Bir Vicdan Hikayesi, “Vicdan Kaybolursa”


Bir Vicdan Hikayesi, “Vicdan Kaybolursa”

Hikaye Oku; Rivayet o ki, vicdan bir gün ansızın kayboldu. Her yanlışı suçlayan vicdan, beraberinde getirdiği suçluluk duygularını ve acıları da alıp yok olup gitti. İnsanlar “Özgürüz!” diye çığlık atıp onun yokluğundan yararlanmaya başladılar. Soygunlar, yağmalar, kuvvetlinin zayıfı ezmesi, çıkarcılık, yaltaklanma… sıradan hale geldi.

Zavallı vicdan ise yoldan gelip geçenlerin ayakları altında paçavra gibi çiğnenerek yollarda sürünüp duruyordu. Herkes, yolda ayağına takılan işe yaramaz bir-şeymiş gibi tekme atıp kendinden uzaklaştırıyordı onu.

Böylesi büyük bir şehrin, böylesine kalabalık bir yerinde bu döküntüde ne işi var gibi şaşkınlıkla bakıyordu ona. Perişan bir akşamcı, sarhoş gözlerini dikip “İşe yaramaz bir paçavra da olsa, belki bir kadehçik içki parası eder” ümidiyle onu yerden almasa, zavallı vicdan kim bilir daha nice zaman ayaklar altında sürünüp duracaktı.

Ayyaş onu yerden kaldırır kaldırmaz, vücudunun sanki elektrik akımına tutulmuşçasına titrediğini hissetti. Bulanık gözlerle çevresine bakındı. Kafasında şarap buğularının dağıldığını ve varlığının bütün gücüyle elinden kurtulmak için uğraştığını, acı gerçeğin yeniden ve yavaş yavaş filizlenmeye başladığını hissediyordu. Önce sadece bir korku, yaklaşmakta olan tehlikeyi sezen bir insanın tutulduğu cinsten, insanı rahatsız eden, anlamsız bir korku duydu. Sonra hafızası canlanmaya, hayal gücü harekete geçmeye başladı. Hafızasında, geçmişin karanlıklarında kalan utanç verici herşey; zorbalıklar, ihanetler, yüreksizlikler, yolsuzluklar… bir bir ve bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkıyor ve hayal gücünün de yardımıyla canlı bir biçim alıyordu. Ve en sonra içindeki yargıç da canlandı.

Zavallı sarhoşa bütün geçmişi korkunç bir suçlar yığını olarak görünüyordu. Bunları ne çözebiliyor, ne sorgulayabiliyor, ne de kavrayabiliyordu. Ruhundaki yargılamanın darbeleri öylesine sert ve acımasızdı ki, insanların yargılamaları bunun yanında hiç kalırdı.

“Anam babam! Yapamayacağım… Dayanılacak gibi değil!” diye çığlık çığlığa haykırdı. Kalabalık ise kahkahalar atıp onunla alay ediyordu.

“Hayır! Ne olursa olsun kurtulmalıyım bundan. Yoksa köpek gibi geberip gitmem işten değil” diye düşünen zavallı sarhoş, bulduğu şeyi tam sokağa atmaya hazırlanıyordu ki, yanı başında bitiveren bekçi ona engel oldu. Atmaya hazırlandığı şeyi cebine sokup oradan uzaklaştı. Sonra da, eskiden beri tanıdığı meyhaneye geldi. Meyhaneci tezgâhın gerisinde uyukluyordu. Ayyaş yıldırım gibi içeri daldı ve meyhaneci daha kendisine gelmeden, yolda bulduğu o korkunç şeyi onun avucuna bırakıverdi. Meyhanecinin önce gözleri yuvalarından uğradı, sonra soğuk soğuk terlemeye başladı. Nedense meyhanesini ruhsatsız işletiyormuş gibi geldi bir an; ama çevresine dikkatlice bakınca, gerekli bütün ruhsatların duvarda asılı olduğunu gördü. Sonra elinde duran paçavraya baktı, bir yerlerden tanıyacaktı gibi oldu onu.

“Haa” diye hatırladı sonra, “ruhsat almadan önce kendisinden güçlükle kurtulduğum paçavra olacak bu; tamam, tamam ta kendisi!” Sonra, aniden nedense iflas etmesi gerektiğini düşündü. Birden bire bütün vücudunu bir titreme aldı, yüzü kireç gibi oldu ve o zamana kadar bilmediği bir korku gelip oturdu yüreğine.

“Yoksul halkı içkiye alıştırmak, sarhoş etmek ne kadar tiksindirici bir şey” diye mırıldandı kendi kendisine. O sırada, yanına gelen karısı kocasının elindeki şeyi görünce çığlık atmaya başladı: “Can kurtaran yok mu? Adam soyuyorlar!”

Bu arada meyhane yavaş yavaş doluyordu. Bizim meyhaneci müşterilerini her zamanki sevecenliğiyle karşılayacağı yerde, onların şaşkın bakışları altında, kendilerine şarap veremeyeceğini söylüyor; ve son derece dokunaklı bir dille, yoksul insanların tüm mutsuzluklarının şaraptan doğduğunu ispatlamaya çalışıyordu. İçinden meyhanedeki bütün içkileri dökmek, şişeleri ve bardakları parçalamak geliyordu. “Şarap denilen bu meretin kokusu bile, erdemli bir kimsenin içini dışına çıkarmaya yeter!”

Tüm günü böyle geçti, bütün ısrarlara rağmen kimseye içki satmadı. Gece yatağa girdiğinde karısına şöyle dedi: “Bugün gerçi para kazanamadık, ama bu durum vicdanı olan bir kimseyi öyle hafifletiyor ki!” Sonra da derin bir uykuya daldı. Ama karısı, düzenlerini bozan bu davetsiz misafiri def etmeye kararlıydı. Gün ağarırken vicdanı tuttuğu gibi ilçe pazarına koştu. Köylülere ve arabalara düzen vermeye uğraşan zabıtayı gördü ve yanına sokularak usulca vicdanı zabıtanın paltosuna alıverdi.

Rüşvetçiliğiyle ünlü zabıta birden değişti. Dükkanlardaki, sergilerdeki, tablalardaki şeylerin, -daha düne kadar kabul ettiği gibi- kendisinin değil de başkalarının olduğunu düşünmeye başladı. Utanma nedir bilmeyen gözlerini oğuşturuyor ve “Deliriyor muyum, yoksa düş mü görüyorum?” diye düşünüyordu. Arabalardan birisine yaklaşıyor, elini uzatmak istiyor, ama eli kalkmıyordu; başka bir arabaya yaklaşıyor, bir köylüye kızmak istiyor, ama ağzını açamıyordu. Korkmuştu!

Onun, mallarına el atmadığını ve aklını kaçırmış gibi dolaştığını gören köylüler de cesaretlendi, hatta arkasından laf attılar. “Kesinkes hastayım ben” diye düşünen zabıta eve döndü. Evde kocasının çuval çuval malla dönmesini bekleyen karısı, onun elleri bomboş eve geldiğini görünce öfkeyle kocasının üzerine yürüdü. Karısına “Vicdanım şahidimdir ki…” gibi şeyler söylemeye çalıştıysa da, karısı “Öyleyse gelecek pazara kadar vicdanınla doyurursun karnını!” diye payladı onu. Zabıta paltosunu çıkardı ve birden bire içinde bir değişiklik olduğunu hissetti. Vicdan, duvara asılı paltosunun cebinde kaldığı için yeniden bir serbestlik hissetti ve pazardaki herşey köylülere değil de kendisine aitmiş gibi hissetmeye başladı. Eline geçeni yutmak, çalmak, çırpmak isteği canlandı. “Artık elimden kurtulamazsınız dostlarım!” dedi; sonra da, ellerini ovuşturarak alelacele paltosunu giymeye başladı. Ama paltosunu giyer giymez yeniden kıvranmaya başladı. İçinde sanki iki adam var gibiydi. Biri paltosuz olanı: Yüzsüz, soyguncu, eli uzun adam; ötekisi paltolu: Utangaç, çekingen adam. “Belki eski halime dönerim” ümidiyle pazara yine de gitti. Ama pazarda bir kuruş ekmek parası kazanmaya çalışan fakir fukarayı görünce, cebindeki para kesesi bile kendisine ağır gelmeye başladı. Böylece bütün pazarı dolaştı ve cebinde ne kadar
para varsa dağıttı. Eve dönerken yanında bir sürü karnı aç fakir götürdü.

Karısı deliye döndü ve sonunda herşeyin sorumlusunun zabıtanın paltosunun cebindeki şey olduğunu anladı. “Şuna bak” dedi, “meğer cebinde vicdan taşıyormuş!” Sonra da vicdanı bir zarfa koyup üzerine tefeci bir Yahudi’nin ismini ve adresini yazdı.

Yahudi de benzeri değişiklikler yaşadı. Ve o da vicdandan kurtulmanın bir yolunu buldu…  Böylece zavallı vicdan itile kakıla, düşe kalka, dünyanın dört bir tarafını dolaştı, binlerce insanı ziyaret etti. Ama hiç kimse onu misafir etmek istemedi, tam tersine yalanla dolanla da olsa onu elinden çıkarmak istedi.

Başını sokacak bir yer bulamayacağını ve bütün ömrünü böyle geçireceğini anlayan vicdan, bu duruma üzüldü ve sonunda çarşıda baharatçılık yapan ve geçim sıkıntısı çeken bir esnafa sığındı ve:

“Neden böyle işkence ediyorsunuz bana?” diye yakındı. “Sanki bir sığıntıymışım gibi nedir bana bu çektirdikleriniz?”

Esnaf:

“Eğer kimse sana ihtiyaç duymuyorsa sevgili vicdan, ben ne yapabilirim sana?” “Küçük bir çocuk bul bana” dedi vicdan. “Onun temiz yüreğini gözümün önünde yar ve beni oraya göm! Belki o temiz yavrucak beni barındırır, yüreğinde büyütür ve insanların içine benimle çıkmayı yüz kızartıcı bulmaz.”

Her şey vicdanın dediği gibi oldu. Esnaf, vicdanı küçük bir çocuğun yüreğine gömdü. Şimdi o küçük çocuk büyüyordu-, onunla birlikte yüreğindeki  vicdan da büyüyordu.

İlham Öyküleri

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir