Ana Sayfaya Dön
0%
... dakika kaldı
1x

Efsanevi Hikaye: “Karanlığın Kalbindeki Efsane”

Kuzey Anadolu’nun sisle kaplı dağ köylerinden biri, adını sadece az sayıda insanın bildiği, haritalarda işaretlenmeyen bir yer: Karaorman. Bu köy, yüzyıllardır dilden dile aktarılan bir efsanenin gölgesinde yaşamıştı. Köylüler, köyün ortasındaki kurumuş devasa çınarın köklerinin altında, bir sırrın saklı olduğuna inanıyordu. Sıradan bir sır değil; insanlığın kaderini değiştirecek kadar büyük, lanetle kutsanmış kadar tehlikeli bir sır.

Köyün gençlerinden biri olan Emir, bu efsaneyi küçüklüğünden beri dedesinden dinlerdi. Dedesi, gözleri ışıldayan ama sesi titreyen bir adamdı. “Karanlığın kalbine girme” derdi. “Oradan çıkan her şey, insanı insanlığından eder.” Emir, çocukken bu sözleri korkutucu bir masal olarak görmüş, ama büyüdükçe içindeki merak duygusu daha da büyümüştü. Köy, gizemli kaybolmalar, garip rüyalar ve açıklanamayan olaylarla çevriliydi. Emir artık biliyordu: o sır, oradaydı.

Bir sonbahar gecesi, gökyüzü siyah bir örtü gibi yıldızsızdı. Köyün üstüne aniden çöken yoğun sis, evlerin kapılarını, pencerelerini bile yutacak kadar ağırdı. Emir, elinde dedesinden kalan paslı pusulayla çınarın yanına yürüdü. Kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu. Çınarın köklerinin arasında neredeyse gözden kaçacak kadar küçük bir oyuk vardı. Yıllar önce dedesinin söylediği gibi: “Kapı, görenin gözünde değil, cesaret edenin kalbinde açılır.”

Eğilip dokunduğunda, yer hafifçe titredi. Oyuğun içi derinlere doğru kıvrılan bir tünel haline geldi. Emir, derin bir nefes aldı, yanına aldığı feneri yaktı ve adımını karanlığa attı.

Tünelin duvarları taş değilmiş gibi, sanki canlıymış gibi kıpır kıpırdı. Kulağına sürekli fısıltılar geliyordu. Bazen annesinin sesi, bazen hiç tanımadığı insanların çığlıkları… Yol, Emir’i daha da derinlere çekiyordu. Nihayet geniş bir mağaraya vardığında, tam ortada kara mermerden yapılmış, üzeri garip işaretlerle kaplı bir taş gördü. Taşın üstünde kan kırmızısı renkte bir kase duruyordu. Emir yaklaşınca fısıltılar kesildi. Sessizlik öyle ağırdı ki, kulaklarını patlatacak gibiydi.

Tam o anda karanlığın içinden bir figür belirdi. Üzerinde eski çağlardan kalma zırhı andıran siyah bir giysi vardı, gözleri kömür gibi yanıyordu. “Ben Karabey’im” dedi, sesi hem yankılandı hem de doğrudan Emir’in zihnine işlendi. “Beni zincirleyen efsane, yüzlerce yıldır burayı bekliyor. Sen, kapıyı açtın.”

Emir geri çekilmek istedi ama ayakları toprağa yapışmış gibiydi. Karabey, devasa gölgesini Emir’in üstüne düşürerek konuştu: “Bu kaseye kanını akıt. O zaman gerçek kudreti göreceksin. İnsanların üstünde bir insan olacaksın. Ya da geri dönüp sıradan bir ömür tüketeceksin.”

Emir’in zihninde, köydeki yoksulluk, çaresizlik ve korkular bir film şeridi gibi geçti. Eğer gerçekten gücü olursa, belki köyünü kurtarabilirdi. Belki bu laneti sona erdirebilirdi. Fenerin titrek ışığında elleri titredi. Kendi bileğini sıkarak kasede birkaç damla kan bıraktı. Kan kaseye değdiği an, mağara titredi. Tavanlardan taşlar düştü, duvarlarda binlerce göz açılıp kapandı. Karabey’in kahkahası mağarayı doldurdu.

Ama bir şey ters gitti. Emir, beklediği gücü değil, kalbine saplanan bir acıyı hissetti. Karabey’in gözlerindeki kömür alevi, Emir’in bedenine geçti. Aniden Emir’in zihninde iki ses yankılandı: biri kendi sesi, diğeri Karabey’in sesi. Karabey onun bedenine hapsolmuştu, ama aynı zamanda Emir de Karabey’in sonsuz lanetini paylaşmak zorunda kalmıştı.

Günler sonra köyde insanlar Emir’i gördüklerinde şaşkına dönüyordu. Gözleri artık geceyi delen bir ışıkla parlıyordu. Emir, köyün üzerine çöken uğursuzluğu kırmaya başladı. Hastalar iyileşti, kuruyan toprak suya kavuştu. Fakat her iyileşme, Emir’in içinde Karabey’in sesini daha da yükseltiyordu. “Daha fazlasını iste. Daha güçlü ol. İnsanların minnetiyle yetinme. Onlara hükmet!”

Köylüler Emir’e taparcasına bağlanmaya başlamıştı. Ama Emir geceleri aynaya baktığında kendi yüzünü değil, Karabey’in yüzünü görüyordu. Zamanla Emir anladı ki, efsane bir mucize değil, yavaş yavaş insanı yiyen bir tuzaktı.

Sonbaharın son gecesinde, Emir köy meydanındaki dev çınarın önünde topladı herkesi. Gözleri yanıyordu, sesi gök gürültüsü gibiydi: “Bu laneti ben çağırdım. Ama bu laneti yine ben bitireceğim!” dedi. Elindeki pusulayı çınarın oyuklarına fırlattı. Pusula kırıldığında, çınarın köklerinden kara alevler yükseldi. Emir, Karabey’in son çığlığını duydu: “Beni yok edemezsin, ben senim!”

O an Emir, kendi bedenini ateşe attı. Köyün gökyüzü gece yarısı gündüze dönmüş gibi aydınlandı. Çığlıklar, dua seslerine karıştı. Çınar kökünden tepesine kadar yanıp kül oldu. Sabah olduğunda köyde tek bir karanlık gölge kalmamıştı. Emir’den geriye ise sadece siyaha çalan bir avuç kül kaldı.

Köylüler o günden sonra bir daha uğursuzluk görmedi. Ama her yıl aynı gece, köyün üstüne bir sis iner, çınarın yandığı yerde ince bir duman yükselir. İnsanlar hâlâ fısıldar: “Emir, karanlığın kalbinde efsane oldu. Ama efsaneler asla gerçekten ölmez.”

Yorumunuzu Paylaşın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.