Tutsak Bülbül


Tutsak Bülbül

tutsak bülbül

Çin’in imparatoru, Çin porseleninden yapılmış çok ünlü ve adı dillere destan olmuş güzel bir sarayda yaşıyordu. Porselen saray, özenle yapılmıştı. Çok inceydi. Sanki dokunsan kırılacak gibiydi.

Büyük kral, sarayını halkından daha çok seviyordu. Devlet işlerinin dışında kalan bütün zamanını sarayın güzellikleri arasında geçiriyordu. Sarayın içi ve dışı çok süslüydü. Odalar olağanüstü mobilyalarla donatılmıştı. Dünyanın en gözde dokuma halıları buradaydı. Duvarları baştan ayağa renkli desenli kağıtlarla kaplanmıştı. Merdiven başlarında boydan boya aynalar vardı.

Sarayın neresine bakılsa orası ayrı bir güzellikte görünüyordu.

Saray, ağaçlarla, çiçeklerle renk renk lalelerle, güllerle donatılmış güzel ve geniş bir bahçenin ortasındaydı. Bu bahçe öyle büyüktü ki, görenler, eninin nerede, boyunun nerede bittiğini kestiremiyorlardı.

Bahçe çok büyük çam ve çınar ağaçlarıyla sınırlandırılmıştı. Bu görkemli çam ve çınar ağaçlarının gerisinde koyu gölgeli sık ormanlar bulunuyordu. Orman düzlüklerden, derelerden, engebeli inişli, çıkışlı topraklardan oluşuyordu. Vadilerden ayna gibi duru sular akıyordu.

Balta girmemiş yemyeşil ormanlar kilometrelerce uzanıyor denize dayanıyordu. Ormanın içi tertemiz göllerle, ırmaklarla, kaynaklarla görülmeye değerdi.

Kuytu koylardan, saraya uzanan limandan kalkan motorlar, tekneler ve vapurlar ağaçların gölgesinde kıyı boyunca süzüle süzüle ilerlerdi. Ağaçlarda bin bir renkli kuşun yuvası ve yavrusu görülürdü. Bu kuşlardan ilginç olan bir tanesi vardı, ki o bir bülbüldü. O yuvasına oturup da şarkısına başladı mı kurtlar kuşlar susar, su üzerinde ilerleyen  taşıtlar durur, doya doya onu dinlerdi. O bülbül öyle içten, öyle yürekten etkileyici öterdi ki, dinleyenler kendisinden geçerdi. Avcılar, balıkçılar, kıyıdan geçenler hiç bir zaman işitemedikleri bu eşsiz müziğe hayran olurlardı. Büyülenmiş gibi kalırlar, oradan ayrılamazlardı.

Dünyanın bir çok uzak ülkesinden çok sayıda insan Çin’e, imparatorun başkentini gezmeye, incelemeye gelirdi. Sarayı, özellikle de sarayın bahçesini, çiçekleri, ağaçları görürlerdi. Fakat o eşsiz sesli bülbülü dinlemeden kimse gitmezdi. Çünkü, bu bülbülün ünü dünyayı sarsmış, dinleyeni de, dinlemeyeni de büyülemişti. O ülkeye gelenler “önce bülbül,” diyorlardı.

Çin’de ve Çin dışında yaşayan çok sayıda insan bülbül başlıklı pek çok öykü, şiir, makale yazmıştı. Şiirlerden büyük bir bölümü bestecilere şarkı yapılmış, nice müzisyenlerce seslendirilmişti.

Fakat garip olan bir gerçek vardı. Yerli, yabancı, herkes bu ünlü bülbülü tanıdığı halde Çin imparatoru, sarayının bahçesindeki, burnunun dibindeki bülbülden habersizdi.

Hiç olacak şey miydi bu? İmparator basılan kitapları da duymamış, görmemişti.

Kral hem suçlu, hem güçlüydü. Kendi suçunu kabul etmiyor, başkalarına yükletiyordu.

“Bülbülden benim niçin haberim yok?” diyor, bağırıyor, çağırıyor, öfkeleniyordu. Hatta öyle ki bir ara başdanışmanlarını çağırdı.

– Bir kuş var. Adına bülbül diyorlarmış. Üstelik bu bülbül sarayın bahçesindeymiş. Adına şiirler, öyküler yazılmış, kitaplar basılmış, şarkılar bestelenmiş. Bu ünlü kuşu bana neden söylemediniz? Yoksa siz de mi bilmiyorsunuz?

Başdanışmanlar ne söyleyeceklerini bilememişler. Korku ve saygı ile yanıt vermişler:

Hünkarım. Biz de yeni duyduk. Daha önce bu bülbülden haberimiz olmadı.

– Öyleyse şimdi öğrendiniz. Hemen gidiniz. Yakalayıp bu kuşu bana getiriniz. Onu görmek, sesini dinlemek istiyorum.

Danışmanlar imparatoru saygı ile selamlamışlar, geri geri çekilmişler. Hemen nöbetçileri, aşçıları, işçileri, bahçıvanları sorguya çekmişler. Ama sarayda hiç kimse bülbülü bilmiyordu. Tanımıyordu. Bu duruma imparator bir kez daha şaşırmıştı.

– Ne olursa olsun bu kuşu bu akşam istiyorum. Bundan kimse kaçamaz, dedi.

İmparator kararlı görünüyordu. Eğer bülbül getirilmezse, herkesi kırbaçtan geçirirdi. Dediği yapılınca da mutlaka ödül verirdi.

Sarayın mutfağında bulaşıkçılık yapan küçük bir kız herkesi rahatlatan bir haber uçurdu.

– O bülbülü ben biliyorum. Her gün onu dinliyorum, dedi. Baş danışmanlardan biri sevincinden çıldıracak gibi oldu.

– Aman kızım beni bu bülbülün yanına götür. Sana ne istersen veririm. Yoksa imparator bize çok ağır ceza verecek. Ne olur bizi bu ağır yükten kurtar, dedi.

-Peki, dedi küçük kız.

Saraydan çıktı. Ucu bucağı bilinmeyen büyük ve renkli bahçeye geçti. Kızın peşinden yüzlerce insan akın akın bahçeye geldi. Orada ummadıkları bir ineğin böğürmesi ile karşılaştılar. Kimi şaka, kimi ciddi konuşuyordu:

– Bülbül yoksa bu mu?

Küçük kız kıs kıs gülüyordu. Demek ki, bu ses bir bülbüle ait değildi.

Kız söze karıştı.

– Bu bir inektir. Onlar çayırda otlar, yerde yaşarlar. Bülbüller öyle değildir. Onlar güller arasında öterler.

Hep birlikte, bahçe içerisinde ilerlemelerini sürdürdüler. Karşılarına mavi suları tertemiz, içine ağaçların dağların gölgesi düşmüş güzel bir göl çıktı. Kurbağalar onlardan kuşkulanmış, vırak vırak ötüyorlardı.

İçlerinde kurbağayı bilmeyenler yine kulak verdiler.

– Yoksa bülbül bu mu? dediler.

Küçük Kız, gerçeği onlara da söyledi.

– O duyduğunuz bülbül sesi değildir. O bir kurbağadır.

– Bülbül sesi öyle olmaz. Az daha ilerlediler. Küçük kız durdu. Dinledi peşindekilere de seslendi.

– Durun, dinleyin. İşte bülbül ötüyor, dedi. Ağaçlar, çiçekler arasından bir haykırma duyuluyordu. Yaklaştılar.

Evet, evet işte bu bülbüldü. Artık onu herkes görebiliyordu. Güller arasındaydı. Daldan dala atlıyor, tatlı tatlı ötüyordu.

Orada bulunan kralın başdanışmanı şaşırmıştı. Bu güzel sesin o küçücük kuştan çıkabileceğine inanmıyordu.

– Şu mu? Bülbül dediğiniz bu kuş mu? diye sordu.

Neredeyse herkes kulak kesilmişti. Küçük kız tatlı bir sesle bülbüle şöyle seslendi:

– Sevgili küçük bülbül, nazlı kuş. Seni imparatorumuz çağırıyor. Saraya gelmeni, orda güzel güzel ötmeni istiyor. Bülbül bu habere sevinmişti.

Seve seve gelirim. Seve seve öterim, dedi.

Birden en güzel sesi ile yeniden şarkılar söylemeye başladı. Orada bulunanlar şaşkınlıklarını gizleyemedi, kimisi parmağını, kimisi dudağını ısırdı.

Başdanışman şöyle söyledi:

– Bu kuş boyundan büyük ilgi topluyor. Sesi görünüşünün çok çok üstünde, inanıyorum ki, bu kuş büyük bir hazineye değer. Büyük imparatorumuz bunu görünce çok mutlu olacak. Sesini dinleyince belkide hazinelerini bağışlayacak.l Bülbül baş danışmanın konuşmalarını da işitmiş, bundan
çok hoşlanmıştı. Gözlerini süzdü. Başını oynattı.

Benim sesimi renklendiren, güzelleştiren şu çiçekler, şu ağaçlar, şu ormandır. Buradan ayrılırsam, korkarım ki ne sesim kalır, ne de soluğum.

– Yapma. Bizi kırma, dedi küçük kız. Kalabalık önde, bülbül arkada geriye dönüş başladı. Büyük imparatorun yanına, saraya gidiliyordu.

Saraya ulaşıldığında, imparatorun büyük salona geçerek, bülbülü orda beklediği öğrenildi. İmparator oradaydı. Oturuyordu. Yanında da güzel bir kafes vardı.

Bülbül salona girer girmez pır diye uçtu, kralın yanında duran kafesin üzene kondu. Umulmadık, duyulmadık melodilerle ötmeye başladı.

İmparator da bu seslerin küçük, gri bir kuştan gelmiş olabileceğine inanamıyordu. Dikkatle eğilip eğilip bakıyordu. Çok geçmeden bu kez de ağlamaya başladı. Evet evet koskoca imparator ağlıyordu. Hem de gözlerinden yaşlar aka aka.

Bülbül uzun süre öttü. Sustuğu zaman imparator ona dönerek:

Seni nasıl ödüllendireyim. Dile benden ne dilersen. İstersen altından yapılmış terliklerimi vereyim, dedi.

Hayır istemem, dedi bülbül ve devam etti. Büyük bir imparatorun beni beğenmesi, sesimden duygulanması ve ağlaması en büyük ödüldür, dedi.

imparator bu güzel kuştan son derece hoşlanmıştı.

– Artık benimlesin. Senden asla ayrılmayacağım. Sarayım, senin güzel sesinin renkli melodileri ile çınlayacak

Bülbül tam o sırada hüzünlenmişti. Çünkü onun sesinin güzelliği özgür oluşundan geliyordu. Ormanlardan, çiçeklerden ayrılırsa hem yaşayamaz, hem de öylesine güzel bir sesle ötemezdi. Ama o imparator tarafından çok beğenilmişti. Kaçamazdı. Orada durmakta olan altın kafese alındı. Zaman zaman bırakılarak, eski yaşantısından uzak tutulmayacaktı. Ancak bacağına uzun bir ip bağlanmıştı. İşte bu uçurtma ipi gibi uzayan ipten hiç hoşlanmamıştı. İmparator ipin ucunu hizmetçilerin eline vermişti. O belki bırakıldığında kaçabilir, uzaklara uçabilirdi.

Özgür bülbül, şimdi tutsak bir kuş olmuştu. Çimenler, çiçekler, ağaçlar ve o güzel günler gerilerde kalmıştı.

İmparatorun canı ne zaman sıkılsa bülbülün yanına geliyor, konser vermesini istiyordu. Aradan günler, haftalar durmadan geçip gidiyordu.

Bir gün komşu ülke krallarının birinden imparatora sürmeli bir bohça gelmişti. Bohçada gümüşten bir kutu görünüyordu. Kutu da o bülbülün bir kopyası saklıydı. Ancak o canlı değildi. Altın bir anahtarla kuruluyor, zemberek boşalıncaya kadar altın bülbül ötüyordu.

