Bir Hikaye Oku; “Küçük İnsan”


Bir Hikaye Oku; “Küçük İnsan”

“Hoş geldin küçük insan!”
“Ayıp oluyor ama müdür bey.”
“Aaa! Ne ayıbı canım, latifenin ayıbı mı olur?”

Oluyordu. Pek âlâ latifenin de ayıbı oluyordu. Artık burnuna kadar gelmişti Yüksel’in. Bırakacak gidecekti işi. Her sabah aynı terane, yetmişti artık. Her gün müdürün ona takılması onu sinir ediyor ve insanların içinde olunca da bir de gücendiriyordu. Ama devir sağlam olmayan bir devirdi. El alem iş için kapı kapı dilenirken, Yüksel yüreğine işi bırakmayı yediremiyordu. Hem aile gururdan önce gelirdi. Kızı Gülay ne olacaktı? Daha liseye başlayacak, başarısını orada da sürdürecek ve Allah nasip kısmet ederse büyüyünce doktor olacaktı. Gururunu korumak mı, aileni mi?

Ailesi her zaman ağır basmıştı.

O gün de yine ömrünün akışında geçip giden her sıradan gün gibi aynı şeylerle başlayıp aynı şeylerle bitti. İşe boyundan ötürü banka müdürünün yaptığı aşağılayıcı espriler ile başlamış ve yorgun argın çalışarak evinin yolunu tutmuştu. Karısı Funda iki ekmekle bir yoğurt istemişti telefonda. Markete girip onları aldı. Gülay’ı es geçer miydi hiç? Ona da kırmızı jelatinli bir çikolata kaptı raftan. Tekrar devam etti evinin yolunu arşınlamaya. Düşünüyordu. Ne kadar da küçük düşmüştü aylardır… Bu yeni müdür geldi geleli rahat görememiş, müdürün kendisi sanki selvi boyluymuş gibi hep 1.70’lik Yüksel ile alay etmişti. Halbuki o gelmeden önce iş hayatı ne güzel ve ne kadar sakin geçiyordu. Her şey değişmişti. Kendini falezden kopup, düştüğü suya alışamayan, eskisini özleyen bir kaya gibi çaresiz hissediyordu.

Kapıyı annesine bırakmadan, koşarak Gülay açtı. Babasına sımsıkı sarıldı. Çikolatasını alıp derslerine oturdu tekrardan. Funda mutfakta dört tencere birden ocağın başında, adeta bir orkestra şefi misali telaşla yemekleri idare ediyordu.

Yemek saati gelince ev ahalisi mutfakta toplandı ve şehriye çorbaları içilmeye başlandı. Çorbasını içen Gülay sofradan kalktı. Birkaç gündür hastalığı nüksetmişti. Evet, hastaydı. Adını şu sık duyduğumuz illet var ya, ondan… Yıllardır mücadele etmişler ve Gülay’ın hayatta kalmasını sağlayabilmişlerdi. Şimdi tek ihtiyacı olan sevgi ve İsviçre’den sipariş ile gelen ilaçları idi. Sevgiden yana hiç sorun etmiyordu ama ilaçlarının azaldığının farkındaydı. Buna üzülüyor lakin yine de anne babasının yanına hep gülümseyerek çıkıyordu.

Gülay masadan kalkınca Yüksel, Funda’ya sesini kontrol etmeye çalışarak:

“Yine,” dedi.

“Ne, yine?”

“Yine işte. Yine bana banka ahalisinin içinde küçük insan, dedi, güldü. Ondan cesaret alınca bu sefer vezneci Kâmil Bey bile güldü.”

“Kâmil Bey açıp da kendi… Tövbe estağfurullah!”

“Vallahi çok ağırıma gidiyor Funda. Bırakacağım artık bankayı.”

“Sen bilirsin hayatım,” dedi Funda gayet sakin. “Eğer, ben sizi yine de idare ederim, kolayca iş bulurum, diyorsan hiiiç durma hemen ver istifanı. Senin rahatsızlığını istemem.”

“İğneleme hemen. Haklısın evet ama yüzüme vurma, kendini benim yerime koy en önce.”

Funda masadan sürüyerek elini, Yüksel’in kasılmış kolunu kavradı. Anlayışlı gözüküyordu.

“Seni anlıyorum, kendimi de inan senin yerine koyuyorum ama ülke de herkes para sıkıntısı çekerken biz hesaptaki üç binle kaç ay idare edeceğiz?”
İçeri Gülay girince sustular. Gülay damacanadan doldurduğu suyu gırtlağından tatlı lıkırtılar çıkararak içerken, mutfakta sessizlik hakimdi.

Bağlık yokuşundan inerken ertesi sabah, yine Asur pastanesine girip bir susamlı poğaça aldı ve yiyerek bankaya gitmeyi sürdürdü. Bankaya gelmesine rağmen bitmeyen poğaçasını bankamatiklerin gölgesinde bitirdi ve bankadan içeri girdi. Bilerek bu sabah erken gelmişti, az kişi vardı içeride. Ama ne yazık ki müdürü içerideydi. Müdür onu o da müdürü gördü. Müdür ona doğru gelirken Yüksel, vezneci Kamil’in yerinde olduğunu gördü. Yine gülecekti pis pis! Yüksel, rahatsızlığını yüz ifadelerine yansıtıp müdüre bir mesaj vermek istedi ama nafile çabaydı. Müdür umursamaz ve laf söz bilmez adamın tekiydi zaten. Eşek hoş laftan ne anlardı.

“Günaydın Yüksel Bey.”

“Günaydın Saim Bey.”

“Yahu aklıma bir soru takıldı da sizinle ilgili… Acaba siz böyle mağazalara falan girmek isterken otomatik kapılar sizi görüp de açılabiliyor mu?”

Kahkahayı basmıştı sonra ve onunla beraber Kâmil de… Yüksel ise kısır olan seçeneklerinin arasından susmayı seçmiş ve yanıt vermeden yerine geçmişti.

Öğlen saatlerine doğru müdürün sekreteri vazifesi gören bankacılık bölüm birincisi Elif ona seslendi bankanın en sonundaki ufak masasından.

“Yüksel Bey, telefon size.”

Yüksel hızla geldi telefonun başına. Ahizeyi kavradı ve…

“Alo.”

“Alo, iyi günler Yüksel Bey.”

Karşıda tok ve otoriter bir erkek sesi vardı.

“İyi günler.”

“Ben sizi *** Hastanesinden arıyorum. Acaba hastaneye gelebilmeniz mümkün mü?”

Yüksel’in kalbi hızlandı.

“N’oldu doktor?”

“Buraya gelebilirseniz, daha iyi konuşabiliriz.”

Zaman harcamak istemiyordu Yüksel.

“Tamam,” dedi, “hemen geliyorum.”

Doktor masasının arkasında oturuyordu. Yüksel ise masanın öteki tarafında karısı ile yan yana oturmuş ve elini onun omzuna atmıştı. Karısı ağlamaktan kan çanağı olan gözleri ve zayıf vücudu ile bir kukla misali bıraktıkça dağılıyordu.

Doktor, genzini temizleyerek söze girdi:

“Kızınızın durumu şimdilik iyi. Fakat buna uzun süreli bel bağlamamız mümkün değil. İlaçları bitti dediniz. Bitmesi iyi olmuş çünkü dozları arttırmamız gerek derhal. Bu yeni ilaçları her ay yeniden almalısınız. Fiyatları eskilerinden yüksek olabilir…

Doktorun diğer dediklerini dinlemedi Yüksel. Kendine kızıyordu içten içe. O sırf kâle bile alınmayacak bir adam yüzünden istifa etmeyi düşünürken, kızının maliyetli ve zaruri bakımını düşünememişti. Önce ekmekti Orhan Kemal’e göre hayatta. Önce sofraya ekmeği koyacaksın, namusu, duyguları ve yorgunluğu kapının ardında bırakarak ailenin masasına önce ekmeği koyacaksın. Ölümü ya da hastalığı (hele ki sırf gurur davasına) asla…

Kızları baygındı. Odasını gören camdan, Funda ile Yüksel ona acıyan ve yaşlı gözlerle bakıyorlardı. Hortumların sokulduğu minik burnunu ne güzel yaratmıştı Tanrı… serum takılı kolları ne kadar pak ve narindi. Kuru hastane yastığına saçılmış uzun sarı saçları ne kadar da yumuşak duruyordu ta buradan bile…

Yüksel karar vermişti. Zaten bütün bu zorluklara ailesi için katlanmıyor mu, zaten hayatta olan bir kızı ve evde evi çekip çeviren bir eşi olduğu için mücadele etmiyor muydu? O zaman ne anlamı vardı savaşmamanın, bir köşeye çekilmenin, ekmeği sahibine onurluca da olsa geri vermenin?

Funda’ya içini döktü. Funda ona hak verdi. Onurunu cebine saklayacak, diğer cebinden mücadeleci baba kağıtlarını çıkarıp her yana savuracaktı. Daha onurluydu kızın için her şeye katlanmak, müdüre herkesin içinde laf sokup istifa etmekten. Daha onurluydu geri çekilmekten… Kızlarını eve götürürken düşünceleri buydu. Yarın yine iş vardı ve kızı bu sefer oyun oynayamayacak, ödev yapamayacak haldeydi. O yüzden ilk defa sekizde yatağa bıraktı kendini. Funda o uyurken anlından öptü onu. Gülay kadar Funda’da gurur duyuyordu evlerinin babasıyla.

Bankadan içeri adımını atar atmaz müdür Saim belirdi köşeden. En önce kızını sordu Yüksel’in. İyi olduğu haberini alınca tekrardan gevşedi ve tam yine manasız bir espri yapacaktı ki Yüksel ona fırsat tanımadı.

“Küçük insandan herkese günaydın,” dedi soğuk yüzlü banka memurlarına ve alaycı müdürüne dönüp.

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir