışım. Güneş batıdaki tepelerin üzerine iyice yaklaşmıştı. Acaba ağacın üzerinde gördüğüm kadını gerçekten mi görmüştüm? Yoksa sadece ayağım kayıp düştükten sonra yerde baygın yatarken gördüğüm rüyalardan biri miydi bu da? Kalkıp eve doğru yol aldım. Kapıyı çaldığımda eşim açtı, kucağında oğlum vardı. Oğlumu kucaklayıp oturma odasına geçtim. Odada oğlumdan birkaç ay küçük gibi görünen başka bir bebek daha emekliyordu. Oldukça esmer ve zayıf bir bebekti.

Herhalde komşuların biri kısa süreli bakmamız için bize bırakmıştır diye düşündüm ve mutfaktaki eşime ” hayatım bu bebek kimin?” Diye sordum.

Eşim bulunduğum odaya girdi, başımda dikilip endişeli bir ifadeyle bana baktı.

“Ne oldu ? Neden öyle bakıyorsun? Diye sordum.

“Sen iyi misin? Diye karşılık verdi.

“Bilmiyorum. Bugün düşüp başımı yere vurdum” dedim.

Eşim ” insan kendi kızını hiç unutur mu? Dedi.

” Ne yani? Bu çocuk şimdi bizim mi? Dedim.

Nasıl olurdu? Bizim sadece bir çocuğumuz vardı. Belki de ben öyle hatırlıyordum. Belki de başımı çarpmanın etkisiyle kısmen hafizamı kaybetmiştim.

” Adı ne peki?” dedim eşime.

Eşim “onun adı Lahab” dedi.

“Bu nasıl bir isim? Ne anlama geliyor?” Diye sordum.

“Yalın alev anlamına geliyor.” Dedi.

Kafam iyice allak bullak olmuştu, kendimi iyi hissetmiyordum. Biraz hava almak için dışarı çıktım ve kapının önünde durup etrafa baktım. Gökyüzü kızıl bir renge bürünmüştü. Yaklaşık 50 metre ötedeki yaşlı çınar ağacının altında keçiler ve buzağılar otluyordu. Hava kararmadan hayvanları onları ağıla sokmalıyım diye düşünürken eşim kucağında o bebekle dışarı çıktı ve çınar ağacına doğu yürüdü. Aramızda yaklaşık 15 metre mesafe vardı. Bebeğin üzerinde giysileri yoktu ve vücudu siyah, seyrek, ıslak tüylerle kaplıydı. Eşim çocuğu yere bıraktığı an çınar ağacındaki kuşlar çığlık çığlığa bağırarak havalandılar. Keçiler ve buzağılar çıldırmış gibi boynuz darbeleriyle birbirlerine saldırmaya başladılar. Onlar birbirlerini yaralayıp kanlar içerisinde bırakırken ilerideki köy istikametinden çığlıklar yükselmeye başladı. O sırada çocuk elleri ve ayakları üzerinde doğruldu. Dizleri normal bir insana göre ters bir şekilde, geriye doğru bükülüyordu. Çocuk elleri ve ayakları üzerinde koşarak çınar ağacı altına gidip keçilerin ve buzağıların az önce otladığı, şimdi ise birbirlerini parçaladıkları  yeşilliklerde otlamaya başladı. Ben hayretler içerisinde olan biteni izlerken eşim döndü ve bana baktı.

Yüzünde korkunç bir ifadeyle “intebih” diye bağırdı ve ortadan kayboldu. Bir iki saniye sonra birden tam karşımda, sarı gözleri gözlerimin önünde aniden oraya çıktı. Ben korkunun etkisiyle geriye doğru sıçradım ve sırt üstü düşüp başımı sertçe yere çarptım. Gözümü açtığımda ceviz ağacının altında sırt üstü yatıyordum. Ayağa kalktım. Kuru dal az bir kısmı kesilmiş vaziyette duruyordu. Hava kararmak üzereydi. Yerden testereyi alıp eve doğru ilerledim. Kapıyı çaldığımda eşim açtı, kucağında oğlum vardı. Oğlumu kucaklayıp oturma odasına geçtim. Endişeli gözlerle etrafa baktım, herşey normaldi. Birlikte akşam yemeği yerken eşim çok mutlu görünüyordu.
Gülümseyerek “sana çok güzel bir haberim var ” dedi.

“Ne?” Dedim.

“Hamileyim” dedi.

Kötülüğün Doğuşu 2. Bölüm

Gündüz yaşadığım o garip olaydan mıdır yoksa Karabaş’ın durmaksızın devam eden o uğursuz havlayışından mıdır bilmem, beni o gece hiç uyku tutmadı. Yatakta huzursuzca dönüp dururken, tüm bu olanların korkunç bir tesadüf olup olamayacağını düşünüyordum. Belki de tesadüf değildi.

Bir görüş elektronların hazıfazaları olduğunu ve sürekli sıçrayıp durdukları atomlar arasında bilgi alışverişine sebep olduklarını​ savunur. Bu görüş telepatiyi, altıncı hissi ve uzun süre aynı ortamda bulunan insanların aynı anda aynı şeyleri düşünmesini; aynı anda iki farklı yerde olabilme özelliğine de sahip bu atom altı parçacıkların davranışlarına bağlar. Buna göre insanlar konuşmadan düşünceleri gibi korkularını da bazen istemsiz olarak birbirleriyle paylaşabilir. Belki de durum sadece bundan ibaretti.

Karabaş’ın acı çeker gibi uzun uzun havlayışları sinirlerimi geriyor ve sağlıklı düşünmeme engel oluyordu. 10 yıldır bu toprakların bekçiliğini yapan kangal melezi sadık dostumun daha önce böyle bir davranışına şahit olmamak, bir ara onun kuduz olduğunu bile düşünmeme neden oldu. Her ihtimale karşı yarı otomatik av tüfeğimle dışarı çıktım. Gökyüzünde ay görünmüyordu. Sadece gece kuşlarının ürpertici çığlıkları ve Karabaş’ın gece boyunca havlamaktan kısılmış sesi o iç bunaltıcı zifiri karanlığı deliyordu. Karabaş’ın yanına gidip el fenerini ona tuttuğumda kulaklarını batıdaki kayısı bahçesine dikmiş vaziyette dikkat kesilmişti. O yönden gelen ve benim duyamadığım frekansta birtakım seslerin onu oldukça huzursuz ettiği çok belliydi. O yön yaban domuzlarının talan etmek için bahçemize giriş yaptığı istikameti. Bahçenin arkasındaki sık koruluklu derede gündüz saklanıp gece ise tam o noktadan bahçeye giriş yaparlardı. Yine yaban domuzlarının geldiğini düşünerek tasmasındaki halkadan, zincirinin çengelini çıkarır çıkarmaz Karabaş adeta şimşek gibi bir hızla kayısı bahçesine doğru koşarak karanlığın içinde kayboldu. Az sonra havlaması daha da hararetlendi ve sonra Karabaş’ın acı haykırışlarını duydum. Yanlışlıkla onu vurmamak için o yöne, havaya doğru ateş ederek ilerleken acı içinde inleyerek yanıma geldi. O etrafımda dolanarak yine o yöne doğru havlamaya devam ederken karanlığa doğru birkaç el daha ateş ettim ve sonra eve döndük.

Sabah, devasa kavak ağaçlarının arasında kükreyen şiddetli rüzgarın çatımızın üzerine kopararak fırlattığı küçük ağaç dallarının sesiyle uyandım. İnanılmaz derecede başım ağrıyordu. Kapının önüne çıktığımda daha ağır bir nesnenin çatıya düşüp yuvarlanma sesini duydum ve nesne yukarıdan önüme düştüğünde onun kesik bir köpek başı olduğunu gördüm. Bedenini görebilmek için etrafa bakınırken evin önünde ve çevresinde başka köpek başlarının daha olduğunu farkettim. Topladığım dört tane köpek başını eski bir çuvala koyup bahçenin ilerisindeki dere kenarına attım. Bunu yapan şeyin ne olabileceğini düşünerek çevrede bedenlerini aradım fakat hiçbir şey bulamadım. Evin arkasına ilerlediğimde duvar kenarına uzanmış ve oldukça bitkin görünen Karabaş’ın göğsünde yaklaşık 20 cm uzunluğunda derin bir kesik yarasının olduğunu gördüm. Bu ya çok keskin bir alet yarasıydı ya da dün gece karanlıktaki o şey her neyse, bu boyutta bir yaralanmaya sebep olacak kadar keskin pençelere sahipti. Karabaş diğer köpeklerin aksine başı hala gövdesinin üzerinde olduğu için şanslı olmalıydı.

Çok geçmeden evin yanındaki yolda bir traktör sesi duydum. Gelen köy muhtarıydı. Bana dün gece garip şeyler görüp görmediğimi sormak için gelmiş. Muhtarın anlattığına göre dün gece bu bölgenin farklı yerlerinde de vahşi hayvan saldırıları gerçekleşmiş.

Bize birkaç km ötede, başka bir köy sınırları içerisinde kalan bir yerde; bir adam evinin önünde siyah tüylü, oldukça keskin dişleri ve pençeleri olan bir yaratık vurmuş. Adam ve kardeşi, yerde cansız yatan yaratığı incelemek için yanına gittikleri sırada aniden canlanıp kardeşlerden birine saldırmış. Keskin pençeleriyle zavallı adamın karnını her kazışında bağırsakları bedeninin dışına daha çok saçılıyormuş. Diğer kardeş av tüfeğiyle bir kaç el ateş ettikten sonra yaratık kaçarak karanlıkta kaybolmuş. Olaya şahit olanlar bu hayvanın daha önce görmedikleri bir tür olduğu konusunda hem fikirmiş.

Akşam saat 22:00 sıralarında dışarı çıktığımda üzüm bağı tarafından birtakım sesler duydum. İçerisinde matkap ucunu andıran, yaban domuzları için tasarlanmış​ bir mermi çekirdeği bulunan fişekleri tüfeğe doldurup sürünerek sessizce sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Oraya yaklaştığımda göremediğim birşey, ay ışığının aydınlattığı gri renkli bağ bitkilerini sağa sola savuruyordu. Ne kadar tehlikeli olduğunu bilmeme rağmen içimdeki merak duygusunu yenemiyordum. Birden sesler kesildi ve birkaç dakika boyunca ne bir ses duydum ne de bir hareketlilik gördüm ama o şeyin az ileride karşımda olduğundan emin olduğum için beklemeye devam ettim. Sonra arkamdan birden ortaya çıkan ve yavaş yavaş bana doğru yaklaşan bir ses duydum. Yaklaşan şeyin beni fark etmemesi için hareket etmeden bir bağ bitkisi altında durdum. Siyah bir şey yavaşça yanımdan geçip az ileride, karşımda durdu. Bir insan boyutunda olan bu şeyin bedeni maymun bedenini, başı ise kurt başını andırıyordu. Havayı koklayarak alev gibi parlayan gözleriyle etrafa bakınıyordu. Muhtemelen kokumu farketmişti fakat beni hala göremiyordu. Artık beni bulması an meselesi olduğu için yavaşça tüfeğin namlusunu ona doğrulttum. Altında saklandığım bağ bitkisine yaklaşık bir metre mesafeye kadar yaklaşmıştı. Arasından yapışkan salyalar akan keskin dişlerinin göründüğü ağzından hırıltılı sesler ve böğürtüler çıkarıyordu. Tam o iğrenç başını bana doğru uzattığı anda tetiği çektim. Tüfek ateş alır almaz yaratık geriye doğru hamle yapıp birkaç metre ötede yere düştü. Karşı istikametten üç yaratık daha koşarak gelip kanlar içerisinde bağırarak yerde çırpınan yaratığı parçalamaya başladılar. Her biri bir parçasını sürükleyerek karanlığın içerisinde kayboldular.

Ertesi gün öğlen saatlerinde köye gittiğimde bu tür saldırılarla birlikte kayıp olaylarının da yaşanmaya başladığını öğrendim. Toplamda 37 kişiden haber alınamıyormuş.

Köy meydanından geçerken dehşete kapılmıştım. Köylüler öldürdükleri bu yaratıkların başlarını, tekrar canlanmaları tehlikesine karşı keserek gövdelerinden ayırmıştı. Kimileri bu başları köy meydanında sergiliyordu, kimileri de bir marifet göstergesi olarak bu yaratıklara ait başsız bedenleri traktörlere bağlayıp köyün yollarında sürüklüyordu. Herkes bu yaratıkları, köye gelmek için yola çıkan habercilere göstermek için sabırsızlanıyordu.
Söylenenlere göre tüm köy halkı gibi soruşturmaları yürütmeleri ve tedbir almaları için görevlendirilen güvenlik güçleri de şiddetli baş ağrılarından yakınıyormuş.

Dedemleri ziyaret ettikten sonra eve geri döndüm. Akşam tekrar geleceklerini tahmin ettiğim bu yaratıklara karşı tedbir amaçlı olarak; dereden bahçemize çıkan ve sadece yaban domuzlarının kullandığı patikayla birleşen bahçe çitlerindeki bir oyuğu sağlamlaştırırmaya çalışırken; dere içerisindeki çalıların arasından, göremediğim bir şeyin bana doğru hızla yaklaştığını fark ettim. Hemen yan tarafımdaki ağaç gövdesine dayamış olduğum tüfeği alıp kıpırdayan çalılara nişan aldım. Parmağım tetiğin üzerinde beklerken çalıların arasından köyün hocası Ahmet çıktı. Dehşeti yaşamışcasına korkmuş yüz ifadesine, çamurlu ve yırtık kıyafetlerine bakarak onun yaratıklardan kaçtığını düşündüm ve “Ne oldu? Yaratıklar nerede? diye sordum.

Ahmet “Yaratık değil” dedi.

“O zaman neyden kaçıyorsun?” diye sordum.

Ahmet “Onlar yaratık değil” diye yanıt verdi.

Onu yakasından tutup silkeleyerek “Ne diyorsun? Doğru düzgün anlatsana” dedim.

Ahmet bitkin bir halde yere oturup sırtını, altında durduğumuz kayısı ağacının gövdesine yasladı ve anlatmaya başladı.

Anlattığına göre güvenlik güçleri öğleden sonra çalışmalarını köyün dışarısındaki derenin vadi yamacında bulunan ve ne kadar derine indiğini kimsenin bilmediği küçük mağaralar üzerinde yoğunlaştırdıkarında, köylüler o bölgeden silah sesleri duymuş. Oraya vardıklarında vadi kenarında bu kişilere ait cansız bedenlerle karşılaşmışlar. Bu olayın hemen ardından 12 kişilik bir tim ve yeni soruşturma ekipleri, daha önceden yola çıkan habercilerle birlikte köye giriş yaptıkları esnada gördükleri şey karşısında dehşete düşmüşler. Köy meydanına dizilmiş olan, daha önceki ekipler tarafından aranan kayıp köylülere ait kesik başları ve traktörler arkasına bağlanıp yerde sürüklenen başsız insan cesetlerini görünce kimileri çığlıklar atmış, kimileri ise kusarak baygınlık geçirmiş. Olup bitene anlam veremeyen köylülerin büyük bir kısmını gözaltına almışlar. Ahmet de kaçarak saklanacak bir yer bulmak için buraya kadar gelmiş.

Bunları duyunca hemen telefonumu çıkartıp bahçe içerisinde sinyalin iyi olduğu bir yer bulup internete girdim. Arama motoruna bizim köyün ismini yazınca çıkan yeni yayınlanmış haberlerde; kayıp olaylarının ve yaratık söylentilerinin olduğu köye gelen araştırma ekiplerinin de aynı köy halkı gibi yaratık halüsinasyonları görerek birbirlerini korkunç şekillerde katlettikleri yazıyordu. Çevre köylerde ve ilçelerde de yaşanan, bu türden sanrılar görerek cinnet geçirme olayı haberlerini de görünce aklıma yıllar önce tohum satıcısının dedeme “gün gelecek insanlar birbirlerini yiyecek” diye bahsettiği ahir zaman geldi. Sonra ceviz ağacından düştükten sonra gördüğüm, birbirlerini parçalayan keçiler ve buzağıları da hatırlayınca tüm bu kötülüğün üç gövdeli o lanetli ceviz ağacından kaynaklandığını ve bir şok dalgası gibi merkezinden çevresine yayıldığını düşünmeye başladım. O an aklıma bir gün önce evin etrafından topladığım kesik köpek başlarını içerisine koyduğum çuval geldi. Eğer durum böyleyse o çuvalın içerisindekiler neydi? Peki ya dün gece ateş ettiğim o şeyler…?