Gerçekten bülbül ile oyuncak bülbülün sesini ayırmak son derece zordu.

Bu iki bülbül aynı anda birlikte şarkı söyleyeceklerdi. Bunları müzisyen bir şef yönetecekti.

Ne var ki, gerçekler hiçte tasarlandığı gibi olmadı. Yapma bülbül tek düze ötüyordu. Oysa gerçek bülbül en doğal görünüşüyle içinden geldiği gibi her seferinde ayrı seslerle melodilerle ötüyordu.

Orkestrayı yöneten şef, yapma bülbülü daha çok beğendi. Üstelik gerçeğine göre bunun tüyleri de çok parlak ve gösterişliydi. Öte yandan yem verme, su verme, temizlik yapma gibi sorunları da yoktu.

Herkes gerçek bülbülü bırakmış, oyuncak altın bülbülle ilgileniyordu. İşte ne olduysa o anda oldu. Gerçek bülbül bir fırsatını buldu, kafesten çıktı. Özlemini duyduğu eski yaşadığı yere uçtu. İmparator bir ara altın kafesin boş olduğunu gördü, deliye döndü. Gerçek bülbül yoktu. Acaba o nereye gitmişti. Kimse bilmiyordu.

İmparator günlerce üzüldü, yas tuttu. Çare yoktu. Gerçek bülbül kaybolmuştu. Artık oyuncak bülbülle yetinmek zorundaydı. Öyle de yaptı. Aslı olmayınca, yalancısını dinledi. Gerçi bu da güzeldi, ama doğal değildi.

Oyuncak bülbülün sesini sarayda ve kentte yaşayan herkes öğrenmişti. Herkes onun taklidini yapıyordu. Sokaklar bazen bülbül sesi ile doluyordu.

Bir gün gece ne oldu biliyor musunuz? İmparator yatmak üzereydi. Yapma bülbül öterken bir çatırtı sesi ile sustu. Birden bire parçalanmıştı. Hemen kentin en iyi hayvan doktoruna gidildi. Ancak bu bir doktor işi değildi. Sonra bir saat tamircisi getirdiler.

– Bunun yayları çok eskimiş. Fazla zorlamayın, sonuna kadar kurmayın, yoksa yine bozulur, dedi.

Öyle de oldu. Kısa bir süre sonra oyuncak bülbül ötmez oldu. O yine bozulmuştu. Buna herkesten çok imparator üzüldü. Çünkü bütün eğlencesi oydu. Yüreği ve sarayı sessizliğe bürünmüş, bomboş kalmıştı. Günler geçiyordu.

Ama imparator çok mutsuzdu.

Bahar gelmiş her yer renkli çiçeklerle, yeşil yapraklarla bezenmişti. Sarayın bahçesinden, gül, leylak kokuları geliyordu. İmparator yaklaştı. Başını dışarıya doğru uzattı. Çok derinlerden gelen güzel bir ses işitti. Dikkatle dinledi. O aradığı sesti. Gerçek bülbülün sesini duyuyordu. Çok geçmedi. Az sonra gerçek bülbül penceredeydi. İmparatora şöyle buyurdu:

Yapma bülbülün bozulduğunu duydum. Yalnız kalmışsınız. Mutsuzluğunuzu gidermek için yine geldim.

İmparator sevincinden ne yapacağını bilemedi.

– Teşekkür ederim. Beni unutmadığına son derece sevindim. Hoş geldiniz içeriye buyur, dedi.

– Ben sarayda yapamadım. Benim yerim, bağlardır, bahçelerdir. İçeriye gelemem. Her akşam beni dinlemek istiyorsan buraya, pencerenin önüne gel. Sana acıların, şarkılarını söyleyeyim. Halkın bildiğini sizden saklarlar, Her şeyin güzel gittiğini söylerler. Oysa gerçekler acı ve tatlı olarak birlikte yaşanır. Ben size bunları tattıracağım

İmparator bülbüle inanmıştı. Çünkü o yalan bilmiyordu

Bülbül her akşam sarayın penceresine geldi. İmparatora yaşamın acılarını da, tatlılarını da anlattı.

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir