Öykü


Öykü

Tanzimat’tan itibaren edebiyatımızda kendine bir yer edinmeye çalışan hikaye, uzun süre tartışmaların odağında yer alır. Başlangıçta bağımsız bir tür olup olmadığı bu tartışmaların temelini oluşturur. Roman yazarları için ön çalışma olarak değerlendirilen hikaye, ancak Ömer Seyfettin ile birlikte Türk edebiyatında yerini sağlamlaştırır.

1940’lı yıllara gelindiğinde ise hikayeye, öykünmek fiilinden türetilen “öykü” sözcüğü karşılık olarak verilmeye başlanır. Nurullah Ataç ile birlikte başlayan bu yeni kavramlaştırma süreci, günümüze kadar devam eden hikaye – öykü tartışmasını da beraberinde getirir. Nurullah Ataç, “öykü” sözcüğünü hikayeye karşılık olarak kullanmasına rağmen kuramsal olarak altını sağlamlaştıracak bir çaba göstermediği için bu yeni adlandırma başlangıçta çok taraftar bulmaz.

Nurullah Ataç’tan sonra öykü sözcüğünü benimseyerek bu türün ilk sistemli eleştirisini yapan Tahir Alangu, Mehmet Kaplan tarafından da desteklenir. 1960’lı yıllardan sonra edebiyat dergileri öykü sözcüğünü bilinçli olarak kullanmaya başlar. Dergilerin “hikaye özel” sayılarında da öykü üzerinde durulması, öyküyü hikayeye karşılık olarak kullanılan bir kavram olmaktan yavaş yavaş çıkarır.

Nisan – Mayıs 1975’te iki aylık bir dergi olarak yayın hayatına başlayan Öykü Dergisi, öyküyü bağımsız bir tür olarak görür ve bunun yaygınlaşması için çaba gösterileceğini vurgular. Aynı yılın temmuz ayında yayımlanan Türk Dili dergisi Türk Öykücülüğü Özel Sayısı’nda öykü türünü kuramsal olarak ela alınır. Aralık 1978’de yayımlanan Aylık dergisinde Yaşar Kaplan, “Öyküde Olay Örgüsü” başlıklı yazısında  öykünün kuramsal çalışmasını yapar. Mavera dergisinin Eylül 1980 tarihli “Hikaye Özel Sayısı”nda Yaşar Kaplan, hikaye – öykü ayrımı üzerinde durur:

Önceleri hem (story) için, hem de (short story) için ‘hikâye’ sözcüğü kullanılırken, şimdilerde birincisi için “hikâye’, ikincisi için ‘öykü’ sözcüklerini kullanabiliyoruz. Değişik iki anlam için, değişik iki sözcük, kimi yanlışlarımızın önünü alabilecektir umarım (aktaran Lekesiz, 2006: 30).

Hikayenin öykü olarak isimlendirilmesi dışında, kuramsal olarak yeni bir tür ihtiyacını Batı edebiyatında Virginia Woolf da dile getirmektedir. Şiir ile roman arasında romanın fazlalıklarının atıldığı ancak her şeyi kapsayan doygunluğa ulaşmış yeni bir tür ihtiyacından bahseden Woolf:

Düzyazıyla yazıldığı halde biçeminde şiirin pek çok özelliğini taşıyan bir tür olacak bu. Şiirin coşkusuyla düzyazının aleladeliğini birleştirecek. Dramatik olacak, fakat oyun olmayacak.  Okunacak, oynanmayacak. Saf ve yalın şiirin şu anda dile getirmeyi atladığı ve tiyatronun da aynı şekilde pek konuksever davranmadığı duyguları ifade edecek (1995: s. 94).

demektedir.

Hikayenin gelişim tarihîne baktığımızda 1980’li yıllardan itibaren (hatta 1950’li yıllara kadar götürmek de mümkündür) biçim, hikayenin öncelikli unsuru haline gelir. Çehov ile başlayan ve olay yerine durumun öncelendiği hikayelerde, dilin kullanımı önem kazanır. Özellikle şiirsellik zamanla hikayelerin başat unsuru haline gelir. “Hikayeyi oluşturan iki zıt ögenin birbiriyle yer değiştirmesi, olayın geriye çekilip dil kullanımının daha fazla önemsenmesi doğal olarak hikaye ile şiir dilleri arasındaki çekimi arttırmıştır.” (2007: s. 54) diyen Yılmaz Taşçıoğlu, hikayenin şiirin yapısında bulunan bütün faktörlere ilgisinin arttığını belirtir. Hikayede anlatımdaki belirsizliklerin, sezdirmelerin, çağrışımların, dilin söze dönüştürülmesi aşamasındaki benzetmelerin, alışılmamış bağdaştırma, ritmik anlatım biçimlerinin, ses değerlerinin öne çıkarılışı, imgeler yoluyla yeni anlamlar elde etme, okurda çarpıcı duygu ve düşünceler oluşturma amacıyla özgün tasarımlar yaratma gibi şiire ait uygulamaların hikayede de görülmeye başlanması, Taşçıoğlu’nu hikaye sınırlarının tekrar değerlendirilmesi gerektiği sonucuna götürür. “İlk bakışta hikaye türü için yeni anlatım yolları arama çabasının bir ürünü olan bu türlü arayışların ne kadar alışılmış hikayenin sınırları içerisinde kaldığı da tartışma götürür.” (2007: s. 54) Hikaye ile şiir arasındaki bu çekimden yeni tür ihtiyacı doğar. “Anlatı olarak  adlandırılan, adlandırılmaya çalışılan metinler ile şiirsel düzyazı denilen metinler, yenilik arayışından veya hikaye formunda var olduğu düşünülen eksiklikten kaynaklanıyor olabilir” (Doğan, 2005: 204). Şiirsellik özelliği kazanmış hikayelerin öykü formu altında incelenmesi bu metinlerin anlaşılabilirliğini artıracaktır. Bu, yeni türün kendine ait özeliklerinin olduğunun da kabulünü gerektirir.

Şiirsel öykülerde, dil işçiliği zenginleştirilmiş bir hâldedir ve okurdan dikkat/çaba isteyen biçimsel bir yapı oluşturulmuştur. Evet, biçim ağırlık kazanmıştır ama öykülerde geometrik bir kuruluk, suni bir çaba hissedilmez. Anlamı silecek bir arayış yoktur. Tam tersine yoğunluk ve şiirsellikle anlam parlatılmıştır (Tosun, 2011: 123).

Öykünün şiirsellik özelliği üzerinde Todorov da benzer bir tanımlama yapar:

“Öykü, ideal tür olan şiire en çok yaklaşandır ve kendi alanında şiirle aynı işlevi üstlenir” (2010: 194).

Hikayede dilin ve biçimin önem kazanması biçim özelliklerinin de değişimini beraberinde getirir. Özellikle “anlatımdaki belirsizlikler, sezdirmeler, çağrışımlar, dilin söze dönüştürülmesi aşamasındaki benzetme, alışılmamış bağdaştırma, ritmik anlatım biçimleri, ses değerlerinin öne çıkarılışı, imgeler yoluyla yeni anlamlar ifade etme, okurda çarpık duygu ve düşünceler oluşturma amacıyla özgün tasarımlar yaratma gibi birçok uygulama” son dönem hikayeciliğinde yeni bir tür tanımının yapılmasını zorunlu hale getirir. Rasim Özdenören de bu konuya vurgu yapmaktadır:

Bana göre öykü yazmak böyle bir şey olmalı: bahçesinde gül devşiren bir kadının dışarıdan bir bakmayla anlatmaya değer hiçbir yanının bulunmadığını sanabiliriz. Ama öykücü, o durağanlığın, devinimsizliğin başı ve sonu belli olmayan bir gül toplama sürecinin içinde dahası o sürecin bir tek ânı içinde bütün bir hayatın gizli bulunduğunu bize gösterebilir. Bu hayatın içinde hiçbir entrikanın heyecanı girmemiş olabilir, bu hayat hiçbir suçla ilginç kılınmamış olabilir; ama o hayat bir insan tarafından yaşanmışsa, yaşanıyorsa, bir başına bu durum, bu demektir ki onun yaşanabilir olması durumu orada anlatılması gereken bir dramın bulunduğunu bize duyumsatabilir.

Bu tür öykünün özetlemeye gelmez oluşu da, içinde entrikanın ve devinimin bulunmayışıyla ilişkilendirilmelidir. Ortada yalnızca bir anlatım vardır, başka hiçbir şey değil… Öykü belki de, şimdi yalnızca bu yanıyla, özetlenemez oluşuyla bunca ilgi çekici iletişim araçları karşısında direnebiliyor. Bu durum, bu demektir ki onun yalnızca anlatmadan ibaret olması hâli onun özgünlüğünü ve hayatiyetini sağlamasına da hizmet ediyor (2005: s. 153).

Rasim Özdenören öykünün özetlenemez olması özelliği üzerinde durmaktadır. Bir öykünün özetlenemez oluşu ise biçim ve dil kaygısının öncelikli amaç olarak kabul edildiği metinlerin özelliğidir. Bu yönüyle yeni hikayeyi öykü haline getiren önemli etkenlerden biri özetlenemez oluşudur.

Roman olmayan yeni metinlerin dönüştürülemezliği, özetlenemezliği, anlatılmazlığı, sadece ve sadece okunularak nüfuz edilebilirliği nedeniyle giderek tür planında “biricikleşmesi” ve yeni sözcüğün bu yeni olanı tanımlama ihtiyacını gidermesiyle kendisine edebiyatımız içinde bir kullanım alanı açmıştır (Lekesiz, 2006: 20).

Öykü sözcüğünü yeni bir tür olarak kullanmasa da Feridun Andaç da yaptığı öykü tanımlarında yeni bir türe işaret eder:

Öykü hayatı tanıma, tanımlama, yaşadığı (an’ı) anlamlandırma biçimidir benim için. Öykünün yazı yordamım içinde yazdığım diğer türleri (deneme, inceleme, eleştiri, gezi yazısı, henüz yayımlamamış olsam da romanı da sayabilirim burada) besleyen, onlara kapılar, pencereler açan bir tür. Türün de ötesinde yaratıcı düzyazının gen haritasıdır adeta (2005: 228).

Feridun Andaç, öykünün diğer düzyazı türlerine kaynak olduğunu belirterek aslında öykü türünün de tanımını yapmaktadır. Romanı görmezden gelirsek diğer yazı türleri duygu ve düşüncenin yoğrulduğu daha çok anlatıcının bakış açısı ve üslubu ile oluşan türlerdir.

Öykü için yeni bir tür imasında bulunan diğer bir yazar da Ahmet Sait Akçay’dır. Akçay “Yeni Öykü Ya Da Bireysiz Öykü” (2000: s. 225) başlıklı yazısında son dönem öykü ve öykücüleri eleştirir. Biçim kaygısının öykünün önüne geçtiğini belirttiği yazısında yazınsal dilin biçimsel dile dönüşümünden bahseder. Her ne kadar burada Akçay, yeni öyküyü klasik öykünün kazanımlarını bir kenara bırakmasının sakıncalarından yakınsa da aslında yeni bir türden bahsetmez. Öykü sözcüğünü hikaye yerine kullandığı yazıda seksen kuşağının modern dili koruduğunu, öykünün bu dönemde izleksel alanının geliştiğini; ancak öykünün kurgu/yapısında bir tutuculuk görüldüğünü belirtir. “İşte 90 kuşağı bunu yıktı, belki bu cesaret öyküdeki bu savrukluk, her ne kadar dile zarar verdiyse de, öykünün yapısında meydana getirdiği depremle ‘Yeni Öykü’yü doğurdu.” (s. 225) Burada öykü, hikaye sözcüğü ile aynı anlamda kullanıldığı için yeni türü karşılayabilmek için başına yeni sözcüğü getirilir. Bu diğer deyişle Akçay’a göre ‘Yeni Hikaye’dir. Ancak öykü, temellerini hikayeden almış olsa da dil ve biçim özellikleri ile yeni bir türdür. Burada Akçay’ın söylediği de aslında öykü’dür. Yine Mehmet Can Doğan “Şiir ve Hikaye” başlıklı yazısında ise “Hikayeden öyküye dönüşün ilk örneklerini burada aramak gerektiği kanısındayım.

Hikaye daha gelenekli bir yapıya sahiptir; öykü ise, daha çok yazarı ile belirginleşen bir kurgu olarak görünmektedir” (2005: 209) demektedir.

Son dönem yazarlarında görülen öykü dili ve biçimi ile edebiyat dünyasında ön plana çıkmaktadır. Öykünün ilk dikkat çeken dilini kurma çabası ve bunu yaparken hikayenin evreninden gittikçe uzaklaşma eğilimidir. Hikaye içerisinden çıkan öykü, hikayenin temel kalıplarını da yıkar. Öyküde anlatım ‘ben-yazar’ ekseninde yapılır. Gözleme dayanmaktan çok deneyime dayalı anlatım ağırlık kazanır. Bir olay ya da durumu anlatmadan aktarma öyküde belirgin bir tekniktir.

Öykülerde genel olarak görülen bir diğer özellik ise öykü kişilerinde görülür. Öyküde kişiler siliktir. Kişi değil anlatım önemlidir. “Öykü kişisi hep bir gölge gibi sözcüklerin ardında saklanmakta. Anlatıcı, dil oyunlarıyla okurun belleğinde ‘yokkişi’ diyebileceğimiz bir tipten söz etmekte” (Akçay, 2005: 226).

Son dönem edebiyatımızda ortaya çıkan yeni bir tür olarak öykünün özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

a) Öykü, hikayenin sahip olduğu temellerden hareketle doğmuş yeni bir türdür. Hikaye geleneğinden yararlanırken hikayenin bu temellerini yıkmayı da başarır.

b) Öyküde hikayeden farklı olarak olay ya da durumu anlatmaktan çok biçim ve dil kaygısı ön plandadır. Biçim ve dil ustalığı öyküyü oluşturan temel etmenlerdir.

c) Öykü özetlenemez. Aynen aktarılması gerekir. Bu yönüyle şiirin başka bir dile çevrilemez ve özetlenemez özelliğinden yararlanılır.

d) Öyküde dikkat çeken bir özellik şiirselliktir. Bazı öykülerde bu özellik biçim olarak da yansıtılır. Ancak şiirsellik bir öyküde temel olarak bulunması zorunlu bir özellik değildir.

e) Öykünün anlatımında belirsizlik hâkimdir. Sezdirme, çağrışım, ritmik anlatım, ses değerlerinin öne çıkarılması, imgeler yoluyla yeni anlamlar üretme gibi özellikler gösterir.

f) Öyküde entrika ve devinim bulunmaz. Ancak durum hikayelerinden farklı olarak bir durumun yansıtıcılığını da yapmaz.

g) Yazarı ile belirginleşen bir kurgudur. Ben-yazar odaklı öyküde yazar, okuyucu ile duygudaşlık kurma kaygısı güder.

h) Deneyimsel özellik gösterir. Ben-yazarın deneyimlediği durumlardır. Bu durum hikayelerinde olduğu gibi anlatılmaz, sadece aktarılır. Okuyucunun bu durumu deneyimlemesi istenir.

i) Kişiler siliktir. Önemli olan kişinin varlığı değildir. Öyküde kişilerin varlığı dilin arkasında sadece hissettirilir. Öykü kişisine “yokkişi” de denilebilir. Burada her okuyucu o anı hissederek deneyimler, öykü kişisi olur.

j) Bazı uygulamalarda paragrafın ilk sözcük veya sözcükleri büyük harfle yazılarak ara başlıklar da oluşturulur.

Son dönem edebiyatımızda Fethi Naci, Selim İleri, Mustafa Kutlu, Atilla Özkırımlı, Füsun Akatlı, Muzaffer Uyguner, Feridun Andaç, Ömer Lekesiz, Hüseyin Su, Aysu Erdem, Semih Gümüş, Necati Mert, Necip Tosun, Behçet Çelik, Sadık Aslankara eleştirileriyle öykünün gidişatını belirleyen isimlerdir. (Lekesiz, 2006: 32)

Sadık Yalsızuçanlar’ın Gerçeği İnciten Papağan kitabındaki Ayna (1992) yeni bir tür olarak kabul ettiğimiz öykü türüne ait bir metindir:

Birkaç yıl içinde benden sonsuz bir firakla ayrılmıştın.
Sahi milattan üçyüzyıl önce Aristo’dan mı ders almıştın?
Yoksa Rumelili İskender’in soytarısı mıydın?
Podyumlarda, buharlar, bataklıklar, sisler yaptın.
Cinfikirliydin,
önemli vurgunlarda.
Çevreni buzullarda donatmakta üstüne yoktu.
Yüzünden, Odan buzul duvarlarıyla dört köşeliydi.
Köşegen, dışbükey aynaların vardı. Her bir aynanda
diğerlerinin resmi yansıyordu. Heyetine ve rengine göre
eşyayı saklıyordu. Nefsini garip bir incelikle yansıtıyordun.
Tavandan sarkan lambanın zayıf ışığına gözünü diktin,
güçlükle duyulabilen bir sesle, insanın yüzüne saldır,
dedin. Kaşlarını çatınca korktun.
Bir yerden okur gibi, ben bunu uyutuyorum çağırma beni,
dedin.
Oysa daha nesnel bir görüş ileri sürmen gerekiyordu.
Tekrar baktın. Dört endam aynasıydı.
İçlerinde görüntünün şaşırtıcı çoğunluğu vardı.
Kendilerine özgü misali bir odacık saklıyorlardı.
Aynanda keyifli görünmeğe çalıştın.
Kendinde vehmettiğin dehaydı asıl ürküten seni.
Yoksa aynalardaki sayısız odacıklar değildi.
Yine de, her şey, kendimde bıraktığımdandır, diye
düşündün.
Diğerlerindeki resimleri gördüğü zaman kendi aynandaki
iki derece gölgelenmiş, gerçeği küçülmüş örneğine
uyguladın.
Derin bir ihtirasla gerçek budur, dedin.
Ona tapındın (s. 91-92).

Sadık Yalsızuçanlar’ın Ayna öyküsü şiirselliğin ön planda tutulduğu, özetlenemez bir metindir. Yazım olarak düz metinden çok şiirsel bir görünüm verilen öyküde çok düzenli olmasa da metne ritim kazandıran, kafiyeyi andıran ses tekrarları da kullanılır. Öyküde belli bir olay ya da durum söz konusu değildir. Soyut bir düzlemde anlatıcının sesi ön plandadır. Baştan sona kurmaca olarak düzenlenen öyküde kişi yoktur. Ayna, simgesel anlamda kullanılır. Ayna, fizikî yüzeyi göstermekle birlikte insanın iç dünyasını da gösterir. Aynanın gösterdiği aslında insanın kendinde görmek istediğidir. Kendisini vehmettiği şekilde gören insan bu görünümüne inanmaya başlar.

Öyküde bir entrika ve devinim yoktur. Durum hikayelerinde olduğu gibi bir durumun yansıtıcılığı da yoktur. Öyküde konuşan anlatıcı ses, yazar-anlatıcının sesidir. Yazar-anlatıcı, muhatap olarak okuru alır. İkinci tekil şahsın kullanıldığı öyküde, durumun okur tarafından deneyimlemesi beklenir.

Öykü, kavramsal olarak halen hikayenin yerine kullanılsa da yazarların oluşturduğu metinlerde bu tür, daha net ortaya çıkmaktadır. Ancak özellikle küçürek öykü türünün yeni yeni kuramsallaştığı bir ortamda öykünün de yeni bir tür olarak kabul edilmesi ve kullanılması için zamana ihtiyaç olduğu da açıktır.

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir