Bekçinin Öyküsü


Bekçinin Öyküsü

Bekçi öyküsünü bitiremedi. Fakat gerek yok buna. Son saatlerini kendi eliyle yazmış olsaydı bile başından geçenleri belleğimde şimdi olduğundan daha iyi canlandıramazdım.

Deniz kıyısındaki küçük evime bir bekçi bulmak için gazeteye ilan verdiğimde çok yakın bir dostumdan bu konuda aldığım bir mektup beni çok sevindirdi. Onun salık verdiği bir kimse benim için güvenilir biri demekti.

Dostum Jem, teknesinin kaptanından söz ediyordu mektubunda. Adamın adı Horter’dı. Birkaç yıl yanında çalışırmış, tekneyi satınca Horter’a yol vermek zorunda kalmıştı.

Yazdığına göre, yanından ayrıldıktan sonra Horter iki kez denize çıkmış ve iki yolculuğu da kaza ile sonuçlanmıştı. Birisinde kurtulan tek yolcu Horter’dı. Bu olaylar onu çok üzmüş ve adam denize veda etmişti sonunda. “Tam istediğin gibi biri,” diyordu Jem, “dürüst ve üstelik her işte beceriklidir.”

Birkaç gün sonra Jem’i kulüpte gördüğümde, sinirleri zayıflamış bir inşam ıssız bir sahildeki bomboş bir evde bırakmanın doğru olup olmayacağını sordum. Horter evli olsaydı daha iyi olurdu kuşkusuz, oysa şimdi evde gece gündüz tamamen yalnız kalacaktı.

Jem görüşüme katılmadı. Ona göre deniz yolculukları dışında Horter’ın sinirleri çok sağlamdı. Bir tek kendisinin kurtulduğu deniz kazasında ölen tayfalardan biri Horter’ın çok yakın bir arkadaşıydı ve Horter onun ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Bu suçluluk duygusu iyice yer etmişti belleğinde.

“Horter denize çok düşkün bir adamdır,” dedi dostum. “Her yaşlı denizci gibi onun da tuhaf inançları var, hepsi bu. Yoksa iyi adamdır, kıyıda geçireceği birkaç yıl ona iyi gelir sanırım.”

Horter’ı çağırıp konuşunca hoşlandım ondan. Gerçekten sinirleri çok zayıftı. Fakat ciddiye alınacak kadar kendini bilmez ve sarsak bir hali yoktu. Aksine, davranışları çok sakindi. Konuşmamız süresince bir gülümseme ifadesi bile oluşmadı yüzünde. İçine kapanıktı. Hüzünlü bakışları beni görmeden, yalayıp üzerimden geçiyordu. İyi günler geçirmiş soylu ve züppe bir kişiye benziyordu, ama şu anda eskimiş, ya da modası geçmiş denebilecek bir züppelikti bu. Örneğin, çok iyi ve pahalı bir tür ipekten yapılmış eskice bir gömlek giymiş ve kollarını dirseklerinin üzerinde katlamıştı. Kemer yerine eski bir kuşak kullanıyordu. Temiz, beyaz pantolonu ilk saün alındığında hayli pahalı olmalıydı. Yüz hatları düzgündü, yakışıklı olduğu söylenebilirdi. Açık mavi gözleri vardı. Çene kısmının basıklığı düzgün burnuna bir gaga görünümü veriyordu. Bu özellikleri yüzünden Horter hüzünlü ve esrarengiz bir martıyı andırıyordu. Hani neredeyse kanatlarını açıp gökyüzüne süzülüverecekmiş gibi geliyordu bana.

Kendisini işe almam için çok istekli gözüküyordu, oysa ben bu yaşlı ve hüzünlü kuşun deniz kıyısındaki o esintili evimde kış geceleri yapayalnız kalmasını bir türlü benimseyemiyordum. Orasının ıssız bir yer olduğunu söyleyerek uyardım onu.

“Yalnız kalmak benim için bir sorun değil,” diye yanıtladı. “Evinizde şimdiki hayatımda olduğundan daha yalnız olamam.”

Bunu söylerken düşünceliydi. Melankolik sesinde en ufak bir değişme yoktu.

“Peki, istediğin buysa…” diye başlarken kesti sözümü.

“Evet bu,” dedi, ama kaba bir tavırla yapmadı bunu. Yüksek sesle düşünür gibiydi.

Horter’a ilişkin kuşkularımdan tamamen kurtulamamış olmama rağmen dostum Jem’in önerilerine uyarak onu işe aldım sonunda.

Evimin bulunduğu deniz kıyısı o zamanlar bugünkünden çok daha ıssızdı. Taştan yapılma küçük evin sanki yüzyıllarca denize karşı durmuş gibi bir hali vardı. Dalgalara ve rüzgara o kadar açıktı ki, çevresinin bir parçası olmuştu. Benim için çok kasvetli olduğundan kışın buraya gelmezdim, ama yazın hoşuma giderdi bu yer. Bütün hafta sonu tatillerimi burada geçirirdim. Yatak odamın penceresinden hemen denize girebilirdim. Çünkü gelgitin en yüksek zamanında dalgalar evin duvarlarına kadar ulaşırdı.

Bunları düşününce denize veda eden Horter’ın bu durumda hiçbir zaman denizden uzaklaşamayacağını anladım. Fakat kendi bileceği bir işti bu.

Horter eve yerleştikten sonra mektuplaşmaya başladık. On beş günde bir haber alıyordum ondan. Yazısı çok güzel ve okunaklıydı. Yazış biçimi de iyi bir öğrenim gördüğünü belli ediyordu. Fakat mektupları çok kısaydı. On beş günde bir gönderdiğim çekleri aldığından ve her şeyin yolunda olduğundan başka bir şey yazmıyordu genellikle.

Şubat ayında hiç yazmadı. Yurtdışında bir gezideydim. Mektupları elime geçmiyordu. Döndüğümde ise en son gönderdiğim çeki aldığını bildiren mektubunu bulamadım. Oysa aradan iki hafta geçmişti. Zamanı geldiğinden ikinci çeki de hemen gönderdim. Aynı anda mektup da yazdığım halde yanıt alamadım Horter’dan.

Kuşku içindeydim. Evimi de özlemiştim. Şubatın ortası olmasına rağmen hava sanki bahar havasıydı. Hemen Horter’a tel çekerek yola çıktığımı ve öğle yemeğinde orada olacağımı haber verdim.

Ev terk edilmiş gibiydi. Bacadan duman çıkmıyordu. Pencere ve kapıların yanı sıra, bu güzel havada panjurlar da kapalıydı güneşe karşı. Çevredeki tek hayat belirtisi evin üzerinde dönüp duran martılardı. Hüzünlü çığlıklarla uçuşuyorlardı havada.

Hemen evin kapısına doğru uzayan patikaya atıldım. Hızlı adımlarla kapıya ulaşınca ittim kapıyı, kilitliydi. Şaşırdım. Herhalde telgrafım geldiğinde Horter dışarı çıkmıştı. Bu durumda evde yeterli yakacak ve yiyecek yok demekti. Önce evi yalnız bırakıp gittiği için Horter’a kızdım, ama sonra ona hak verdim. Canı sıkılmış ve yürüyüşe çıkmış olabilirdi. Evin çevresinde dolaşarak kıyıya geldiğimde iyice kuşkuya kapıldım. Horter’ın pek yürüyüşe çıkmış bir hali yoktu. Panjurları kapalı pencerelerin kasvetli bir görünüşü vardı. Yanıtsız kalan mektuplarımı anımsadım. Horter görevini haftalar önce bırakmış olabilir miydi?

Mutfak kapısı denize bakıyordu. Yaklaşırken kapının altında bir iz gördüm. İçerden sızmış ve pıhtılaşmış kan iziydi bu. Burada garip şeylerin geçtiği anlaşılıyordu. Evin içi de gözükmüyordu pencereden.

Evimin sağlam olduğunu daha önce de söylemiştim. Bu nedenle kapıyı omuzla zorlamam bir sonuç vermedi. Girecek bir yer bulmak amacıyla evin çevresini dolaştım. Hayır, hiçbir yol yoktu. Sonra bacaya baktım, çatıya tırmanıp oradan girebilirdim belki.

Böyle durup ne yapacağımı düşünürken evin çevresinde dönüp duran martılardan biri, çizdiği çemberi genişleterek yükseldi ve birden üzerime pike yaparak gözlerime doğru atıldı. Hemen bastonumla vurup kendimi korumasaydım gözlerimden birini çıkarırdı herhalde. İndirdiğim darbeyle kanadı kırıldı ve çırpınarak denize düştü. Kıyıdan birkaç metre ötede debelenirken en azından altı yedi martı üzerine çullandı bir anda. Hırsla saldırdıklarına göre onu öldürünceye kadar gagalayacaklardı anlaşılan. Sırtımı döndüm onlara; bana saldıran martının çok düşmanca bir görünümü olmasına rağmen ona vurduğum için pişman olmuştum.

Olmayacak bir şeydi bu. Hayatımda ilk kez bir martının saldırısına uğramıştım. Panik içindeydim, korkuyordum. Tekrar kapının altındaki kan izine baktım. Evet, bir şeyler olmuştu burada. İçeri girmeliydim.

Evin öte yanındaki bir pencereyi kırarak içeri girmeyi denedim. Bu arada elimi fena halde kestim, kanadı. Elimi mendille sardım. Şansım iyi gitmiyordu bugün.

Dışarıdaki gün ışığına karşılık panjurlar kapalı olduğundan içerisi zifir gibi karanlıktı. Gözlerim karanlığa hemen alışamadığından bir sandalyeye çarparak tökezledim. Panjurları açtım, biraz ışık girdi içeriye. Ev çok havasızdı, üstelik tuhaf bir koku sinmişti her yere. Pencereyi de açtım, anlaşılan Horter burada hiçbir şey yapmamıştı.

Oturma odası tozlu, kirli ve soğuktu. Onun pencerelerini de açarak mutfağa geçtim. Kapının hemen iç tarafında ayağıma yumuşak bir şey takıldı. Eskimiş bir tüy yatağa benziyordu dokunuşu. Her neyse onu ayaklarımla iterek pençeye doğru ilerledim, çünkü burada koku daha da artmıştı. Pencereyi açtıktan sonra dönüp odaya baktım.

Koku olması gayet olağandı, çünkü oda ölü martılarla doluydu. Birkaç martı leşi birbirinin üzerine yığılmış duruyordu. Dökülmüş tüyleri döşemeyi kaplamıştı. Şaşkınlık ve korku içinde baktım bu manzaraya. Neler olmuştu bu evde? Birden yığının içinde bir şey dikkatimi çekti: Martı leşlerinin arasında büyük bir kemik vardı. Bir insan kemiğiydi bu.

Yığılı kuş leşlerini sağa sola atmaya başladım. Kendimi korkunç bir cadı gibi hissediyordum. Kuş yığını ortadan kalkınca Horter’ın cesedi çıktı meydana. Elbisesinden kalan yırtık kumaş parçaları örtüyordu kemiklerini. Kafatasında yapışıp kalmış birkaç saç parçasından başka bütün kemikleri soyulmuştu. Açık pencereden gelen esintiyle yerdeki tüyler iskeletin yüzüne doğru havalanıyordu. Aynı esinti masanın üzerinde açık duran eski bir defterin sayfalarını da kımıldatıyordu. Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti bu defter: sayfaların hışırtısı beni ona doğru itti. Alıp baktım, ilk bakışta yazıyı tanıyamadım. Kargacık burgacık ve düzensiz yönlere giden satırlarla yazılmıştı. Sayfalarda kan lekeleri vardı. Kasap dükkanlarında gördüğüm ve etlerin üzerine şişle geçirilmiş iğrenç etiketleri anımsattı bana bu. Sonunda iğrenme duygumu yenerek birkaç sayfa çevirmeye zorladım kendimi. Defterin ilk sayfasındaki yazılar daha düzgün ve okunaklıydı. Üstelik tanımaya başlamıştım yazıyı, çünkü en baştaki satırlar geçen birkaç ay içinde tanıdığım bir yazı biçimiydi. Evet, Horter’ın yazısıydı bu.

O anda her şeyi unutarak mutfak masasının başına oturdum ve bekçiden kalan defteri okumaya başladım:

“I İznimdeki suçluluk duygusundan kurtulmak için her yolu denedim, ama zorla unutmaya çalışarak değil; çünkü kabulleniyordum suçumu. Fakat her yol kapalıydı. Günah çıkarmanın, belleği baskı altında tutan sorunlar karşısında insana rahatlık verdiğini söylerler. Oysa burada böyle bir olanağım yok. Bu yüzden ben de her şeyi benden sonra bu mutfağa girecek olanlara bırakıyor, her şeyi onlara açıklıyorum. Hiçbir sır bırakmıyorum ardımda. Bu satırları okudukları zaman kimbilir nerede olacağım. Hiçbir yerde benim için huzur olmayacağını biliyorum, fakat eminim ki şu satırları okuyacak olan sizler, bu ağırlığı benimle paylaşacaksınız. Benim için çok ağır bir yük bu, eziyor beni. Her şeyi birisine anlatıncaya kadar hiçbir kurtuluş yolu yok benim için. Zavallı Allan. Denizin dibini boyladı. Oysa ben izleyemedim onu. Kıyıya çıktım. Aynı sandalda birlikteydik, ben ve o. Ben kurtuldum. Adada tek başınaydım. Her yerde aradım onu, unutmadım, hep aradım. Fakat geldiğinde tanıyamadım onu. Nasıl tanıyabilirdim? Kanatlan vardı. Dostum Allan melek değildi ki! Fakat onu her an anımsamayı sürdürseydim tanıyacaktım hiç kuşkusuz. İşte burada yanıldım. Her an düşünemedim onu. Çünkü açtım. Her yerde martılar vardı. Yakınıma kadar geliyorlardı. Kendilerini yememi istiyorlarmış gibi geliyordu bana. Cennetten çıkma nefis yemekler gibi beyaz beyaz üzerime geliyorlardı. Yedim. Tuz, tuz; ağzımda, midemde, beynimde, her yerimde tuz vardı sanki. Bir tuz yığınıydım ben. Hayır, hayır, kendimi toparlayıp durumu açıklamam gerek. Evet, o martıyı yedim. Çünkü o anda Allan’i düşünmüyordum. Aklımdan tamamen çıkmıştı. Yedikten sonra anladım ne yaptığımı. ÖLÜ DENİZCİLERİN RUHLARI MARTILARA GEÇER. O kadar yakınımda uçmasının nedeni benden yardım istemekti. Oysa ben onu yedim. İşte şimdi biliyorsunuz ne olduğumu. Bir yamyamım ben. Din adamları bir çare bulabilirler mi buna? İşte bu yüzden sonsuza kadar tuza döndü her şey. Her an tadıyorum. Oh. Tanrım! Çıldırtıyor bu beni. Susuzluk. Viski içmeden duramıyorum, oysa bu da tuz. Üstelik martıların kanından daha da tuzlu.

“Adadan bir gemi kurtardı beni. Bir yamyam olduğumu bilmiyorlardı tabii. Bilselerdi güverteye alırlar mıydı? Hiçbir şey söylemedim onlara. Çünkü beni tekrar adaya bırakacaklarından korkuyordum. Fakat Tanrı her şeyi biliyordu. Uğursuz biriydim ben.

“Martılar burada da çevremde. Ölü denizciler yitik dostları için ağlaşıyorlar. Oysa o, dişlerimin arasında can verdi. Tuzluydu. Bu viski ondan da tuzlu. Nefret ediyorum, ama içmeden de duramıyorum.

“İşte, itiraf ettim; hepsi bu.”

Buraya kadar yazının Horter’a ait olduğu belliydi, fakat sonraki sayfayı çevirince yazının okunaksızlaştığını gördüm. Aceleyle yazıldığı açıktı. Sayfalarda çamurlu ve kanlı parmak izleri vardı.

“Martılar gittikçe yaklaşıyor. Tıpkı adadaki o gün gibi. Belki de hepsi aç. Onlara yiyecek bir şeyler bulacağım, ama tuzdan başka bir şey bulamam ki! Sonra susuzluktan çılgına dönerler. Yoksa tuzu severler mi? Söyleyin bana martılar, sever misiniz? Böyle bağrışmalarının anlamı nedir? Neler söylüyorlar çığlık çığlığa? Kocaman kanatlarıyla çevremde dönüp duruyorlar. Anlamıyorum istediklerini.

“İşte şimdi de odanın içindeler. On tanesi, belki de daha fazla. Değirmen taşları gibi durmadan dönen kanatlarıyla bağrışarak dolanıyorlar. Pencereleri kapat, panjurları çek. Martılara yapacağım itirafımı. Sakin olup neden beni dinlemiyorlar sanki?

“Oda onlar için çok küçük artık. Beyaz değirmen taşları. Ve ben eziliyorum onların altında. Kanatlar, kanatlar. İşte mum da söndü, ama henüz karanlık değil. Odanın içi çok sıcak. Bu martılar suçumu biliyor, bedelini ödemem gerektiğini söylüyorlar. Benim de yaptığım bu zaten. Her şey bu defterde. İtiraf ettim, ama bunu onlara göstermenin ne gereği var. Okuyamazlar ki! Hangi dili bilirler? Sözcüklerin hiçbir anlamı yok şimdi. Bir suçun bedelini ödemek daha fazla bir şey olmalı. Yaptığınız bir şeydir bu, söylediğiniz değil. O şeyi yaptıktan sonra bedelini ödemek zorunda kalırsınız. Fakat artık çok geçtir. Benim durumum da bu. Her şey tuza döndü, hiçbir şey yapamam artık.

“Yiyecek istiyorlar. Ben de istemiştim. Yediğim canı istiyorlar, Allan’ın canını. Onun nerede olduğunu da biliyorlar, onun için geldiler. Aldığımı kendi isteğimle geri vermeliyim. Tuzlu kan istiyorlar, cana can, bir ısırıklık ete karşı yine aynısı.

“Bıçak nerede? Kes biraz, kes. Oh, Tanrım! Nasıl da acıtıyor? Şu martıya bak, hemen yutuverdi. Hoşuna gitti mi? Hepsi üzerime geliyor şimdi. Ne gürültü bu, ne kalabalık? Bir sürü bıçak var ortalıkta. Keskin bıçaklar! Yontun! İşte bir parça daha kestim, baldırdan daha kolay kesiliyor, biraz daha kesmeliyim.

“Bu bıçaklar kesmiyor, hepsi kör. Bıçak mı yoksa gaga mı bu? İşte bir başkası, hayır, gaga bunlar. Saplanıyorlar etime, koparıyorlar. Allan bu. Onu yedikten sonra bıraktığım gagası şimdi burada, üzerimde. Koparıyor, koparıyor. Oh, Tanrım! Cehennemde miyim? Ne işkence bu! Allan!..”

Yalnız kan vardı bundan sonra.

Edith Olivier

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir