Warning: Cannot modify header information - headers already sent by (output started at /home/hikayelerimizden/public_html/wp-config.php:1) in /home/hikayelerimizden/public_html/wp-includes/feed-rss2.php on line 8
Tarihi Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/tarihi-hikayeler Hikaye Çeşitleri Sat, 28 Oct 2023 18:46:11 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.5.2 https://hikayelerimizden.sirv.com/WP_hikayelerimizden.com/2020/06/c/r/n/cropped-hikayelerimizden.png?w=32&h=32&scale.option=fill&cw=32&ch=32&cx=center&cy=center Tarihi Hikayeler arşivleri - Hikaye Oku https://hikayelerimizden.com/tag/tarihi-hikayeler 32 32 Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html#respond Sat, 28 Oct 2023 18:46:11 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9240 Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” Yazan: Dr. Ayfer KARA I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi […]

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER”

Yazan: Dr. Ayfer KARA

I. Dünya Savaşı sırasında 1918’de cereyan eden Nablus Muharebelerini kaybettikten sonra bizimle birlikte savaşan Almanlar, Akdeniz İtilaf Devletlerinin elinde olduğu için kuzeye doğru çekildiler. Samsun Limanı’na ulaşıp Karadeniz’den gemilerle Tuna Nehri üzerinden Almanya’ya döneceklerdi. Eylül ayıydı, Alman askerî alayının Karadeniz’e ulaşmak için Hekimhan’dan geçeceği haberi kasabanın kahvehanelerinde hemen her gün konuşuluyordu. Kasabalılar bu konuda endişeli olmakla birlikte farklı kültürden, farklı dinden olan bu arabalı askerleri çok merak ediyorlar, onları ve arabalarını görmek için sabırsızlanıyorlardı. Kasabanın ileri gelen akıllı insanları arabaların hangi yoldan, nasıl Samsun’a ulaşacağına kafa yoruyorlar ve tartışıyorlardı. Çünkü Hekimhan-Sivas yolu topraktı ve yeterince düzgün değildi. Yağmur yağdığında çamurdan çıkılmıyordu. Kasabadan Sivas’a giden yol şimdiden çamur deryasına dönmüştü bile. Almanların kullandığı araçların bu yolda hareket etmesi imkânsızdı. Esnaf, Almanların gelecek olmasına çok mutlu oldu. Hiç kazanmadıkları kadar para kazanacaklardı. Esnaf olmayan halk ise Alman askerlerinin kendilerine ne gibi bir menfaat getireceğinden habersizdiler.

Alman askerî alayının yola çıktığı haberi ekim sonuna doğru kasabaya ulaştı. Nihayet kasım ayı başlarında Almanlar kasabaya ayak bastı, onların gelişiyle küçük kasaba çarşısı bayram yerine döndü. Çarşı Taşhan’ın içindeki ve etrafındaki 45-50 dükkândan oluşuyordu. Zaten kasabaya yabancı olarak birkaç memur, nadiren de cambazlar veya saz şairleri gelirdi. Kasaba esnafının para kazanacağı düşüncesi diğer fakir yerlileri kıskandırıyordu. Yerlilerden sadece birkaç kişi yazın kuruttukları sebzeleri, meyveleri, pekmezleri, kesmece ve pestilleri Sivas’ta satarak para kazanıyordu, çoğu ise yazın ürettiklerini kışın yiyerek yaşamlarını sürdürüyorlardı. Herkesin evinde en az bir ineği vardı ama herkesin binek hayvanı yoktu. Eşeği ve katırı olan insanlar şanslı sayılıyordu. Ama onlar da bu hazır yiyici eşeklerin kışın yem yemesine tahammül edemeyip sık sık kahvehanelerde lafını ediyorlardı. Halbuki zavallı eşekler genellikle ineklerin yemliğinden arta kalan tozlu samanları yiyorlardı. Bir değer gördükleri de yoktu. Yük çok ağır olduğunda inatlaşıyorlar ve sahiplerinden eşek sudan gelinceye kadar sopa yiyorlardı. Yağmurlardan sonra birkaç gündür karayel esiyordu, belli ki kar yağacaktı. Eşeklerin aç ama tembel yatacakları günlere az kalmıştı. Belki kışın ortasında odun biterse birkaç kere bağ evlerine gidip geleceklerdi. Alman askerleri kasabaya girdikleri gün Hamamcı Mustafa’nın Taşhan’daki hamamında soluğu aldılar. Bir güzel yıkandı paklandılar. Askerler hamamcıya kirli elbiselerle birlikte birkaç kalıp sabun verdiler. Hamamcı Mustafa’nın eşi bir güzel iç çamaşırlarını önce külle yıkayıp kaynattı ve sonra da sabunladı. Hiç böyle kaliteli iç çamaşırları ve kokulu sabunlar görmemişti. Askerlerin beyaz iç çamaşırlarını sergiler gibi damın üzerindeki ipe astı. Gelen geçen bu iç çamaşırlarına bakıyordu. Kadınlar iç çamaşırına bakarken erkekler de subayların ayna gibi cilalı botlarından gözlerini alamıyorlardı.

Askerlerin kasabaya gelişinin ikinci gününde ilk kar yağdı, çok yağmamıştı sanki toprağın ağaçların üzerine tül örtülmüştü. Alman Askeri alayının komutanı tercümanı aracılığıyla kahvehanede bulunanlara Hekimhan merkez ve civar köylerde ne kadar yük hayvanı varsa onları fiyatlarının çok üstünde paralar vererek satın alacaklarını duyurdu. Herkes bu habere sevindi. Çünkü bu mevsimde eşekleri satmak iyi olacaktı. Eşeğini bağda bırakıp yabana seyiplemiş olanların pişmanlık gözlerinden okunuyordu. Hemen kahvehaneden çıkıp doğruca bağa koşup eşeklerine bakacaklardı. Bunlardan biri de Sarı Mehmet idi. Sarı Mehmet zayıf ve uzun boylu bir adamdı, bir yıldır evliydi ve henüz çocuğu yoktu. Küçük yaşlarda hem yetim hem öksüz kalmıştı. Onu on sekizinde uzak akrabalarından dul bir kadınla evlendirmişlerdi. Dedesinden kalma bahçesinde her baharda aldığı birkaç kuzuyu büyütür sonbaharda onları satar, parasıyla gaz, yağ ve tuz gibi temel ihtiyaçlarını karşılardı. Kuzulardan başka kendi gibi kaburgası çıkık sarı bir ineği ve açık gri renkli, güzel yüzlü bir eşeği vardı. Eşeğiyle araları pek iyi değildi, eşek inatlaşıp yürümediğinde eşeğin kulaklarını kemirirdi. Sarı Mehmet doğruca bağ evine koştu ama eşeği orada yoktu. Sonra yan bahçedeki sumakların arasında eşeğini gördü. Bu eşekten hiç hazzetmezdi. Zavallı eşek ondan bir öğün yem, üç öğün tekme yerdi. Eşeğin kürüğünü almış, kendisini bağda bırakmıştı. Eşeğe “Gülü sen burda mıydın?” diye sevecenlikle yaklaştı. Eşek, Sarı Mehmet’i görünce ayağa kalktı ve ona bir tekme savurdu. Sarı Mehmet aşağı dereye doğru yuvarlandı. Bir ayağı derenin buz gibi suyuna girdi ama çok kızmışa benzemiyordu. Ellerini suda yıkadı, çalıların arasındaki patikadan yukarı doğru tırmandı, bahçe evinin tahta kapısını açıp içeri girdi. Burası tek göz bir evdi, hayvanlar da içeride yatardı. Onların kaldığı yer küçük 30 cm’lik bir duvarla oturma ve mutfak bölümünden ayrılmıştı. Sedirin üzerine oturdu, ıslak çorabını çıkardı ve düşünmeye başladı. Bu eşeği nasıl razı edip de Han’a götürecekti. Gözü arpa çuvalına ve kasadaki elmalara takıldı. Çuvaldan bir avuç arpa aldı ve her zamanki gibi “Hınzır eşek gel” demedi. Tatlı bir sesle “Gel gülü, sana ne vereceğim?” diyerek eşeğe yaklaştı. Eşek arpayı görünce sevinçle anırmaya başladı ve afiyetle arpayı yedi. Sarı Mehmet eşekle arayı düzelttikten sonra üzerine binmeye kıyamadı, sanki eşek biraz zayıflamıştı. Sarı Mehmet önde eşeği arkada Han çarşısına doğru yola koyuldular. Yolda giderken heybeden birkaç elma çıkarıp eşeği besledi. Eşek gönüllü geliyordu, eşeği yularından çekiştirmiyordu. Çarşıya geldiklerinde bir Alman teğmen yanlarına yaklaştı, “Selamün aleyküm” dedikten sonra Cebinden tomarla para çıkardı. Sarı Mehmet’in gözleri yuvasından fırlayacaktı. Teğmen çarşıya adımını atan ilk eşeğe diğer insanları da satmaya özendirmek için 2 Reşat (1 reşat altın= 7.20 gr) altın edecek kadar Osmanlı lirası saydı. Alman teğmen eşeğin yularını tuttu ve eşeği okşamaya başladı, bakkaldan üzüm ve fındık alıp eşeğe yedirdi. Sarı Mehmet karısından bile bu özeni görmemişti. Karısı ona “Ciğerinin bağından alasıca” derdi ve her sabah önüne evde peynir olduğu halde sadece bulgur çorbası koyardı. Sarı Mehmet eşeğe gösterilen ilgiyi kıskandığından mı yoksa eline geçen paranın mutluluğundan mı bilinmez gözlerinden yanağına birkaç damla yaş süzüldü. Bu yüksek fiyatı gören duyan herkes yük hayvanlarını Alman askerlerine satmak için çarşıya getirmeye başladılar. Alman askerleri geleli 5 gün olmuştu ama hâlâ yeterince eşek, katır yoktu Alman askerleri binek hayvanlarını Taşhan’daki ahıra yerleştirdiler, her gün onları gezdirdiler ve diğer hayvanları kendi elleriyle pastalarla, bisküvilerle, elmalarla ve üzümlerle beslediler. Ayrıca bu hayvanlara ekstra şefkat gösteriyorlardı. Bazıları “Helal olsun adamlara eşeğe bile saygı gösteriyorlar” diyor, bazıları “Ula la bunlar manyak, aslı ötesi eşek sevgiden ne anlar? Haydi uşaklar eşşeğe diyneğnen vurun, hele bu herifler ne diyecekler?” diye oradaki küçük çocukları teşvik ediyorlardı. Çocuklar sanki çok iyi bir şey yapıyor gibi gülerek şımarıkça eşeklere değnekle vuruyorlardı. Alman askerleri ricacı bir tavırla alttan alarak belki de bildikleri tek Türkçe kelime ile “yapma, yapma” diyerek çocukları engellemeye çalışıyorlardı. Sarı Mehmet de Alman askerlerinden öğrendiklerini uygulamaya başlamıştı, çocukları kovalarken “Şu Alamanlardan medeniyet, saygı ve sevgi öğrenin accık” diyordu. Sarı Mehmet Almanların eşeklere gösterdiği özeni defalarca herkese anlattı ve o günden sonra evindeki hayvanlarına kendi de itina gösterdi. Daima köpeğini eşeğinin sırtını bindirdi, kendi eşeğin yanında yürüdü. Sahipleri ve köpekler birbirlerine benzerler. Sarı Mehmet’in köpeği de ona benziyordu. Bir daha sabahları peynir varsa bulgur çorbasını asla içmedi. Eeee ne de olsa o bir eşekten daha fazlasıydı.

Yeteri kadar yük hayvanını temin eden Alman askerleri silah teçhizatının ve cephanenin hepsini hayvanlara yükleyerek iki tomofili (otomobil) de katırlarla çekerek Sivas’a doğru yola çıktılar. Birkaç tomofil ve kamyonu da mecburen Hekimhan’da bıraktılar. Eşeklere ne oldu bilinmez, Almanlar Samsun Limanı’na ulaştıklarında muhtemelen eşekleri serbest bıraktılar. Eşeklerin bazıları kurda kuşa yem oldu, bazıları da Alman askerleriyle geçirdikleri güzel günlerin özlemiyle ağır yüklerin altında can verdi. Hekimhan’da kalan Alaman kamyonlarını ise demirciler parçalayıp erittiler; kazma, kürek, tahra, balta, orak gibi tarım aletlerinin yapımında yıllarca kullandılar. Belki şu anda birçoğumuzun ambarlarında bulunan tarım aletlerinden birkaçı Alman kamyonlarının çeliklerinden yapılmıştır.

Not: Ağabeyim ve ben bu hikâyeyi çok ilginç bulduğumuz için Han çarşısında esnaf olan büyükbabam merhum Osman KARA’ya defalarca anlattırırdık.
Yazan: Dr. Ayfer KARA

hikaye, hikaye oku, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, yaşanmış hikayeler, tarihi hikayeler,  savaş hikayeleri,  Ayfer KARA Hikayeleri, 

The post Yaşanmış Bir Hikaye “ALMANLAR VE EŞEKLER” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/sizden-gelen-hikayeler/yasanmis-bir-hikaye-almanlar-ve-esekler.html/feed 0
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html#respond Wed, 26 Jul 2023 13:24:23 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=9101 Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi Refik Halit Karay   Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: “Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?” “Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.” Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini […]

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi

Refik Halit Karay

 

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:

“Dilin Anadolu’ya benzemiyor. Rumelili misin sen?”

“Erfıçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”

Anlıyor ki vaktiyle sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir gam tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı zamanında, onun zevkini kaçıracak.

İçinden:

“Bir başkasını bulunca savarım! ” dedi.

Fakat hikayesini dinlediği için savamadı:

Balkan Harbi kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış:

Düşman geliyor!

Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da…

Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, firar için ne vasıta varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru…

Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su tabakaları, gece… Dinliyorlar:

Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı. ..

Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duyuyor.

“Uyuma Ali,” diyor, “uyuma!”

Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:

“Uyuma Emine’m,” diyor “uyuma!”

Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:

“Uyu ciğerim,” diyor, “uyu Osman’ım!”

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, horada bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları ihtimali çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin kudretsizliğine bakarak fena bulmaktadır. İçindeki en dehşetli korku şimdi budur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Nihayet bu oluyor.

Evvela çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felaketin kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hepsinden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek imkanı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lazımdır.

Hangisini?

Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan mecalsiz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…

Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “Eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hala yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duyamayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü kendiliğinden bıraktığını ancak yeni anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini hissediyor:

Ali, gemi azıya almış bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hala devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor.

Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

“Çık sırtıma Ali,” diyor, “iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme! “

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:

“Kurtulduk Ali,” diyor. “Kalk Ali!”

Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hala:

“Kalk Ali, kurtulduk Ali,” diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor…

Hizmetçi donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

“Bey,” dedi, “işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor!”

Şişli, 1 939 – Refik Halit Karay

Ağlatan Hikayeler, hikaye, hikaye oku, duygusal hikayeler, ağlatan hikayeler, tarihi hikayeler, tarihten hikayeler, gerçek hikayeler, Refik Halit Karay, Refik Halit Karay hikayeleri, 

The post Ağlatan Hikayelerden “GÖZYAŞI” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/refik-halit-karay/aglatan-hikayelerden-gozyasi-hikayesi.html/feed 0
Kahramanlık Hikayeleri; “Kütük” https://hikayelerimizden.com/kahramanlik-hikayeleri/kahramanlik-hikayeleri-kutuk.html https://hikayelerimizden.com/kahramanlik-hikayeleri/kahramanlik-hikayeleri-kutuk.html#respond Wed, 30 Sep 2020 11:39:45 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=7368 Kahramanlık Hikayeleri; “Kütük” Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor… Kederli bağrışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık […]

The post Kahramanlık Hikayeleri; “Kütük” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kahramanlık Hikayeleri; “Kütük”

Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor… Kederli bağrışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.

Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz… başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının “Göndersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa’ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.

Arslan Bey sordu:

“Bizim kaleden daha yüksek mi?”

“Daha yüksek beyim.”

Kumandanın, “Bizim kale” dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi…

“Ben, bir kalenin karşısında çok duramam” dedi, “Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!”
Kâhya başını kaldırdı:

“O da sabırsız… Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp… Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar.”

“Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?”

“Etti. “

“Kabul etmediler mi?”

“Hayır, etmediler.”

“Kalenin kumandanı kimdi?”

“Zondi isminde bir kahraman…”

“Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar… Vire’yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler.”

“Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. “

“Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?”

“Papaz Marten Uruçgalo ile…’

“Ne ise… Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı.”

“Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı.”

“Ne biliyorsun?”

“Papaz Marten’e söylediği sözlerden anladım?

“Ne demiş?” .

“Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim.”
“Sahi, namuslu bir askermiş…” Kâhya;

“Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey” dedi, “Hem de gayet yüce ruhlu bir mert.”

“Nasıl?…”

“Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. ‘Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur’ demiş.”

“Sahi yüce bir adammış…”

“Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu.”

“Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı.”

“Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti.” ‘

“Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi…”

Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, ‘Hain, her yerde haindir’ diye hemen boynunu vurdururdu.

Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.

Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikayesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo’nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi’nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.

“Hepsinin alınması belki bir ay sürmez…” diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:

“Bu kalenin alınması mı beyim?”

“Hayır, canım… Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beş kale var… Onların hepsini diyorum.”

“Bir ayda dört beş kale… Bu güç beyim.”

“Niçin?”

“Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış… Ben attan inerken yoldaşlar söylediler.”

“Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım.”

“Nasıl beyim?”

“Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün…”

“Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?”

“Hayır.”

“Ya ne yapacağız?”

“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Göreceksin…”

Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. “Yerin kulağı var” derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?” diye çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.

“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa…” diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.

İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini’yi diri diri esir tutabilecekti.

Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:

“Hava kapanıyor gibi, değil mi?”

“Evet.. “

“Bakalım yarın…”

“Hücum mu edeceğiz beyim?”

“Hayır canım, hava bozsun, görürsün.”

Kâhya, yine bir şey anlamadı…

Bir sabah…

Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.

O kadar neşeli idi ki…

Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.

“Ağalar” dedi. “Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun.”

Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:

“Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?”

Arslan Bey güldü:

“Hayır… Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap.”

“Nasıl gürültü beyim?”

“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!..’ diye bağırt!”

“Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum.”

“Pekâlâ beyim.”

Sonra diğer subaylara döndü:

“Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın ‘Heya, mola…’ çektirin. Angarya naraları attırın. İş türküleri söylettirin.”

İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.

“Baş üstüne, baş üstüne…”

“Haydi, ama çabuk…”

Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;

“Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği’nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut… Orada beni bekle. Haydi!”

“Başüstüne…”

“Ama çabuk…”

Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey’le bir masal kuşu gibi uçtu.

Biraz sonra…

Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.

Sağ taraftan topçuların “heya, mola”ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.

Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.

Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;

“Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu.

Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “heya, mola” naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.

Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo’yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.

Artık herkes birbirini görüyordu.

Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.

Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular… Gür sesiyle haykırdı:

“Hey bre Şalgo muhafızları!… Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa’nın torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi’ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Gelip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere kanınızı döktürmeyin…”

Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.

Derin bir sessizlik…

Arslan Bey’in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:

“Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim.”

Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:

“Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul’u alan bu top… Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size…”

Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey’in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş…

Biraz sonra…

Şalgo’nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey’in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.

Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;

“Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire’yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim…” dedi.

Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey’in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey;

“İşte” dedi, “Sizin böyle topunuz var mı?”

Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:

“Hayır.”

“Niçin yapmıyorsunuz?”

“Bilmiyoruz.”

Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;

“Ne diyor?” dedi.

Bey bu topu kaç günde İstanbul’dan buraya getirmiştir, diyor.”

“Sen de ki: İstanbul’dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış.”

Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;

“Ne diyor?”

“Bu mertlik değil… diyor.”

“Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?”

Tercüman sordu.

Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.

Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!…

Ömer Seyfettin

The post Kahramanlık Hikayeleri; “Kütük” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kahramanlik-hikayeleri/kahramanlik-hikayeleri-kutuk.html/feed 0
Hikayelerimizden  Hikaye Etiketleri ve Hikaye Kategorileri https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikayelerimizden-hikaye-etiketleri-ve-hikaye-kategorileri.html https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikayelerimizden-hikaye-etiketleri-ve-hikaye-kategorileri.html#respond Wed, 22 Jul 2020 10:59:59 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=6699 Hikayelerimizden  Hikaye Etiketleri ve Hikaye Kategorileri https://hikayelerimizden.com/ sitemizin hikayelerine ulaşmak için hikaye arama etiketlerinden bazı hikaye etiketleri aşağıdaki gibidir. Bu hikaye arama etiketleri ile sitemize kolayca ulaşabilirsiniz. hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye okumak, hikayeler, hikayelerimiz, hikayelerimizden, hikaye arşivleri, öykü, öykü oku, öykü arşivleri, masal, masal oku, masal okumak, masal yaz, masal arşivleri, ahlaki hikayeler, […]

The post Hikayelerimizden  Hikaye Etiketleri ve Hikaye Kategorileri appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Hikayelerimizden  Hikaye Etiketleri ve Hikaye Kategorileri

https://hikayelerimizden.com/ sitemizin hikayelerine ulaşmak için hikaye arama etiketlerinden bazı hikaye etiketleri aşağıdaki gibidir. Bu hikaye arama etiketleri ile sitemize kolayca ulaşabilirsiniz.

hikaye, hikaye oku, hikaye yaz, hikaye okumak, hikayeler, hikayelerimiz, hikayelerimizden, hikaye arşivleri, öykü, öykü oku, öykü arşivleri, masal, masal oku, masal okumak, masal yaz, masal arşivleri, ahlaki hikayeler, düşündürücü hikayeler, en güzel hikayeler, kaliteli hikayeler, eğitici hikayeler, hikaye sitesi, hikaye okuma sitesi, hikaye okuma siteleri, seçme hikayeler, hikaye özetleri, şiir,  şeklindedir.

Sitemizin zengin içerikli hikaye kategorileri ile de hikaye arayarak hikaye okumak için hikaye sitemize uluşabilirsiniz.  Bu hikaye kategorilerimiz aşağıda verilmiştir.

Aşk Hikayeleri, Atasözü ve Deyim Hikayeleri, Başarı Hikayeleri, Bilgelik Hikayeleri, Çanakkale Gerçekleri, Çocuk Hikayeleri, Çocuk Klasikleri, Dede Korkut Hikayeleri, Dehşet Hikayeleri, Dini Hikayeler, Düşündüren Eğiten Hikayeler, Duygusal Hikayeler, Efsane, Eğlenceli Hikayeler, Guy de Maupassant Hikayeleri, Halk Hikayeleri, Hikaye, İbretlik Hikayeler, İngilizce Hikayeler, Kadın Kahramanlar, Kısa Hikayeler, Klasikler, Korku Hikayeleri, Kurtuluş Savaşı Hikayeleri, Macera Hikayeleri, Masal, Mesneviden Hikayeler, Mitolojik Hikayeler, Keloğlan Masalları, Nazım Hikmet, Nasrettin Hoca’dan Seçmeler, Ömer Seyfettin Hikayeleri, Roman Özetleri, Seçme Hikayeler, Tarihi Hikayeler, 

The post Hikayelerimizden  Hikaye Etiketleri ve Hikaye Kategorileri appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/hikaye-2/hikayelerimizden-hikaye-etiketleri-ve-hikaye-kategorileri.html/feed 0
Mitolojik Hikayeler; “Kassandra’nın Laneti” https://hikayelerimizden.com/mitolojik-hikayeler/mitolojik-hikayeler-kassandranin-laneti.html https://hikayelerimizden.com/mitolojik-hikayeler/mitolojik-hikayeler-kassandranin-laneti.html#respond Sun, 28 Jun 2020 12:11:19 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=6474 Mitolojik Hikayeler; “Kassandra’nın Laneti” Kassandra  Yunan mitolojisinin bir kahramanıdır. Truva’nın son kralı Priamos ve Hekube’nin en güzel kızı olan Prenses Kassandra’nın ikiz kardeşi Helenon ve diğer kardeşleri Hektor ile Paris’tir. Kassandra’nın en çok istediği şey  geleceği önceden bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon O’nu görür görmez bu güzel kızdan çok etkilendi ve ona bir teklifte […]

The post Mitolojik Hikayeler; “Kassandra’nın Laneti” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Mitolojik Hikayeler; “Kassandra’nın Laneti”

Kassandra  Yunan mitolojisinin bir kahramanıdır. Truva’nın son kralı Priamos ve Hekube’nin en güzel kızı olan Prenses Kassandra’nın ikiz kardeşi Helenon ve diğer kardeşleri Hektor ile Paris’tir.

Kassandra’nın en çok istediği şey  geleceği önceden bilmek ve rahibe olmaktı. Tanrı Apollon O’nu görür görmez bu güzel kızdan çok etkilendi ve ona bir teklifte bulundu;

Kassandra onunla birlikte olursa ona geleceği görme kabiliyetini verecekti. Kassandra da bu teklifi geri çevirmedi. Tanrı Apollon, Kasandra’nın ağzına tükürdü ve Kasandra geleceği görme yeteneğine sahip oldu. (Anadolu’ nun pek çok yöresinde büyüklerdeki iyi hasletlerin küçüğe geçmesi için de aynı ritüel uygulanmaktadır.) Ancak Prenses Kassandra, Tanrı Apollon ile birlikte olmak istemedi. Çünkü O bakire bir rahibe olmak istiyordu. Bu arzusu Apollon’a verdiği sözden daha ağır basmıştı.

Başka bir rivayete göre, Kassandra aslında en başından beri Apollon ile birlikte olmayı hiç düşünmedi, amacı sadece geleceği görme yeteneği almak için Apollon’u kandırmaktı. Apollon bu duruma çok sinirlendi ve bu sinirle Kassandra’yı lanetledi.

Lanete göre; Kassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktı. Ve asıl ağır darbe; asla rahibe olamayacaktı. Tam tersine bir kadın olarak aşağılanacaktı. Gerçekten de öyle oldu. Truva Savaşı’nı ve savaşın sonucunu görmesine rağmen kimseyi gördüğü şeylerin yaşanacağına inandıramadı.

Çaresizlikle savaşın başlamasını ve bitmesini izlemek zorunda kaldı. Olacakları bilmene rağmen onları engelleyememek ne acı bir duygudur. Dahası, Agamemnon tarafından esir edildi ve onun cariyesi olmak zorunda kaldı. Bu rahibe olma hayali kuran bir genç kız için yaşanabilecek en kötü kaderdi. Ama belki kaderin cilvesi olarak bu yaşadığı durum yine bir kadın tarafından sonlandırıldı. Truva’ya savaşmaya giden Agamemnon’un karısı boş durmamıştı. Aşığı ile kocası ülkeye döndüğünde onu öldürmek için bir plan yaptı.

Büyük bir zafer kazanmış olarak Kassandra ile ülkesine dönen Agamemnon’un gemisi karısının görevlendirdiği askerler tarafından Yunanistan açıklarında durduruldu. Agamemnon, aralarında Kassandra’nın da bulunduğu cariyeleri ve tüm askerleri ile birlikte öldürüldü.

Günümüzde psikolojide, geleceğe dair başkalarını uyarmasına ve doğruları söylemesine rağmen kimseyi kendine inandıramama durumuna Kassandra Kompleksi ismi verilmektedir.

The post Mitolojik Hikayeler; “Kassandra’nın Laneti” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/mitolojik-hikayeler/mitolojik-hikayeler-kassandranin-laneti.html/feed 0
Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html#respond Sat, 09 May 2020 10:46:04 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=3073 Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi Yazar, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde, bir milletin var olma mücadelesini sembolik değerler bütünü olarak ele alır. Ömer Seyfettin için var olmak, millî olana dönmekle mümkündür. Yazar öyküde, savaşı ve milletin var olma arzusunu, inanç ekseninde büyütür. Böylece milletin tarihini, geçmişin unutulmuşluğundan kurtararak, millî hafızayı canlı tutmayı amaçlar. […]

The post Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi

Yazar, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde, bir milletin var olma mücadelesini sembolik değerler bütünü olarak ele alır. Ömer Seyfettin için var olmak, millî olana dönmekle mümkündür. Yazar öyküde, savaşı ve milletin var olma arzusunu, inanç ekseninde büyütür. Böylece milletin tarihini, geçmişin unutulmuşluğundan kurtararak, millî hafızayı canlı tutmayı amaçlar. Yazarın, bu uğurda kendine rehber edindiği yol, bir milletin kendini; dile, dine, toprağa ve geleneğe, (v.b.) dönüşmesi olarak ortaya çıkar.

Ömer Seyfettin, “Başını Vermeyen Şehit” adlı öyküsünde bir milletin kendi olma bilincini ve mücadelesini okuyucusuna vermeyi amaçlar. Eserde kendilik bilincine erişen bireylerin, kendini milleti için ötelere taşıması arzusu, öyküye büyük bir derinlik kazandırır.

Başını Vermeyen Şehit

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu.

Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.

Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre diyorlardı. Bağırdı:

– Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:

– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.

– Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

– Ne var?

– Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

– Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:

– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Hâlbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:

– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi:

Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler:

“İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükâfat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevli gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı:

– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:

– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… Üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.

– Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;

– Hazırız…

– Hepimiz, hepimiz…

– Hepimiz, hepimiz hazırız.

– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.

– Oklarımız havlı

– Yatağanlarımız keskin…

– Bugün nusret bizim.

– Âmin, âmin… Kuru Kadı, “Ey âlemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:

– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular. Bir ağızdan:

– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün Cuma, hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?

– Hayır.

– Hayır, asla…

– Hayır.

– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?

– Hay hay!

– Uygun…

– Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Hâlbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.… Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu.

Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor, inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,

– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!…

Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki…

Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Her kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.

– Nasıl, gördün mü bu civanı?

– Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.

– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;

– Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü.

Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:

– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir Türkü söylüyordu. Seslendi:

– Hüsrev.

– Efendim? Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başıkabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,

– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.

– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?

– “Gözlüye hod gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine Türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için de yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı.

Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev’e rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.

– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:

– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?

– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.

– Kimdir?

– Bilemezsin…

– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?

– A şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!

Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrev’in bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, aksakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.

O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski derviş kadısı mıydı?

Ömer Seyfettin 

The post Ömer Seyfettin – “Başını Vermeyen Şehit” Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/omer-seyfettin-hikayeleri/omer-seyfettin-basini-vermeyen-sehit-hikayesi.html/feed 0
MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI ASKERİ https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/mescid-i-aksada-nobeti-surduren-son-osmanli-askeri.html https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/mescid-i-aksada-nobeti-surduren-son-osmanli-askeri.html#respond Mon, 26 Aug 2019 14:02:02 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2810 MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI ASKERİ Yıllar önceydi, sene 1972 O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bir grup insan, İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak Mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız. Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar; kafile olarak Mescid-i […]

The post MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI ASKERİ appeared first on Hikaye Oku.

]]>
MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI ASKERİ

Yıllar önceydi, sene 1972 O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bir grup insan, İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak Mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız. Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar; kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken. Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, adı oradan geliyor.

Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam… Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise…

Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki. Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur.

Şaşırmıştım. ‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu. Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba.’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim. “Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi. Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.

Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi. Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.

Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti:

“Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.” ‘Tamam’, dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum. Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim. Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün vefat etti.”

İlhan Bardakçı / Tarihçi

The post MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI ASKERİ appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/mescid-i-aksada-nobeti-surduren-son-osmanli-askeri.html/feed 0
“Yirmi Beş Kuruş” un Hikayesi https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/yirmi-bes-kurus-un-hikayesi.html https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/yirmi-bes-kurus-un-hikayesi.html#respond Thu, 09 May 2019 18:05:18 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2802 “Yirmi Beş Kuruş” un Hikayesi Hikaye oku: Ağlaya ağlaya okuyacağınız, tarihimizden gerçekleri anlatan bir hikaye. Okurken o anı yaşatan bir hikaye. Bu güzel hikayeyi okumadan geçmeyiniz lütfen…. Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalık’taki 9. Tümen’e bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Soma’ya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağ’a sevk edildi. 23. Alay’ın Burhaniye’de bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha […]

The post “Yirmi Beş Kuruş” un Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
“Yirmi Beş Kuruş” un Hikayesi

Hikaye oku: Ağlaya ağlaya okuyacağınız, tarihimizden gerçekleri anlatan bir hikaye. Okurken o anı yaşatan bir hikaye. Bu güzel hikayeyi okumadan geçmeyiniz lütfen….

Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalık’taki 9. Tümen’e bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Soma’ya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağ’a sevk edildi. 23. Alay’ın Burhaniye’de bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit– Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi. Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istedi. Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu. Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havran’a gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca. Muhtar;

“Burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin
taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin..”

deyince askerler, köyden ayrıldı. Gerçekten de belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yatacak yerlerini hazırlamışlardı. Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremit’in çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havran’a sadece bir bölük asker yollamıştı. Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı. Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti. Bölük kumandanı şöyle anlatıyor:

“Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlar da sönünce ben de gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına:

“Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun?” diye sordum.

“Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…”

“Kim senin evlâtların?”

“Dün bana muhtar, askerler gelecek, sana da misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum..”

Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış. O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, buna da “başakçılık” deniyordu. Bu nene de böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. “Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım… Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.

“Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstüne de biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…”

Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı. İçinden tek bir yirmi beş kuruş çıktı. Bana uzattı.

“Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olur mu?..”

Şaşırdım..

Biliyordum ki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..

“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..!” “Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkale’de, Gazze’de şehit oldu… Bu millet böyle bir millettir… Dün öyleydi… Kim ne derse desin, bugün de öyle…

The post “Yirmi Beş Kuruş” un Hikayesi appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/yirmi-bes-kurus-un-hikayesi.html/feed 0
Bir Hikaye; “Neme Lazım” https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-neme-lazim.html https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-neme-lazim.html#respond Thu, 11 Apr 2019 18:34:04 +0000 https://hikayelerimizden.com/?p=2824 Bir Hikaye; “Neme Lazım” Bir Hikaye Oku: Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür… Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el […]

The post Bir Hikaye; “Neme Lazım” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Bir Hikaye; “Neme Lazım”

Bir Hikaye Oku: Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür… Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir: “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat.

Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?” diye özetler endişesini. Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Nemelâzım be Sultanım!” Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mana veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi bir zat, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi… Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer sitem dolu bir şekilde: “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar. Yahya Efendi duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelazım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum.” Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa… İşitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…” Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle bir alim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır… ***

Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar “nemelazım” demediler. “Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası bulunmakta idi… “Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?” O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı o zaman ve sarp dağlarda, karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna dayanamamıştı… Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi: “Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’la-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”

The post Bir Hikaye; “Neme Lazım” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/tarihi-hikayeler/bir-hikaye-neme-lazim.html/feed 0
Kadın Kahramanlarımızdan “Halide Onbaşı” https://hikayelerimizden.com/kadin-kahramanlar/kadin-kahramanlarimizdan-halide-onbasi.html https://hikayelerimizden.com/kadin-kahramanlar/kadin-kahramanlarimizdan-halide-onbasi.html#comments Fri, 16 Mar 2018 07:03:23 +0000 http://hikayelerimizden.com/?p=1016 Kadın Kahramanlarımızdan “Halide Onbaşı”  Halide Onbaşı (Halide Edip Adıvar) (1884-1964) Halide Edip, 1919 yılında İstanbul halkını ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatiptir. Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılmıştır. İstanbul Hükümeti tarafından Mustafa Kemal ile birlikte hakkında ölüm kararı verilen altı kişiden […]

The post Kadın Kahramanlarımızdan “Halide Onbaşı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
Kadın Kahramanlarımızdan “Halide Onbaşı”

 Halide Onbaşı (Halide Edip Adıvar) (1884-1964)

Halide Edip, 1919 yılında İstanbul halkını ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatiptir. Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılmıştır.

İstanbul Hükümeti tarafından Mustafa Kemal ile birlikte hakkında ölüm kararı verilen altı kişiden biriydi. Mustafa Kemal onu Garp Cephesine tayin etti. Kendisine önce “onbaşı” , sonra da “üstçavuş” rütbesi verildi.  “Halide Onbaşı” olarak İstiklal Savaşı’na katıldı. Uzun süre cephelerde savaşan Halide Onbaşı, savaş alanındaki yararlılıkları nedeniyle İstiklal Madalyası almaya hak kazandı. 

Savaş yıllarında Anadolu Ajansı’nın kurulmasında rol alarak gazetecilik de yapmıştır.

Türk bağımsızlık savaşının bir sembolü olan Adıvar, Kurtuluş Savaşını ve Türk kadınlarının mücadelesini anlatan ve Türk klasikleri arasına giren pek çok esere imza atmıştır. Türk edebiyatına kazandırdığı eserler ile günümüz Türk gençlerine çeşitli dersler vermektedir.

The post Kadın Kahramanlarımızdan “Halide Onbaşı” appeared first on Hikaye Oku.

]]>
https://hikayelerimizden.com/kadin-kahramanlar/kadin-kahramanlarimizdan-halide-onbasi.html/feed 2