Kötülüğün Doğuşu 3. Bölüm

Canavarca şeyler yapmış olabileceğimin yarattığı suçluluk duygusu, göğüs boşluğumu doldurdukça doldurdu ve sanki karanlık bir denizin ortasında ezilircesine, nefes almakta zorlandım.

Var gücümle koşarak dere kenarına atmış​ olduğum çuvalı aramaya başladım. Bir çalının yanında duran, alt kısmından kanlar süzülmüş olan çuvalın düğümünü, titreyen ellerimle güçlükle açtığımda, tam da korktuğum gibi kesik insan başlarıyla karşılaştım.

O anda Ahmet bana ileriden “Ne yapıyorsun? O ne?” diye seslendi.

Ben de “Hiçbir şey” diyerek çuvalı, ağzını tekrar bağlayarak olduğu yerde bıraktım.

Akşama doğru Ahmet’le birlikte tedbir amaçlı evin pencerelerini tahtalar çakarak kapatmaya çalışırken köyden gelen silah seslerini duyduğumda, köye yeni gelen güvenlik güçlerinin ve habercilerin de diğerleriyle aynı akıbeti yaşadığından hiçbir şüphem yoktu. Olan bitenden haberi olmayan eşim, kuyudan akan suyun kırmızı renkli olduğunu söyleyince, gövdesinden kırmızı sıvı süzülen ceviz ağacıyla bir bağlantısı olduğunu düşündüm. Tohum satıcısının​ bahçeye geldiğinde sanki daha önceden biliyormuş gibi direkt olarak kuyunun yanına gitmesini de hatırlayınca şüphelerim iyice artmıştı. Kuyunun içerisindeki suyu boşaltmak için su motorunu çalıştırdım ve yaklaşık 5 saat boyunca, dışarıdan duyulan hırıltılara ve tıkırtılara kulaklarımızı tıkıyarak, ışıklarını söndürüp kapısını kilitlediğimiz evden dışarı çıkmadık. Saat gece yarısına yaklaşırken Ahmet’le birlikte dışarı çıktığımızda kuyudaki su iyice azalmıştı. Eşime dışarıda ne olursa olsun kapıyı asla açmamasını, Ahmet’e de tüfeğimi verip evin çevresine hiçbir şeyi yaklaştırmamasını ve kuyunun başından ayrılmamasını söyledim. Bir halat alarak merdivenle, önce su kuyusu yanındaki 6 metrelik motor kuyusuna indim ve sonra motor kuyusuyla 12 metrelik su kuyusu arasında daha önceden açtığımız 3 metrelik tünelden geçip el fenerini su kuyusuna tuttuğumda suyun boşalmış olduğunu gördüm. Bir ucunu motor kuyusundaki demir merdivene bağladığım halatla yavaşça su kuyusuna indim. Kuyu tabanında bulunan ve kuyunun daha fazla su toplaması için birbirinden farklı yönlerde kazılmış olan 5 metre uzunluğundaki 3 tüneli de kontrol ettim. Tünellerden birinin sonunda gördüğüm, arasından kırmızı sıvı süzülen ve kuyunun genelindekilere göre farklı taşlarla örülmüş duvarı kırmak için Ahmet’e seslenip kuyuya bir balyoz atmasını söyledim. Balyozla çok da zorlanmadan kırdığım duvarın arkasında, üzerinden çamurlar süzülen ve yukarı doğru çıkan taş merdiven​ basamaklarını görünce şüphelerimde haklı olduğumu anladım. Yukarı çıktığım merdivenlerin sonunda, duvarlarında kurt başı kabartmalarının olduğu ve tavanından ağaç köklerinin sarktığı büyük bir odaya ulaştım. Odanın sonuna doğu ilerlediğimde musalla taşına benzer bir yapı üzerinde yatan, tavandan sarkan ağaç köklerinin sarıp sarmaladığı genç ve çıplak bir kadın cesedi gördüm. Üzerinden kırmızı sıvı süzülen ağaç köklerinin, sanki yeni ölmüş gibi görünen bu kadının derisini delip bir damar yapısı gibi teninin altına yayıldığını görünce bu köklerin ceviz ağacına ait olduğuna dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Bu kadın cesedi muhtemelen pagan kültürlere ait bir kurban töreninde şeytana sunulmuş bir kişiye aitti ve ceviz ağacı üzerinde görünen kadın hayaleti de bu kadındı. Dedeme ve bana “Dikkat et” diyerek dikkatimizi kuyuya çekmeye çalışıyordu ve ruhunun huzura ermesi için bizden laneti sona erdirmemizi istiyordu. Bir yardım çağrısı ya da bir işaret fişeği olarak kullandığı kırmızı sıvı da amacına ulaşmış ve dikkatimi çekerek onu bulmamı sağlamıştı. Büyük ihtimalle kötülüğün kaynağı olan ceviz ağacı cehennemle dünya arasında bir geçit sağlıyordu ve bu ağaç, kurban edilen bu kadının ölü bedeninden besleniyordu. Bu durumda da eğer kadının derisine giren kılcal kökleri kesersem ağaç beslenemeyip kuruyacak ve tüm bu kötülüğe bir son verecektim. Cebimden çıkardığım bıçağımla kökleri kesmeye başladım. Kesilen köklerden akan kırmızı sıvı ceset üzerine akıp onu tamamen kırmızıya boyuyordu. Son kökü de kestikten sonra birden kadının derin bir soluk aldığını duydum ve dehşete kapıldım. Nefes almaya başlayan kadının​ yavaşça gözlerini açıp yattığı sunağın üzerinde doğrulduğunu görünce korkudan olduğum yere yığılıp kaldım.

Genç bir görünüme sahip bu kadın, yaşlı bir kadına ait gibi bir ses tonuyla ” Beni binlerce yıllık esaretimden kurtardığın için cehennemde ödüllendirileceksin. Artık yeni hayatımda senin soyundan bir bedende yaşayacağım ve dünyaya kötülük hakim olacak. Yakında doğacak olan bedenime iyi bak, ona dikkat et” dedi ve vücudu bir kül gibi dağılıp havaya karıştı.

Yukarı çıktığımda Ahmet aşağıda neler olduğunu sorunca ona, yapabileceğim en büyük hatayı yaptığımı söyledim.

Ben umutsuzca ilerideki köyden yükselen alevlerin aydınlattığı gökyüzünü izlerken Ahmet “Ne oldu?” dedi.

Ben de”Kötülük​ serbest kaldı.” diye cevap verdim.

 secmehikayeler.com  Genesis

korku hikayeleri, korkunç hikaye, korku hikayesi, çok korkunç hikaye, dehşet hikayeleri, fantastik hikayeler, fantastik hikaye, gerilim hikayesi, gerilim hikayeleri, korku hikayesi arşivi, korku hikayeleri arşivi, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, 

The post Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html/feed 0
Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html#respond Sun, 17 Mar 2024 23:00:48 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9319 Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye: — Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın! “Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı. — Kapıyı vurdun mu? […]

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi

Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye:

— Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın!

“Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı.

— Kapıyı vurdun mu? Diye sordu.

— Vurdum. Evde adam olsaydı duyardı. Komşular duydular.

— Koy dükkana, ben uğrar alırım.

Yürüdü, postaneye gitti. Yüreğinde bir sıkıntı, bir ateş. Altı aylık evlidir. Karısını gözünden kıskanıyor. Adamın aklına en olmayacak şeyler gelir!…

Postanede duramadı, Arkadaşına:

— Recep, dedi, sen buradan ayrılma. Beni yukarıdan sorarlarsa, belediye ye gitti, de. Ben eve kadar bir gideyim. Şimdi gelirim.

Kasaptan ciğeri aldı, bir solukta eve.

Yukarı mahallede oturuyorlardı. Evinin kapısına varınca cebinde anahtarını aradı. Elleri titriyor “Elbet bir şey var ki, ellerim böyle titriyor.” diye düşünüyordu.

Kapıyı açtı. Hiç ses yok.

Kapının sağ yanında her gün oturdukları odaya baktı. Yok. Kapının arkasında, çiviye asılmış bir erkek ceketi ile pantolon var. Buz gibi oldu. “Bunlar kimin” diye düşündü. Kendisinin!… Kıskançlık gözlerini bürümüş, görüyor da tanımıyor.

Yattıkları odanın kapısını açarken içeride karısını bir yabancı ile görecekmiş gibi geliyordu. Orası da boş.

Nereye gitti? Komşulara gitmez. Hırsız korkusu ile evi boş bırakmaz. Bırakacak olsa bile haber verir. Onu nerede aramalı?

Ciğeri mutfakta bırakıp kaynatasının evine gidecekti. Ara kapıyı açıp bahçe üstüne, camekânlı sofaya çıktı. Kulağına kadın sesleri geldi. Bahçe büyük, ağaçlarda kapıyor, kimler olduğu görülmüyor. Eğildi, ağaçların altına baktı. Karşı duvarın dibinde birkaç kadın var. Kendi kız kardeşini tanıdı.

Elinde ciğerle bahçeye çıktı. Komşu kızları, hasım kızları toplanmışlar; çocuklukları akıllarına gelmiş olsa gerek, köşe kapmaca oynuyorlar. Bağrışıp gülüşüyorlar.

Biraz yaklaşınca karısı onu gördü. Koştu, ciğeri elinden aldı, mutfağa girdi, oradan da sabunla el havlusu getirdi.

Hayri; kızlara sataşıp alay etmek istiyor, karısı da:

—Hadi, ellerini yıka, ellerini yıka. Çabuk olsana, diye bağırıyor. Hayri’yi kuyu başına çekiyordu. Hayri sevindi. Karısının yüzüne bakıp güldü. Sonra ellerini yıkadı. Elinde havlu ile kızlara doğru yürüdü:

– Ulan şu ettiğiniz işe bakın be! İçinizde bu evli, bu da evli – kendi kız kardeşini göstererek – bu da sözüm yabana, nişanlı. Kalanınız da at gibi kızlar, bağırtınızdan deniz kıyısında durulmuyor!

Kızlar:

—Sen karışma, git işine, diye bağırdılar.

Hayri onlara bakıp gülüyordu.

Kız kardeşi:

—Yıkıl, git oradan, sen bize ne karışıyorsun diye bağırdı.

Hayri:

—Ulan, dedi seni alan herifte kaz kadar beyin var mı?

Karısı havluyu elinden alıp:

—Hadi git işine, diye kolundan çekiştirmeye başladı.

Kızlar da arkasından ittiler, Hayri’yi bahçeden aşırdılar. Karısı da arkasından geldi. Eve girince Hayri durdu. Karısını kucakladı. Bağrına bastı. Sanki kırk yıldır görmemiş gibi. Yüzünden, gözünden öptü. Doyamıyor, bitiremiyordu.

Karısı:

— Canım ne yapıyorsun? … Çocuk musun? … Kızlar bahçede diye, çırpınıyor!

Güçle elinden kurtuldu.

Hayri, evden çıktı. Elleri ceplerinde, ıslık çalarak, ayaklarını sürterek yokuşta aşağı iniyordu. Denizden karpuz kokuları geliyor. Uzakta gök kavşağında bir duman var. Bugün posta günü mü?

Yetim Mehmed’in evinin köşesinde Semerci Halil ustaya karşı geldi. Halil usta, yokuşu yavaş yavaş çıkıyor. Soluyarak:

— Ne o Hayri, dedi, evden mi geliyorsun? Geceler yetmiyor değil mi?

— Yok valla, dayı. Ciğer almıştım da eve bıraktım… İşte gidiyorum.

Halil usta, Hayri’nin arkasından söylendi:

— Git bakalım… Git ya! Ama bu işler e böyle sürer sanma! Benim de günde üç yol eve gidip dükkâna döndüğüm olurdu. Sonra yollar uzadı. Şimdi tövbeler olsun… İkindiyin dükkândan çıkıyorum, akşama eve zor yetişiyorum. Bir gün gelir bu yollar, sana da uzar anladın mı? Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefeste at gibi solur solur da çıkamazsın. Bak bana! Gidi gençlik…

Hayri, bu sözlerin hiç birini işitmedi.

Çoktan yokuşu inmiş, beklide postaneye de varmıştır.

Memduh Şevket ESENDAL 

Memduh Şevket Esendal – Biyografi

Memduh Şevket Esendal 29 Mart 1883 tarihinde Çorlu’da Rumeli göçmeni olan yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Çocukluğu savaş yıllarına rastladığından dolayı  maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim görememiştir. Ancak kendi kendisini yetiştirmiş; Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiştir. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesinin sorumluluğunu üstüne aldı, 1900’de gümrük memurluğu yapmış,  İstanbul Teftiş kuruluna çağrıldı, parti müfettişi olarak görev yaptı. Tüm yurdu gezdi. Kurtuluş savaşında Atatürk ile birleşen İttihatçıların arasında yer aldı.

Büyük Millet Meclisi kurulduktan sonra, 1921’de orta elçi olarak Azerbaycan Bakü’ye gönderilmiştir. Dönüşünde “Meslek” adlı haftalık siyasi gazeteyi çıkarmış, çeşitli liselerde tarih ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır. Tahran elçiliğine atandı. Elazığ’dan Milletvekili oldu. Kabil ve Moskova elçiliği yaptı. Bilecik’ten milletvekili oldu. Daha sonra CHP genel sekreteri olarak seçildi.

1945 yılından itibaren siyasi hayatına son vermiş ve sadece edebiyata yönelmiştir. Dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanmış ve eserleriyle ödül almış olan sanatçı 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirmiştir.

Esendal’ın ilk yazıları İrtika (1902), Musavver Fen ve Edep (1900) gazete ve dergilerinde çıktı. Ama onun asıl hikayeleri ne zaman yazdığı bilinmiyor. Yayınılanan ilk hikayesinin 4 kanunu­evvel 1324 (17 aralık 1908) tarihli Tanin gazetesinde çıkan “Veysel Çavuş” olduğu Muzaffer Uyguner tarafından saptandı. İkinci olarak yayımlanan ise Çığır gazetesinin 1911 tarihli sayısında yer alan “İkisinin Arasında” adlı hikayesidir. Yine bu derginin 47. sayısındaki “Korku” adlı hikaye onundur. Ağustos 1912 tarihini taşıyan “El Malının Tasası” daha sonraları Meslek dergisinde “Vapur Davası” adıyla yayımlandı (31 mart 1925), son kez de “Temiz Sevgiler” adıyla işlenerek aynı adı taşıyan kitabına alındı. Toplanabilen hikayelerinin sayısı 69′ a ulaştı.

1934 yılında M.Ş.E. takma adıyla Ayaşlı ile Kiracıları romanını yayımladı. Bu roman CHP’nin düzenlediği roman yarışmasında derece aldı. Ülkü, Sanat ve Edebiyat Gazetesi, Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Türk Dili, Ulus dergi ve gazetelerinde hikayeleri yayımlandı.

Politikadaki kişiliğini ayrı tutmak istediğinden çalışmalarını, sayıları 12’yi bulan takma adlarla yayımladı. M.Ş.E., Mustafa Yalınkat, Mustafa Memduh, M.Oğulcuk, İstemenoğlu en çok kullandığı takma adlarından oldu.

Esendal, Cumhuriyet dönemi öykücülüğünde kendine özgün bir yer edindi. Bu yer, gelişim çizgisindeki Türk öykücülüğü için önemli bir kilometre taşı sayıldı. O yıllarda birkaç usta öykücü kişiliğinde temsil edilen Türk öykücülüğü, Esendal’ın kaleminde apayrı bir nitelik gösterdi. Esendal, toplumumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan vefalı, çalışkan; evine, işine, yurduna bağlı insanları severek anlatan bir usta öykücümüz oldu. Fethi Naci, “Telgraf yazar gibi yazıyor romanını” dedi.

Kısaca Edebi Kişiliği

  • Türk edebiyatında Çehov tarzı öykünün ilk temsilcisidir.
  • Kişilerin günlük yaşamda dikkat çekmeyen yönlerini anlattığı öyküleri ile tanınır.
  • Durum öyküsünün ilk temsilcisi olan yazarın son derece güçlü bir gözlem yeteneği vardır.
  • Kendi ifadesiyle “topluma ayna tutan” bir sanatçıdır. Toplumun aksayan yanlarını, insanların psikolojik sorunlarını ruhsal durumlarını ele almıştır.
  • Öyküyü gereksiz süslemelerden kurtarmıştır. Dili, konuşma dilidir.
  • Yapıtlarında sıradan insanların gündelik yaşamlarını anlatmıştır.
  • Hayatı ve olayları nesnel bir şekilde yansıtmıştır. Edebiyatsız edebiyat yapmaktan yanadır.
  • Kişilerini daha çok İstanbul Aksaray’daki orta tabakadan seçmiştir.

Memduh Şevket Esendal’ın Eserleri

Roman:

  • Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957)
  • Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra)
  • Miras

Öykü

  • Bir Kucak Çiçek
  • Bizim Nesibe
  • Gödeli Mehmet
  • Güllüce Bağları Yolunda
  • Hava Parası
  • İhtiyar Çilingir
  • Kelepir
  • Mendil Altında
  • Otlakçı
  • Sahan Külbastısı
  • Veysel Çavuş
  • Gönül Kaçanı Kovalar
  • Mutlu Bir Son
  • Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958)
  • Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958)
  • Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983)
  • Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra)
  • Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra)
  • İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)
  • Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984’te yayınlandı

Hatıra

  • Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar

Mektup

  • Kızıma Mektuplar
  • Oğullarıma Mektuplar

hikaye, hikaye oku, öykü, masal, biyografi, Memduh Şevket Esendal, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye okumak, hikaye arşivi, hikaye örnekleri, Memduh Şevket Esendal hikayeleri,

The post Hikaye Oku: “Bu Yollar Uzar” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-oku-bu-yollar-uzar-hikayesi.html/feed 0
Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html#respond Wed, 17 Jan 2024 12:59:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9313 Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” Mustafa Ünver Biliyor musun ne fark ettim? Ne oldu? Yine ne fark ettin? Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun. […]

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN”

Mustafa Ünver

Biliyor musun ne fark ettim?

Ne oldu? Yine ne fark ettin?

Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun.

Allah Allah hiç fark etmemiştim bunu. Detay oldukça ilginç, kutlarım seni, dikkatli bir gözlemcisin.

Dalga geçme lütfen. Sanki konuyu sulandırarak buhar etmeye çalışıyorsun gibi geldi bana.

Yok canım niye buharlaştırmaya çalışayım? Ben de sana şu soruyu sorayım ki meselenin konuşulmasından hiç de rahatsız olmadığımı anlayasın. Söyle bakalım, peki mesaj içeriklerinde bir fark var mıydı? Onları da yakalayabildin mi?

Hınzır hınzır gülmenden içeriklerine de nüfuz etmem gerektiğini mi anlamalıyım? Ama endişe etme, hevesini kursağında bırakmaya çok istekliyim bu sabah. Çünkü buna da dikkat ettim tabii. Haydi sevin bakalım biraz; içeriklerde samimiyet, şefkat ve ilgi açısından ciddi bir fark yoktu diyebilirim.

Ciddi bir fark yoksa, küçük de olsa bir fark yine de vardı yani, bunu mu demek istiyorsun?

Yani evet, küçük, minik farklar diyeyim. Başta biraz resmi, ciddi ve bir miktar mesafe kokan vurgu, kelime ve kısa cümleler. Ardından daha sıcak ve içten, sevgi ve ilgiyi yansıtan vurgu, kelime ve uzun cümleler. Sanki onun etkisinden henüz kurtulamamış, kafan ve gönlün oraya takılı kalmış; ama sonra birden kendine gelen, “ben ne yapıyorum yahu?” diyerek sohbete uyum sağlamaya çalıştığını ele veren ifadeler…

Sende kıskançlık var Hayri, düpedüz kıskanıyorsun beni. Benim açımdan bu iyi mi kötü mü bilemedim ama kıskançlığın iyi bir şey olduğunu elbette söyleyemem; nasıl diyeyim, bir kerte ruhsal hastalık bu tutum. Kelimedeki harflerin ve hecelerin hırçın, kalın, kaba ve korkutucu dizilimi bile insanda bir gerginliğe neden oluyor. Kıs-kanç-lık… Hecelemesi bile ürkünç. Kanç’ın ortaya kurulması pek hayra alamet değil.

Lütfen konuyu etimolojik ve semantik detaylara boğarak saptırma. Bir konuda herkes gibi değiliz, bizim farklı bir zorunluluğumuz var diye her konuda da herkesten farklı olmaya mecbur muyuz? Kıskançlığım elbette seni çok sevmemden kaynaklanıyor, ama benden bu konuda daha fazla hırçınlık bekleme. Benden bu kadar yani. Sadece kafanı kuma gömerek her şeyi herkesten gizleyebildiğin yanılgısına, haydi diyeyim basitliğine düşme olur mu? Aklımla ve sezgimle alay etme!

Valla şekerim senden korkulur. Bu kadar da olur mu Hayri, pes doğrusu. Konuyu nerelerden nerelere getirdin, küçücük bebeciği büyütüp de damat ettin ya, daha sana ne diyeyim? Ama itiraf etmeliyim ki bana olan bu ilgin hoşuma gitti. Söylemlerimdeki vurgu, hece, kelime ve cümlelerime bu kadar dikkat kesilmene biraz gerilsem de yine de sevindiğimi, memnun olduğumu, hatta bir miktar da şımardığımı söyleyeyim. Çünkü insan değer verdiği varlığın detaylarına dikkat kesilir. Onu gözü gibi korur, kollar; her şeyine özen gösterir, ses tonuna, hecelerine, kelimelerine, dizilimlerine. Ne bileyim onun etkilendiği ve üzüldüğü hususları anlamaya çalışır ve sağaltmak için elinden geleni yapar. Buluttan nem kapmak, bana duyduğun ilginin ve verdiğin değerin bir yansıması olarak kabul edilse bile aynı zamanda bir alınganlığın, haydi içimde kalmasın söyleyeyim gereksizce yaratılmış bir alınganlığın da göstergesi olabilir mi acaba Hayri?

Onu bunu bilmem de ciddi ciddi seni kıskandığımı bilmeni isterim. Hâlâ iki arada bir derede kalan bir görüntü vermen de ayrıca moralimi bozuyor. Bu yüzden tüm yönleriyle sadece bu konuyu tartışmak istiyorum seninle. İşin içine başka konuları katmadan, sağa sola kement atmadan, şu da şöyle olduydu, bu da böyle olduydu demeden. Bilirsin noktalar çoğaldıkça hassasiyet ve öze temas azalıyor ve yapılan çalışmadan tatminkâr bir sonuç çıkmıyor. Aksine tüm konular birbirine giriyor ve her şey Arap saçına dönüyor. Konular dallanıp budaklandıkça da gerilmeler, gerginlikler artıyor. Hak ettikleri yerlerini mimiklere, tonlamalara, hecelere, vurgulara, kelimelere ve cümlelere hassasiyet katmaya bırakıyor. Gerilim de haliyle artıyor. “Az ve öz olsun,” denir ya. Zaten bu formülün icat edilmesinin arkasında da aynı problem var. Biz de öyle yapalım tamam mı? Başka bir şey katmadan sadece bu konuyu konuşalım. Eskilerin deyişiyle “efrâdını câmi, ağyârını mâni,” konuşalım.

Bu sözün “kendisiyle ilgili her şeyi içine alsın, ait olmayan her şeyi de dışarıda bıraksın,” anlamında olduğunu yine senden duymuşluğum var, doğru hatırlamışım değil mi? Sonunda beni de kendin gibi arkaik yaptın gittin ya Hayri. (gülüşmeler)

Madem öyle, sana bir şey daha söyleyeyim eskilere dair, olmuşsun bari tam arkaik ol öyleyse. Konuyu “ariz ve amik” şekilde inceleyip değerlendirelim tamam mı; yani enine boyuna, tüm genişliğine ve derinliğine konuşalım.

Hani Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir replik vardı ya, ya da ne bileyim oradan ilham alarak zihnimin şu an uydurduğu bir şey de olabilir, tam kestiremedim şimdi. “Ustalık dakikaların değil saniyelerin hatta saliselerin arkasında koşmaktır.” Onun gibi olalım diyorsun yani. Tamam ben de kabul ederim, senin metaforundan hareketle, bir kamyon dolusu noktayı masanın üstüne ya da odanın ortasına boca etmenin olayları karıştırmaktan başka bir faydasının olmayacağını. Ama burada gözden kaçırdığımız bir nokta şu ki: biz onları ne kadar yok sayıp masaya dökmesek de onlar hâlâ yerlerinde var olmaya ve gölgede hatta karanlıkta yaşamaya devam ediyorlar. Biz “yok,” demekle mesela Tanrı nasıl yok olmuyorsa, biz hesaba katmadık diye milyonlarca nokta varlığından vaz mı geçecek sanıyorsun? 

Nasıl yani?

Nasıl yanisi mi var Hayri? Basbayağı, saksıyı biraz çalıştırırsan anlarsın. Biz sadece bir veya on noktanın çocuğu muyuz sanki? Etrafımızdaki, içimizdeki tüm noktaların çocukları değil miyiz yeri gelince? Belki her şeyin ve herkesin çocuğuyuz. Sana günaydın mesajını atarken veya atmazken penceremden sabah güneşini o sabah görmüş veya görmemiş olmamın bir etkisi yok mudur sence? Tamam, senin ta başta fark ettiğini söylediğin detayı inkâr etmiyorum. Ama sadece ona takılıp kaldığımızda da net ve tatminkâr sonuçlar yine de alamayabiliriz Hayri, bunu demek istiyorum, anladın mı şimdi? “Az ve öz olsun,” diyorsun da her şey az ve öz değilken onu öyle kabul etmek asıl kafayı kuma sokmak veya bir yerde Polyannacılık oynamak olmaz mı Hayri?

Peki ne yapacağız o zaman? Çözüm ne?

Güzel, bak Hayri önce şunu anlayalım mı birlikte? Ben bir defa fark ettiğin bu detayı çok beğendim, acayip hoşuma gitti, değer verilmiş olmaktan o kadar mutlu oldum ki şimdi kalkıp herkesin içinde boynuna sarılasım bile var, emin ol kendimi zor tutuyorum. Tamam mı bu konuyu bir kenara koydum. Öte yandan bu problematiği dar anlamda konuşmayalım dememi de lütfen yanlış anlama Hayri. Konuyu tavsatmak, mış gibi yapmak, bazı şeyleri anlaşılmama gölgesinde bırakma niyetinde olduğumu da sakın düşünme. Ama bu senin genişlik ve derinlik dediğin şey o kadar geniş ve derin ki bunun sınırlarını kim belirleyecek, nereye kadar genişleyip derinleşeceğine kim karar verecek? Hangi noktanın bu genişlik ve derinliğe ait olacağını, senin o eski kaşar ifadenle söylersem “câmi” veya “mâni” olacağını kim belirleyecek?

Tamam tamam her zaman olduğu gibi yine sen kazandın. Sonra gerçekten haklı da olabilirsin. Ve ben sana tamamen haksızsın da diyemem. Sonuçta “kelebek etkisi,” diye bir şeyin olduğunu biliyorum, ama probleme senin düşündüğün gibi bakacak olursak bu kez de hiçbir şeyi anlayamayız ve çözemeyiz ki. Hiçbir dava böyle çözülemez ki? Hatta bırak bizim konumuzu, bu kafayla dünyada hiçbir konu veya problem de anlaşılamaz ki. Anlaşılamayınca çözülemez de tabi ki. Neticede matematik gibi bir bilimde bile bir sürü ön kabuller var. Sanki onlar evrensel gerçekmiş gibi kabul görüyor ve süreç öyle devam edip gidiyor işte.

Nasıl yani, konumuzun ne alakası var matematikle şimdi?

Olmaz mı canım? Matematiğin her şeyle ilgisi var. Mesela sayıları ele alalım; ikinin birden büyük olduğunu kim söylüyor? Belki de gerçekte ikinin adı birdir, birinki de ikidir veya dokuz gerçekte ikidir, dört de sekizdir mesela. Şimdi buna göre biz kalkıp desek ki sizin bildiğinizin aksine bundan böyle, bir ikiden büyük, iki de birden küçük desek ne olacak yani? Neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Olacağı küresel kocaman bir kaos, neredeyse kıyamet kopsa daha iyi. Yani demem şu ki bazı şeylerin önünü arkasını, beni bir kez daha arkaik olmakla suçlayacağını bile bile kullanacağım işte, anhâsını minhâsını fazla da kurcalamadan üstüne hüküm kurup yaşamaya devam ediyoruz yani. Bir yerde de bunu yapmak kaçınılmaz. Çünkü belirsizlikle yaşanmaz ve bu belirsizliğin bir nebze önüne geçebilmek için yapay da olsa birtakım sınırlar koymak gerekiyor. Hani marketlerde ürünlerin ağırlığını gösteren rakamların yanına eşit üstüne dalga işareti konuyor ya. Yani tam olmasa da bir kabulleniş var eninde sonunda. Yoksa herkes kafayı bozar ve bir adım gidilemez ileri. Sen şimdi bunları boş ver ve beni laf salatasında boğmaktan vazgeç. Çünkü beni böylece etkilemene izin vermeyeceğim, anladın mı? Çok kararlıyım ve o nokta burada kalmayacak tamam mı? Konunun böyle göz önünde eriyerek buhar olmasına izin vermeyeceğim işte. Bunu o güzel kafana sok, tamam mı? Şimdi dürüstçe söyle bana bakalım: onunla görüştüğün gün ilk günaydın mesajını atan neden hep ben oluyorum? Gözüm kulağım üstünde, sakın konuyu sağa sola çekerek tavsatmaya çalışma, tamam mı?

Hayriiii, oğlum sabahtan beri seslenip duruyorum sana “gel Hayri, çay hazır!” diye. Yine saatlerce kendi kendine konuşup duracağına bir “tamam anne geliyorum,” desene.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikayeler, Mustafa Ünver Hikayeleri, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye okuma, hikaye sitesi, çok güzel hikaye, sevgi hikayeleri, 

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html/feed 0
Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:57:22 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9308 Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı. Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir […]

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin”

Konya’da Küllükbaşı dedikleri bir çöplüğün civarında, bir Ermeni kadının evinde oturuyordum. -Mobilyalı- ismi altında kiraya verilen odamda eşya namına bir siyah demir karyola, bir eski ve çekmeceli masa, iki de portatif demir iskemle vardı. Kış adamakıllı başlayınca küçük bir sac soba bunlara katıldı.

Ev sahibim elli beşlik, ufak tefek, daima siyah ve yere kadar uzun bir etek giyen ve siyah yünden örülmüş eski bir atkıyı asla omuzlarından eksik etmeyen bir kadındı. Az konuşur, odama ben gittikten sonra yatağı düzeltmek, akşamları da, erken gelir ve çalışmak istersem, soba yakmak için girerdi.

Her gün, muntazaman, lambamdan gaz ve bodrumdan bana ait olan odunları çalıyordu. Akşamları birer saat bile yakmadığım beş numara lambanın iki günde yarım kilo gaz harcadığına beni inandırmaya çalışıyor, yine akşamları birer kere yanan sobanın beş yüz kilo odunu iki ayda bitirip beni kış ortasında iki misli fiyatla yeniden odun almaya mecbur etmesini gayet tabii buluyordu.

Bunlara ses çıkardığım yoktu. Sabahları yüzümü yıkamak için odama bıraktığı yarım gaz tenekesi suyun içinde, bütün ricalarıma rağmen, yine saç parçaları ve saman çöpleri yüzmekte devam ederdi. Buna da katlanıyordum. Nedense hayatta hiçbir şey bana yer değiştirmek kadar güç gelmemiştir. Dolaşmayı çok sevdiğim halde, bir evden başka bir eve, sırf hoşuma gitmediği için taşınmak, beni her zaman ürkütmüştür. Odanın bir köşesine yığdığım kitapları taşımak derdi kadar, bunda manasız bir hicabın da tesiri vardı. -Madam, senin evinde rahat edemiyorum, üzülüyorum, çıkacağım!- demeye utanıyordum. Bazan, geceleri yatağıma uzanıp, sobanın gürültüsünü dinleyerek okumaya dalardım. Vücudumu tatlı bir rehavet sarmaya başladığı sıralarda madam kapıyı vurarak içeri girer, bir elinde kocaman bir kürek, öbür elinin tersiyle daima çapaklı gözlerini silerek:

-Beyim, müsaden olursa bir tava ateş alayım- der, benim evet makamında başımı sallamamı bile beklemeden sobayı açarak içinde ne varsa küreğine doldurur ve götürürdü.

İnsan ne garip şeydir! Bu anda içimden, ona avaz avaz bağırarak beni rahat bırakmasını söylemek, hatta kalkıp sobanın kenarındaki odunlardan birini kafasına indirmek ve her akşam, aynı saatte tekrar eden bu sahneye bir son vermek geçerken yüzüm onun:

-Allah rahatlık versin, beyim- sözüne sinirli bir tebüssümle mukabele ederdi.

Hayatım tasavvur edilemeyecek kadar manasız ve boş geçiyordu. Sabahları erkenden işime gider, öğle ve akşam yemeklerini küçük bir aşçı dükkanında veresiye yer ve akşamları, eğer kahvede kağıt oynayanları aptalca seyre dalmazsam, erkenden eve dönerdim. Ruhum kütleşmişti, gazeteleri merak etmez, konuşmaktan hoşlanmaz, basık tavanlı bir meyhanede bir arkadaşla birkaç kadeh içip gevezelik etmekten zevk almaz olmuştum.

Sokakta, pek nadir olarak geçen, güzelce kadınlara genç gözlerim yapışıp kalmıyor, muhayyelem başka türlü, daha canlı, daha manalı, daha dolu bir hayat bulunduğunu hatırlatıp sinirlerimi kamçılamıyordu. En boşaldığım zamanlarda bile benim için ehemmiyetlerini kaybetmeyen kitaplarıma, sadece alışkanlık yüzünden ve biraz da nefsimden utandığım için el uzatıyordum. Ama, artık onlarda da beni heyecana düşürecek, düşüncelere daldıracak, harekete sürükleyecek ateşin kalmadığını, hiç üzüntü duymadan tespit ediyordum. Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaretti. Sanki dünyada, beni işime götüren tozlu veya çamurlu yoldan, kerpiç duvarlardan ve ne söylediklerini yarım saat sonra bile hatırlamaya imkan olmayan birkaç iyi kalpli arkadaştan başka bir şey mevcut değildi…

Bu sıralarda bir hadise beni, derin uykulara dalan bir adamı korkunç bir feryat nasıl yerinden fırlatırsa, manevi miskinliğimden öylece çekip ayırdı.

On beş yirmi günde bir gelip çamaşırlarımı yıkayan yaşlıca bir kadın vardı. Yaşlılık daha ziyade onun görünüşündeydi. Hakikatte çok daha genç, otuz otuz beş olabilirdi, fakat kavrulup büzülmüş hissini veren minimini vücudu, örümcek ayakları gibi uzun, ince, sarı elleri, bir ölününki gibi derinlere kaçmış kara gözleriyle ihtiyar, yaşı sayılamayacak kadar ihtiyar bir insan tesiri yapıyordu. Ağzında hiç dişi yoktu. Dudakları bir torba ağzı gibi buruşuklar içindeydi. Kahverengi yeldirmesinin altından fırlayan değnek gibi iki bacak, iri ve bağları kopmuş bir çift erkek ayakkabısının içinde kayboluyordu.

Onu bana ev sahibi madam buluvermişti. Beş on parçadan ibaret çamaşırımı yirmi beş kuruşa yıkıyordu. Bir gün, akşamüzeri, eve gelince onun hala işini bitirmemiş olduğunu gördüm. Hava kapalı olduğu için çamaşırları sofaya gerilen iplere seriyordu. Bunların arasında bana ait olmayan birtakım yatak çarşafları, entariler de vardı. Kadına sorduğum zaman madamın kendi çamaşırlarını da benimkilerin arasına katıp ona yıkattığını öğrendim. İlk duyduğum his biraz tiksinme oldu. Canım sıkıldı. Benim yüzümden haksızlığa uğrayan zavallı kadını odama çağırıp gönlünü almak aklımdan geçti. Sonra kendi kendime:

Herhalde aralarında anlaşmışlardır. Zorla getirmiyoruz ya- dedim. Cebimden bir yirmi beş kuruşluk çıkardım. Biraz tereddütten sonra buna bir de on kuruşluk kattım, ona verdim. Odama girerek kapıyı arkamdan kapadım.

Ertesi gün madama bu çamaşırcı kadının kim olduğunu sordum. Dağlar gibi çamaşırını ona bedava yıkatmaktan çekinmeyen yufka yürekli ev sahibim gözleri yaşararak:

-Pek fıkaradır, pek!- dedi. Uzun uzadıya anlattı, fakat ben bu laflardan çamaşırcı kadının -pek fıkara- olduğundan ve bu civarda şuna buna çamaşıra geldiğinden başka bir şey öğrenemedim. Dört beş günde bir iş bulup alacağı yirmi otuz kuruşla nasıl yaşıyordu? Kimi kimsesi var mıydı? Nereliydi? Birdenbire bütün bu ve buna benzer sualler kafamda belirdi. İnsanlara karşı kaybolmaya başlayan alakam sanki bu kadını düşünürken yeniden canlanıyordu. Onun, soğuktan daima mosmor olan sivri burnunu, çamaşır leğeninin başında sabahtan akşama kadar iki kat bükülen vücudunu, buruşuk dudaklarının arasından nefes gibi ve titreyerek çıkan sesini hatırladım.

İki gün sonra akşamüzeri eve dönerken kapının önünde ona rastladım. Soğuktan yakamı kaldırdığım için gözlüklerim buğulanmıştı. Eşiğin bir kenarına büzülen kadını ancak kilide anahtarı sokarken fark ettim.

-Ne o? Ne arıyorsun?- diye sordum.

Saatlerce koştuktan sonra nefes almakta güçlük çeken bir insanın sesiyle, çabuk çabuk, kesik kesik:

-Hiç… Hiç!- dedi. Sonra mırıldanır gibi ilave etti:

-Mahalleyi dolaştım. Bir işe çağıran olur mu diye!..-

Tavrında pek saklayamadığı bir telaş, sesinde neredeyse ağlayacakmış gibi bir titreme vardı. Ağzını birkaç kere bir şey söylemek istiyormuş gibi açtı, sonra tekrar kapadı.

-Sen nerede oturuyorsun?- diye sordum.

Çenesiyle işaret ederek:

-Tee ötede, Araplar Mahallesi’nde!- dedi.

-Kimsen var mı?-

Kısaca içini çekti. Gözlerini birçok defalar kırptı, önüne bakarak:

-Bir kızcağızım var…- dedi. -Evde yatar durur!-

-Hasta mı?-

-Hasta ya… Hasta… Çok hasta…-

Kapının önündeki donmuş sular ayaklarımı üşütüyordu. Sokağın kirli karlarını süpürüp yüzüme çarpan bir rüzgar gözlerimi
acıttı. Soğuk, merakımı yenmek üzereydi.

-Kaç yaşında?- diye sordum ve anahtarı çevirdim. Kapı hafifçe aralandı. Kadın tekrar acele bir şey söyleyecekmiş gibi başını uzattı, sonra eski haline dönerek:

-Sekiz on yaşında var!- dedi.

Bu saatte benim kapımın önünde beklemesinde herhalde bir maksadı olacaktı. Fakat soğukta daha fazla durmak ve onu söyletmek bana güç geldi.

İçimde, kendime de izah edemediğim karışık ve üzücü birtakım hisler belirmişti. Onun söyleyeceklerinin hoş şeyler olmayacağını, belki de beni utandıracağını tahmin eder gibiydim.

Körleşen ruhum, rahatının ve muvazenesinin bozulmasından korkuyordu. İnsanlığımın üzerini kaplayan miskinlik ve alakasızlık kabuğu parçalanmak tehlikesindeydi. Hodbin bir kuvvet beni içeri çekti. Buna mukavemet etmek itiyadını kaybettiğim için kapıyı açıp taşlığa girdim.

Kadın her uğradığı yerde gördüğünden farklı olmayan bu kaçışı hayretle değil, fakat yüzünde birdenbire müthiş bir ifade alan tasvir edilmez bir yeisle karşıladı. Bütün uzuvları dehşet içinde titriyor gibiydi. Köşe başındaki elektrik lambasının sönük ışığı onun sokağın loşluğuna serilen gölgesiyle birlikte titriyordu. İşitilir, işitilmez bir sesle:

-Beyefendi!- diye mırıldandı: -Beyefendi… Yıkatacak çamaşırın yok mu?-

-Yok!- dedim.

Şu anda kaçmaktan, odama gitmekten başka bir şey düşünmüyordum. Onun için kadının bu sualine dikkat bile etmeden -yok!- cevabını vermiştim. Kadın arkasını döndü, ben kapıyı kapamak üzere iken, hiç düşünmeden ona seslendim:

-Teyze… sen yarından sonra bir uğra… Galiba gömleğim kalmamış. Ne varsa yıkarsın!..-

O aynı hafif sesiyle, başını bile çevirmeden -Olur, olur!- diyerek uzaklaştı. Ben iki üç ayak merdiveni çıkarak odama girdim.

Derhal yatağın üzerine oturarak yüzümü ellerimle kapadım. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu:

Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş  ayazda belki saatlerce beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime:

-Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?- diyor, fakat yine kendim:

-Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü…- diye cevap veriyordum.

Bütün gün kafam böyle şeylerle uğraştı. Kadından ve çocuğundan ziyade kendi zavallılığımla meşguldüm. Aylardan beri içinde boğulduğum rahat alakasızlık bir anda süprülüp gitmişti. Bütün insanlar gibi, ıstıraba karşı zayıf olan bir insandım; merhamet, aciz ve korkudan mürekkep bir insan…

Soğuk odamdaki karyolada sabaha karşı soyunmadan uyuyakalmışım…

Bu vakadan iki gün sonra madama çamaşırcı kadının geleceğini  söyledim. -Sakın beni görmeden gitmesin!- dedim. Birkaç parçadan ibaret çamaşırları kapının arkasına yığdım. Madam:

-Daha kaç gün oldu ki?- diye soracak oldu. -Lazım, lazım…- diye sözünü kestim.

Akşam işten çıkar çıkmaz eve döndüm. Madam gülümseyerek:

-Çamaşırcı gelmedi beyim!- dedi.

Belki günü yanlış anlamıştı… Belki başka yerde bir iş çıkmıştı.

-Gelir elbette!- diye mırıldandım. Fakat içimde sebepsiz bir endişe vardı. Onu sabırsızlıkla bekliyordum. Kendisini kapımın önünden eli boş çevirdiğim akşamın kefaretini vermek, ruhumu ağır bir yükten kurtarmak için onu bekliyordum. Halbuki ertesi gün de gelmedi. O zaman kararımı verdim. Gidip arayacaktım. Madam evini bilmiyordu:

-Gazyağı aldığımız bakkalın çırağı onun komşusudur, mahalleli, lazım oldukça onunla haber salar!- dedi.

Çırağı bulup evi tarif ettirdim, sonra çarşıya giderek kahvedeki arkadaşlardan birinden iki lira borç aldım. Araplar Mahallesi’nin
yolunu tuttum.

Daha akşama yarım saat kadar vardı.

İki tarafında yüksek bahçe duvarları uzanıp giden dar, tozlu yollarda epeyce ilerledikten sonra şehrin kenarına geldim.

Bir adam boyunu pek aşmayan alçak evleriyle Araplar Mahallesi başlamıştı. Mısırlı İbrahim Paşa ordusundan Konya’da kalanların kurduğu bu köy artık şehirle birleşmiş ve en fıkaraların oturduğu semt olmuştu. Bozkırın rüzgarlarına tamamen açık olan sokaklarında kıvrıla kıvrıla dolaşan dondurucu bir hava yerin tozlarını, zerreler halinde donmuş olan karlarla karıştırarak, gökyüzüne kadar savuruyordu.

Sırtımdaki paltoya ve içimdeki yün fanilalara rağmen titriyordum. Alacakaranlık bastırdığı için sokaklarda kimse kalmamıştı. Ara sıra sıska bir köpek yolun bir kenarından öbür kenarına geçerek kendine daha kuytu bir yer arıyordu.

Evi sorduğum çırak bana bu civardaki bir bakkalı tarif etmiş ve: -Ona sor, gösterir!- demişti.

Biraz ilerdeki köşede, yarı kapalı kepenklerin arasında hafif bir ışık vardı. Yaklaştığım zaman, arkasında birkaç sucuk demeti, iki kalıp sabun, kavanoz içinde halka şekeri ve leblebi şekeri bulunan bir camekan gördüm. Kapıyı itip içeri girince, teneke mangaldaki birkaç ateşi kurcalayan seyrek sakallı bir adam hayretle başını kaldırıp yüzüme baktı. Dükkanda camekanda gördüklerimden başka bir şey yok gibiydi. Bir kenarda duran musluklu bir gaz tenekesiyle birkaç ölçü, kurumuş ve tozlanmıştı.

Homurdanır gibi bir sesle:

-Ne istedin?- dedi.

Evi sordum. Yerinden kalkmadan birkaç kelime ile tarif etti.

Aynı homurtulu sesiyle:

-Çamaşır mı yıkattın? Bir şeyini mi çaldı?- diye sordu.

-Hayır- dedim, -çamaşıra gelecekti, gelmedi. Merak ettim!-

İnanmadığını gösterir bir tavırla omuzlarını silkti.

-Ortalıkta göründüğü yok!- dedi. Sonra daha ziyade kendi kendine söyleniyormuş gibi ilave etti: -Zaten bu mahallede kimsenin kimseyi gördüğü yok ya!..-

Dükkandan çıktım. Üç beş adım ötede ve karşı sıradaki evin kapısını yumruğumla çaldım. Açan olmadı. Biraz bekledim. İyice akşam olmuş, ufukta ay yükselmeye başlamıştı. Biraz ilerdeki küçük pencereye giderek içeri baktım. Hiçbir şey görünmüyordu. Eni ve boyu iki karış kadar olan pencerenin camına parmağımla vurdum. İçerde bir kıpırdama oldu. Tekrar kapıya döndüm. Biraz sonra taşların üzerinde çıplak ayak sesleri duyuldu ve küçük kapı hafifçe aralandı.

Ayın ışığı, kapı arasında duran kadının yüzüne vurmuş ve yarısını aydınlatmıştı. Her tarafım titremeye başladı. Karşımda kımıldamadan duran bu çehrenin bir ölüden farkı yoktu. Çukurdaki gözleri büsbütün kaybolmuş, dişsiz ağzının etrafındaki dudakları daha çok incelmiş ve buruşmuştu. Aklımdan derhal iki lirayı eline sıkıştırarak oradan kaçmak geçti. Kaçmak, her zamanki gibi, her şeyden kaçmak… Görmekten, duymaktan ve beraber ıstırap çekmekten kaçmak.

İçimde buna isyan eden bir şey vardı. Başımı kadına doğru uzatarak:

-Niçin gelmedin? Merak ettim! Çocuğun nasıl?- dedim.

Kadın belki soğuktan, belki başka bir şeyden titriyordu.

Çıplak ayakları, benim kunduralarımdan içeri işleyerek parmaklarımı donduran soğuk taşlar üzerindeydi.

Bir şey söylemek için birkaç kere ağzını açtı, fakat çenesi korkunç bir titreme ile tekrar kapandı.

-Üşüyorsun, haydi içeri girelim!- dedim.

Önüme düştü, dört adım genişliğindeki taş döşeli bahçeyi geçerek soldaki kapıdan girdik.

Biraz evvel çaldığım pencereden odanın ortasına dört köşe ve soluk bir ışık düşüyordu.

Kapıyı arkamdan kapadım. Bir müddet ikimiz de kımıldamadan bekleştik. Gözlerim karanlığa alışınca odanın bir kenarında yatak kılıklı bir şey gördüm. Parça parça olduğu fark edilen bir yorgan, bir kenara yığılmış gibi duruyordu.

Hasta çocuğu uyandırmaktan korkuyormuş gibi yavaş bir sesle tekrar sordum:

-Çocuk nasıl?-

Önümde ayakta duran kadın aynı yavaş sesle, yalvarır gibi:

-Kusura bakma… Gelemedim- dedi, -Çok ağladı. Zaten aylardan beri durmaz ağlardı ya, bu sefer çok ağladı. Eskisi gibi açlıktan değil, bu sefer soğuktan ağladı. Anacığım üşüyorum! diye arkamdan bağırdıkça divaneye dönerdim. Odunun okkası doksan para, nereden alayım? Haftada bir çamaşıra, temizliğe gidip yirmi beş kuruş alsam onu da yağa, pirince verir, bir sıcak çorba yapayım da yüreğine can gelsin derdim. Oduna para verecek halimiz mi var?-

Soğuktan mı, başka şeyden mi olduğunu fark edemediğim titreme, sesini tekrar kaplamıştı. İyice göremediğim gözlerinden yanaklarına doğru yaşlar süzüldüğünü zannediyordum.

-Ama bir haftadır boğazından çorba da geçmez oldu- diye devam etti. -Donuyorum anacığım, donuyorum! diye söylendikçe dört yana saldım. Çırpı toplayıp ocakta ateşledim, bir parlayıp bir söndü, kızımın gözünü bile ısıtmadı. Beş on okka odun parası bulayım diye her bir yanı dolaştım, Allah rızkımızı kapamış, kapısını açan olmadı. Eve geldim ki kızım hala seslenir:

Ana nerede kaldın, elim kolum dondu, gayrı soğuk yüreğime varıyor! diye yalvarır. Sesi de artık çıkmaz olmuştu. Hani yavru kedi gibi vızlanırdı. Girdim yanına yattım. Dünyada varıp halimi dökecek kimsem yoktu, kimselerden bir umudum kalmamıştı. Elim ayağımla kızcağızımı sardım. Bir daha yanından çıkmadım. Yavrumun her yanı buz olmuştu. Ben ona sokuldukça: Aman ana, daha sarıl, daha sarıl, içim çekiliyor, diye yalvardı. Isıtacak yeri kalmamıştı ki, her bir tarafı kuru kemikti. Ama ne de olsa biraz sesi kesildi. Birkaç kere uyur gibi oldu. Ondan sonra aralıkta uyanıp: Aman ana, ısıt beni! dedi, hemen uykuya daldı. Ne yiyecek istedi, ne içecek istedi; uyudu, uyandı, ısıt beni dedi. Ben ondan kuru, nesini ısıtayım ki… Ama kızım rahat etti. Artık bilemiyorum, üç gün mü oldu, dört gün mü, hep sarılıp yattık. O gözünü açtıkça ben sarıldım. Başcağızını bağrıma bastım, ayaklarını bacaklarımın arasına aldım, onu gene uyuttum. Bugün öğleye doğru bir daha gözlerini açar gibi oldu. Garip garip yüzüme baktı… Bir daha da gözlerini kapamadı.-

Kadın olduğu gibi oraya çöküverdi. Şimdi odanın ortasında dizlerinin üzerine oturmuş sallanıyor, duyulur duyulmaz hıçkırıklarla ağlıyordu.

-Ne diyelim… Allah ona daha çok çektirmedi… Bana ne diye çektirir bilmem…- dedi. -Ne edeceğimi ben de şaşırdım gayrı… Kime yarayım, kimden akıl danışayım… Vah kızım vah…-

Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önümde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak istiyordum.

Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:

-Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!- dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum.
Sabahattin Ali – 1939

hikaye, hikaye oku, seçme hikayeler, duygusal hikayeler, acıklı hikayeler, ağlatan hikayeler, acı hikayeler, Sabahattin Ali, Sabahattin Ali Hikayeleri, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü, düşündüren hikayeler, düşündüren öyküler, 

The post Duygulu Bir Hikaye “Isıtmak İçin” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/duygulu-bir-hikaye-isitmak-icin.html/feed 0
Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:50:03 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9305 Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” 1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler. Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın […]

The post Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası”

1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler.

Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın kamarasına gitti. Kapıyı araladıktan sonra:

“Affedersiniz efendim, ama ben hesapları çözemiyorum,” dedi.

Kaptanın kürsüsünde oturan adam başını kaldırınca, Bruce yıldırımla vurulmuşa döndü. Kürsüde oturan adam, kaptan olmak şöyle dursun, gemidekilerin hiçbirine benzemeyen bir yabancıydı.

Bruce, yabancının sabit bakışları karşısında dona kalmıştı. Neden sonra, kaptanın kamarasından dışarı fırlayabilme gücünü bulabildi.

   Kaptan güvertedeydi. Bruce, onu görünce:

Kaptanım kamaranızda bir yabancı var,” diye haykırdı.

“Bir yabancı mı? Kesinlikle süvari ya da kamarottur. Kamarama izinsiz olarak kim girebilir?”

Bruce, “Hayır. Kamaranızda ömrümde hiç görmediğim bir adam var,” diye ısrar ediyordu. Bunun üzerine kaptan, “Bir daha kamarama git iyice bak,” dedi.

Bruce titredi; “Bir daha oraya tek başıma gitmemeyi tercih ederim,” deyiverdi.

Biraz sonra kaptanla aşağı inince kamarayı boş buldular. Bütün gemi arandığı halde hiçbir yabancıya rastlanmadı. Bununla beraber Bruce, hikayesinde ısrar ediyordu. “Yabancıyı, kürsünüzün üzerindeki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğüme yemin ederim.” diyordu. Kaptan, “O halde yazı hala orada olmalı,” dedi.

Biraz sonra yazı taşı elinde idi. Gerçekten yazı taşının üstünde bir şeyler yazılı idi. Kaptan, Bruce’e “Bu senin yazın olacak,” dedi. Yaza taşının üzerinde “Kuzey Batıya dönün” sözcükleri yazılı idi. Kaptan devam etti: “Bruce, bizimle alay ettiğini itiraf et. Şuraya aynı kelimeleri yaz da senin yazını buradakiyle karşılaştıralım.”

Karşılaştırma yapılınca, Bruce’un yazısının, yazı taşındakinden bütünüyle farklı olduğu görüldü. Bu sefer geminin bütün personelinin yazıları da karşılaştırıldı. Hiç kimsenin yazısı yazı taşındakine uymuyordu. Sonunda kaptan kararını verdi; “Ben Tanrı’ya, kadere kısmete inanırım,” dedi. “Bu mesajın gizli bir anlamı olacak. Kuzey batıya dönelim de olanları görelim.”

Gemi bir süre kuzey batıya doğru yol aldıktan sonra ileride bir buzdağı belirdi. Buzdağına yaklaşınca, başka bir geminin buzdağına çarpıp yapışmış olduğu görüldü. Sağ kalabilen birkaç kişi geminin dalgalarla kamçılanan güvertesine sıkı sıkı sarılmışlardı. Kurtarılan kazazedelerin bir tanesi Bruce’un dikkatini çekti. Bu adam, Bruce’un kaptanın kamarasındaki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğü yabancıya tıpatıp benziyordu.

Vestris, buzdağından uzaklaşınca, Bruce kaptana bu keşfini anlattı. Kazaya uğrayan geminin kaptanına da bu olaydan söz ettiler. Kaptan, “Ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Bu gemici bize, bugün kesinlikle kurtulacağımızı söylemişti,” der.

Vestris’in kaptan kamarasına çağrılan denizci, kurtarılmadan birkaç saat önce rüyasında, başka bir gemide bulunduğunu ve bu geminin, buzların üstünde kalan kazazedeleri kurtarmaya geleceğini görmüş olduğunu söyledi.

İç Varlık dergisi, sayı: 68, yıl: 1957

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, korku öyküsü, korku hikayeleri, paranormal olaylar, paranormal hikayeler, paranormal, hikaye arşivleri, dehşetli hikayeler, dehşet hikayeleri, hikaye sitesi, seçme hikayeler, 

The post Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html/feed 0
Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html#respond Wed, 27 Dec 2023 14:01:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9301 Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” I. Orhan, sıradanlığın her şeyi kendine dönüştürme gücünün farkındaydı ve bunu seviyordu. Herkesten gizlediği bir alışkanlığı vardı lakin Orhan’ın. Kitap sayfalarını yeme alışkanlığıydı bu. En çok da dayısından kalma eski sararmış dergi yapraklarını iştahla yemeyi severdi. Hikaye  İlkokul birinci sınıftayken (doğduğu yerde ana sınıfı yoktu ve zaten okula iki sene geç […]

The post Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu”

I.

Orhan, sıradanlığın her şeyi kendine dönüştürme gücünün farkındaydı ve bunu seviyordu. Herkesten gizlediği bir alışkanlığı vardı lakin Orhan’ın. Kitap sayfalarını yeme alışkanlığıydı bu. En çok da dayısından kalma eski sararmış dergi yapraklarını iştahla yemeyi severdi. Hikaye 

İlkokul birinci sınıftayken (doğduğu yerde ana sınıfı yoktu ve zaten okula iki sene geç yazılmıştı) okumayı ilk söken öğrenci o olduğu için öğretmeni ona bir hikâye kitabı hediye etmişti. O güne kadar hiç kitap okumayan Orhan, içinde garip duygular beslemişti kitabın sayfalarına karşı. Kitabın ona okuması için verildiğinin farkındaydı ama gelin görün ki her sayfa çevirişinde parmakların ucunda oluşan sürtünme ona garip bir haz veriyor, sayfaların kokusu başını döndürüyordu. Bir yandan da kitaba bir şey olursa başına geleceklerden korkuyordu. Hikaye , Hikaye 

Kitabı o gece bitirmişti. Gece uyumadan önce içindeki dinmez arzuya yenilmiş, kitabın sonundaki yazarın başka kitaplarından bahsedilen sayfalardan birinin ucundan bir parçayı heyecanla koparmış,önce biraz çiğnedikten sonra da yutmuştu. Hikaye 

O gece rüyasında koyu kahverengi kocaman bir leyleğe binmiş neresi olduğunu bilmediği bir hedefe umutla ve istekle bulutların arasında yolculuk yaptığını; yolculuk boyunca da leyleğin kanatlarından kopardığı tüyleri afiyetle yediğini görmüştü. Önceleri bunun farkında olmayan leylek, varoluş amacı Orhan’ı taşımakmış gibi havada süzülmeye devam ediyordu ta ki kanatlarındaki tüy sayısı azalıp havadaki aerodinamiği bozulana kadar. Orhan, durumu fark eder etmez bir şeyler yapmaya çalışıyor ama leylek hızla irtifa kaybediyordu. Hikaye 

Tam yere çakılır gibi olduğunda, Orhan yatağında bir titremeyle uyanır gibi olmuş ardından da sabah hatırlamayacağı bir sürü rüya görmüştü. Hikaye 

Orhan alışkınlığından hiç de şikâyetçi değildi. Sadece bunun çevredeki insanlar tarafından pek de hoş karşılanmayacağını bildiği için üç ay sonra evlenme planları kurduğu nişanlısına bile söyleyememişti. Hayatta her insanın, günlük yaşamı arasına fark edilmeyecek şekilde sızmış, sayamayacağı kadar alışkanlığı var ve bu da onlardan biri, diye düşünüyordu. Hikaye 

Sabahları kahvaltıdan hemen sonra koltuğuna oturur, gazetesini her sabah dükkânını açan esnaf rahatlığıyla biraz silkeler, üçüncü sayfa haberlerinden başlardı okumaya. Hikaye  

Bunu hem ülke ve dünya gündeminden haberi olmasını istediği için hem de gazete sayfalarının tadı ona kitaplardan, dergilerden, ansiklopedilerden aldığı tattan çok farklı geldiği için yapardı. Bazı günler, gazetenin tamamını bitirdiği -yediği- de oluyordu. Hikaye 

Öyle gelişigüzel sayfaları yemeyi de sevmezdi hem. Bu sabahki gazetede mesela ilgisini çeken Kaplumbağalar Timsah Yiyordu haberini eline aldığı makasla ciddiyetle sayfadan kesmiş, haberdeki yarı dinozor yarı kaplumbağaya benzeyen tuhaf hayvanın resminden başlamıştı yemeye. Haber şöyleydi:

Dev kaplumbağaların, kendisine tehlike yaratabilecek bütün sürüngenleri yediği, böylece hayatta kalmayı başardığı dile getirilirken, bunların arasında timsahların bile bulunduğu bilgisi verildi. Dev kaplumbağa fosilleri ilk olarak 2005 yılında, Columbia’daki bir kömür madeninde bulunmuştu.

Bu nedenle ‘kömür kaplumbağası’ olarak anılan bu dev yaratığın kafası bir futbol topu büyüklüğünde, kabuğu da 1,5 metre uzunluğundaydı. Hikaye  

Bilim adamları, ‘Kömür Kaplumbağası’nın yaşadığı devirde, yılan ve timsahların da dev boyutlarda türleri olduğunu hatırlatıyor. Bu dönemde bazı türlerin boyutlardaki büyüklük, iklim değişikliği, avcı hayvanların sayısının az olması ve yemek bolluğuna bağlanıyor. Hikaye  

Futbol topu büyüklüğünde bir kafa! Hayatı boyunca bir kez bile olsun futbol topunun olmadığını, ona sahip olamadığını düşündü. Hikaye  

Bisiklet sürmeyi bilmediğini de. Bir an ne kadar da çok şey bilmediğini düşündü. Yüzmeyi de bilmiyordu mesela… Hikaye 

Ağabeyi bisiklet sürerken ve gel sana da öğreteyim dediğinde ne yapmıştı, ya da arkadaşları denizde yüzmeye giderken o gitmeyip neyle uğraşmıştı. Hatırlamıyordu. Bunları düşünürken havada belli bir noktaya dikilen gözleri hafızasının derinliklerine inen puslu koridorlarda gezindiğinde o nokta daha da yoğunlaşmıştı. Tam bir şey hatırlar gibi olduğunda, nokta sanki mikro bir kara deliğe dönüşmüş ve önüne ne geldiyse yutmuştu.

Kara deliğin öteki ucunda gündelik hayattan bir sürü hatıra, nesneler, koşuşturmalar, sevinçler, bağrışmalar vardı. Aradığı şey yoktu ama. O ana kadar sıkışıp yoğunlaşan nokta gitgide, sabaha doğru açılan çiçekler gibi ağır ağır açılmaya başlamıştı. Hâlâ hatırlayamıyordu.

Sanki hatıralarını silmeye yeminli düşsel bir silgi vardı peşinde ve hatırlamak istediği ne varsa ondan önce yetişip siliyordu onları. Gazetesini katlayıp masaya koyarken, masada duran elektrik faturasına gözü takıldı. Yetmiş iki lira yazıyordu. Geçen aydan beş lira daha fazlaydı bu. Asıl önemli olan bugünün son ödeme tarihi olmasıydı. Esperanto kursu da vardı bugün. Kursun çıkışında öderdi.

II.

Esperanto kursunun çıkışında ilk iş elektrik faturasını yatırmaya yakınlarda bir PTT şubesi aramaya koyulmuştu. Kalan son iki saati vardı. Vakit kaybetmeden yoldan geçen bir kadına, “Yakınlarda bir PTT şubesi var mı?” diye sordu. Kadın güzelce tarif ettikten sonra o, ilk sağdan dönmeyi unutuverdi. Biraz daha beyhude dolandıktan sonra birkaç kişiye daha sora sora neyse ki buldu.

Kuyrukta tahminen on kişi vardı. Her birinin işi beş dakika sürse, yaklaşık olarak bir saat kuyrukta sıra bekleyeceği anlamına geliyordu.

Başka işi yoktu. Şubenin kapanmasına da haddinden fazla acele ettiği için daha bir buçuk saate yakın zaman vardı. Endişelenilecek bir durum yoktu anlayacağınız. Şubenin önünde, büyük bir ihtimalle şube inşa edilmeden çok önceleri de orda bulunan, kalın gövdeli, geniş yapraklı çınar ağacındaki yuvasından düşen kuşu yerine geri koymaya çalışan insanları izlemeye başladı vakit geçirmek için. Ağaca tırmanmanın yolu yoktu ve yuvaya ulaşabilmenin tek yolu itfaiye ekiplerini aramaktı. Bundan daha mühim bir sorun vardı yalnız, yavruyu yuvaya geri koyduktan sonra annesi kabul edecek miydi onu? Bu soru, muhtemelen, banliyöde oturan ve sanayi bölgesiyle evi arasında her gün bir saatlik yolculuk yapan ve bu süre zarfında can sıkıntısından günün geri kalanını hakkında düşüncelere dalan adamın aklına ilk gelmişti.

Diğerleri, ilk ne zaman ve kimden duyduklarını bilmedikleri fakat doğruluğundan şüphe de etmedikleri ve karşı çıkabilecekleri herhangi bir argümanları da olmadığı için bu bilgiye hemen inanıp daha doğrusu zaten aklımızın bir köşesindeydi de sen hatırlattın diye adama hak verip başka bir çıkar yol bulma üzerine derin düşüncelere daldılar.

Olup bitenleri izlerken önünde sadece orta yaşlı, takım elbiseli, saçlarını geriye doğru taramış bir adamın kalmış olduğunu fark etti Orhan ve ilerlemesi gereken bir aranın olduğunu, onla saçlarını geriye doğru tarayan adam arasında. Aradaki boşluğun hemen kapanmasını bekleyen bir sürü gözün bir o bir de adam arasındaki bir an önce doldurulması gereken-boşluk arasında gidip gelmesinin verdiği tedirginlikten dolayı da hemen kapattı arayı.

En son adamın da işi bitince sıra ona gelmişti. Cebinden daha önce ayarladığı yetmiş iki lirayı vermek için çıkarttı ki görevli memur tutarı söyler söylemez versin. Verdi de nitekim görevli memurun bıkkın bakışları eşliğinde.

Dışarıya çıktığında ne kuştan ne de çevresinde bir görev bilinciyle onu yuvasına geri koymaya çalışan insanlardan eser vardı. seçme hikayeler

Aslına bakarsanız ne ağaç ne de yuva vardı görünürde. Şubenin önünde park etmiş 2002 model Opel Corsa’dan ve silecekleriyle camı arasına sıkıştırılmış park cezası makbuzundan başka hiçbir şey yoktu. Gördükleri gündüz düşü dedikleri şeyden olmalıydı. Çok da kafa yormadı.

Eve doğru yola çıkmaya başlayabilirdi. Hikaye  

Öylesine gri, öylesine ağır bir hava vardı ki sanırsınız cıva buharı dolmuş her yere. Bu ona tedirginlik veriyor lakin tedirginliği fark edilmesin istiyor. Üstüne çullanıp tüm negatif enerjisini alacaklar yoksa. (Evlerindeki boş pilleridolduruyorlarmış onla). Kukla gibi yürümeye başlıyor. O zaman onlar gibi olur, kimseler de fark etmez. Eve de az kaldı zaten. Ara yollara sapmamalıyım, diye düşünüyor, daha bir dikkatli oradakiler. Gelirken uzun uzun süzüyorlar sonra sen tam yaklaşmaya başlarken başka bir işle uğraşıyormuş gibi yapıp, sen arkanı döner dönmez de tekrar süzmeye başlıyorlar. Riskli orası anlayacağınız. Olabilecek en doğrusal yoldan gidiyor. Sakin ve huzurlu yuvasına ulaşabilmek için bu kadarına katlanabilirdi. Evinin çatısı da görünmeye başladı. Neşeli bir kukla gibi hissediyor kendini. Dükkânların pleksiglas tabelaları ve billboardlar onla hareket edecek sanırsınız. Evine kadar eşlik edecekler, sonra inceliklerini karşılıksız bırakmamak için pencereden el sallayarak uğurlayacak onları Orhan da. seçme hikayeler

Bunları düşünürken dudağının kenarından başlayan hafif bir gülümseme kaplıyor tüm suratını. Yanından geçen bir kadının küpesine gözü takılıyor. Yoldan geçen bisikletli bir çocuğa araba çarpıyor acı bir korna sesinin ertesinde. Post apokaliptik bir dünyaya fırlatılmış hissediyor kendini, evvelinde fırtınaların koptuğu, hortumların fır döndüğü, fırtınaların dev dalgalarınsa haşinleştiği. Hortumun kıyıdan uzak yerleri, dalgalarınsa denize yakın yerleri yutmuş olduğu. Yeryüzünde tüm ağaçlar köklerinden kopup fırtınayla kilometrelerce uzaklara sürüklenmişlerdi. Aynı şekilde temeli yerinde duran tek bir bina bile yoktu. Ne de herhangi bir insan olduğundan, olduğu yere çöküp gri bulutları izleyerek bekliyordu sanki olduğu yerde. seçme hikayeler

Etraftan olayı daha net görmek isteyen meraklı insanlar akın ediyorlar olay mahalline. Durmak istemiyor yerinde, seğirterek eve doğru yol almaya devam ediyor. seçme hikayeler

III.

Evin kapısından içeri adım atar atmaz fırın alarmının ötmeye başladığını duyuyor. O evden ayrılır ayrılmaz eve gelen nişanlısı vakit kaybetmeden hazırlıklara girişmiş, akşama kadar eve dönmeyeceğini bildiği için de gönül rahatlığıyla üzümlü kurabiye yapımına başlamıştı ve şimdi bu durum alarmın ötmesiyle birlikte o anlatmadan önce ortaya çıktığı için gülüyordu. Gülmüştü Orhan da karşılıksız bırakmamak için. seçme hikayeler

Evine daha önce hiç görmemiş gibi bakıyordu. Koltuk takımlarının mavi tonunun keskinliğine şaşıyordu. Daha önce hiç dikkatini çekmemişti. Evde daha önce dikkat etmediği başka neler var diye geziniyorken, nişanlısı fırından aldığı üzümlü kurabiyeleri geniş bir tepsiye almış, “Biraz soğumadan ve çay da demlenmeden sakın dokunma!” diye uyarmıştı, işin tadını kaçırmak istemeyen bir sürpriz doğum günü partisi düzenleyicisi tavrıyla. seçme hikayeler

Orhan, nişanlısı mutfakta çayla uğraşırken dayanamayıp kurabiyelerden, diğerlerinden biraz daha iri olanını eline almıştı. Önce eliyle sertliğini ve sıcaklığını kontrol ettikten sonra da ağzına doğru götürmüştü. Dişlerinin arasına alıp iyice basınç uyguladığı anda ense kökünde dayanılmaz bir acı hissetti. Isırdığı kurabiye değil de beyinciğiydi sanki.  seçme hikayeler

Kontrolünü kaybedip düşüyor Orhan.

İki oda bir salon bir evde kanepede öylece uzanırken buluyor kendini. Radyonun başında annesi, kederli bir sese sahip ve muhtemelen sürgünde olan bir adamın sesini daha net duyabilmek için radyonun frekans ayarlarını kurcalıyor, “Anne” diyor, “Hışt,” diyor annesi, “baban gelmeden şunu dinlememe izin ver.” seçme hikayeler 

Dış kapıdan sesler geliyor. “Baban geldi,” diyor, radyoyu kapatıp vitrininin üstünde bir yerlere saklıyor. Babası işinden memnun değil ve her eve geldiğinde bunun nedenini açıklayıp onlara da onaylattırıyor. Onaylıyorlar. Ablası içeri giriyor sonra Orhan’ı kucağına alıp Bugün de okula götüreyim mi diyor. Olur, diyor Orhan sevinçle. seçme hikayeler 

Öğretmen dâhil ablası Nurten’in sınıfındaki herkes onla ilgileniyor, sınıf arkadaşları o günkü harçlıklarını ona harcamaya çalışıyorlar.

Uzun yemyeşil saçları var ve sapsarı gözleri. Herkes saçlarını okşayıp “Keşke bizimki de böyle olsaydı,” diyor. Sınıfın ilerde melankolik bir kötümsere dönüşecek olan en zayıf kızıysa Nurten’e, Orhan’ı sakın sokağa tek başına salmamalarını yoksa Çingenelerin o yemyeşil saçlarını kesip yastık dolgusu olarak kullanacaklarını, sapsarı gözlerini ise oyup yerine kara kara düğmeler dikeceklerini anlatıyor.

Düğmelerini kapatmayı hiç beceremiyordu. Ablası en alttaki açık düğmeyi fark edip ilikliyor. Okuldan döndükten sonra annesine olanları anlatıyor. Annesi onu hiç mi hiç dinlemeyip, mahalledeki akranlarımın ikinci sınıfa başladığından onunsa hâlâ okula gitmemekte direnmesinden yakınıyor. Saçlarının kesilmesini istemediğinden iki yıldır okula gitmemekte diretiyordu. Annesi ne yapıp ettiyse de ağlayıp sızlayıp babasına sığınmıştı. seçme hikayeler

Babası ömrü hayatı boyunca okul görmemiş  biriydi ve ona kalsa hiç okul okumasına gerek yoktu. Ona göre okul, insanı en sonunda delirten bir kurumdu. İnsanlar can sıkıntısından icat etmişlerdi okulu. Uzaktan akraba Ferid’in hali ortadaydı. Yıllarca didinmiş memleketin en iyi okullarında okumuş bir elektrik mühendisiydi. Üniversiteyi birincilikle bitirmiş mastırı da dereceyle tamamladıktan sonra en nihayetinde doktora tezinin son aşamasında güneş enerjisi yerine lityum-kadmiyum karışımı bir maddeyle çalışan pil önerisi kabul görmeyince adama bir haller olmuş, o koca beş senede yazdığı tezi yırtıp atmış, kendini Memleketin Ruhsuzluğu adını verdiği bir projeye vermişti. Kimselerle görüşmemesi
şöyle dursun bazen kendini bile unuttuğu oluyormuş. Annesiyle babası da öldükten sonra onların evine kapanıp günlerce yiyip içmeden yaşıyormuş orada. Ziyaretine gelen akrabalarına da sanki onlar yokmuşçasına davranıyormuş. seçme hikayeler

Kurabiye kokusu geliyor burnuna. Ablasının sesini işitiyor ve hemen anlıyor durumu. Koşa koşa mutfağa yöneliyor. Uzatılan kurabiyeyi alıyor. Daha sıcak, soğumasını bekliyor, beklerken de en sevdiği çizgi filmi kaçırmamak için odaya koşturuyor.

Odaya girdiğinde ilkin babasının kollarında baygın yatan annesini görüyor. Gözü yirmi yıllık Grundig marka radyo kasetçalara kayıyor, elindeki kurabiyeyi düşürüyor. Ablası arkadan gelip kucağına alıyor onu ve diğer odaya bırakıyor. “Sakın ses etme,” diye tembihliyor, eline oyuncak kaplanını tutuşturarak.

Gözlerini açıyor Orhan zorlukla. Ense kökündeki dayanılmaz ağrı, yerini bir gevşeme haline bırakmıştı. Nişanlısı bir yandan gözlerini açtığına sevinmiş bir yandan da olanlardan kendisini sorumlu tutarcasına kaygılı bir ses tonuyla “Ne oldu?” diyor. “Bir şey yok, iyiyim,” diyor Orhan, “tansiyonum düştü herhalde.”

Yazan: Uğur Ercan 

Mardin doğumlu. Ankara’da yaşıyor. Orta  Doğu Teknik Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü öğrencisi.

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, öykü, hikaye arşivi, hikaye arşivleri, öykü arşivleri, seçme hikayeler, hikayeler, hikaye yaz, 

The post Hikaye “Kaplumbağalar Timsah  Yiyordu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikaye-kaplumbagalar-timsah-yiyordu.html/feed 0
Hikaye Oku “ANTİKACI” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html#respond Mon, 25 Dec 2023 18:15:10 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9280 Hikaye Oku “ANTİKACI” Refik Halid Karay Hikaye oku; Otomobili ikide bir durdurup erkek, çocuk, kadın, kimi  görürsek soruyorduk: Hikaye  “Antikacı Şeyh Efgani’nin evi bu sokakta mıdır?” Yanımdaki adam Lübnan’da belediye müsteşarlığında bulunan bir delişmen Fransızdı; zengindi, şarka unvan almak için gelmişti; ibrik koleksiyonu yapıyordu. Halep’e bu şeyhin şöhretini işiterek koşmuş, bir gece evvel kermeste tanıştığımız […]

The post Hikaye Oku “ANTİKACI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “ANTİKACI”

Refik Halid Karay

Hikaye oku; Otomobili ikide bir durdurup erkek, çocuk, kadın, kimi  görürsek soruyorduk: Hikaye 

“Antikacı Şeyh Efgani’nin evi bu sokakta mıdır?”

Yanımdaki adam Lübnan’da belediye müsteşarlığında bulunan bir delişmen Fransızdı; zengindi, şarka unvan almak için gelmişti; ibrik koleksiyonu yapıyordu. Halep’e bu şeyhin şöhretini işiterek koşmuş, bir gece evvel kermeste tanıştığımız sırada, bana, ertesi gün beraber aramaklığımızı teklif etmişti. İçki ahbaplığı bu ya, peki demiştim. Hikaye 

Neden sonra, işaret edilen bir kapının tokmağını vuruyorduk. Hikaye  

İçeriye girer girmez beni bir şaşkınlıktır aldı: Ta kapı yanından başlayarak karmakarışık bir eşya yığını, leğenler, ibrikler, kandiller, kaseler, yazılı taşlar, boyalı camlar, tuğla parçaları yerlere serilmiş, duvarlara asılmış, rafları doldurmuş, merdiven basamaklarına kadar sıralanmıştı. Hikaye 

Kapı iple çekilerek açıldığı için bizi karşılayan yoktu; fakat yukarıdan bir ses geliyordu: Hikaye 

“Tafaddalu!” Hikaye 

Bir şey düşürmemeye, bir şeye basmamaya ve çarpmamaya dikkat ederek ahşap ve gıcırtılı merdivenlerden çıktık; sahanlık da tıka basa doluydu. İkinci katta kapıları açık üç oda göründü; üçüncüde eşya ve hırdavat tavanlara kadar taşmıştı. Hikaye 

Sesin geldiği tarafa yürüdük. Yer minderlerinde, antikalara gömülü gözlüklü bir adam oturuyordu; saçı sakalına karışmıştı; başında türbe çuhası renginde, koyu yeşil bir kumaş sarılmış acayip bir külah ve sırtında koyun pöstekisinden kolsuz bir hırka vardı. Yanındaki küllü bakır mangalda, birbiri üstüne konmuş çay ibrikleri dumanlanıyordu. Hikaye 

“Tafaddalu!” Hikaye 

Fakat yerinden kalkmadı; eşyalar arasında bize birer tahta kahve iskemlesi gösterdi. Oturmaya cesaret edemeyen arkadaşım sordu: Hikaye 

“İbrikleri görmek istiyorum.” Hikaye 

Kötü bir Fransızca ile öteki cevap verdi: Hikaye 

“Dolaşıp bakınız, arayınız, beğendiğinizi getiriniz, uyuşuruz.” Hikaye 

Daha iyi bir muamele görmek ümidiyle belediye müsteşarı dedi ki: Hikaye  

“Sizi bana, yüksek komiserlik başkatibi tavsiye etti.” Hikaye 

“Teşekkür ona … Hikaye 

İyi müşterimdir, inek ve öküz çıngırağı toplar. Beş bin çeşit çıngırağı olduğunu söylüyor. Bütün Avrupa ve Asya’da kullanılan çıngırakları tamamlamış; yakında Afrika ve Okyanusya’yı aramaya başlayacak! Yalnız Afganistan’ dan kendisine seksen yedi parçasını ben sattım.

Çıngıraklar içinde deveninkiler en kıymetsizidir. En değerlileri yak çıngıraklarıdır, Tibet’te … Yak denilen hayvan 2000 metre irtifadan aşağıda yaşayamaz.”

Antikacı Şeyh, bunları söyledikten sonra, odaları “Geziniz, seçiniz!” manasına eliyle işaret etti ve önündeki kitabı okumaya koyuldu. Ben yerimden kımıldamadım; zira ibrik hakkında hiçbir fikrim yoktu; bildiklerim eskiden baba evinde kullanılan sarı leğen ibrik ve adi bakır ibriklerdi. Hepsinin de ağızları, nedense, şiş karınlarının altından başlardı; testilerle farkları da buralarındaydı.

Fransız oda oda gezmeye başladığından, sakalına rağmen çok genç görünen Şeyh Efgani ile karşı karşıya kalmıştım; bir müddet etrafımdaki tozlu topraklı, eğri büğrü, yamru yumru, kırık mırık, çarpuk çurpuk eşyaya baktım; nihayet bıktım; şimdi antikacının yüzünü seyrediyordum.

Gayet muntazam, hatları nazik, teni beyaz ve mat bir çehre; gözleri adeta mavi ve saçları sarışın, ensesinde gür ve pembe bir kan tabakasının kuzey insanlarını ve Anglosaksonları hatırlatan feyzini (bereket, bolluk) görmekteyim. Bu renge cenupta ve Asya’da rastlanmaz.

Zihnimden Afganistan’a ait bütün malumatımı geçirmekteyim. Bir yerde okumuştum: “Afgan dağlıları sarışın ve mavi gözlüdürler, bu itibarla da etnograf mütehassısları için çok meraklı bir mevzu teşkil ederler.”

Ben, böyle dikkatli dikkatli yüzüne bakıp düşünürken, birdenbire Şeyh’in gözleri üzerime çevrildi. Hoşlandığını anlatan bir bakış…  Bir an için mavi, tatlı rengin içinden, yanar ispirtoya tutulmuş bir iğne kızıllığı geçmişti. Bunu belli etmemeye çalıştığını sezdim; gülümsüyordu ama, bana bir hoşnutsuzluk çökmüştü. Düşündüğümü açıkça söylemeyi tercih ettim; Fransızca: “Afganistanın’ın dağlık ahalisinden olmalısınız,” dedim, “sarışın ve mavi gözlüsünüz… “

Ferahladığını zannettim. Bu sefer candan gülerek: Hikaye 

“Evet … Galabadlıyım. Siz nerelisiniz?” Hikaye 

“Türkiyeli.”

Mavi gözler yüzüme dikildi, kaldı. Bu adam, şüphesiz benden hazzetmiyor; aramızda ilk dakikadan itibaren bir antipati hasıl olmuştur; konuştukça, tanıştıkça bu, artacaktır.

Her zaman dikkat etmişimdir; Açık ve dürüst iş yapmayanlar benden ürkerler, göz göze gelmekten çekinirler; huzurum onlar için hiçbir zaman hoşlandırıcı olmaz. Zahir, derim, yüzümde kolayca aldatılacak bir adam olmadığımı belli eden bir şey var, derinleştirici ve teferruata nüfuz etmeye istidatlı (yetenek) bir bakış… Bu bakışta bir “Görüyorum!” manası…

Fakat, hakikaten, bu, böyle midir? Hadsiz, hesapsız tecrübelerimle anlıyorum ki kim bakışlarımın karşısında kaçamak, çekingen davrandıysa ve ben de bir “Kabımda olamamak” diye anlatabileceğim bir huzursuzluk duydumsa, o adamın sonunda dürüst olmadığı meydana çıkmıştır. Seyahat, edebiyat ve politika hayatı esnasında rastladığım tipler hep bu neticeyi verdi.

Öyle olmakla beraber, Şeyh’in sükfıtundan sinirlenerek sormaya devam ettim:

“Antikaları siz mi gezer toplarsınız?”

“Kendim de toplarım, başkaları da getirir… Afgan’da, İran’da, Irak’ ta, her tarafta ortaklarım vardır.”

“Demek ara sıra gezersiniz … Hindistan’a, Tibet’ e filan? Türkiye’ye de gider misiniz?”

Gözleri çoktan gene kitabına çevrilmiştir; başını kaldırmadan cevap veriyor:

“Çok az gezerim, Türkiye’ye de hiç ayak basmadım.”

Acaba? …

Bu sırada belediye müsteşarı içeriden seslendi:

“Geliniz aziz dostum, geliniz; bir ibrik buldum ki…” Hikaye 

Kalktım. Yürürken arkamdan o bir çift mavi gözün, kitap sayfalarından ayrılıp beni dikkatle seyrettiğine hüküm vermiştim. Birden döndüm ve tahminimde haklı olduğumu anladım: Zira Afganlı Şeyh ‘in gözlerini anlatamayacağım bir mana ile bana dikili bulmuştum.

Alışveriş bittikten sonra, antikacı bize ufacık billur kadehlerden yeşil çay ikram etti. Yeşil çay sıcağa, susamaya karşı en mükemmel devaymış.

“Biz Afganlılar çayı çok severiz.”

Biraz geçti; gene o söylüyordu:

“Biz Afganlılar çaydan bıkmayız.” Hikaye 

Ve bana öyle geliyordu ki, Şeyh bu “Afganlı” kelimesinde fazla ısrar ediyordu. Mamafih doğru söylemek lazım: Beni meraka, vesveseye düşüren bu noktaları o zaman şuurla, vazıh (açık, net) bir surette öğrenmemiştim. Bütün onları aradan on sene geçtikten sonra, şimdi anlatacağım bir tesadüfle hatırlıyor, on sene evvel müphem (belirsiz) olarak duyduğum hislerin değerini bu tesadüfün tesiriyle kıymetlendiriyordum.

Bana öyle gelir ki, seçme adamlar; bir hadise karşısında sadece -benim gibi- müteessir olanlar, müphem şeyler duyup ruhlarından incinenler değildir; teessürle beraber bir hüküm verebilenlerdir. Soğuktan veya sıcaktan nebatlar da teessür duyarlar; fakat korunamazlar, tesirinde kalmakla yetinirler.

Yeni aldığı antikaları sevinçle bağrına basan arkadaşıma arabada dedim ki:

“Sevimsiz bir adam bu Şeyh … Ne dersiniz?” Sözüme ehemmiyet bile vermedi:

“Hele siz şu ibriğe bakınız, Emevi devrine ait ne değerli bir eser!”

Ben diyemedim ki: Hikaye 

“O herifin gizli bir rolü var, hatta Afganlı bile değildir!”

***
Filistin vakasının başlangıcındaydı; Mısır dönüşü Kudüs’teki King David Oteli’nde yol arkadaşlarımla beraber akşam viskisi içiyorduk. Masaların çoğunda İngiliz subayları oturuyordu; kapıdan bir yenisi girdi.

Bu geleni gözüm ısırıyordu. “Nereden görmüştüm acaba,” diyordum, “işgal zamanı İstanbul’da mı? Kahire’de mi?

Vapurda veya trende sivil kıyafette mi?”

Sonra, birden, aklımdan yeşil tülbentli bir külah, bir darmadağınık saç sakal, bir çift inatçı, çiğ, sevimsiz mavi göz geçti. Subayla karşı karşıya gelmemek için iskemlemin yerini usulcacık değiştirdim.

Bir sır sezdiğini belli etmek, böyle, sokaklarında serseri kurşunların dolaştığı ve sabahleyin köşe başlarında ölülerin sıralandığı yerde akıllı işi olmasa gerekti.

Fakat Suriye’ye dönünce, Şeyh efendiyi sormaktan kendimi alamadım.

“Çoktan memleketine gitti,” dediler, “yerine kardeşinin getirtti, şimdi eşyayı satan odur. Kendi halinde saf bir delikanlı!”

Ama bu sefer antikaları görmeye gidecek olan herhalde ben değildim!
Şişli, 1 939

Gurbet Hikayeleri- Yeraltında Dünya Var/ Refik Halid Karay 

hikaye, hikaye oku, hikaye okuma, öykü, gurbet hikayeleri, Refik Halit Karay hikayeleri, Refik Halit Karay, Türk edebiyatı, hikaye arşivi, hikaye örneği, öykü arşivleri, hikaye arşivleri, öykü örnekleri, hikaye örnekleri,

The post Hikaye Oku “ANTİKACI” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/hikaye-oku-antikaci.html/feed 0
Hikaye “Bıldırcın”  https://hikayelerimizden.com/klasikler/hikaye-bildircin.html https://hikayelerimizden.com/klasikler/hikaye-bildircin.html#respond Mon, 04 Dec 2023 18:50:06 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9274 Hikaye “Bıldırcın”  Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım. Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya’nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda ne bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu […]

The post Hikaye “Bıldırcın”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye “Bıldırcın” 

Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım.

Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya’nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda ne bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yatak­larının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görü­nüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önünde­ki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izle­ri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı.

Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadı­ğı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boy­nuna asar, ihtiyar köpeği Trezor’u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar av­cılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflar­da bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela gü­zün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, he­le keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının de­risi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı.

Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine gi­rerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor’un dişleri arasında kanlar için­de çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan ön­ce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vere­ceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti.

Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onla­ra gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine ta­şıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yük­sekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların ara­sına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzak­ta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi.

Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söyler­di. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldı­ğını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor’a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor’a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi:

“Arrier!.. Arrier!..” Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğru­dan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayakları arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor’un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı… Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım… Hem öyle gücü­me gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu…

İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava git­miştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için ba­bam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğ­ru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulu­nurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yon­ca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çi­çek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım.

Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, “Pil!..” diye bağırdı, Trezor’un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından… Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmaz­dı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden kor­karak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucuna koydu. Yaklaştım, “Ne o” dedim, “yaralı mıydı?” Babam, “Hayır!” diye cevap verdi. “Yaralı değildi; ama herhalde bura­larda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçin böyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapmacık yaptı, Trezor da onu yakaladı.” Ben yine, “Demek ki yaralı değildi?” diye sordum. “Hayır… ama yaşamaz… Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır.”           

Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu:

“Ni­çin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksız­lık bu!.. Haksızlık!..”

“Babacığım,” dedim, “belki de ölmez.” Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, “Hayır!.. İşte bak, şim­di onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır.” Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır ka­panmaz ağlamaya başladım. Babam, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu ve güldü. “Ona acıyorum” dedim. “O, görevini yapıyor­du, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!..” Babam, “Kurnazlık et­meye kalkıştı” diye cevap verdi. “Ama Trezor, ondan daha kur­naz çıktı.” “Zalim Trezor!..”-diye düşündüm… Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!..

Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu ba­bamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, “Boş, azizim,” dedi, “onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, “ona hâlâ acıyor musun?” diye sordu. Ben de ona, “Ya küçükleri kim besleye­cek?” diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, “Üzülme,” dedi, “erkek bıldırcın, babaları onları besler. Dur bakayım…” diye ilave etti. “Galiba Trezor yine ferma yapıyor… Burada yu­va olmasın? Evet, işte yuva…”

Gerçekten de, otların arasında, Trezor’un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı… Artık tüy­lenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız ince­cik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, “Baba!.. Baba!..” diye bağırdım. “Trezor’u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!..”

Babam, Trezor’u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkara­rak bıldırcını üstüne yatırdım. “Bakın,” demek istiyordum, “ye­tim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda et­ti!..” Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, “Bu bıldırcını bana hediye ede­bilir misin?” diye sordum. “Buyur. Ama onu ne yapmak istiyor­sun?” “Gömmek istiyorum!..” “Gömmek mi!..” “Evet… Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar ka­zacağım.” Babam şaştı, “Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?” “Hayır,” dedim, “öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!..” Babam bir şey söylemeden çakısını çı­karıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öp­tüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı ça­kı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum… İs­tavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu.

Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine kon­muş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında al­tından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fe­dakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!…

Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sarar­makla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da bul­dum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, “Ha­yır!.. Babam iyi kalpli!..” diye düşündüm.

Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duydu­ğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edece­ği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yap­maya başladım.

Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu.

Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvaları bul­duk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gi­decek oldum; ama arkadaşım, “Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur… Şimdi hepsi buraya gelir.” dedi. Arka­daşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Otur­duk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik öt­meye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyor­du ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların ara­sından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendi­me öyle bir zalim göründüm ki… Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, “Deli!..” dedi… “Bütün avı berbat ettin…”

Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı.

Ivan Turgenyev

hikaye, öykü, hikaye oku, dünya klasikleri, klasikler, hikaye arşivleri, hikaye arşivi, hikaye örneği, hikaye örnekleri, öykü arşivleri, Ivan Turgenyev, Turgenyev, seçme hikayeler, 

The post Hikaye “Bıldırcın”  appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/klasikler/hikaye-bildircin.html/feed 0
Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html#respond Wed, 22 Nov 2023 16:59:07 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9269 Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp […]

The post Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen”

Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp uzaklara bakması yok mu; bedenini terk edip uçar giderdi uzaklara, derinlere, deryalara…

Çocukluğunun, çıplak ayak dolaştığı sahillerinde gezdiren yağmur damlalarının serinliğini zil sesi araladı. Tekrar sınıfına yöneldi. Haylazlarının, huysuzlarının yanına. Hattâ baş belâsı bile diyen olmuştu onlara fakat Ali Öğretmen hiç yakıştıramadı bu kaba sözü ne dudaklarına, ne de onlara.

Bu okula geleli daha üç ay olmuştu fakat arkadaşlarının gözünde üç yıllık işi sığdırmıştı bu zamana. Herkesin illallah edip ayaklarının geri geri gittiği bu sınıf, nasıl olup da gül bahçesine dönüvermişti. Herkes önce Ali öğretmenin disiplininden, onları nasıl dize getirdiğinden, nasıl muma çevirdiğinden bahsetti. Fakat Ali Öğretmen sesi soluğu çıkmayan, hattâ pek çok önemli hâdiseye tepki göstermeyen bir garip âdemoğlu. Sakin ve ağırbaşlı… Olmaz dediler biraz daha tanıyınca. Bu işte başka bir iş vardı. “Bu canavarlara elini veren kolunu kaptırır.” diyordu tecrübeli demirbaşların ileri gelenlerinden Ayşe Hanım. Haklıydı da. Bu güne kadar hep böyle olmuştu. Gerçekten herkes bu sınıfı adam etmek için çok çaba sarf etmişti lakin kimse muvaffak olamamıştı. Üstelik bütün öğretmenler hem başarılı hem de fedakâr insanlardı. Fakat ne nasihat tesir ediyordu afacanlara, ne de iltifat. 

Cam, çerçeve indirmedikleri mi kalmıştı, okulun büyük öğrencilerini aralarına alıp dövmedikleri mi? Minikler bahçede top oynayamaz, büyükler yalnız dolaşamaz olmuşlardı okulda. Ayşe Hanım’ın bu kızgınlığı da kendi sınıfının kitaplığı için biriktirdiği paranın bunlardan birkaçı tarafından iç edilmesinden kalmaydı. Onca iyi niyet, onca merhamet… Sanki kalkanlarını geriyorlardı kalplerinin üzerine ta iyilik içlerine sızmasın diye. Bir de veli toplantıları vardı… Evlere şenlik, veli mi daha dertli yoksa öğretmen mi bilinmezdi. Herkes içini döküyordu birbirine, diğerini dinlemeden. Ve o karmaşa yumağından süzülen tek söz, çaresizce “Ne yapabiliriz?” oluyordu her seferinde. Her defasında stratejiler çiziliyor, programlar yapılıyordu ama nafile. Ayşe Hanım’ın deyişiyle sanki bağışıklıkları vardı hepsinin her türlü tedbire karşı. 

Sürekli mevzu bahis olduğu hâlde hiç özel bir şey söylemedi Ali Öğretmen. Herkesin bildiği şeyleri yapıyordu. Kendi de zembille inmiş bir adam sayılmazdı. Kulaktan kulağa dolaştı namı, okulun duvarlarını da aştı. Duydukça sıkıldı, sıkıldıkça içine kapandı Ali Öğretmen. Artık zarurî hâller dışında kimseyle konuşmaz olmuştu. Ama arkadaşları kadirşinastı. Allah’tan hiç çekemeyeni olmadı. Hep sena, hep takdir; hem yüzüne, hem gıyabında… Ama ağır gelirdi insanlara kendine biçilen rolleri oynamak. Ona da ağır geldi. Odaya girmez oldu. Kendini, zaten çok sevdiği yalnızlığıyla baş başa bıraktı. Fakat anlayamadı ki böylesinin daha dikkat çekici olduğunu. Kendini üstün görmenin alameti sayılacağını. Anlamadı ve öyle de oldu, öyle zannedildi. Ben kaçarsam merak dinecek mi zannetti bilinmez ama dinmedi, katlanarak arttı.

“Artık çocuklar uslu, çocuklar zeki, çocuklar yetenekli. Büyü gibi bir şey mi yaptın Ali Öğretmen. Nerede sihirli değneğin?” 

Ayşe Öğretmen başkanlığında gizli bir komisyon kuruldu kantinin kuytu köşelerinde. Her şeyi takip edilecek, her hareketi izlenecek, bu işin sırrı çözülecekti. Kötü niyetten değil, sırf meraktan. Merak ne kuvvetli bir müşevvikti öyle. “Merak adamı mezara, deveyi kazana sokar.” diye boşuna dememişti eskiler.

Gizli takip başladı. Hattâ epeyce de çizmeyi aştılar. Sınıfına gizli kamera, öğrencilerine ufak sorgular, aile hayatı, komşuları derken adamın bütün çamaşırlarını Çarşamba pazarı gibi serdiler meydana. Vay domatesin hormonsuzunu aldı, yok buna selâm verdi de öbürüne kafa salladı… Aşağı çektiler, yukarı vurdular ama elle tutulur bir sebep bulamadılar. Adam gibi adamdı işte. Bir farkı yoktu. Ali Öğretmen de anladı hâllerini. Merak onları yiyip bitirecekti; onlar da Ali Öğretmen’i. O da bilmiyordu onlara ne vermesi gerektiğini. Bu dağ gibi merakı doyurup tatmin edecek cevap yoktu ki elinde. “Vallahi bilsem söyleyeceğim!” diyordu içinden, ama yok… Ne dese sönük kalacaktı. Onların aradığı o sihirli adamı bulamadı içinde. Önceki okulunda da böyle olmuştu. Ayının sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş ya, o ne kadar kendi hâlinde olmayı severse, sanki o kadar olayların göbeğine oturtuyorlardı. Hiç sevmezdi dikkat çekmeyi, hattâ kırmızı bile giymezdi göze batmasın diye ama sevmediği de başından hiç eksik olmazdı.

Bir gün Murat’ı çağırdı Ayşe öğretmen. Murat ki sabıka dosyası dolu… En son okulun toplarını mahallede satarken enselenmiş, yakalanınca hepsini bıçakla tek tek patlatıp kimseye yar etmemişti. Bir dönem okulun arka yanındaki çalılıkta üst sınıflara tek sigara pazarlar olmuştu. Hattâ pazarı o kadar genişletmiş ki Deniz Efendi çalılıkta yangın çıktı diye ortalığı velveleye vermişti. Deniz Efendi suyu basınca üzerlerine hepsi sucuk gibi çıktılar ormanlıktan, tek ıslanmayan murat olmuştu. Üzeri kuru olduğundan aleyhine delil bulunamayarak beraat etmişti. İşte bu Murat, şimdinin 18 Mart şiir yarışması ikincisi, Yeşilay kolu başkanı olan Murat. 

Ayşe Hanım Murat’a sordu: 

— Ne yapıyor Ali Öğretmen, ne söylüyor da sen bu kadar değiştin.

— Bilmem öyle ilginç şeyler söylemez. Herkesin dediği şeyler işte. Zaten bildiğimiz şeyler. 

— Tamam da evlâdım seni değiştirdiğinin farkındasın değil mi? Ben buna ne sebep oldu onu merak ediyorum.

— Anladım da niye Ali Öğretmen’e bağlıyorsunuz. Ben her şeyi kendi isteğimle yapıyorum. Kimse bana karışmıyor ki.

Ayşe Öğretmen bu kesin yalan söylüyor, diye düşündü. Yüzünün şekli değişti ve birden bire “Hepinizi tembihledi değil mi?” diye çıkışıverdi çocuğa. İş büyümeden hemen diğer öğretmenler Murat’ın gönlünü alıp başını okşayarak dışarı saldılar. Ayşe Hanım, aşırı tepki vermişti ama artık kendini kontrol edemiyordu. Bu olaydan sonra bazıları işin peşini bıraktı fakat Ayşe Öğretmen komutasındaki bir grupta bu durum bir saplantı hâlini almaya başlamıştı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı bu sıkı takibe rağmen günden güne iyiye giden bu sınıfta neler olduğu bir türlü keşif edilemiyordu.

Ağaçların yeniden tomurcuk açtığı, kelebeklerin görücüye çıktığı vakitlerde yine âdetleri olduğu üzere müfettişler okulu ziyaret ediyorlardı. Bütün öğretmenlerde tatlı bir telâş her seneki gibi… Dışarıya hissettirilmemesi gereken garip bir heyecan… Ama endişe değil hele korku hiç değil sadece başkası tarafından gözlenecek ve izlenecek olmanın heyecanı. Her atılan adım her söylenilen söz bir anlam taşıyacaktı müfettişlerin gözünde. Dilsiz değildi ya bu adamlar, elbette konuşacaklardı ve elbetteki teftişe geldikleri öğretmenleri konuşacaklar, davranışlardan bir sonuç çıkaracaklardı. Ya Ali Öğretmen? Gariban zaten dört aydır teftişteydi, bu hâl onu teftişin heyecanını yaşamaktan bile mahrum bırakmıştı.

Plânı, programı, bütün evrakları tamamdı Ali Öğretmen’in. Çocuklar da iyi sayılırdı. Hiç olmazsa yüzünü kara çıkarmayacak kadar, daha ne olsun bundan iyisi can sağlığı. Müfettiş Osman Bey dördüncü saat Ali Öğretmen’in dersini teftiş edecekti. Bütün öğretmenler dikkat kesilmiş yılın en büyük olayını gizli kameranın merkezinin bulunduğu Ayşe Öğretmen’in sınıfında pür dikkat olacakları izliyorlardı. Ders trafikti, işleniş, anlatım, öğrenciler, plânlar her şey mükemmel giderken Osman Bey, Ali Öğretmen’e “Emniyet kemerini de bu konuya bağlantılı olarak anlattınız değil mi?” diye sordu.

Ali Öğretmen:

—  Hayır anlatamadım.

— Olsun, bir dahaki derste değinirsiniz o zaman.

— Hayır değinemem.

— Ne demek yani?

Diyaloglar ilginçleşmeye başlamıştı. Millî maç heyecanıyla izlenen teftiş görüntüleri beklenmedik bir olaya şahitlik yapıyordu. Kısa boylu ve biraz da tombul olan Ayşe Hanım yerinden doğrulup heyecandan âdeta monitöre yapışmıştı. Kimi öndekini kazağından çekeliyor, kimi kafasını aralardan sokup bakmaya çalışıyor… Göremeyenler homur, homur.. Öyle bir manzara ki tarifinden kalem aciz… Heyecan son haddinde…

— Kusura bakmayın ama hocam daha vakti gelmedi.

Genelde sakin tavırlarıyla bilinen Osman Bey celâllenmişti.

— Ne demek vakti gelmedi? Programa göre iki ay önce işlenmiş olması gerekiyor. Ne bekliyorsunuz, karne verirken mi anlatacaksınız!

Ali hoca biraz utanarak biraz sıkılarak anlatmaya başladı:

— Yalan nedir bilir misiniz?

— Bilirim de ne alâka?

— Ben hiçbir zaman kendim bizzat yapmadığım ve yaşamadığım bir şeyi insanlara yapın diyemedim. Demek istediğimde hep kendimi yalan söylüyormuş gibi hissettim. Nefesim daraldı, yüzüm kızardı, sesim çatallaştı. Sizin sorduğunuz meseleye gelince… Aslında uzun zamandır çocuklara takın diyebilmek için kendi aracımda özellikle takıyordum. Fakat birden öğretmen servisinde takmadığımı fark ettim. Bu da benim elimi dilimi bağladı. Şimdi bir aydır orada da takıyorum kırk gün dolsun söz onlara da anlatacağım.

Ayşe Hanım monitörü kapattı. Yaptığından dört ay sonra utanmıştı. Hepsi birbirine bakakaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir şey söylemeden dağıldılar. Gün sonunda ufak bir toplantıyla teftişin sona ereceği duyuruldu. Herkes öğretmenler odasında yerini aldı. Konuşmayı Osman Bey yapacaktı, fakat O Ali Bey’e gülümseyerek “Biz de buraya kemer takmadan gelmişiz, öyleyse daha konuşmamızın vakti gelmemiş.” dedi ve sözü Ali Öğretmene bıraktı. Ali Öğretmen şaşırdı, yutkundu, kaçmaya bile yeltendi ama nafile, top kendisinde kalmıştı. Mecburen başladı konuşmaya. Utancından kimsenin yüzüne bakmadan tavanın flüoresanlarına gözlerini dikti ve konuşmaya başladı: 

— Benim bu meslekte öğrendiğim iki cümle var: Birincisi “Ben öğretmenliği çiçek yetiştirmek gibi görüyorum. Eğer büyümesini istiyorsanız sadece toprağıyla uğraşın dalını yaprağını çekelemek onu büyütmez, yalnızca hırpalar.” İkincisi: “Eğer aynadaki görüntüyü beğenmiyorsanız, üstünüze çekidüzen verirsiniz. Aynayı eğip bükmek çare olmaz, sonra kırılır elinizi de parçalar.” 

Ve devam etti: 

— O çocukların yeşerdiği toprak benim, o aynadaki gölgenin aslı da benim. Kaç aydır merak ettiniz, bu adam ne yapıyor, bu çocukları nasıl yetiştiriyor diye. Ben hiçbir zaman insanları düzelteyim veya yetiştireyim diye uğraşmadım. Hep kendimle uğraştım, kendimi düzeltmeye gayret ettim. O yüzden de bir sırrım veya size söyleyeceğim özel bir yöntemim yok. Sizden tek istediğim bundan böyle beni bana bırakın. Artık size göre değil, kendime göre yaşamak istiyorum!

Ali Öğretmen başını tavandan indirdiğinde gözleri yaşla dolmuş bir oda dolusu öğretmenin gıpta dolu alkışlarıyla karşılaştı. Dayanamadı, arkasını dönerek hemen oradan uzaklaştı. Koşarken koridorda ağlamaklı ince bir haykırış bıraktı:  “Beni bana bırakın demedim mi?”

Emrah Bilge Merdivan 

YAĞMUR DERGİSİ

hikaye, hikaye oku, düşündüren hikayeler, eğiten hikayeler, eğitici hikayeleri düşündürücü hikayeler, ders veren hikayeler, ibretlik hikayeler, öykü, eğitici öyküler, okul, öğretmen, ders, eğitim, Ali öğretmen,

The post Çok Güzel Bir Hikaye “Ali Öğretmen” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/cok-guzel-bir-hikaye-ali-ogretmen.html/feed 0
“Çavuş Emmi” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html#respond Tue, 21 Nov 2023 19:19:57 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9266 “Çavuş Emmi” Hikayesi Recep Şükrü Güngör Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı. Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, […]

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Çavuş Emmi” Hikayesi

Recep Şükrü Güngör

Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı.

Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, bu kurtarmaz demiş. Birkaç kuruş vermişler de Çavuş Emmi’yi savmışlar. Yaşarken elinden para ne kadar zor çıkarsa, ölünce de oğullarından aynı şekilde çıkıyormuş. Onca mala mülke karşılık cenaze masrafı olarak birkaç kalıp sabun verilir mi? Kabul etmez tabi Çavuş Goca.

Evine mevlit sonrası toplandığımızda anlatmıştım da tebessüm etmişti yas alayı. Boz eşeği vardı Çavuş Emmi’nin. Eli ayağı o eşek idi. Ona biner, gider gelirdi tarlaya takıma, bağa bahçeye. Çalıştığı yoktu ya, göz kulak oluyordu mahsullerine.

Cuma Amca, dalıyor, kendi kendine anlatmaya devam ediyordu. Dünyada bir karış yer kalmadı Çavuş Goca sana. On yıl önce şu avlu duvarı meselesi yüzünden benimle kavga ettin. Bizim takımın hakkından yer aldın. Halbuki orası takım adına bana düşmüştü, benim hakkımdı, benim avlum olacaktı. Lakin, bizim çocukların sözünü tuttum, duvarı yukarı çektim. O günkü kavga da boşa gitti. O gün sağ başparmağını boşa kırdın. Duvar taşlarına ayağını çarpa çarpa boşa dövündün. Kalmadı işte Çavuş Emmi. Sana da kalmadı. Kıl Durmuş’a da kalmayacak. Yavuz at yemini, yavuz it ününü artırır. Kıl Durmuş ki, trafo paralarını yıllarca yedi. Bütün oymaktan topladı; “Yatırdım, yetmedi, az bir borç kaldı.” dedi. Ama yatırmamış, kendi ihtiyaçlarına harcamış. Motor almış, köten almış, römork almış. Ona da kalmayacak. Büyük buluşma sırası ona da gelecek. Bana döndü:

Şimdi o avlu duvarı meselesini düşünüp, kavgamıza gülüyorum, dedi.

Yeniden kendi kendisiyle konuşmaya başladı.

Yolumu daralttığına, araba geçemez hale getirdiğine, köşeyi iyice yukarı çekip ev yaptırdığına bakıp da gülüyorum. Fani işleri değil miydi yalancı dünyanın. Sahi sana neden Çavuş demişlerdi? Ökkeşiye Hazretlerinde şeyhin yanına oturmuştun, şeyh de seni köye Çavuş seçmişti. Sonra bir akşam senin evde zikir çekmiştik. Ne tatlıydı o zikir gecesi.

Cuma Amca, kafasını kaldırdı, yanımıza gelen üç beş cami cemaatine de seslendi:

Köyde herkese bir şeyler anlatmıştı ama, Kıl Durmuş’a anlatamamıştı. Oysa, Kıl Durmuş’a her meselede arka çıkardı. Ölü bizim, Allah rahmet eylesin; bizim adamımız, ne yapayım, ses çıkaramıyorum, dumanı doğru çıksın yeter, derdi. Çocuklarımıza Kur’an öğretmişti. İlerleyen yaşında bile devam etmişti bu mübarek hizmetine. Cesedi nurluydu. Yüzünde tebessüm vardı. Kur’an öğrenen talebelerine tebessüm ederdi ya, işte öyle gülümseyen bir hâli vardı. Daldı. Biraz bekledi. Kafasını sağa sola salladı. Belli ki Çavuş Emmi’nin gidişine çok üzülüyordu. Cenazene sevenin de sevmeyenin de geldi. Çünkü köyün tek kurs hocasıydın. Sana düşman kesilen Ziya’nın bile çocuğuna gizlice Kur’an öğretmiştin, seni hiç sevmeyen Pala Omar’ın torununa da. Saffet Ziya’nın Cumali’si senin sayende cumaya gelmeye başlamıştı. Bir bahar vakti idi. Günlerden cuma. Güneş sarı sarı gülümsüyordu buğday tarlalarına. Tomurcuklar patlıyordu .Ayrık otu topraktan ayırıp başını yeryüzüne uzatıyordu. Papatyalar düğün alayı gibi dizilmişlerdi. Dağ laleleri ekinlerin arasından boy vermişler, kırmızı kırmızı selamlıyorlardı baharı.

İmam, ince, tegannili sesiyle salaya başladı. Tarlada çapa yapıyorduk. Cumadır sela verilir dedik. Lakin imam selayı inna lillahi ile bitirip künye okumaya başlayınca tarlada çalışan başlar yekindi. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Yazı, köye dönen karartılarla doldu. İşi gücü hemen bıraktık. Acı haber tez yayılır. Çavuş Emmi’nin haberi bütün yazıda, selanın duyulmadığı yerlerde bile duyuldu. Çoluk çocuk, avrat uşak, pür telaş köye döndük. Çavuş Emmi ölmüş. Köyün arabaları caminin önüne getirildi. Birkaç ihtiyar bacının dışında herkes arabalara doluştu. Şehre, Çavuş Emmi’nin cenazesine gittik. Kenar mahallede oturan oğlunun evinde geçinmiş, son nefesini vermiş. Karısı Fadıma Bacı’nın haberi yoktu. O, köyde oğlu Adem’in yanında kalıyordu. Gelini Melek ne kadar eziyet etse de gitmiyor, başka yerim yok, şehirde yaşayamam diyordu. Yüzü güzele kırk günde doyulur; huyu güzele kırk yılda doyulmaz, der de gelini yererdi gelen gidene. Gelinin yüzü değil huyu güzel olsun, derdi. Fadıma Bacı, Çavuş Goca’nın öldüğünü o saat anlamış, Fatiha’sını okumuş. Yüreğine ölümün acısı, ayrılığın hasreti çöreklenmiş ama kimselere bir şey dememiş. Selayı duymamış mı diyeceksin. Duyamazdı ki, kulağına bağırarak konuşurduk da zor işittirirdik. İki senedir göremediği kocasından yeni ayrılıyormuş gibi ayrılık acısı çökmüş içine. Çavuş Emmi, sık sık doktora gittiğinden, doktor gözetiminde yaşadığından şehirdeki oğlunun yanında kalıyordu. Sıcak, tatlı bir gündü. Sessizce gömdük Çavuş Emmi’yi. Oysa, onun hayatı böyle sakin değildi. Konuşurdu, Adem Babamız’dan girdi mi, Nuh Nebi’den çıkmayınca bırakmazdı. Hele gazavatlara başlamaya görsün, bitmezdi, öğle olurdu, ikindi olurdu, davarın kalkım vakti, bahçecilere hareket saati başlardı da Çavuş Emmi sözüne mecburiyet karşısında virgül koyar, sonraki gün devam ederdi.

İki gün sonra oğulları, gelinleri toplanıp geldiler. Konu komşu toplandı. Pazartesi akşamı idi. Camide mevlit okuduk. Rahmetli severdi mevlit okumayı. Mevlit halkasında yeri belli idi. Onun yerini boş bıraktık, cemaat o boş yere bakıp bakıp ağladı. Kıl Durmuş da oradaydı, kafasını tusturup köşeye pusmuştu. Sonra Çavuş Emmi’nin toprak damına geçtik. Melek gelinin çayını içtik. Fatiha’lar, Yasin’ler okuduk. Fadıma Bacı’ya başsağlığı diledik. Çavuş Goca’nın iyiliklerini anlattık.

Maminekler’de geçen hadiseyi de ben anlattım. Fadıma Bacı, dudak hareketlerimden ne anlattığımı anladı, tebessüm etti. Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin, dedi. Eve doğru giderken avlu duvarının taşına bir tekme attım. Değmezsin be, dedim. Kalmadı işte, Çavuş Emmi’ye de kalmadı. Ölü aşı neylesin, türbe taşı neylesin, biz bir Fatiha okuyalım Çavuş Goca’ya. Cuma Amca, omzuna attığı partal ceketini giydi. Ezan yakın, hadi sen minareye, ben de içeriye dedi. Şerefede vakti beklerken aşağıya musallaya baktım, kadidi çıkmış bir ihtiyar öğrencilerine Kur’an öğretiyordu.

Recep Şükrü Güngör

hikaye, seçme hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye örneği, kısa hikaye, duygusal hikaye, düşündüre hikaye, ibretlik hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, öykü, seçme öyküler, öykü örneği, uzun hikaye, kısa hikaye, 

The post “Çavuş Emmi” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/cavus-emmi-hikayesi.html/feed 0