Çok Güzel Bir Hikaye “Kabuk Kırıcı”


Çok Güzel Bir Hikaye “Kabuk Kırıcı”

Kır artık kabuğunu, çık dışarı. Daha ne zamana kadar böyle edilgen ve havadaki nemden bile etkilenen olarak kalmaya devam edeceksin? Tamam okumayı çok seviyorsun, anladık. Ama artık yazmaya da başlamalısın. Ben de sadece okuyorum ama kendime aynı şeyi söyleyemiyorum, çünkü bende yazma yeteneği yok. Belki geliştirebilirim kendimi ama uzun bir süreç. Deveye hendek atlatayım daha iyi. Ama sen benim gibi değilsin. Yazmak senin bir nevi işin olmuş. Üstelik bence sen iyi bir yazarsın. Sadece yazmaktan korkuyorsun o kadar, belki bir başlayamıyorsun. Çünkü sende inanılmaz bir tını var kardeşim; sen uçlarda, kenarlarda yazabiliyorsun. Nasıl söyleyeyim, hani filmlerde yüzlerce metrelik kayalık ve uçurumun en kenarındaki taşa zar zor tutunmuş bir can pazarı sahnesi vardır ya, bilirsin. Hani o taşın yavaş yavaş kayması anı vardır ya, işte kardeşim sen tam da oralarda yaşayıp oraları anlatabiliyorsun, bu her adamın, her yazarın kârı değil.

Abartıyor muyum? Hiç de değil? Beni bilirsin, avcılığı severim ama abartmayı sevmem. Silkinip yataktan kalkma vaktin çoktan geldi dostum, bir saniye bile kaybedecek vaktin yok artık bence. İçindekini, dışındakini, etrafındakini, atmosferindekini gösterme zamanın çoktan geldi, geçiyor bile. Saklamak, gizlemek ve susmak daha ne kadar sürecek? Konuş artık be adam, daha olmadın mı? “Ölü utanır” sözü sana daha ne kadar yakışmaya devam edecek? Haydi artık konuş, boz şu suskunluk orucunu. Kaç yıl oldu ağzını bıçak açmadı. Hep okudun, okudun, okudun. Hep konuştu herkes, bir sen konuşmadın. Daha dolmadın mı? Tamam olmadın mı daha? Yetmez mi daha? Kefâret bitmemiş midir daha?

Konuşmak gümüşse, sükût altın” sözünün beyninin ve yüreğinin tüm kılcallarını istilâ etmesi daha ne kadar sürecek? “Önce söz vardı” fermânı senden başka herkes için arz-ı endâm ederken, neden ama neden susan hep sen oldun? Bir kere de sen konuşsan, haykırsan. Bir kez “ben de varım” desen. Yıllarca içine saklandığın yalçın kozaları, kaplumbağanın o sert kabuğunu kırıp da bir çıksan dışarı. Eminim o zaman her şey çok daha güzel olacak.

“Hiç başarılı olmadın mı hayatta?” Hoppala bu da nereden çıktı şimdi? Demek yazarsan başarısız olmaktan korkuyorsun. Yeni bir başarısızlık sende onulmaz yaraların tekrardan deşilmesine neden olacak diye edilgen kalmaya kararlısın yani, öyle mi? Bence sen hayatta hiç de başarısız biri değilsin. Baksana gül gibi bir ailen var, her biri kendi ayakları üstünde durabilecek yaşlara gelmiş çocukların var. Bunlar az bir başarı mı? Biraz önce kendin söyledin, anlattın çocuklarını, eşini. Otuz iki yıl evli kalabilmek bile başlı başına büyük bir başarı bence. Hem sonra başladığın bütün projeleri öyle ya da böyle tamamladın. Kariyerinin zirvesine alnının teriyle, öz çabanla yükseldin. Kıymetini bilmediler diye neden düşmanlarını sevindireceksin ki? Tamam yaptığın çalışmalarla Nobel’e filan aday gösterilmedin, kabul ediyorum. Ama ortalıkta binlerce yazar var zaten aday gösterilmeyen. Sen de iyi biliyorsun ki Nobel denen kurmaca tamamen küresel, politik ve çevresel bir tiyatro aslında. Çalışmanın içeriğinden veya kalitesinden daha çok kafalarındaki subjektif kriterlere göre aday göstertip ödül veriyorlar birilerine. Nobel de nereden çıktı şimdi, neyse hemen terkediyorum bu konuyu. Kısaca birader, kafanı taktığın şeye bak. Hem sonra nice ünlü yazar var ki yazdıkları başlangıçta defalarca reddedilmiş, yayınlanmamış. Ünlü Rus yazar Gogol’un Burun öyküsünü mesela hiçbir yayıncı yayınlamamak istememiş başta; hikayeyi oldukça bayağı buldukları için reddetmişler. Sonra bir kaç yıl sonra Puşkin’in eline geçmiş öykü, okumuş ve anında değerini takdir edip yayınlamış. Adam sarraf, malı bir bakışta anlıyor. Gogol’u reddettiler de ne oldu sanki? Gogol Gogol olmaktan aşağı mı düştü? Kıymeti bilinmiyor diye güneş güneş olmaktan çıkıp ışığı daha bize ulaşmamış kör kütük bir küçük yıldız mı oldu? Ya da altının değerini bilmiyorlar diye altın altınlıktan çıkıp tenekeye mi döndü sanki? Bence sen bırak bu çekingenliği. En kötü ihtimalle okumazlar. Çağının insanlarının okuması şart mı sanki? İsterlerse okumasınlar, kendileri bilirler. Sen zaten kendin için, var olduğun, mutlu olduğun için yazmayacak mısın? Kaldı ki yayınlanan her çalışmayı sanki aman aman binlerce kişi mi okuyor? Hele akademik çalışmaları bir kaç meraklı erbâbından başka kim okuyor Allah aşkına? Ya da hoca yayınını ders kitabı olarak belirlediyse ders geçme hatırına zoraki okumuyorlar mı öğrenciler? Ama ne bileyim yazdıkların belki mesela iki asır sonra okunacak. Birileri kütüphanelerden yazdıklarını arayıp bulacaklar, okuyacaklar ve yararlanacaklar. Belki böylece asırlar sonra arkandan Fâtiha okuyanlar, hayır dua edenler bile çıkabilir değil mi? Bunu bilemeyiz, olabilir. Neden olmasın? Geçenlerde sen söylemiştin ya konuşurken Hz. Muhammed’in şuna benzer bir sözünü:

“Ölen her kişinin sevap-günah defterleri öldükleri an kapanır. Ancak arkasında yararlı ve erdemli evlâtlar, faydalanılan bir bilgi veya okul, cami, köprü gibi hayır eserleri bırakanların amel defterleri kapanmaz, sürekli hesaplarına sevaplar gelir, iyilikler yazılır.”

Onun için muhakkak yazmalısın kardeşim. Rivâyet bu ya, sen daha iyi bilirsin, hani Sokrates öğrencilerine “Oğlum muhakkak evlenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” demiş ya. Sen de onun gibi mutlaka yazmalısın. Her iki durumda da sen kazançlı olursun kardeşim.

“Yazsam ne olacak ki? Neyi değiştirebileceğim mi?” dedin? Bak bence yine çok yanlış düşünüyorsun. Yeteneği olan bir kimse yazmalı, yazmalı, durmadan yazmalı. Olur ki kötü yazdığı yazılar atılır, geride kalan o dupduru metinler ışık olur, dünyayı aydınlatırlar. Biraz önce de söylediğim gibi şu an belki kıymetin bilinmeyebilir, çalışman reddedilebilir ama bunun ne sakıncası var. Gün gelir bir yayıncı takdir eder ve çalışmanı yayınlar. Hem sonra yazar kendisi için yazdıktan sonra yayınlanıp yayınlanmamasının da bir önemi var mı sence? Yazmak aslında iyi okumanın bir göstergesi, belki bir sonucu. Tamam kabul edeyim her okuyan insan da muhakkak yazacak diye bir şart da yok ortada. Ama şöyle bir ikileme de var öte yandan:

“Her yazar mutlaka okur; ama her okur mutlaka yazar olur denemez.”

Okumayan, çalışmayan bir insan ne yazacak zaten değil mi, nasıl yazacak? Yazamaz ki. Bir ara sen bahsetmemiş miydin? Alanınızın duayen bir hocası doksan küsür yaşında hala okuyor ve yazıyor, diye. Hatta hazır olduğu halde yayınlanmasını istemediği onlarca kitap dosyası varmış. Bir ayağı çukurda bir insanın yazdıklarının hala yayınlanmamasını istemesi, ama ha bire okuyup yazmaya devam etmesi, müthiş bir tutku. Hâlis muhlis bir aydın davranışı değil mi bu kardeşim? Bu hoca ya mutlu olduğu/olmak için yazıyor şu halde. Ya da yazdıklarının karşılığını tamamen âhirette görüp almayı ümitlenmiş samimi bir pîr-i fânî mü’min. Her iki seçenek de çok ulvî, değil mi? Demek ki yazma eylemi ben varım ve yaşıyorum mottosunun bayrağı. Sen kalk ve yaz kardeşim, kır şu kabuğunu artık. Anlaştık mı, yazacak mısın?

Tamam sana kolay gelsin, hadi ben kaçtım.

Mustafa Ünver

hikaye, hikaye oku, ders veren hikayeler, eğitici hikayeler, yol gösteren hikayeler, başarı hikayeleri, motivasyon, hikayelerimiz, hikaye okumak, gerçek hikayeler, Mustafa Ünver, Mustafa Ünver hikayeleri, bilgelik hikayeleri,

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir