Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
hikaye sitesi arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/hikaye-sitesi Hikaye Çeşitleri Tue, 26 Mar 2024 21:31:37 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center hikaye sitesi arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/hikaye-sitesi 32 32 Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html#respond Tue, 26 Mar 2024 21:30:37 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9323 Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” 1. Bölüm Hayatta beni en çok mutlu eden şey, günün sonunda eve gittiğimde emekleyerek paçalarıma tutunan ve ağzından anlamsız kelimeler dökülen bir yaşındaki biricik oğlumu kucaklayarak bağrıma basmaktır. Korunmaya muhtaç o masum varlık hayatımdaki her şeydir. Köyün dışarısında olan bahçe evimizi yaklaşık 500 metre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili bakımsız […]

The post Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu”

1. Bölüm

Hayatta beni en çok mutlu eden şey, günün sonunda eve gittiğimde emekleyerek paçalarıma tutunan ve ağzından anlamsız kelimeler dökülen bir yaşındaki biricik oğlumu kucaklayarak bağrıma basmaktır. Korunmaya muhtaç o masum varlık hayatımdaki her şeydir.

Köyün dışarısında olan bahçe evimizi yaklaşık 500 metre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili bakımsız bir araç yolu köye bağlıyordu.

O gün yine her sıradan günkü gibi evimizin yanında bulunan bahçede çalışıyordum. Bahar aylarıydı. Ağaçlar yeşil elbiselerine bürüneli fazla olmamıştı. Bazılarına kış ağır gelmiş ve dallarından bir kısmını bahara çıkarmayı başaramamıştı. Ben de elimdeki testereyle onları bu kuru uzuvlarından arındırıyordum. Öğleden sonra, dallarından gövdesine  kırmızı ve koyu kıvamlı bir sıvı akmış bir ceviz ağacına gelmişti sıra. Daha önce hiçbir ağacı bu halde görmemiştim. Bahçeyi birkaç gün önce dolaştığımda bu ağacı bu şekilde gördüğümü hatırlamıyordum. Muhtemelen bu birkaç gün içerisinde benim bilmediğim bir parazit türü bu ağaca musallat olmuş diye düşündüm.

Ben küçük bir çocukken de devasa bir boyuta sahip olan bu ağacın dedemin gözünde hep özel bir yeri olmuştur. Dedem gençlik yıllarında bir gün bahçede çalışırken bahçe kapısı istikametinden birinin dedemin ismiyle seslendiğini duymuş. Kapının önüne gittiğinde  ihtiyar bir adamın beklediğini görmüş.

Dedem kim olduğunu sorduğunda adam “Ateşler köyünden geliyorum, köy köy dolaşıp tohum satıyorum.” demiş.
Dedem “O köy nerede? Daha önce hiç duymamıştım.” deyince adam parmağıyla güneydeki dağları işaret etmiş.
Dedem ” Adımı nereden biliyorsun?” diye sormuş.

Adam ” Az önce sizin köydeydim. Birkaç kişiye tohum sattım. Ahaliye civarda başka ev olup olmadığını sorunca bana senin adını söyleyip burayı tarif ettiler.” Demiş ve yanında yerde duran çuvalın içerisinden küçük bir testi çıkartıp  “Soğuk suyun var mı? Yol için biraz su doldurayım” demiş.

Dedem” Gel içeride kuyu var” deyince adam yerdeki çuvalını sırtlayıp sanki orayı daha önceden biliyormuş gibi direkt kuyunun olduğu yere doğru yürümüş ve kuyudan su çekip testisine doldurmuş. Elini yüzünü​ yıkayıp kuyunun yanına oturmuş ve derin bir of çektikten sonra ağzının içerisinde kendi kendine “Zaman gelmiş” diye söylenmiş.

Dedem “Anlayamadım. Ne zamanı?” deyince adam “Ahir zaman. Artık hiç insanlık kalmamış. Gün gelecek insanlar birbirlerini yiyip bitirecek” demiş ve “Tohum almak ister misin?” diye sözlerine devam etmiş.
Dedem “Sağolasın, gerek yok” demiş.

Adam “O zaman sana ceviz vereyim. Çok verimli bir cinstir. Para mara istemem, sana hediyem olsun” demiş ve çuvalından bir beze sarılı bir şey çıkarıp “Al bunu. İçerisinde 3 tane ceviz var, bunu bu şekilde bezle birlikte bir çamura göm.” diye sözlerine devam etmiş.

Dedem beze sarılı cevizleri alıp hemen oracıkta, kuyunun yanındaki balçık zemine o şekilde gömmüş.

Adam gidecek çok yolunun olduğunu söyleyip müsade istemiş. Dedem adamı uğurlamak için ona bahçe kapısı​na kadar eşlik etmiş.

Adam giderken dedeme “Dikkat et” demiş.

Dedem ” Neye dikkat edeyim?” Diye seslenmiş ama adam cevap vermemiş ve ardına bile dönüp bakmadan yoluna devam etmiş.

Dedem, davranışlarının ve konuşmalarının anormalliğini de hesaba katarak adamın akıl yoksunu biri olduğu kanaatine varmış ve bahçeye geri dönerek çalışmaya devam etmiş.

Aradan yıllar geçmiş ve o üç ceviz, üç gövdeli büyük bir ağaca dönüşmüş.

Köyde ağaçlarını sulaması için her köylüye, haftanın belirli gün ve saatlerine göre sulama kanalından gelen su paylaştırılırmış. Ağaçlarını sulaması için dedeme yıllar önce bir gün, gece saatlerinde su verilmiş. Zifiri karanlık bir geceymiş. Ağaçların bir kısmını suladıktan sonra gecenin ilerleyen saatlerinde sıra üç gövdeli ceviz ağacına gelmiş. Elindeki gaz lambasını ağacın​ küçük dallarından birine asmış ve o cılız ışık altında elindeki kürekle su yolunu değiştirmek için uğraştığı sırada ağacın üzerinden sanki bozuk radyo frekanslarının sesini andıran bir cızırtı duymuş. Sesin duyulmasıyla birlikte sesin geldiği yerden beyaz bir ışık yayılıp çevresini aydınlatmış. Dedem ışığın ve cızırtının kaynağını görmek için başını yukarı kaldırırken ” İntebih” diye bir kadın sesi yankılanmış. Başını yukarı kaldırdığı sırada ağacın dallarından birine oturmuş saçlarını tarayan ve beyaz bir ışık saçan, beyaz elbiseli genç bir kadın görmüş. Dehşete kapılan dedem bunun şeytani bir varlık olduğunu düşünüp elindeki kürekle kadına vurmak için hamle yapmış fakat daha küreği kaldırır kaldırmaz ışık sönmüş, çızırtı susmuş ve kadın kaybolmuş. Küreğin metal kısmı boş dal üzerine inmiş, sap kısmı ise ağaçta asılı duran gaz lambasına çarpmış. Kırılan gaz lambası ağacın kök kısmına düşüp alev almış. Dedem alevleri söndürmeden koşarak oradan uzaklaşmış. Ertesi sabah gittiğinde ağacın gövde kısımlarının az miktarda yandığını görmüş. Muhtemelen bendinden taşan su, ağacın kök kısmından kaynaklanan alevleri söndürmüş.

Dedem köyün hocasına, o gece duyduğu “intebih” kelimesinin  ne anlama geldiğini sormuş ve “dikkat et” anlamına geldiğini öğrenmiş.

Bu ağacın üç tane gövdesi vardı ve her bir gövde üç dala ayrılıyordu. İşte  bu dallardan birinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Kuruyan dalı kesmek için ağaca tırmandım. Yerden yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde bir dalın üzerinde durup kuru dalı kesmeye başladım. Kesilen yerden, ağacın gövdesinde akmakta olan aynı kırmızı sıvı akmaya başladı. Dalın henüz bir kısmı kesmişti ve ben bu olup bitene anlam vermeye çalışıyordum. O sırada arkamdan bir cızırtı duydum. Başımı çevirdiğde tam gözlerimin önünde bir çift sarı göz ve soluk bir kadın yüzü gördüm. Kadın gözlerimin içine bakarak “intebih” dedi. Genç bir kadın yüzüne sahipti ama ses tonu yaşlı bir kadının sesine aitti. O an korkudan dengemi kaybedip sırt üstü yere düştüm ve başımı sertçe yere çarptım. Daha sonra geçmiş yıllarımla ilgili birtakım bölük pörçük rüyalar gördüğümü hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda ağacın altında sırt üstü yatıyordum. Muhtemelen bir ya da iki saat yerde o şekilde yatmışım. Güneş batıdaki tepelerin üzerine iyice yaklaşmıştı. Acaba ağacın üzerinde gördüğüm kadını gerçekten mi görmüştüm? Yoksa sadece ayağım kayıp düştükten sonra yerde baygın yatarken gördüğüm rüyalardan biri miydi bu da? Kalkıp eve doğru yol aldım. Kapıyı çaldığımda eşim açtı, kucağında oğlum vardı. Oğlumu kucaklayıp oturma odasına geçtim. Odada oğlumdan birkaç ay küçük gibi görünen başka bir bebek daha emekliyordu. Oldukça esmer ve zayıf bir bebekti.

Herhalde komşuların biri kısa süreli bakmamız için bize bırakmıştır diye düşündüm ve mutfaktaki eşime ” hayatım bu bebek kimin?” Diye sordum.

Eşim bulunduğum odaya girdi, başımda dikilip endişeli bir ifadeyle bana baktı.

“Ne oldu ? Neden öyle bakıyorsun? Diye sordum.

“Sen iyi misin? Diye karşılık verdi.

“Bilmiyorum. Bugün düşüp başımı yere vurdum” dedim.

Eşim ” insan kendi kızını hiç unutur mu? Dedi.

” Ne yani? Bu çocuk şimdi bizim mi? Dedim.

Nasıl olurdu? Bizim sadece bir çocuğumuz vardı. Belki de ben öyle hatırlıyordum. Belki de başımı çarpmanın etkisiyle kısmen hafizamı kaybetmiştim.

” Adı ne peki?” dedim eşime.

Eşim “onun adı Lahab” dedi.

“Bu nasıl bir isim? Ne anlama geliyor?” Diye sordum.

“Yalın alev anlamına geliyor.” Dedi.

Kafam iyice allak bullak olmuştu, kendimi iyi hissetmiyordum. Biraz hava almak için dışarı çıktım ve kapının önünde durup etrafa baktım. Gökyüzü kızıl bir renge bürünmüştü. Yaklaşık 50 metre ötedeki yaşlı çınar ağacının altında keçiler ve buzağılar otluyordu. Hava kararmadan hayvanları onları ağıla sokmalıyım diye düşünürken eşim kucağında o bebekle dışarı çıktı ve çınar ağacına doğu yürüdü. Aramızda yaklaşık 15 metre mesafe vardı. Bebeğin üzerinde giysileri yoktu ve vücudu siyah, seyrek, ıslak tüylerle kaplıydı. Eşim çocuğu yere bıraktığı an çınar ağacındaki kuşlar çığlık çığlığa bağırarak havalandılar. Keçiler ve buzağılar çıldırmış gibi boynuz darbeleriyle birbirlerine saldırmaya başladılar. Onlar birbirlerini yaralayıp kanlar içerisinde bırakırken ilerideki köy istikametinden çığlıklar yükselmeye başladı. O sırada çocuk elleri ve ayakları üzerinde doğruldu. Dizleri normal bir insana göre ters bir şekilde, geriye doğru bükülüyordu. Çocuk elleri ve ayakları üzerinde koşarak çınar ağacı altına gidip keçilerin ve buzağıların az önce otladığı, şimdi ise birbirlerini parçaladıkları  yeşilliklerde otlamaya başladı. Ben hayretler içerisinde olan biteni izlerken eşim döndü ve bana baktı.

Yüzünde korkunç bir ifadeyle “intebih” diye bağırdı ve ortadan kayboldu. Bir iki saniye sonra birden tam karşımda, sarı gözleri gözlerimin önünde aniden oraya çıktı. Ben korkunun etkisiyle geriye doğru sıçradım ve sırt üstü düşüp başımı sertçe yere çarptım. Gözümü açtığımda ceviz ağacının altında sırt üstü yatıyordum. Ayağa kalktım. Kuru dal az bir kısmı kesilmiş vaziyette duruyordu. Hava kararmak üzereydi. Yerden testereyi alıp eve doğru ilerledim. Kapıyı çaldığımda eşim açtı, kucağında oğlum vardı. Oğlumu kucaklayıp oturma odasına geçtim. Endişeli gözlerle etrafa baktım, herşey normaldi. Birlikte akşam yemeği yerken eşim çok mutlu görünüyordu.
Gülümseyerek “sana çok güzel bir haberim var ” dedi.

“Ne?” Dedim.

“Hamileyim” dedi.

Kötülüğün Doğuşu 2. Bölüm

Gündüz yaşadığım o garip olaydan mıdır yoksa Karabaş’ın durmaksızın devam eden o uğursuz havlayışından mıdır bilmem, beni o gece hiç uyku tutmadı. Yatakta huzursuzca dönüp dururken, tüm bu olanların korkunç bir tesadüf olup olamayacağını düşünüyordum. Belki de tesadüf değildi.

Bir görüş elektronların hazıfazaları olduğunu ve sürekli sıçrayıp durdukları atomlar arasında bilgi alışverişine sebep olduklarını​ savunur. Bu görüş telepatiyi, altıncı hissi ve uzun süre aynı ortamda bulunan insanların aynı anda aynı şeyleri düşünmesini; aynı anda iki farklı yerde olabilme özelliğine de sahip bu atom altı parçacıkların davranışlarına bağlar. Buna göre insanlar konuşmadan düşünceleri gibi korkularını da bazen istemsiz olarak birbirleriyle paylaşabilir. Belki de durum sadece bundan ibaretti.

Karabaş’ın acı çeker gibi uzun uzun havlayışları sinirlerimi geriyor ve sağlıklı düşünmeme engel oluyordu. 10 yıldır bu toprakların bekçiliğini yapan kangal melezi sadık dostumun daha önce böyle bir davranışına şahit olmamak, bir ara onun kuduz olduğunu bile düşünmeme neden oldu. Her ihtimale karşı yarı otomatik av tüfeğimle dışarı çıktım. Gökyüzünde ay görünmüyordu. Sadece gece kuşlarının ürpertici çığlıkları ve Karabaş’ın gece boyunca havlamaktan kısılmış sesi o iç bunaltıcı zifiri karanlığı deliyordu. Karabaş’ın yanına gidip el fenerini ona tuttuğumda kulaklarını batıdaki kayısı bahçesine dikmiş vaziyette dikkat kesilmişti. O yönden gelen ve benim duyamadığım frekansta birtakım seslerin onu oldukça huzursuz ettiği çok belliydi. O yön yaban domuzlarının talan etmek için bahçemize giriş yaptığı istikameti. Bahçenin arkasındaki sık koruluklu derede gündüz saklanıp gece ise tam o noktadan bahçeye giriş yaparlardı. Yine yaban domuzlarının geldiğini düşünerek tasmasındaki halkadan, zincirinin çengelini çıkarır çıkarmaz Karabaş adeta şimşek gibi bir hızla kayısı bahçesine doğru koşarak karanlığın içinde kayboldu. Az sonra havlaması daha da hararetlendi ve sonra Karabaş’ın acı haykırışlarını duydum. Yanlışlıkla onu vurmamak için o yöne, havaya doğru ateş ederek ilerleken acı içinde inleyerek yanıma geldi. O etrafımda dolanarak yine o yöne doğru havlamaya devam ederken karanlığa doğru birkaç el daha ateş ettim ve sonra eve döndük.

Sabah, devasa kavak ağaçlarının arasında kükreyen şiddetli rüzgarın çatımızın üzerine kopararak fırlattığı küçük ağaç dallarının sesiyle uyandım. İnanılmaz derecede başım ağrıyordu. Kapının önüne çıktığımda daha ağır bir nesnenin çatıya düşüp yuvarlanma sesini duydum ve nesne yukarıdan önüme düştüğünde onun kesik bir köpek başı olduğunu gördüm. Bedenini görebilmek için etrafa bakınırken evin önünde ve çevresinde başka köpek başlarının daha olduğunu farkettim. Topladığım dört tane köpek başını eski bir çuvala koyup bahçenin ilerisindeki dere kenarına attım. Bunu yapan şeyin ne olabileceğini düşünerek çevrede bedenlerini aradım fakat hiçbir şey bulamadım. Evin arkasına ilerlediğimde duvar kenarına uzanmış ve oldukça bitkin görünen Karabaş’ın göğsünde yaklaşık 20 cm uzunluğunda derin bir kesik yarasının olduğunu gördüm. Bu ya çok keskin bir alet yarasıydı ya da dün gece karanlıktaki o şey her neyse, bu boyutta bir yaralanmaya sebep olacak kadar keskin pençelere sahipti. Karabaş diğer köpeklerin aksine başı hala gövdesinin üzerinde olduğu için şanslı olmalıydı.

Çok geçmeden evin yanındaki yolda bir traktör sesi duydum. Gelen köy muhtarıydı. Bana dün gece garip şeyler görüp görmediğimi sormak için gelmiş. Muhtarın anlattığına göre dün gece bu bölgenin farklı yerlerinde de vahşi hayvan saldırıları gerçekleşmiş.

Bize birkaç km ötede, başka bir köy sınırları içerisinde kalan bir yerde; bir adam evinin önünde siyah tüylü, oldukça keskin dişleri ve pençeleri olan bir yaratık vurmuş. Adam ve kardeşi, yerde cansız yatan yaratığı incelemek için yanına gittikleri sırada aniden canlanıp kardeşlerden birine saldırmış. Keskin pençeleriyle zavallı adamın karnını her kazışında bağırsakları bedeninin dışına daha çok saçılıyormuş. Diğer kardeş av tüfeğiyle bir kaç el ateş ettikten sonra yaratık kaçarak karanlıkta kaybolmuş. Olaya şahit olanlar bu hayvanın daha önce görmedikleri bir tür olduğu konusunda hem fikirmiş.

Akşam saat 22:00 sıralarında dışarı çıktığımda üzüm bağı tarafından birtakım sesler duydum. İçerisinde matkap ucunu andıran, yaban domuzları için tasarlanmış​ bir mermi çekirdeği bulunan fişekleri tüfeğe doldurup sürünerek sessizce sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Oraya yaklaştığımda göremediğim birşey, ay ışığının aydınlattığı gri renkli bağ bitkilerini sağa sola savuruyordu. Ne kadar tehlikeli olduğunu bilmeme rağmen içimdeki merak duygusunu yenemiyordum. Birden sesler kesildi ve birkaç dakika boyunca ne bir ses duydum ne de bir hareketlilik gördüm ama o şeyin az ileride karşımda olduğundan emin olduğum için beklemeye devam ettim. Sonra arkamdan birden ortaya çıkan ve yavaş yavaş bana doğru yaklaşan bir ses duydum. Yaklaşan şeyin beni fark etmemesi için hareket etmeden bir bağ bitkisi altında durdum. Siyah bir şey yavaşça yanımdan geçip az ileride, karşımda durdu. Bir insan boyutunda olan bu şeyin bedeni maymun bedenini, başı ise kurt başını andırıyordu. Havayı koklayarak alev gibi parlayan gözleriyle etrafa bakınıyordu. Muhtemelen kokumu farketmişti fakat beni hala göremiyordu. Artık beni bulması an meselesi olduğu için yavaşça tüfeğin namlusunu ona doğrulttum. Altında saklandığım bağ bitkisine yaklaşık bir metre mesafeye kadar yaklaşmıştı. Arasından yapışkan salyalar akan keskin dişlerinin göründüğü ağzından hırıltılı sesler ve böğürtüler çıkarıyordu. Tam o iğrenç başını bana doğru uzattığı anda tetiği çektim. Tüfek ateş alır almaz yaratık geriye doğru hamle yapıp birkaç metre ötede yere düştü. Karşı istikametten üç yaratık daha koşarak gelip kanlar içerisinde bağırarak yerde çırpınan yaratığı parçalamaya başladılar. Her biri bir parçasını sürükleyerek karanlığın içerisinde kayboldular.

Ertesi gün öğlen saatlerinde köye gittiğimde bu tür saldırılarla birlikte kayıp olaylarının da yaşanmaya başladığını öğrendim. Toplamda 37 kişiden haber alınamıyormuş.

Köy meydanından geçerken dehşete kapılmıştım. Köylüler öldürdükleri bu yaratıkların başlarını, tekrar canlanmaları tehlikesine karşı keserek gövdelerinden ayırmıştı. Kimileri bu başları köy meydanında sergiliyordu, kimileri de bir marifet göstergesi olarak bu yaratıklara ait başsız bedenleri traktörlere bağlayıp köyün yollarında sürüklüyordu. Herkes bu yaratıkları, köye gelmek için yola çıkan habercilere göstermek için sabırsızlanıyordu.
Söylenenlere göre tüm köy halkı gibi soruşturmaları yürütmeleri ve tedbir almaları için görevlendirilen güvenlik güçleri de şiddetli baş ağrılarından yakınıyormuş.

Dedemleri ziyaret ettikten sonra eve geri döndüm. Akşam tekrar geleceklerini tahmin ettiğim bu yaratıklara karşı tedbir amaçlı olarak; dereden bahçemize çıkan ve sadece yaban domuzlarının kullandığı patikayla birleşen bahçe çitlerindeki bir oyuğu sağlamlaştırırmaya çalışırken; dere içerisindeki çalıların arasından, göremediğim bir şeyin bana doğru hızla yaklaştığını fark ettim. Hemen yan tarafımdaki ağaç gövdesine dayamış olduğum tüfeği alıp kıpırdayan çalılara nişan aldım. Parmağım tetiğin üzerinde beklerken çalıların arasından köyün hocası Ahmet çıktı. Dehşeti yaşamışcasına korkmuş yüz ifadesine, çamurlu ve yırtık kıyafetlerine bakarak onun yaratıklardan kaçtığını düşündüm ve “Ne oldu? Yaratıklar nerede? diye sordum.

Ahmet “Yaratık değil” dedi.

“O zaman neyden kaçıyorsun?” diye sordum.

Ahmet “Onlar yaratık değil” diye yanıt verdi.

Onu yakasından tutup silkeleyerek “Ne diyorsun? Doğru düzgün anlatsana” dedim.

Ahmet bitkin bir halde yere oturup sırtını, altında durduğumuz kayısı ağacının gövdesine yasladı ve anlatmaya başladı.

Anlattığına göre güvenlik güçleri öğleden sonra çalışmalarını köyün dışarısındaki derenin vadi yamacında bulunan ve ne kadar derine indiğini kimsenin bilmediği küçük mağaralar üzerinde yoğunlaştırdıkarında, köylüler o bölgeden silah sesleri duymuş. Oraya vardıklarında vadi kenarında bu kişilere ait cansız bedenlerle karşılaşmışlar. Bu olayın hemen ardından 12 kişilik bir tim ve yeni soruşturma ekipleri, daha önceden yola çıkan habercilerle birlikte köye giriş yaptıkları esnada gördükleri şey karşısında dehşete düşmüşler. Köy meydanına dizilmiş olan, daha önceki ekipler tarafından aranan kayıp köylülere ait kesik başları ve traktörler arkasına bağlanıp yerde sürüklenen başsız insan cesetlerini görünce kimileri çığlıklar atmış, kimileri ise kusarak baygınlık geçirmiş. Olup bitene anlam veremeyen köylülerin büyük bir kısmını gözaltına almışlar. Ahmet de kaçarak saklanacak bir yer bulmak için buraya kadar gelmiş.

Bunları duyunca hemen telefonumu çıkartıp bahçe içerisinde sinyalin iyi olduğu bir yer bulup internete girdim. Arama motoruna bizim köyün ismini yazınca çıkan yeni yayınlanmış haberlerde; kayıp olaylarının ve yaratık söylentilerinin olduğu köye gelen araştırma ekiplerinin de aynı köy halkı gibi yaratık halüsinasyonları görerek birbirlerini korkunç şekillerde katlettikleri yazıyordu. Çevre köylerde ve ilçelerde de yaşanan, bu türden sanrılar görerek cinnet geçirme olayı haberlerini de görünce aklıma yıllar önce tohum satıcısının dedeme “gün gelecek insanlar birbirlerini yiyecek” diye bahsettiği ahir zaman geldi. Sonra ceviz ağacından düştükten sonra gördüğüm, birbirlerini parçalayan keçiler ve buzağıları da hatırlayınca tüm bu kötülüğün üç gövdeli o lanetli ceviz ağacından kaynaklandığını ve bir şok dalgası gibi merkezinden çevresine yayıldığını düşünmeye başladım. O an aklıma bir gün önce evin etrafından topladığım kesik köpek başlarını içerisine koyduğum çuval geldi. Eğer durum böyleyse o çuvalın içerisindekiler neydi? Peki ya dün gece ateş ettiğim o şeyler…?

Kötülüğün Doğuşu 3. Bölüm

Canavarca şeyler yapmış olabileceğimin yarattığı suçluluk duygusu, göğüs boşluğumu doldurdukça doldurdu ve sanki karanlık bir denizin ortasında ezilircesine, nefes almakta zorlandım.

Var gücümle koşarak dere kenarına atmış​ olduğum çuvalı aramaya başladım. Bir çalının yanında duran, alt kısmından kanlar süzülmüş olan çuvalın düğümünü, titreyen ellerimle güçlükle açtığımda, tam da korktuğum gibi kesik insan başlarıyla karşılaştım.

O anda Ahmet bana ileriden “Ne yapıyorsun? O ne?” diye seslendi.

Ben de “Hiçbir şey” diyerek çuvalı, ağzını tekrar bağlayarak olduğu yerde bıraktım.

Akşama doğru Ahmet’le birlikte tedbir amaçlı evin pencerelerini tahtalar çakarak kapatmaya çalışırken köyden gelen silah seslerini duyduğumda, köye yeni gelen güvenlik güçlerinin ve habercilerin de diğerleriyle aynı akıbeti yaşadığından hiçbir şüphem yoktu. Olan bitenden haberi olmayan eşim, kuyudan akan suyun kırmızı renkli olduğunu söyleyince, gövdesinden kırmızı sıvı süzülen ceviz ağacıyla bir bağlantısı olduğunu düşündüm. Tohum satıcısının​ bahçeye geldiğinde sanki daha önceden biliyormuş gibi direkt olarak kuyunun yanına gitmesini de hatırlayınca şüphelerim iyice artmıştı. Kuyunun içerisindeki suyu boşaltmak için su motorunu çalıştırdım ve yaklaşık 5 saat boyunca, dışarıdan duyulan hırıltılara ve tıkırtılara kulaklarımızı tıkıyarak, ışıklarını söndürüp kapısını kilitlediğimiz evden dışarı çıkmadık. Saat gece yarısına yaklaşırken Ahmet’le birlikte dışarı çıktığımızda kuyudaki su iyice azalmıştı. Eşime dışarıda ne olursa olsun kapıyı asla açmamasını, Ahmet’e de tüfeğimi verip evin çevresine hiçbir şeyi yaklaştırmamasını ve kuyunun başından ayrılmamasını söyledim. Bir halat alarak merdivenle, önce su kuyusu yanındaki 6 metrelik motor kuyusuna indim ve sonra motor kuyusuyla 12 metrelik su kuyusu arasında daha önceden açtığımız 3 metrelik tünelden geçip el fenerini su kuyusuna tuttuğumda suyun boşalmış olduğunu gördüm. Bir ucunu motor kuyusundaki demir merdivene bağladığım halatla yavaşça su kuyusuna indim. Kuyu tabanında bulunan ve kuyunun daha fazla su toplaması için birbirinden farklı yönlerde kazılmış olan 5 metre uzunluğundaki 3 tüneli de kontrol ettim. Tünellerden birinin sonunda gördüğüm, arasından kırmızı sıvı süzülen ve kuyunun genelindekilere göre farklı taşlarla örülmüş duvarı kırmak için Ahmet’e seslenip kuyuya bir balyoz atmasını söyledim. Balyozla çok da zorlanmadan kırdığım duvarın arkasında, üzerinden çamurlar süzülen ve yukarı doğru çıkan taş merdiven​ basamaklarını görünce şüphelerimde haklı olduğumu anladım. Yukarı çıktığım merdivenlerin sonunda, duvarlarında kurt başı kabartmalarının olduğu ve tavanından ağaç köklerinin sarktığı büyük bir odaya ulaştım. Odanın sonuna doğu ilerlediğimde musalla taşına benzer bir yapı üzerinde yatan, tavandan sarkan ağaç köklerinin sarıp sarmaladığı genç ve çıplak bir kadın cesedi gördüm. Üzerinden kırmızı sıvı süzülen ağaç köklerinin, sanki yeni ölmüş gibi görünen bu kadının derisini delip bir damar yapısı gibi teninin altına yayıldığını görünce bu köklerin ceviz ağacına ait olduğuna dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Bu kadın cesedi muhtemelen pagan kültürlere ait bir kurban töreninde şeytana sunulmuş bir kişiye aitti ve ceviz ağacı üzerinde görünen kadın hayaleti de bu kadındı. Dedeme ve bana “Dikkat et” diyerek dikkatimizi kuyuya çekmeye çalışıyordu ve ruhunun huzura ermesi için bizden laneti sona erdirmemizi istiyordu. Bir yardım çağrısı ya da bir işaret fişeği olarak kullandığı kırmızı sıvı da amacına ulaşmış ve dikkatimi çekerek onu bulmamı sağlamıştı. Büyük ihtimalle kötülüğün kaynağı olan ceviz ağacı cehennemle dünya arasında bir geçit sağlıyordu ve bu ağaç, kurban edilen bu kadının ölü bedeninden besleniyordu. Bu durumda da eğer kadının derisine giren kılcal kökleri kesersem ağaç beslenemeyip kuruyacak ve tüm bu kötülüğe bir son verecektim. Cebimden çıkardığım bıçağımla kökleri kesmeye başladım. Kesilen köklerden akan kırmızı sıvı ceset üzerine akıp onu tamamen kırmızıya boyuyordu. Son kökü de kestikten sonra birden kadının derin bir soluk aldığını duydum ve dehşete kapıldım. Nefes almaya başlayan kadının​ yavaşça gözlerini açıp yattığı sunağın üzerinde doğrulduğunu görünce korkudan olduğum yere yığılıp kaldım.

Genç bir görünüme sahip bu kadın, yaşlı bir kadına ait gibi bir ses tonuyla ” Beni binlerce yıllık esaretimden kurtardığın için cehennemde ödüllendirileceksin. Artık yeni hayatımda senin soyundan bir bedende yaşayacağım ve dünyaya kötülük hakim olacak. Yakında doğacak olan bedenime iyi bak, ona dikkat et” dedi ve vücudu bir kül gibi dağılıp havaya karıştı.

Yukarı çıktığımda Ahmet aşağıda neler olduğunu sorunca ona, yapabileceğim en büyük hatayı yaptığımı söyledim.

Ben umutsuzca ilerideki köyden yükselen alevlerin aydınlattığı gökyüzünü izlerken Ahmet “Ne oldu?” dedi.

Ben de”Kötülük​ serbest kaldı.” diye cevap verdim.

 secmehikayeler.com  Genesis

korku hikayeleri, korkunç hikaye, korku hikayesi, çok korkunç hikaye, dehşet hikayeleri, fantastik hikayeler, fantastik hikaye, gerilim hikayesi, gerilim hikayeleri, korku hikayesi arşivi, korku hikayeleri arşivi, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, 

The post Korku Hikayesi “Kötülüğün Doğuşu” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/korku-hikayesi-kotulugun-dogusu.html/feed 0
Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html#respond Wed, 17 Jan 2024 12:59:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9313 Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” Mustafa Ünver Biliyor musun ne fark ettim? Ne oldu? Yine ne fark ettin? Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun. […]

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN”

Mustafa Ünver

Biliyor musun ne fark ettim?

Ne oldu? Yine ne fark ettin?

Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun.

Allah Allah hiç fark etmemiştim bunu. Detay oldukça ilginç, kutlarım seni, dikkatli bir gözlemcisin.

Dalga geçme lütfen. Sanki konuyu sulandırarak buhar etmeye çalışıyorsun gibi geldi bana.

Yok canım niye buharlaştırmaya çalışayım? Ben de sana şu soruyu sorayım ki meselenin konuşulmasından hiç de rahatsız olmadığımı anlayasın. Söyle bakalım, peki mesaj içeriklerinde bir fark var mıydı? Onları da yakalayabildin mi?

Hınzır hınzır gülmenden içeriklerine de nüfuz etmem gerektiğini mi anlamalıyım? Ama endişe etme, hevesini kursağında bırakmaya çok istekliyim bu sabah. Çünkü buna da dikkat ettim tabii. Haydi sevin bakalım biraz; içeriklerde samimiyet, şefkat ve ilgi açısından ciddi bir fark yoktu diyebilirim.

Ciddi bir fark yoksa, küçük de olsa bir fark yine de vardı yani, bunu mu demek istiyorsun?

Yani evet, küçük, minik farklar diyeyim. Başta biraz resmi, ciddi ve bir miktar mesafe kokan vurgu, kelime ve kısa cümleler. Ardından daha sıcak ve içten, sevgi ve ilgiyi yansıtan vurgu, kelime ve uzun cümleler. Sanki onun etkisinden henüz kurtulamamış, kafan ve gönlün oraya takılı kalmış; ama sonra birden kendine gelen, “ben ne yapıyorum yahu?” diyerek sohbete uyum sağlamaya çalıştığını ele veren ifadeler…

Sende kıskançlık var Hayri, düpedüz kıskanıyorsun beni. Benim açımdan bu iyi mi kötü mü bilemedim ama kıskançlığın iyi bir şey olduğunu elbette söyleyemem; nasıl diyeyim, bir kerte ruhsal hastalık bu tutum. Kelimedeki harflerin ve hecelerin hırçın, kalın, kaba ve korkutucu dizilimi bile insanda bir gerginliğe neden oluyor. Kıs-kanç-lık… Hecelemesi bile ürkünç. Kanç’ın ortaya kurulması pek hayra alamet değil.

Lütfen konuyu etimolojik ve semantik detaylara boğarak saptırma. Bir konuda herkes gibi değiliz, bizim farklı bir zorunluluğumuz var diye her konuda da herkesten farklı olmaya mecbur muyuz? Kıskançlığım elbette seni çok sevmemden kaynaklanıyor, ama benden bu konuda daha fazla hırçınlık bekleme. Benden bu kadar yani. Sadece kafanı kuma gömerek her şeyi herkesten gizleyebildiğin yanılgısına, haydi diyeyim basitliğine düşme olur mu? Aklımla ve sezgimle alay etme!

Valla şekerim senden korkulur. Bu kadar da olur mu Hayri, pes doğrusu. Konuyu nerelerden nerelere getirdin, küçücük bebeciği büyütüp de damat ettin ya, daha sana ne diyeyim? Ama itiraf etmeliyim ki bana olan bu ilgin hoşuma gitti. Söylemlerimdeki vurgu, hece, kelime ve cümlelerime bu kadar dikkat kesilmene biraz gerilsem de yine de sevindiğimi, memnun olduğumu, hatta bir miktar da şımardığımı söyleyeyim. Çünkü insan değer verdiği varlığın detaylarına dikkat kesilir. Onu gözü gibi korur, kollar; her şeyine özen gösterir, ses tonuna, hecelerine, kelimelerine, dizilimlerine. Ne bileyim onun etkilendiği ve üzüldüğü hususları anlamaya çalışır ve sağaltmak için elinden geleni yapar. Buluttan nem kapmak, bana duyduğun ilginin ve verdiğin değerin bir yansıması olarak kabul edilse bile aynı zamanda bir alınganlığın, haydi içimde kalmasın söyleyeyim gereksizce yaratılmış bir alınganlığın da göstergesi olabilir mi acaba Hayri?

Onu bunu bilmem de ciddi ciddi seni kıskandığımı bilmeni isterim. Hâlâ iki arada bir derede kalan bir görüntü vermen de ayrıca moralimi bozuyor. Bu yüzden tüm yönleriyle sadece bu konuyu tartışmak istiyorum seninle. İşin içine başka konuları katmadan, sağa sola kement atmadan, şu da şöyle olduydu, bu da böyle olduydu demeden. Bilirsin noktalar çoğaldıkça hassasiyet ve öze temas azalıyor ve yapılan çalışmadan tatminkâr bir sonuç çıkmıyor. Aksine tüm konular birbirine giriyor ve her şey Arap saçına dönüyor. Konular dallanıp budaklandıkça da gerilmeler, gerginlikler artıyor. Hak ettikleri yerlerini mimiklere, tonlamalara, hecelere, vurgulara, kelimelere ve cümlelere hassasiyet katmaya bırakıyor. Gerilim de haliyle artıyor. “Az ve öz olsun,” denir ya. Zaten bu formülün icat edilmesinin arkasında da aynı problem var. Biz de öyle yapalım tamam mı? Başka bir şey katmadan sadece bu konuyu konuşalım. Eskilerin deyişiyle “efrâdını câmi, ağyârını mâni,” konuşalım.

Bu sözün “kendisiyle ilgili her şeyi içine alsın, ait olmayan her şeyi de dışarıda bıraksın,” anlamında olduğunu yine senden duymuşluğum var, doğru hatırlamışım değil mi? Sonunda beni de kendin gibi arkaik yaptın gittin ya Hayri. (gülüşmeler)

Madem öyle, sana bir şey daha söyleyeyim eskilere dair, olmuşsun bari tam arkaik ol öyleyse. Konuyu “ariz ve amik” şekilde inceleyip değerlendirelim tamam mı; yani enine boyuna, tüm genişliğine ve derinliğine konuşalım.

Hani Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir replik vardı ya, ya da ne bileyim oradan ilham alarak zihnimin şu an uydurduğu bir şey de olabilir, tam kestiremedim şimdi. “Ustalık dakikaların değil saniyelerin hatta saliselerin arkasında koşmaktır.” Onun gibi olalım diyorsun yani. Tamam ben de kabul ederim, senin metaforundan hareketle, bir kamyon dolusu noktayı masanın üstüne ya da odanın ortasına boca etmenin olayları karıştırmaktan başka bir faydasının olmayacağını. Ama burada gözden kaçırdığımız bir nokta şu ki: biz onları ne kadar yok sayıp masaya dökmesek de onlar hâlâ yerlerinde var olmaya ve gölgede hatta karanlıkta yaşamaya devam ediyorlar. Biz “yok,” demekle mesela Tanrı nasıl yok olmuyorsa, biz hesaba katmadık diye milyonlarca nokta varlığından vaz mı geçecek sanıyorsun? 

Nasıl yani?

Nasıl yanisi mi var Hayri? Basbayağı, saksıyı biraz çalıştırırsan anlarsın. Biz sadece bir veya on noktanın çocuğu muyuz sanki? Etrafımızdaki, içimizdeki tüm noktaların çocukları değil miyiz yeri gelince? Belki her şeyin ve herkesin çocuğuyuz. Sana günaydın mesajını atarken veya atmazken penceremden sabah güneşini o sabah görmüş veya görmemiş olmamın bir etkisi yok mudur sence? Tamam, senin ta başta fark ettiğini söylediğin detayı inkâr etmiyorum. Ama sadece ona takılıp kaldığımızda da net ve tatminkâr sonuçlar yine de alamayabiliriz Hayri, bunu demek istiyorum, anladın mı şimdi? “Az ve öz olsun,” diyorsun da her şey az ve öz değilken onu öyle kabul etmek asıl kafayı kuma sokmak veya bir yerde Polyannacılık oynamak olmaz mı Hayri?

Peki ne yapacağız o zaman? Çözüm ne?

Güzel, bak Hayri önce şunu anlayalım mı birlikte? Ben bir defa fark ettiğin bu detayı çok beğendim, acayip hoşuma gitti, değer verilmiş olmaktan o kadar mutlu oldum ki şimdi kalkıp herkesin içinde boynuna sarılasım bile var, emin ol kendimi zor tutuyorum. Tamam mı bu konuyu bir kenara koydum. Öte yandan bu problematiği dar anlamda konuşmayalım dememi de lütfen yanlış anlama Hayri. Konuyu tavsatmak, mış gibi yapmak, bazı şeyleri anlaşılmama gölgesinde bırakma niyetinde olduğumu da sakın düşünme. Ama bu senin genişlik ve derinlik dediğin şey o kadar geniş ve derin ki bunun sınırlarını kim belirleyecek, nereye kadar genişleyip derinleşeceğine kim karar verecek? Hangi noktanın bu genişlik ve derinliğe ait olacağını, senin o eski kaşar ifadenle söylersem “câmi” veya “mâni” olacağını kim belirleyecek?

Tamam tamam her zaman olduğu gibi yine sen kazandın. Sonra gerçekten haklı da olabilirsin. Ve ben sana tamamen haksızsın da diyemem. Sonuçta “kelebek etkisi,” diye bir şeyin olduğunu biliyorum, ama probleme senin düşündüğün gibi bakacak olursak bu kez de hiçbir şeyi anlayamayız ve çözemeyiz ki. Hiçbir dava böyle çözülemez ki? Hatta bırak bizim konumuzu, bu kafayla dünyada hiçbir konu veya problem de anlaşılamaz ki. Anlaşılamayınca çözülemez de tabi ki. Neticede matematik gibi bir bilimde bile bir sürü ön kabuller var. Sanki onlar evrensel gerçekmiş gibi kabul görüyor ve süreç öyle devam edip gidiyor işte.

Nasıl yani, konumuzun ne alakası var matematikle şimdi?

Olmaz mı canım? Matematiğin her şeyle ilgisi var. Mesela sayıları ele alalım; ikinin birden büyük olduğunu kim söylüyor? Belki de gerçekte ikinin adı birdir, birinki de ikidir veya dokuz gerçekte ikidir, dört de sekizdir mesela. Şimdi buna göre biz kalkıp desek ki sizin bildiğinizin aksine bundan böyle, bir ikiden büyük, iki de birden küçük desek ne olacak yani? Neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Olacağı küresel kocaman bir kaos, neredeyse kıyamet kopsa daha iyi. Yani demem şu ki bazı şeylerin önünü arkasını, beni bir kez daha arkaik olmakla suçlayacağını bile bile kullanacağım işte, anhâsını minhâsını fazla da kurcalamadan üstüne hüküm kurup yaşamaya devam ediyoruz yani. Bir yerde de bunu yapmak kaçınılmaz. Çünkü belirsizlikle yaşanmaz ve bu belirsizliğin bir nebze önüne geçebilmek için yapay da olsa birtakım sınırlar koymak gerekiyor. Hani marketlerde ürünlerin ağırlığını gösteren rakamların yanına eşit üstüne dalga işareti konuyor ya. Yani tam olmasa da bir kabulleniş var eninde sonunda. Yoksa herkes kafayı bozar ve bir adım gidilemez ileri. Sen şimdi bunları boş ver ve beni laf salatasında boğmaktan vazgeç. Çünkü beni böylece etkilemene izin vermeyeceğim, anladın mı? Çok kararlıyım ve o nokta burada kalmayacak tamam mı? Konunun böyle göz önünde eriyerek buhar olmasına izin vermeyeceğim işte. Bunu o güzel kafana sok, tamam mı? Şimdi dürüstçe söyle bana bakalım: onunla görüştüğün gün ilk günaydın mesajını atan neden hep ben oluyorum? Gözüm kulağım üstünde, sakın konuyu sağa sola çekerek tavsatmaya çalışma, tamam mı?

Hayriiii, oğlum sabahtan beri seslenip duruyorum sana “gel Hayri, çay hazır!” diye. Yine saatlerce kendi kendine konuşup duracağına bir “tamam anne geliyorum,” desene.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikayeler, Mustafa Ünver Hikayeleri, düşündüren hikayeler, duygusal hikayeler, hikaye arşivleri, hikaye okuma, hikaye sitesi, çok güzel hikaye, sevgi hikayeleri, 

The post Yine Çok Güzel Bir Hikaye “GÜNAYDIN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yine-cok-guzel-bir-hikaye-gunaydin.html/feed 0
Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html#respond Fri, 12 Jan 2024 19:50:03 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9305 Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” 1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler. Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın […]

The post Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası”

1828 yılında New Brunswick’teki St. John Limanına doğru yol alan 5. 5. Vestris Gemisinin birinci süvarisi İskoçya’nın aynı addaki kurtarıcısının soyundan Robert Bruce idi. Bir gün öğleye doğru Bruce kaptan ile güvertede güneşin durumunu inceliyordu. Biraz sonra ikisi de aşağıya indiler.

Birinci süvari hesaplarla bir süre uğraştıktan sonra yerinden kalkarak kaptanın kamarasına gitti. Kapıyı araladıktan sonra:

“Affedersiniz efendim, ama ben hesapları çözemiyorum,” dedi.

Kaptanın kürsüsünde oturan adam başını kaldırınca, Bruce yıldırımla vurulmuşa döndü. Kürsüde oturan adam, kaptan olmak şöyle dursun, gemidekilerin hiçbirine benzemeyen bir yabancıydı.

Bruce, yabancının sabit bakışları karşısında dona kalmıştı. Neden sonra, kaptanın kamarasından dışarı fırlayabilme gücünü bulabildi.

   Kaptan güvertedeydi. Bruce, onu görünce:

Kaptanım kamaranızda bir yabancı var,” diye haykırdı.

“Bir yabancı mı? Kesinlikle süvari ya da kamarottur. Kamarama izinsiz olarak kim girebilir?”

Bruce, “Hayır. Kamaranızda ömrümde hiç görmediğim bir adam var,” diye ısrar ediyordu. Bunun üzerine kaptan, “Bir daha kamarama git iyice bak,” dedi.

Bruce titredi; “Bir daha oraya tek başıma gitmemeyi tercih ederim,” deyiverdi.

Biraz sonra kaptanla aşağı inince kamarayı boş buldular. Bütün gemi arandığı halde hiçbir yabancıya rastlanmadı. Bununla beraber Bruce, hikayesinde ısrar ediyordu. “Yabancıyı, kürsünüzün üzerindeki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğüme yemin ederim.” diyordu. Kaptan, “O halde yazı hala orada olmalı,” dedi.

Biraz sonra yazı taşı elinde idi. Gerçekten yazı taşının üstünde bir şeyler yazılı idi. Kaptan, Bruce’e “Bu senin yazın olacak,” dedi. Yaza taşının üzerinde “Kuzey Batıya dönün” sözcükleri yazılı idi. Kaptan devam etti: “Bruce, bizimle alay ettiğini itiraf et. Şuraya aynı kelimeleri yaz da senin yazını buradakiyle karşılaştıralım.”

Karşılaştırma yapılınca, Bruce’un yazısının, yazı taşındakinden bütünüyle farklı olduğu görüldü. Bu sefer geminin bütün personelinin yazıları da karşılaştırıldı. Hiç kimsenin yazısı yazı taşındakine uymuyordu. Sonunda kaptan kararını verdi; “Ben Tanrı’ya, kadere kısmete inanırım,” dedi. “Bu mesajın gizli bir anlamı olacak. Kuzey batıya dönelim de olanları görelim.”

Gemi bir süre kuzey batıya doğru yol aldıktan sonra ileride bir buzdağı belirdi. Buzdağına yaklaşınca, başka bir geminin buzdağına çarpıp yapışmış olduğu görüldü. Sağ kalabilen birkaç kişi geminin dalgalarla kamçılanan güvertesine sıkı sıkı sarılmışlardı. Kurtarılan kazazedelerin bir tanesi Bruce’un dikkatini çekti. Bu adam, Bruce’un kaptanın kamarasındaki yazı taşına bir şeyler yazarken gördüğü yabancıya tıpatıp benziyordu.

Vestris, buzdağından uzaklaşınca, Bruce kaptana bu keşfini anlattı. Kazaya uğrayan geminin kaptanına da bu olaydan söz ettiler. Kaptan, “Ne anlatmak istediğinizi anlıyorum. Bu gemici bize, bugün kesinlikle kurtulacağımızı söylemişti,” der.

Vestris’in kaptan kamarasına çağrılan denizci, kurtarılmadan birkaç saat önce rüyasında, başka bir gemide bulunduğunu ve bu geminin, buzların üstünde kalan kazazedeleri kurtarmaya geleceğini görmüş olduğunu söyledi.

İç Varlık dergisi, sayı: 68, yıl: 1957

hikaye, hikaye oku, korku hikayesi, korku öyküsü, korku hikayeleri, paranormal olaylar, paranormal hikayeler, paranormal, hikaye arşivleri, dehşetli hikayeler, dehşet hikayeleri, hikaye sitesi, seçme hikayeler, 

The post Hikaye Oku “Bir Denizcinin Rüyası” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/korku-hikayeleri/hikaye-oku-bir-denizcinin-ruyasi.html/feed 0
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html#respond Wed, 24 May 2023 12:39:56 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9052 Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” Refik Halit Karay Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır.  Hiçten veya hoş bir şeydir. Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, […]

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN”

Refik Halit Karay

Siz Halep çıbanından korkuyorsunuz, Halep, Musul, Bağdat çıbanlarından… Halbuki onlar benim gördüğüm, çıkardığım Hadramut çıbanının yanında bir sivilce, bir ben, bir süs, belki de seksapeli arttıran bir damga, çoğu defa bir şirinlik muskasıdır. 

Hiçten veya hoş bir şeydir.

Mesela bakınız şu dans eden Sitti Afife’nin sol yanağındaki minimini, sıcacık, sedef parıltılı çapkın kırışıklığa… Derinin öpmeye, okşamaya, hatta koklamaya davet eden bir cilvesi değil mi?  Kadının ceylan gözlerine dalıp kaldığımız gibi pürüzsüz yanağının parşömeni üstündeki bu cazibeli aşk yolu krokisine bakıp aklımızdan iç bahçelerdeki kuytu, karanfilli manzaraları düşünmüyor muyuz?

Halep çıbanının böylesi, öyle bir güzelin yüzünde seher vakti göğündeki çoban yıldızı kadar yıkanmış, taze, kokulu bir ışıkla parlamıyor, bütün vücuda bir körpelik, cinsi cazibe ve cinsi rayiha (koku) serpmiyor mu?

Her ne ise, bir asker bu kadar şiir yapabilir. Size daha iyisi, hikayemi anlatayım.

Bize dost iki Arap emiri arasındaki gazvelere bir nihayet vermek, dostluk kurmak için Yemen vali ve kumandanı İzzet Paşa, beni uzak çöle, ta Hadramut hududuna göndermişti. At ve hecin (iki hörgüçlü deve) sırtında on iki gün yol aldıktan sonra bir masal memleketine vardım.

Koca kumsalların ortasına, sanki yer azmış, arsa pahalıymış gibi onar katlı alçı evler kurmuşlar. Bir nevi bembeyaz, fağfur apartmanlar… Balkonları, terasları, cumbaları ile sipsivri, göz kamaştırıcı, baş döndürücü eğreti sinema kuleleri! Çanak, çömlek cinsinden çatlamaya, kırılıp parçalanmaya istidatlı o kadar gevrek şeyler ki, insana bir top patlasa, hepsi birden “hak ile yeksan” (yerle bir olmak ) olacaklar tesirini yapıyor.  Merdivenlerden çıkarken ayaklarımı pek basmaktan korkuyorum.

Yağmur, bu memlekette üç dört senede bir yağıyormuş…  Yağmıyormuş, bir sel halinde iniyor, sarnıçları, havuzları, barajları dolduruyor, birden kesiliyormuş. Ta yeni yağmura kadar kullanılan, içilen ve hurmalıklara akıtılan bu sudur. Çürümüş, sineklenmiş, kurtlanmış, kokmuş bir su…

Bir su leşi!

Emirin veziri, abanozdan kemikleri ve köseleden derisi olan bir eski Habeş kölesi, süte düşmüş hamam böceği gibi tiksindirici, iri, kara gözlerini, mavimtırak akları içinde çırpındırarak tembih etti:

“Ya Hazreti Kaid, cibinliğinizi uyurken açık bırakmayınız, bir sinek vardır, sokarsa habis bir çıban yapar, tedavisi zordur.”

Arap, “habis” kelimesini her ne için kullanırsa ondan çekinmelidir.

Ben de çekindim, cibinliğimi her zaman sıkı sıkı örttüm. Kenarlarını şiltenin arasına elimle soktum. Nasıl örtüneyim, sokmayayım, korkmayayım? Çarşıda, pazarda yüzleri yarıdan yarıya kemirilip, oyulmuş iğrenç adamlara rast gelip “frengiden mi?” diye sorduğum vakit:

“Hayır,” diyorlardı, “habis çıbandan… “

Bu habis çıban, nerede çıkarsa, etrafını bir selin açtığı oyuk gibi deşiyor, göz veya burun, ne bulursa alıp götürüyordu.

Bir gün şakağımda tatlı bir kaşıntı duydum; aynama baktım; hafif bir kızarıklık, ortasında başsız bir sivilce…

Hemen vezire koştum. Başını salladı, kaşlarını oynattı, sonra ellerini birbirine vurdu. Gelen kölesine bir emir verdi:

İçeriye bir kocakarı soktular. Değil hakikatte, kabus geçirirken bile karşılaşmanızı tavsiye edemeyeceğim bir cadı… Altında küpü, elinde süpürgesi eksikti. Kaşınan yeri bir de o gözden geçirdi ve hükmünü verdi:

“Ta kendisi!”

İşte size, şimdi dünyanın en acayip bir çıbanından ve tedavisinden bahsedeceğim: İlk iş hurmalıklar altına rahat bir döşek kurmak oldu. Beni içine yatırdılar ve hizmetime üç Sudanlı köle ayırdılar.

Emir demişti ki:

“San’a’ ya dönmeniz için iki hafta yolda geçirmeniz lazım gelir, tedavi vaktini geçirmiş olursunuz. Hem orada bunu bilen yoktur. Biz, Allah’ın izniyle sizi iyi etmeye çalışacağız.”

Cadı, her seher vakti başımın ucuna dikiliyor, çıbanı muayene ediyor, “Daha olmamış!” diyerek dönüp gidiyordu.

Nihayet bir sabah kıvamını bulduğunu söyledi ve bir iğne ile sivilcenin başını yerinden, büsbütün koparmadan usulcacık oynattı. Sonra koynundan bir yumak çıkardı, ucunu o sivilcenin, yaraya henüz takılı olan başına ilmikledi.

Yumağı sağdı sağdı, öteki ucunu da hurma ağacının alt dallarından birine bağladı.

Hissettim ki yumağın daldaki ucuyla çıbanımın içinde göremediğim bir katı yumak birbirine eklenmiştir.

Tembih şu idi:

On gün kımıldamadan yatmak ve bu ipliği koparmamak!

Hayatım bu ipliğe bağlıydı.

Şayet o koparsa çıbanın özü içinde kalır ve benim de yüzüm, çarşıda rastladığım Bedevilerinki gibi gelir, deşilir, yara çene kemiklerimi meydana çıkarır, bir gözümü de alıp götürürdü.

Onun içindir ki kımıldanmadan, kımıldanırım diye uyumadan yatıyordum. Gözlerim çıbanımla hurma dalı arasında hafif hafif sallanan incecik tirede, kalıp gibi yatıyordum.

Ve o tire her gün birazcık daha gevşiyor, yaramdan eklenen parça ile uzuyor. Bir örümcek ağı teli gibi iki baştan tutturulmuş, boşlukta gidip gidip geliyordu.

Ben başımı dimdik tutarak gündüzleri çöl güneşinin kalayladığı kamaştırıcı göğe gözlerimi kapıyor, geceleri açarak kalaylı göğün işlenmiş manzarasında dinlendiriyordum.

Şüphesiz ki çıbanımın kozası her gün biraz daha sağılıyor, boşanıyor, ufalıyor, tükeniyordu.

“Ya koparsa?” diyordum.

Köleler, korku içinde, bir ağızdan haykırışıyorlardı.

“Allah saklasın!”

Sıkıcı bir rüzgar, bir yağmur, maazallah bir kum fırtınası yahut, kölelerin dikkatsizliğine uğrayarak içimin geçtiği bir sırada sersemlikle kımıldanıvermem çöl sıcağında pişerek yavaş yavaş ibrişimlenen bu cerahat tiresini koparabilirdi. O zaman?

Aklıma hemen tabancam geliyordu, tam çıbanımın olduğu yere namlusunun dayanacağı toplu, eski sistem, dom dom kurşunlu tabancam.

Onuncu günü Emir geldi, vezir geldi, eşraf ve ahali geldi, hurma ormanı panayır yeri gibi insanla doldu.

Cadı da gelmişti.

İğnesini çıbanıma soktu, hiç ağrı duymuyordum, içinden haşlanmış balık gözüne benzettiğim ufacık, toparlacık, bembeyaz bir sert boncuk çıkardı, etrafa gösterdi.

“Özü alındı!” diye başımdakiler sevindiler.

Sevinç ahaliye de geçti. Darbukalar çalındı, kılıç kalkan oynandı. Allah’a, padişaha, emire dualar edildi.

Ben, ucu daldan çözülüp elime verilen tireye bakıyordum: Kadının yumağındaki iplikle çıbanımdan boşanan arasında hiç fark yoktu. Avcumda incecik, sağlam, yarı şeffaf, sarıya bakan bir balık oltası tutuyordum.

Binbaşı şakağında eski bir yanığa benzeyen küçük kırışıklığı gösterdikten sonra, hasret sezilen bir sesle:

“İmparatorluk zabiti neler çeker, fakat neler görürdü!” dedi, elini kadehine götürdü.
Lübnan, 1 930 – Refik Halit Karay

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, gurbet hikayeleri, çıban, Hadramut çıbanı, Halep çıbanı, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay Hikayeleri, hikaye özetleri, kısa hikayeler, kısa hikaye, 

The post Gurbet Hikayeleri “ÇIBAN” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/gurbet-hikayeleri-ciban.html/feed 0
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html#comments Tue, 09 May 2023 14:25:44 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9020 Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” Refik Halit Karay Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak […]

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ”

Refik Halit Karay

Vapur rıhtımdan kalkıp, ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

“Çocukcağız Arabistan’da rahat eder,” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’ daki gibi:

“Hasan gel!”

“Hasan git!” demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu.

Hassen şekline girmişti:

“Taal hun ya Hassen,” diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

“Ruh ya Hassen … ” derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem pürnahıl (süs ağacı gibi baştan aşağı) çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.

Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere ne ev! Yalnız ara sıra
kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile …

Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

“Gemel! Gem el!” dedi.

Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs …

“Ya habibi! Ya ayni!”

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar …

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle, haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, gene susuyordu.

Hep sustu.

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları (sarı meşinden yapılan bir çeşit ayakkabı) vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu:

Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’ da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.

Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

“Çiviler ağzına batmaz mı senin?”

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:

“Türk çocuğu musun be?”

“İstanbul’ dan geldim!”

“Ben de o taraflardan … İzmit’ ten!”

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

“Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”

Hasan anladığı kadar anlattı.

Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu:

“Sen niye buradasın?”

“Bir kabahat işledik de kaçtık!”

Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan … Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları
sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu:

“Gidiyor musun?”

“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor … Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

“Ağlama be! Ağlama be!”

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

“Ağlama diyorum sana! Ağlama! .. “

Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

Şişli, 1 938 Refik Halit Karay

Refik Halit Karay 

14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.  Romancı, öykü yazarı ve gazetecilik yaptı.

Eserlerinde sade bir dil kullanmasına rağmen tasvir ve tahliller bakımından zengin bir anlatıma sahiptir. Anadolu’yu ve Anadolu insanının hayatını “Memleket Hikâyeleri”  eserinde eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. Bu eseri, realist hikâye tarzının başarılı bir örneğidir

Sanatçı, Cumhuriyet yönetimiyle de fikir ayrılıklarına düşmüş, Beyrut ve Halep’e sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünlerdeki gözlemleri ise bir diğer önemli hikâye kitabı olan “Gurbet Hikâyeleri”ne yansımıştır. Af kanunu ile yurda döndükten sonra “Aydede” adlı mizah dergisini tekrar yayımlamaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde daha çok romanla uğraşan Refik Halit, eserlerindeki güçlü gözlemleriyle dikkat çeker. Olayları ve kahramanları en ince ayrıntılarına kadar görmeyi başaran sanatçı, bu özelliğiyle eserlerinde yoğun bir gerçeklik duygusu uyandırır. Eserlerindeki bir diğer önemli özellik ise türü ne olursa olsun mizaha ve tenkide yönelmesidir. Bunu özellikle hikâye ve romanlarında karakterler üzerinden yapar.

Sanatçı, önemli romanlarından olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eserinde Meşrutiyet’le zenginleşen insanları; Çete‘de Türk çetecilerin Fransızlarla olan mücadelesini; bir inceleme roman özelliği de taşıyan Yezid’in Kızı adlı eserinde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidilerin hayatlarını; Sürgün‘de Yüzbaşı Hilmi Efendi’ye atılan bir iftira yüzünden onun Beyrut’a sürgün edilişini ve burada yaşadığı sıkıntıları; Bugünün Saraylısı‘nda İstanbul’da kendi halinde bir aileye katılan sonradan görme bir akraba kızın ailenin değerlerini alt üst etmesini anlatır.

Yazarın gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade akıcı dili, güçlü tekniği ile 20, yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmasına vesile olmuştur.

Türk edebiyatına birçok eser kazandıran Refik Halid Karay, İstanbul’u bütün renk ve çizgileriyle yansıtarak Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. 18 Temmuz 1965 yılında da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, çok acıklı hikaye, acılı hikaye, ağlatan hikayeler, duygusal hikayeler, gurbet hikayeleri, eskici,

The post Tam Bir Gurbet Hikayesi “ESKİCİ” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/duygusal-hikayeler/tam-bir-gurbet-hikayesi-eskici.html/feed 6
Kısa Hikaye “Öneri” https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-oneri.html https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-oneri.html#respond Tue, 19 Oct 2021 18:40:36 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=8216 Kısa Hikaye: Adamın biri emekli olduktan sonra bir okulun yanında küçük bir ev aldı. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama okullar açılınca huzuru kaçtı. Okulların açıldığı ilk günden itibaren öğrenciler, dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar, anlamsız sesler çıkararak bağırıp çağrıyorlar, dayanılmaz gürültüler yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini […]

The post Kısa Hikaye “Öneri” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kısa Hikaye: Adamın biri emekli olduktan sonra bir okulun yanında küçük bir ev aldı. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama okullar açılınca huzuru kaçtı.

Okulların açıldığı ilk günden itibaren öğrenciler, dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar, anlamsız sesler çıkararak bağırıp çağrıyorlar, dayanılmaz gürültüler yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini anlayan yaşlı adam, bu işe kurnazca bir çözüm buldu. Ertesi gün çocuklar okuldan çıkıp, yine dayanılmaz gürültüler yaparak evinin önünden geçerken yaşlı adam dışarı çıktı ve onlara bir öneride bulundu.

“Siz hepiniz çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz” dedi.

“Sizden bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum. Ben de sizlerin yaşındayken aynı biçimde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım. Siz bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Kabul ederseniz, eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar veririm. ” 

Bu öneri çocukların çok hoşuna gitti. Her gün hem eğleniyorlar, hem bol bol gürültü yapıyorlar, hem de bir dolar para kazanıyorlardı.Bu durum bir hafta bu biçimde sürdükten sonra birgün yaşlı adam çocukları yine durdurdu ve onlara kısa bir açıklama yaptı:

“Sevgili çocuklar, yaşam pahalılığı, enflasyon beni de etkilemeye başladı” dedi. “Bugünden sonra size ancak elli sent verebileceğim. Beni anlayışla karşılayacağınızı umarım.”

Bu durumdan pek hoşlanmamalarına karşın çocuklar yaşlı adama anlayış gösterdiler ve günlük gürültülerini elli sent karşıladığında yapmayı kabul ettiler. Aradan birkaç gün daha geçtikten sonra yaşlı adam birgün çocukları yine durdurdu ve onlara bir durum açıklaması daha yapmak zorunda kaldığını bildirdi:

“Bakın, bizim emekli paralarını gününde ödemiyorlar” dedi.

“Durumum biraz sıkışık… Üzülerek söylüyorum ama yapabileceğim başka birşey yok… Bundan sonra size ancak yirmibeş sent verebileceğim… Tamam mı?.. Anlaştık mı?”

Yaşlı adamın bu son önerisi, çocukların hiç de hoşuna gitmedi. “Olanaksız bayım” dedi içlerinden biri. “Günde yirmibeş sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kusura bakmayın ama, biz işi bırakıyoruz.”

hikaye, hikaye okuma, hikaye oku, çocuk hikayeleri, hikaye arşivleri, eğlenceli hikayeler, ders veren hikayeler, eğitici hikayeler, düşündüren hikayeler, kısa hikayeler, hikaye sitesi, 

The post Kısa Hikaye “Öneri” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/dusunduren-egiten-hikayeler/kisa-hikaye-oneri.html/feed 0
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 6. Bölüm https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-6-bolum.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-6-bolum.html#respond Tue, 09 Mar 2021 14:32:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7855 Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 6. Bölüm “Birinci Sınıftaki  Öğretmenim”  27 Ekim, Perşembe Birinci sınıftaki öğretmenim sözünü tuttu ve bugün bizi görmeye geldi. Biz de annemle birlikte fakir bir kadına yardım götürmek için evden çıkmak  üzereydik. Bir yıldır hiç uğramamıştı. Geldiğine çok  sevindik doğrusu… Hikaye Ufak tefek, çıtı pıtı bir kadındır. Kendisine hiç yakışmayan, yeşil kadife […]

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 6. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 6. Bölüm

“Birinci Sınıftaki  Öğretmenim” 

27 Ekim, Perşembe

Birinci sınıftaki öğretmenim sözünü tuttu ve bugün bizi görmeye geldi. Biz de annemle birlikte fakir bir kadına yardım götürmek için evden çıkmak  üzereydik. Bir yıldır hiç uğramamıştı. Geldiğine çok  sevindik doğrusu… Hikaye

Ufak tefek, çıtı pıtı bir kadındır. Kendisine hiç yakışmayan, yeşil kadife kenarlı şapkasıyla gezer, zevksiz bir şekilde giyinir. Artık birer birer ak düşmeye başlayan saçlarına da pek özen göstermez. Sabah kalktığında eliyle şöyle bir düzeltir, o kadar. Üstüne üstlük, sağlığına da pek dikkat etmiyor galiba… Yüzünü biraz daha sararmış gördüm bugün. Öksürüğü de  sürekli hale gelmiş. Öykü

Annem üzülmüştü: Hikaye

“Sağlığınıza yeteri kadar dikkat etmiyorsunuz.” dedi.

Öğretmenimin neşeli yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi:

“Aman, ne önemi var canım!” diye geçiştirdi. Hikaye

Derslerinizde kendinizi çok yoruyorsunuz. ” diye ekledi annem. “Öğrencilerinizle kendinizden daha fazla ilgileniyorsunuz.” Öykü

Evet, annem haklıydı. Sınıfta öğretmenimizin sesi  çok yüksek çıkardı. Öğrencilerin dikkati dağılmasın
diye hiç susmaz ve bir dakika bile oturmazdı. Dersleri çok hareketli geçerdi.  Hikaye

Bize geleceğinden emindim. Çünkü eski öğrencilerini hiç unutmaz. Hepsinin oturdukları evleri bilir. Sınav zamanları iyi not almamız için bizimle tek tek ilgilenir, derslerimizi kontrol ederdi.

Şimdi liseye, üniversiteye giden eski öğrencileri hala onun ziyaretine gelirler. Bugün de eski öğrencileri ile bir resim sergisine gitmiş ve oradan koşup bize gelmişti . Her hafta perşembe günü öğrencilerini böyle kültürel faaliyetlere götürürdü. Konferanslar, paneller, tiyatrolar, müzeler ve daha neler neler… Öğrencilerinin geniş bir kültüre sahip, ahlaklı insanlar olmasını isterdi.

Zavallı öğretmenim! Ne kadar yıpranmış, ne kadar  zayıflamış! Hikaye

işte yine yerinde duramadı. Onbeş yirmi dakika oturup, aceleyle kalktı . Yapması gereken önemli işleri olduğunu söyledi. Öğrencilerinden biri kızamık çıkarmış, onu ziyarete gidecekmiş.

Giderken dönüp bana baktı : “Pekala Enrico, eski öğretmenini hala seviyor musun?” dedi.

“Evet öğretmenim” dedim. “Sizi çok seviyorum.”

Bunu duyunca sevindi sanki. Yüzü güldü, gözleri parladı. Yanaklarımı öptükten sonra elini sallayarak kapıya yöneldi. Dışarı çıkarken, “Hoşçakal Enrico, beni unutma! ” diye seslendi. Çocuk Hikayeleri

Güle güle benim sevgili öğretmenim! Sizi asla unutmayacağım. Büyüdüğüm zaman da sizi hatırlayacağım ve ziyaretinize geleceğim. Ne zaman bir okulun yanından geçsem sizi hatırlayacağım. Sizin yanınızda geçen o güzel iki yılımı hatırlayacağım. Sizden ne kadar çok şey öğrendim ben o sınıfta. Ne kadar yorgun olsanız da öğrencilerinize birşeyler öğretmek için nasıl sabırla ders anlattığınızı hatırlayacağım. Bize bakarken gözlerinizin nasıl sevgiyle parladığını hatırlayacağım. Derslerimizde başarılı olunca bizimle birlikte sevindiğinizi, başımıza birşey geldiğinde bizimle birlikte üzüldüğünüzü hiç unutmayacağım sevgili öğretmenim!

Edmondo de Amicis

HİKAYENİN BÜTÜN BÖLÜMLERİ

1 2 3 4 6

Çocuk hikayeleri, hikaye, hikaye oku, hikayeler, eğitici hikayeler, masal, öykü, çocuklar içi öykü, çocuk hikaye kitabı, hikaye kitabı, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye ödevi, kısa hikaye, en güzel hikaye, sevilen hikayeler, çocuklara uygun hikayeler, düşündüren hikayeler,

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 6. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-6-bolum.html/feed 0
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 5. Bölüm https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-5-bolum.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-5-bolum.html#respond Sun, 28 Feb 2021 14:22:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7817 Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 5. Bölüm “Güzel Bir Davranış” 26 Ekim, Çarşamba Bu sabah Garrone’yi biraz daha iyi anladık. Okulun kapısından içeri girdiğimde, geçen yılki öğretmenimle karşılaştım. O beni lafa tutunca, sınıfa girmekte biraz geciktim. Koşarak yukarı çıktım. Sınıfın kapısını açık görünce rahatladım. Mösyö Perboni henüz gelmemişti. İçeri girip yerime oturdum. Hikaye Arka tarafta üç-dört […]

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 5. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 5. Bölüm

“Güzel Bir Davranış”

26 Ekim, Çarşamba

Bu sabah Garrone’yi biraz daha iyi anladık. Okulun kapısından içeri girdiğimde, geçen yılki öğretmenimle karşılaştım. O beni lafa tutunca, sınıfa girmekte biraz geciktim. Koşarak yukarı çıktım. Sınıfın kapısını açık görünce rahatladım. Mösyö Perboni henüz gelmemişti. İçeri girip yerime oturdum. Hikaye

Arka tarafta üç-dört çocuğun bir kolu sakat olan zavallı Crossi’yi rahatsız ettiklerini gördüm. Sırtına cetvelle vuruyorlar, başına kestane kabukları atıyorlar, “sakat maymun” diyerek alay ediyorlardı. Birisi de onun taklidini yaparak aklınca diğerlerini güldürüyordu. Çocuk Hikayeleri 

Kızıl saçlı zavallı Crossi ise sırasında sesizce oturuyor, kendini rahat bırakmaları için yalvaran gözlerle bakıyordu. Çocukların verdiği rahatsızlık gittikçe artıyordu. Crossi öfkelenmeye başlamıştı. Yüzü kıpkırmızı kesildi ve öfkeden titremeye başladı. Bu kötü oyuna Franti de katıldı ve elinde sepet taşıyormuş gibi yaparak zavallı çocuğun annesini taklit etmeye başladı. Kadıncağız herhalde hasta olacak ki , Crossi ‘yi almaya gelmiyordu. Franti’nin yaptığı taklide bütün sınıf gülmeye başladı.

Çok sinirlenen Crossi, kendini kaybederek elindeki kalemi Franti’ye doğru fırlattı. Franti onu görüp kapıya doğru kaçtı . Tam o sırada öğretmenimiz sınıfın kapısından içeri girdi ve Crossi’nin fırlattığı kalem onun göğsüne isabet etti.

Öğrencilerin hepsi sessizce yerlerine oturdu. Herkes korkmuştu. Mösyö Perboni masasına gitti ve öfkeli bir şekilde sordu:

“Kalemi kim attı öyle? .. ” Çocuk hikayeleri

Sınıftan çıt çıkmıyordu. Mösyö Perboni bu kez daha sert bir ifade ile konuştu:

“Kim attı o kalemi?!.”

Crossi’ye acıdığı için Garrone hemen ayağa kalktı ve “Ben attım efendim.” dedi.

Öğretmen hepimizin yüzüne tek tek-baktı . “Hayır, senin atttığını sanmıyorum.” dedi . Sonra sesini biraz yumuşattı:

“Kim attıysa doğru söylesin. Cezalandırmayacağım.”

Bunu duyunca Crossi ayağa kalktı ve ağlamaklı bir sesle: Çocuk hikayeleri

“Ben attım öğretmenim!” dedi. ” Fakat benimle alay ettiler, beni kızdırdılar. Ben de bir anda öfkelenip kalemi fırlattım. O sırada siz içeri girdiniz.

Mösyö Perboni, Crossi’nin anlattıklarını dinleyince sinirlendi.

“Peki, sen oturabilirsin.” dedi. Sonra sınıfa döndü:

“Arkadaşınıza bunu yapanlar kimler, onlar ayağa kalksın!” Çocuk hikayeleri

Dört çocuk, başları önlerinde ayağa kalktılar. Hiçbirinden ses çıkmıyordu. Öğretmenimiz onlara bakarak konuşmaya başladı:

” Size hiçbir zararı dokunmayan bu arkadaşınızla alay ettiniz. Kendini savunamayan bu zavallı çocuğun üzerine hücum ettiniz. Böyle davranmakla insanlığınızı zedelediniz. Yaptığınız çok kötü ve utanılacak bir davranıştır! “

Mösyö Perboni sustuğunda, sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Sanki herkes nefes alıp vermekten bile çekiniyordu. Öğretmenimiz bir süre sınıfta hiç konuşmadan dolaştı. Sonra tekrar dört yaramaz öğrenciye döndü: Çocuk hikayeleri

“Şimdi oturun, sizi affediyorum. Arkadaşlarınızın önünde azarlanmak sizin için yeterli bir ceza olmuştur.” dedi. “Ancaak … ” diye devam etti. ” Benim affetmem önemli değil, bakalım arkadaşınız sizi affedecek mi? Hepiniz arkadaşınızdan özür dileyin bakalım. Belki o da sizi affeder. “

Hepsi teker teker Crossi’den özür dilediler ve bir daha asla böyle davranmayacaklarına söz verdiler.
Crossi çok sevinmişti:

“Tabii ki affettim, biz arkadaşız!” dedi gülümseyerek … Çocuk hikayeleri

Edmondo de Amicis

HİKAYENİN BÜTÜN BÖLÜMLERİ

1 2 3 4 5

Çocuk hikayeleri, hikaye, hikaye oku, hikayeler, eğitici hikayeler, masal, öykü, çocuklar içi öykü, çocuk hikaye kitabı, hikaye kitabı, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye ödevi, kısa hikaye, en güzel hikaye, sevilen hikayeler, çocuklara uygun hikayeler, düşündüren hikayeler,

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 5. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-5-bolum.html/feed 0
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 4. Bölüm https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-4-bolum.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-4-bolum.html#respond Sun, 21 Feb 2021 17:45:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7793 Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 4. Bölüm “Arkadaşlarım” 25 Ekim, Salı Sınıfta en çok sevdiğim arkadaşım Garrone’dir. içimizde en büyük olan odur; sanırım ondört yaşında var. Kocaman bir kafası, geniş omuzları var. Sürekl i tebessüm eden güleryüzlü çehresine bakınca onun ne kadar iyi bir çocuk olduğu hemen anlaşılır. Geçen yıldan tanıdığım birçok arkadaşlarım var demiştim. Sevdiğim […]

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 4. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 4. Bölüm

“Arkadaşlarım”

25 Ekim, Salı

Sınıfta en çok sevdiğim arkadaşım Garrone’dir. içimizde en büyük olan odur; sanırım ondört yaşında var. Kocaman bir kafası, geniş omuzları var. Sürekl i tebessüm eden güleryüzlü çehresine bakınca onun ne kadar iyi bir çocuk olduğu hemen anlaşılır.

Geçen yıldan tanıdığım birçok arkadaşlarım var demiştim. Sevdiğim arkadaşlarımdan biri de Coretti’dir. Çünkü o her zaman hayatından memnundur. Sırtından hiç çıkarmadığı yün gömleği ve keçeden yapılmış şapkasıyla tanınır. Gençliğinde iyi bir asker olan odun tüccarı babasının üç kez madalya aldığını anlatır durur. Bir de küçük Nelli var. Çok nazik ve ince ruhludur ama sırtı biraz kambur gibidir.

Bir de iyi giyinen arkadaşım Votini var. Süslü kadife elbisesini herkese gösterir. Önümdeki sırada oturan Küçük Duvarcı’yı da söylemeden geçemem. Babasının mesleği duvarcılık olduğu için ona böyle diyoruz. Elma gibi yuvarlak bir yüzü ve yassı bir burnu var. Tavşan gibi burnunu oynatır. Bütün çocuklar eğlenmek için onun yanına giderler. O da burnunu oynatıp çocukları güldürür. Şapkasını bir top gibi yaparak cebinde taşır. Küçük Duvarcı’nın yanında, karga gibi bir burnu ve minicik gözleri olan uzun boylu Graffi oturur. Kalem ve kibrit kutusu biriktirmeyi sever. Kopya çekmekte üstüne yoktur. Türlü türlü kopya usülleri bilir.

Carla Nobis ise gururlu ve kibar bir çocuktur. Herkesle arkadaşlık yapmaz. Çok sevdiğim iki arkadaşımın ortasında oturuyor. Bunlardan birisi, çilingirin oğludur. Dizlerine kadar gelen eski bir ceket giyer. Daima korkak ve ürkektir. Yüzündeki ağlamaklı ifadeye bakarsanız, onu hep hasta sanırsınız. Diğeri de, kolu hep askıda gezen kızıl saçlı arkadaşımdır; onun babası seyyar satıcıdır.

Sol taraftaki komşum da dikkate değerdir. Boynu omuzlarına gömülmüş, ufak tefek ve tıknaz olan bu arkadaşımın adı Stardi’dir. Daima homurdanır ve hiç kimseye birşey söylemez. Fazla zeki bir öğrenci olmasa da derslerde çok dikkatlidir. Büyük bir ciddiyetle gözlerini öğretmene diker ve hiç kıpırdamadan dersi dinler. Öğretmen ders anlatırken ona birşey söylerseniz sizi hiç dinlemez. Konuşmakta ısrar ederseniz ayağıyla bir tekme atar, yine dönüp bir kelime konuşmaz.

Onun yanında sert bakışlı, asık suratlı Franti oturur. Başka bir okuldan kovulup buraya gelmiş. Anlayacağınız yaramaz bir çocuktur.

Bunlardan başka, tüylü şapkalarıyla gezen ve hep aynı elbiseler giyen iki kardeş daha var. ikisinin herşeyi birbirine çok benzer.

Hepsinden nazik ve zeki olan hiç şüphesiz Derossi ‘dir. Onun bu yıl da sınıf birincisi olacağına inanıyorum. Öğretmenlerimiz de onun başarısını takdir ederler. Derslerde herşeyi önce ona sorarlar.

Bunların içinde en sevdiğim arkadaşım, çilingirin oğlu kederli Prekossi’dir. Babasının bazen onu dövdüğünü söylüyorlar. Zavallı çocuk çok çekingendir. Birisine birşey soracağı zaman veya yanlışlıkla birine çarptığı zaman hemen “Afedersiniz” diye söze başlar.

Fakat yine de büyük Garrone hepsinin içinde en iyisidir.

Edmondo de Amicis

HİKAYENİN BÜTÜN BÖLÜMLERİ

1 2 3

Çocuk hikayeleri, hikaye, hikaye oku, hikayeler, eğitici hikayeler, çocuk hikaye kitabı, hikaye kitabı, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye ödevi, kısa hikaye, en güzel hikaye, sevilen hikayeler, çocuklara uygun hikayeler,

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 4. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-4-bolum.html/feed 0
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 3. Bölüm https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-3-bolum.html https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-3-bolum.html#respond Sat, 13 Feb 2021 11:45:01 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7767 Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 3. Bölüm “Bir Felaket” 21 Ekim, Cuma Bu yıl bir felaketle başladı. Bu sabah okula babamla birlikte gidiyorduk. Mösyö Perboni’nin söylediklerini babama anlatırken, okulun kapısının önünde büyük bir kalabalık olduğunu farkettik. Babam, “Mutlaka kötü bir olay var!” dedi heyecanlı bir sesle. Okulun kapısından içeri güçlükle girdik. Büyük salon öğretmenlerin sınıflarına sokamadıkları […]

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 3. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 3. Bölüm

“Bir Felaket”

21 Ekim, Cuma

Bu yıl bir felaketle başladı. Bu sabah okula babamla birlikte gidiyorduk. Mösyö Perboni’nin söylediklerini babama anlatırken, okulun kapısının önünde büyük bir kalabalık olduğunu farkettik.

Babam, “Mutlaka kötü bir olay var!” dedi heyecanlı bir sesle. Okulun kapısından içeri güçlükle girdik.
Büyük salon öğretmenlerin sınıflarına sokamadıkları çocuklarla doluydu. Öğrenci velileri de salonu doldurmuş, henüz okula alışamayan çocuklarıyla uğraşıyorlardı. Bütün gözler müdürün kapısına dikilmişti. Kimilerinin dudaklarından “Zavallı çocuk!…  Zavallı Robetti! .. ” fısıltıları duyuluyordu.

Kalabalığın içinde okul müdürümüzün saçsız başı hemen belli oluyordu. Bu sırada kapıdan içeri iyi giyimli bir beyefendi girdi. ” işte doktor!” diye mırıltılar yükselti kalabalığın arasından. Babam bir öğretmenin yanına yaklaştı.

“Afedersiniz, ne olduğunu öğrenebilir miyim?” diye sordu.

“Arabanın tekerleği ayağının üzerinden geçmiş.” dedi öğretmen.

Bu talihsiz kazaya uğrayan, ikinci sınıftan bir öğrenciydi. Dora Grassa sokağından okula doğru gelirken, annesinin elinden kurtulup yola çıkan bir çocuğu otobüsün önünden kurtarmıştı. Bu kahraman çocuk maalesef kendisini kurtaramamış, ayağı otobüsün tekerleği altında kalmıştı.

Biz çocuğun başına gelenleri dinlerken, bir kadın çılgın halde kalabalığı yararak büyük salona girdi. Robetti’nin annesi olduğu anlaşılıyordu. Kurtarılan çocuğun annesi olduğunu daha sonra öğrendiğim bir başka kadın, hıçkırarak onun boynuna sarıldı. ikisi birlikte müdürün odasına girdiler. Arkadan Madam Robetti’nin feryatları işitiliyordu: “Julio’cuğum, yavrum! ..”

Biraz sonra parmaklığın önünde bir ambulans durdu. Müdür Bey, yaralı çocuğu kollarında taşıyarak dışarı çıktı. Zavallı çocuğun yüzü sapsarıydı. Gözleri yarı kapalıydı, başını müdürün omzuna dayamıştı. Onu görünce herkes sustu. Bayan Robetti’nin boğuk hıçkırıklarından başka birşey işitilmiyordu. Müdür salonda biraz bekledi ve herkese göstermek istiyormuş gibi çocuğu kaldırdı.

Öğretmenlerin, anne-babaların ve öğrencilerin oluşturduğu kalabalıktan, “Aferin Robetti! .. Kahraman çocuk!..” sözleri yükseliyordu. Bazı öğretmenler, yanından geçerken başını okşayıp yanaklarını öpüyorlardı. Robetti bir an gözlerini açtı ve “Çantam nerede?” diye sordu. Hıçkırıklar içinde boğulan annesi; “Bende yavrum… Çantan burada… ” diyerek elindeki çantayı oğluna gösterdi.

Oğlunun gözlerini açıp konuşması Bayan Robetti’yi mutlu etmişti. Oğluna sevinçle bakarken gözleri parladı. Hep birlikte dışarı çıktılar. Yaralı çocuğu dikkatle arabaya yerleştirdiler. Ambulans hastaneye doğru hareket ederken, biz sessizce sınıflarımıza döndük.

Edmondo de Amicis

Hikayenin Bölümleri

1 2 3 

 

Çocuk hikayeleri, hikaye, hikaye oku, hikayeler, eğitici hikayeler, çocuk hikaye kitabı, hikaye kitabı, hikaye arşivi, hikaye sitesi, hikaye ödevi, kısa hikaye, en güzel hikaye, sevilen hikayeler, çocuklara uygun hikayeler,

The post Çocuk Hikayeleri; Çocuk Kalbi 3. Bölüm appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/cocuk-hikayeleri/cocuk-hikayeleri-cocuk-kalbi-3-bolum.html/feed 0