Duygusal Bir Aşk Hikayesi “BİR ÇİFT GÖZ”
E. Ecran ÇELİKSU
“Ben hep aynalardan geçerim doktor, aynalar benden geçer.” (Rükneddin’in Kalbi İçin Kehanetler / Kemal Sayar)
Her şey yolunda, her şey güzel, her şey iyiydi, her şey olmadan önce. Delikanlıydım, babayiğittim, güçlüydüm, yakışıklıydım, merttim, cesurdum, becerikliydim. Okumadım belki ama zekiydim. Askere gitmeden önceydi. Çok çalıştım, hayaller kurarak birikim yaptım. Azimliydim, çalışkandım, kararlıydım. Bir çift göze sevdalıydım. Öncedendi, hepsi önceden. Yüzümle birlikte kaybettim hepsini. Hayallerimi, sevdiklerimi, sevildiklerimi, umutlarımı, inançlarımı… En çok da yüreğimi titreten, adımlarımı birbirine dolayan, aklımı başımdan alan o bir çift gözü kaybettim. Oysa ona bakmak… Neyse.
Bizim Mehmet’le aynı anda gittik askere. Dostum, yarenim, yoldaşım, gardaşım Mehmet. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Askerden dönünce ortak iş kuracaktık. Sonra yuvamızı da kurardık belki. Belki de ben, o bir çift gözle… Mehmet işini de kurdu, yuvasını da. Ben? Dedim ya, kaybettim her şeyimi. Yüzümle birlikte.
Her şey olmadan önce, her şey yolundayken, ben askerdeyken, her işe koşup koştuğum her işten de alnımın akıyla çıkarken komutanlar çok sevdiler beni. Neşeli, sevecen, sempatik yanımı da sevmeyen yoktu zaten. Komutanlardan biri beni şoförlüğüne tayin etti, benimle sohbet etmek neşesini yerine getiriyormuş, öyle derdi. Hiçbir zorluğunu görmedim askerliğin, saymadım bile günleri, geçti gitti. Tezkereye son bir hafta kalmıştı. Komutanı eve bırakıp birliğe döndüğüm bir gün yoldan çıkmış bir tır benim olduğum şeride girdi ve bana doğru gelmeye başladı. Uzunları yaktım, kornaya bastım, çekilmedi. Şoför, direksiyon başında uyumuş, öyle anlattılar bana. Korktum, telaşlandım, tırın altında kalmamak için direksiyonu sağa kırdım. Sağ taraf uçurumdu. Kayalıklı, koca bir uçurum. Arabayla birlikte hayatım yuvarlandı o uçurumdan, dağıldı, parçalandı, yandı ve kül oldu. Şoförden şikâyetçi olmadım. Olsam ne olacak, kaybettiklerimi geri getirecek mi, yüzüme kavuşabilecek miyim, o bir çift göze bakabilecek miyim yeniden, dedim. Bir hayat yandı, ikinci bir hayat da yanmasın, dedim. Dua etti şoför, bundan sonra kardeşiz, dedi. Benim kardeşe değil, hayata, dağılmamış, yaralanmamış bir hayata ihtiyacım var, diyemedim.
Kazayı görenler sağ çıkamayacağımı düşünseler de ambulansa haber vermişler. Vermez olalardı, ambulans gelmez olaydı, sağ çıkamaz olaydım, Allah kahretsin, diyemedim. Ambulans gelmiş, beni hastaneye yetiştirmişler. Biraz gecikselermiş kan kaybından ölürmüşüm, öyle söyledi doktor. Yüzüm dağılmış, sağ kulağım kopmuş, vücudumda kırılmadık kemik kalmamış. Kırıklar zamanla kaynadı da yaralar geçmedi. Acısı geçse de derinliği, izi, çirkinliği geçmedi.
Kazadan sonra üç ay bilincim kapalı olarak yoğun bakımda kalmışım. Her şeye hazırlıklı olun, demiş doktor. Olmamışlar her şeye hazırlıklı. Anamın duası, babamın umudu hazırlıklı olmadıkları şeyi olur kılmamış. Onlara da öfkeleniyorum içimden, bıraksaydınız da ölseydim, diyecektim, diyemedim. Kendime geldikten sonra onlarca kez ameliyata girip çıktım. Yüzümü toparlamaya çalıştı doktorlar, olduğu kadar. Olduğu da bu kadar. Beni gören çocukların korkudan saklanacağı kadar, insanlardan kiminin acıyarak bakıp vah tüh edeceği, kiminin de acımıyormuş gibi yapıp gözlerini kaçıracağı kadar. O bir çift gözün bir daha asla gözlerime, yüzüme değmeyeceği kadar.
Hiç bilemedim, ben yokken beni bekledi mi o gözler, yolumu gözledi mi? Hâlimi düşünüp yaşlarını döktü mü bir kez? Beni görmek istedi mi? O istedi mi bilmem ama ben istemedim. Yani bu hâlimi görmesini istemedim. Aşkı bulduğum gözlerde acımak duygusunu görmek istemedim. Unuttum, dedim. Unutsun, dedim. Hayata olan öfkem, sevdiğime karşı gururum aşka engeldi artık. Yüzümle birlikte kaybettiğim güzellikler listesinin en başına yazdım o bir çift gözü.
Bir yıl hastanede geçti; ameliyatlar, ilaçlar, tedaviler… Hastaneden çıktıktan sonra millet geçmiş olsun ziyaretine başladı. Geliyorlar, oturuyorlar, akıllarınca teselli veriyorlar, daha beterlerinin de olduğunu hatırlatıyorlar, annemin hazırladığı kekleri, kurabiyeleri gömüyorlar ve gidiyorlardı. Çok sıkılmıştım. Yalnız kalıp acımı yaşamak, doya doya ağlamak, küfretmek, kaybolan inancımı sorgulamak istiyordum. Bitmiyorlardı. Ne çok eş, dost, akraba varmış. Gelen gidiyor, giden gelmiyordu. Bir kere geçmiş olsun demişlerdi ya, geçmiş oluyordu. Onların üzerine düşen vazife geçmiş oluyordu da benim acılarım, yangınlarım, kayboluşlarım geçmiyordu. Geçmezdi. Kabullenmem gerekti. Kabullenmek ne demekti? Otur ve bekle, yum ve görme, sus ve söyleme, mi? İsyan etme, derdi annem, kabullenmek isyan etmemek demek mi?
Kabullendiğimi sandığım günlerin birinde yine geçmiş olsun ziyaretine gelmişti birileri. Birisi laf arasında o bir çift gözün sahibinin adını dedi. Dedi ki hafta sonu düğünü… Dedi ki güzelim kızı çirkin birine… Dedi ki sana yakıştırırdım ben onu, kader işte. Kader. Kader. Keder. Nefesim kesildi, zaman durdu, mekân kayboldu. Yüzümdeki yaralardan daha büyük, daha dermansız, daha onulmaz bir yara açıldı yüreğime. Yüreğimin tam ortasına. Büyüye büyüye zamanla tüm benliğimi kaplayacak bir yara. Kalkıp odama geçtim. İçimden küfürler savurdum, lanet ettim. Bütün çirkinliğimi, bütün kaybettiklerimi haykıran aynaya bir yumruk indirdim.
Ne olduysa o zaman oldu. Olması gerekenler olmadı, ayna kırılmadı mesela. Vurma sesi bile çıkmadı. Olmaması gereken oldu, elim aynanın içine geçti mesela. Sonra ayağımı değdirdim yavaşça, değmedi, içinden geçti aynanın. Parmağımı dokundum, dokunmadı, içinden geçti. Anladım ki aynanın içine girmek istesem girebilecektim ve uzun zamandır ilk defa bir şey istedim; aynadan geçmek. Nereye olduğunu bilmeden, kimseye haber vermeden çekip gitmek. Girdim aynanın içine. Yavaş ve temkinli. Kocaman beyaz bir ışık gördüm ve tuhaf bir his kapladı içimi. İçimde kelebekler mi uçuştu denir, bilmiyorum, tuhaf bir his işte. O bir çift gözü gördüğüm zamanlardaki gibi bir his. Eski ama eskimeyen, acı ama acıtmayan, yakan ama kül etmeyen, öyle bir his. Sonrası yok.
Gece üçte yatağımda uyandım. Ya da uyandığımda gece üçtü. Bütün yaşadıklarım rüya mıydı? Dün gelen misafirler, verdikleri kara haber, aynadan geçmem. Hepsi rüya mıydı? Rüyaysa her şeyi nasıl bu kadar gerçekçi hatırlıyordum? Rüya değilse aynadan geçtikten sonra ne oldu? Rüya olmasını ister miydim? O bir çift gözü sonsuza kadar kaybetmiş olmamak için evet. Kalktım, sabaha kadar sigara içtim. Sabah annem geldi odaya, izmaritleri görünce iç çekip ben sana daha güzellerini bulacağım yavrum, dedi her şeyin rüya değil gerçek olduğunu darmadağın yüzüme vurarak. Boş ver ana, hayırlısı böyleymiş, dedim, hayra inanmasam da. Böyle deyince anamın yüreğine su serpilirdi, bilirdim. Dün nerelerdeydin, diye sormaması dikkatimi çekse de üzerinde düşünmedim. Aynaya baktım, bir ara yeniden içinden geçmeyi deneyecektim.
Deneyecektim denemesine ama korkuyordum. Delirmiş olmaktan korkuyordum. Ya gerçekten geçmiyorsam aynadan. Bütün kaybettiklerim gibi aklımı da kaybetmekten korkuyordum. Aynadan geçip geçmediğimi, geçtiğim yerde neler olduğunu ve ben gittikten sonra arkamda neler yaşandığını öğrenmenin yollarını düşündüm. Olanları Mehmet’e anlatıp ona danışmaya karar verdim. En iyi o anlardı beni. Bir telefona hemen geldi gardaşım. Anlattım. Aynadan geçiyorum, dedim. Şaşırdı ama hiç şüphe etmeden inandı. Sen diyorsan doğrudur, dedi. Hadi geç de bakayım, dedi. Telefonumu aldım, kamerasını açıp geçtim aynadan. Geçtiğim yerde ne var ne yok çekecektim. Gece üçte yatağımda uyandım.
Sabah Mehmet geldi. Beni odaya çekti. Telefonumdaki kayda baktık, yalnızca kocaman bir beyazlık vardı. Beyazdan başka ne bir renk ne manzara, ne bir ses ne seda. Evde neler olduğunu sordum, Mehmet kıpkırmızı kesildi, gözleri doldu. Sen gittikten sonra sanki ölmüşsün hatta bu dünyaya hiç uğramamışsın gibiydi her şey ve herkes, dedi. Anamın yüzündeki keder, babamın omuzlarındaki dağ kalkmış sanki, öyle söyledi Mehmet. Adım bile anılmıyormuş. Anama beni sormuş, o kim demiş anam. Mehmet bunları anlatırken sesi titredi. Gitme bir daha oğlum, dedi zar zor. Bir şey demedim.
Elini tuttum, sırtını sıvazladım, gitmem demedim.
Gitmem demedim ama o günden sonra aynaya da yaklaşamadım. Mehmet’in hatırına birkaç gün ara verdim aynadan geçme işine. Ta ki o sabaha kadar. Mahallede müzik seslerinin duyulduğu o sabah. O bir çift gözün başkasına… Buna dayanamazdım. Aynadan geçmeliydim ve bir süreliğine de olsa yok olup unutmalıydım. Geçtim, gittim. Geçti, gitti her şey, gece üçe kadar. Gece üçte kalktım, yine yaktım. Dünyayı yakma isteğimi bir paket sigarayla geçiştirdim. Kazadan sonra başladım bu illete de. Sağlığa zararlı bilirim ama bende zaten sağlık kalmadı, bir çeşit intihar yolu diye… Hatta intiharın en masum, en kolay, intihar ettiğinin insanlara en çaktırılmayan yolu olduğunu düşünüyorum.
Aynadan geçiyordum, unutuluyordum, unutuyordum… Ya sonra? Her şey kaldığı yerden devam ediyordu. Mahalledeki düğün devam ediyordu, yüzümdeki izler, gönlümdeki yara, başımdaki sevda, içimdeki hasret devam ediyordu. Nefretle baktım aynaya. Madem beni içine kabul ediyordu, ya hiç bırakmayacak, ya da bir şeyleri değiştirecekti. Kahrettim. Kadere kahretmek günah diye aynaya kahrettim. Parçalansın istedim, yerle bir olsun. O esnada aynada bana bakan bir çift göz gördüm. Bu bir çift göz, o bir çift gözdü. En son askere gitmeden bir gün önce görmüştüm onu. Yüreğim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı, boğazım düğümlendi, nefesim kesildi, gözlerim doldu. Aynaya yaklaştım, tam karşısında durdum. O bir çift gözün dudakları, burnu, gece karası saçları, hilal kaşları, ok gibi kirpikleri, elleri… Ellerini uzattı bana. Gel, der gibiydi. Ellerimden tut, der gibiydi. Yapmadım. Tutamadım. Geçmedim aynadan. Geçersem yok olacak diye korktum. Sabaha kadar o bana baktı, ben ona baktım. Önceden olduğu gibi tek kelime etmeden, o bana, ben ona.
Sabah annem odaya girince kayboldu bir çift göz. Yok oldu. Annem, kahvaltıya gel, dedi, gittim. Gözümün önünden gitmiyordu hülyası. Duramadım. Tekrar odaya gidip aynaya baktım, yoktu. Dışarı çıktım. Günlerden pazardı. Yani gelinlerin baba evinden çıkma günü. Onu öyle görmeye dayanamayacağımı bile bile evlerine gittim. Ne çalgı vardı, ne çalgıcı, ne davul, ne zurna, ne masalar, ne sandalyeler. Düğün evi olduğuna dair tek bir alamet yoktu. Kapıyı çaldım, annesi açtı. Evde mi, diye sordum. Kim, dedi. Kızınız, dedim. Adını söyleyemedim. O güne kadar adını bir kere bile ağzıma alamadım ki. Kıyamadım. Adını ansam yapraklarına dokunulan bir çiçek gibi incineceğini sandım hep. Benim kızım yok ki delikanlı, dedi annesi.
Kadına cevap vermeden eve gittim, anneme sordum. Düğün ne oldu, dedim. Ne düğünü, dedi. Komşuların kızı… derken anladım her şeyi. Aynadan geçmişti o da. Aynadan geçip unutulmuştu. Hızla odama girdim. Aynaya baktım, görünmüyordu. Elinden tutmak istedim, doya doya bakmak o gözlere. Aynadan geçtim. Gece üçte yatağımdaydım. Sabah evlerine gittim, o yoktu. Eve geldim, aynadan geçtim, gece üçte yatağımdaydım…
E. Ecran ÇELİKSU