Japon Hikaye ve Öyküleri; “Burun”


Japon Hikaye ve Öyküleri; “Burun”

hana
1916

Hikaye Oku;
Rahip Naygu’nun burnunu İkeno-o bölgesinde tanımayan yoktu. 15-20 santim uzunluğunda, üst dudağından çenesinin altına kadar sarkan  alâmet bir şeydi… Bir o kadar da kalınlığı vardı. Yani tabiri caizse burnu, suratının ortasından aşağıya sarkan kocaman bir sucuk gibiydi.

50 yaşını geçkin Naygu, mesleğe başladığı gençlik yıllarından kraliyet başrahipliğine terfi ettiği şu zamana kadar, burnundan çektiği kadar hiçbirşeyden çekmemişti. Ama bu rahatsızlığını başkalarına hiç belli etmedi. Bu durum, onun herkese ahiret dersleri veren bir rahip olduğundan ya da burnuyla uğraşmayı günah saymasından kaynaklanmıyordu. Naygu’nun asıl çekindiği şey, burnunun onu rahatsız ettiğini başkalarına belli etmekti. Günlük konuşmalarında, sohbetlerinde bile burun sözcüğünü, mümkün olduğu kadar ağzına almamaya çalışırdı.

Baş rahip iki nedenle burnundan mustaripti. Bir defa uzun burnu, yaptığı her işi güçleştiriyordu. Örneğin, kendi başına yemek yiyemiyordu. Şayet yiyecek olursa burnu yemek tabağının içine giriyordu. Bu yüzden yemek yerken genç rahiplerden birini yemek sofrasının önüne oturtuyor, üç santim eninde altmış santim boyunda bir sopayla burnunu kaldırtıyordu. Ama bu durumdan ne Naygu, ne de öteki rahipler memnundu. Bir defasında genç rahiplerin yerine yeni çömezlerden birini çağırmış, burnunu kaldırtmıştı. Çocuk aniden hapşırınca elleri titremiş ve rahibin burnu pirinç çorbasının içine düşmüştü… Olayı başkent Kyoto’da duymayan kalmadı. Ama Naygu’yu üzen bu olay değildi… Ona asıl acı veren yaralanmış gururuydu…

İkeno-o semtinde oturanlara göre, Naygu’nun burnu büyük olsa bile, sıradan bir insan değil ruhban sınıfından birisi olduğu için yine de çok şanslı sayılırdı. Yoksa onun gibi patlıcan burunlu birine kim kız verirdi… Halk arasında, onun, bu özüründen dolayı rahip olmaya karar verdiği şeklinde yorum yapanlar bile vardı. Fakat Naygu, sıradan bir rahip ya da kraliyet rahibi olmanın burnu yüzünden çektiği ıstırapları bir nebzecik bile olsa hafifletmediğini çok iyi biliyordu… Yaralı gururu yüzünden öyle duyarlı olmuştu ki, artık evlenip dünya evine girmek gibi gerçeklerle yüzyüze gelmeyi hiç istemiyordu. Tek arzuladığı şey, incinen, kırılan gururunu hem ruhsal hem de bedensel olarak yeniden onarmaktı.

Her şeyden önce burnunu kısaltmak için bir yöntem bulmalıydı. Etrafında kimse yokken hemen aynanın karşısına geçerek değişik açılardan suratına baktı; durumuna bir çare bulmak için derin derin kafa yordu. Bir müddet sonra değişik açılardan suratına bakmakla yetinmedi; elini bazen yanağına, bazen de çenesine koyarak aynaya bakmayı denedi… Bıkmadan, usanmadan, defalarca aynada yüzünü seyretti. Lakin, bir kez olsun burnunu daha kısa görmek mutluluğuna ulaşamadı. Üstelik olayı kendine dert ettikçe sanki burnu daha da uzunmuş gibi geliyordu. Böyle durumlarda derin derin iç çekiyor ve okurken yarım bıraktığı kutsal kitaba gönülsüzce tekrar geri dönüyordu.

Ayrıca Naygu’nun, insanların burunlarıyla ilgilenmek gibi bir huyu da vardı. İkeno-o semtindeki bu ibadethane, sık sık bağış ve dini konularda vaazlar verilen bir Budist tapınağıydı. Tapınağın etrafında bitişik nizam dizilmiş rahip koğuşlarında bütün gün sıcak su vardı. Ruhban sınıfından olsun olmasın, tapınak her gün ziyaretçilerle dolup taşardı. Naygu’nun gözü, devamlı buraya gelip giden insanların suratlarındaydı. Herkesi tek tek gözden geçiriyordu. Kendisi gibi koca burunlu birisini görüp biraz rahatlamak istiyordu.

Ne insanların giydiği mavi ipekteydi gözü, ne de beyaz keten giysilerde… Sarı şapkalara, koyu mavi elbiselere o kadar alışmıştı ki gözleri, artık öyle şeyleri fark etmiyordu bile. Çünkü o, insanlara ve giysilerine değil yalnız burunlarına bakıyordu… Arada sırada karga burunlu bir iki kişi gözüne ilişmiş olsa bile, kendisi gibi acayip burunlu birini görmesi mümkün olmamıştı…

Bu yüzden rahatsızlığı gitgide arttı. İnsanlarla konuşurken hiç farkına varmadan burnunun ucunu eliyle yoklamaya, yaşına mevkiine bakmadan başkalarının önünde çocuk gibi kızarıp bozarmaya başladı.

Kutsal kitapta kendisi gibi büyük burunlu birinin bulunup bulunmadığını araştırarak biraz efkâr dağıtmak istedi. Ama ne mucizevi güçleriyle ünlü Mokuren, ne de bilgelerin bilgesi Şarihotu’nun burunlarında herhangi bir acayiplik olduğu konusunda kutsal kitaplarda hiçbir kayda rastlayamadı. Gizemci Ryuji ve Memyo’nun burunları da normaldi. Çin hakkında yapılan bir söyleşide Şotsukan Ülkesi İmparatoru Ryu Gentoku’nun muhteşem kepçe kulakları olduğunu duymuş ve üzülerek iç geçirmişti… Keşke bu adamın kulakları değil de burnu daha uzun olsaydı… O zaman belki içine biraz su serpilmiş olurdu…

Naygu burnundan dolayı derin duygusal sorunlar yaşasa bile, bir taraftan da onu kısaltmak için ciddi girişimlerde bulunmayı ihmal etmedi. Akla gelen her yöntemi denedi. Kaynatıp karga hıyarı suyu mu içmedi… Burnuna fare sidiğiyle masajlar mı yaptırmadı… Ama ne yaparsa yapsın, burnunun üst dudağından bir karış aşağıya sarkmasını hiçbir zaman engelleyemedi… Bir sonbahar günü müritlerinden biri, hem kendi işlerini halletmek hem de Naygu’nun bazı işlerine bakmak üzere başkente indi. Rahip, tanıdık bir doktordan uzun burunları kısaltmak için yeni yöntemler öğrenerek döndü. Bu tanıdık doktor aslında Çinli bir rahipti ve Çorakuci tapınağında görev yapıyordu. Naygu, sanki burnunu hiç dert etmiyormuş gibi yeni yöntemi uygulatmak konusunda her zamanki kayıtsız tavrıyla bir kelime bile etmedi. Yalnız, yemek yerken etrafındaki insanlara verdiği zahmetten dolayı üzüntüsünü dile getirmekle yetindi. Fakat içinden, yeni yöntemleri öğrenen müridinin tedavi konusunda kendisini ikna etmesini bekliyordu. Mürit, elbette ki Naygu’nun uyguladığı taktiğin farkındaydı. Fakat ona hiç tepki göstermedi. Onu bu hallere düşüren ruhsal sıkıntıyı düşününce içinde ona karşı merhamet bile uyandı. Aynen Naygu’nun için için umduğu gibi, yeni yöntemi uygulatmak konusunda yoğun bir ikna faaliyetine girişti. Naygu da sanki müridinin bu ısrarlı öğütlerine dayanamamış gibi sonunda tedaviyi uygulatmaya razı oldu.

Tedavi gayet basitti. Burun önce suda kaynatılacak, sonra da ayakla çiğnenecekti. Zaten bu iş için gereken sıcak su tapınağın hamamında her gün hazırdı.

Mürit, el değmeyecek kadar fokurdamış kaynar suyu bir kovaya doldurup getirdi. Sonra da Naygu’nun burnunu kovanın içine daldırdı. Su o kadar sıcaktı ki, çıkan buharlardan başrahibin yüzü yanabilirdi. Bunu önlemek için ince bir tahta parçasını delip kovaya kapak yaptı ve Naygu’nun burnunu o delikten kovanın içine daldırdı…

Su ateş gibi sıcaktı, ama Naygu’nun burnu hiçbir şey hissetmiyordu.  Mürit,
–  Artık herhalde iyice ısınmıştır efendim, dedi.

Naygu istemeye istemeye güldü. Bu kelimeleri duyan birisi, sözü edilen şeyin insan burnu olduğunu dünyada tahmin edemezdi. Kaynar suda haşlanan burun, pire ısırmış gibi kaşınıyordu.

Mürit, üstünde buram buram dumanlar tüten burnu delikten çıkardı ve ayaklarının altına alıp var gücüyle çiğnemeye başladı. Naygu yan yatarak burnunu döşemeye uzatmış, aşağıdan müridin durmadan inip kalkan ayaklarını seyrediyordu. Genç rahip arada bir üzülerek soruyordu:

– Acıtıyor muyum efendim? Rahip doktor iyice ezmemi buyurdular fakat size çok üzülüyorum… Eğer acıtıyorsam…

Naygu başını sallamak, acımadığını bildirmek istedi. Ama şu anda burnu ayaklar altında olduğu için başını hareket ettirecek hali yoktu. Aşağıdan yukarıya bakarken genç rahibin ayağının altında yer yer yaralar, çatlaklar görmüştü. Kızgın kızgın yanıtladı.

– Acımıyor dedik!

Aslında acımak bir tarafa burnunun kaşınan yerleri çiğnendiği için hoşuna bile gitmişti.

Ayaklar altında çiğnene çiğnene Naygu’nun burnunda darı tanecikleri gibi pütürler oluşmaya başlamıştı. Tüyleri yolunup ızgarada çevrilmiş pilicin derisini hatırlatıyordu. Mürit bir ara çiğnemeyi durdurup kendi kendine konuştu.

– Verilen talimata göre şimdi bu pütürlerin içindeki yağları cımbızla bir bir çekmemiz gerekecek efendim…

Naygu bunu duyunca pek memnun olmamıştı. Ama yine de yanaklarını şişirerek kendini genç rahibin ellerine bıraktı. Elbette ki genç rahibin kendisine ne kadar iyi davrandığının farkındaydı. Ama onu rahatsız eden, burnuyla böyle rasgele bir nesneymiş gibi oynanmasıydı… Şimdiyse, güvenmediği bir cerrah tarafından ameliyat edilen bir hasta gibi durmuş, genç rahibin kıl diplerinden yağ çekişini seyrediyordu. Çıkan yağlar 1-1,5 santimetre uzunluğunda kuş tüyü sapını andırıyordu. Genç rahip ancak bütün bu işlemler bittikten sonra rahat bir nefes alabildi. Naygu’ya dönerek,

– Bir defa daha burun haşlama yapmamız gerekecek efendim! dedi.

Naygu yine kaşlarını çatarak yüzünde halinden şikâyeçi bir ifadeyle kendini tekrar müridin ellerine teslim etti.

İkinci haşlamadan sonra sıcak sudan çıktığında, burun her zamankinden farklıydı, artık kısalmıştı… O patlıcan burun gitmiş, yerine normal bir karga burun gelmişti. Genç rahibin verdiği aynada yeni kısa burnunu, utana sıkıla fakat okşayarak seyretti.

Çenesinden aşağılara kadar sarkan eski burun, inanılmaz bir şekilde kısalmış, üst dudağında varlığı belli bile olmayan bir nesne haline gelmişti. Burnundaki kızartılar, üstünde tepinmekten kalan izlerdi. Artık hiç kimse onunla alay edemeyecekti. Aynanın içindeki Naygu, aynanın dışındaki Naygu’ya mutlu mutlu göz kırpıyordu.

Fakat ertesi gün içi içini yedi. Ya burnu tekrar uzamaya başlarsa?… Yemek yerken, kutsal kitabı okurken, boş boş otururken ikide bir burnuna dokunmaktan kendini alamadı. Ama burnu gayet uysal bir şekilde devamlı dudaklarının üstünde duruyor ve bir daha da oradan pek aşağı düşeceğe benzemiyordu… O gece öylece yattı. Ertesi gün erkenden gözlerini açar açmaz ilk işi yine burnunu yoklamak oldu. Çok şükür aynen bir gün önceki gibi kısaydı!… Öyle bir sevindi ki… Yıllar önce bir gün, kutsal kitaptaki önemli ayetlerden birini kendi el yazısıyla hattat gibi yazdığında çok büyük bir mutluluk duymuştu. İşte şu andaki sevinci, yıllar önce duyduğu o büyük mutluluğa denkti.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra beklenmedik bir olay oldu. Bir iş için İkeno-o tapınağına gelen samuraylardan biri iki çift laf bile etmeden, açıkta bir şey görmüş gibi devamlı Naygu’nun burnunu süzüp durmuştu… Ayrıca, bir zamanlar Naygu’nun burnunu pirinç lapasının içine düşüren çömez ve takımı vaaz salonunun önünden geçerken Naygu’yu gördüklerinde başlarını öne eğerek ilkin gülmelerini tutmaya çalışmışlar; sonra da hık fık derken kendilerini zapt edemeyip hep beraber koro halinde kahkahalarla gülmeye başlamışlardı… Tapınağın ayak işlerine bakan çocuk yaştaki acemi rahipler de, verilen emirleri yüz yüzeyken saygıyla dinlemişler ama Naygu arkasını döner dönmez, kıs kıs gülmeye başlamışlardı… Hem üstelik bu gibi şeyler yalnızca bir-iki kez olmuş değildi…

Başlangıçta, bütün bu olanları suratındaki değişikliğe yordu. Bu yorumu, duruma yeterince açıklık getirmiyordu. Çömezlerin, acemi oğlanların gülmeleri kuşkusuz bu nedenden kaynaklanıyordu ama burnu uzun olduğu zamanki gülmeleriyle şimdiki kahkahaları arasında dağlar kadar fark vardı. Demek ki onlara göre, alıştıkları patlıcan burun değil, hiç alışmadıkları bu yeni burun daha komikti… Evet, sorun bundan ibaretti. Ama hayır, burada da yine, işin içinde bir iş varmış gibi görünüyordu…

– Eskiden de gülüyorlardı ama, böyle adamın gözünün içine baka baka gülmüyorlardı…

Naygu kutsal kitabı bırakıp, kel başını bir yana eğerek arada bir kendi kendine böyle söyleniyordu. Sevgili Naygu’muz, böyle zamanlarda beyaz file binmiş evliya Bodisattva’ya bakarak dört-beş gün önce veda ettiği patlıcan burnunu hasretle hatırlayıp ‘İnsanoğlu nankördür, kötü günü görmeden iyi günlerinin kadrini bilmez… Geçmiş zaman olur ki… Meğer onlar iyi günlerimmiş!’ diye hüzünlenmeye başlamıştı bile. Ama ne yazık ki Naygu bu sorunu çözebilecek zihinsel kıvraklıkta birisi değildi.

İnsanların doğasında birbiriyle çelişkili iki duygu vardır. Başkasının felaketine gülecek insan kuşkusuz düşünülemez. Ancak, dara düşen bir insanın tam sorununu halledip düze çıkmaya başladığı an, onun bu rahatlığının karşısındaki insana battığı, onun bu mutluluğunun karşısındaki insanı rahatsız ettiği durumlar da vardır. Hatta gözlemcilerin, beladan yakasını kurtaran insanlar hakkında ‘Keşke aynı belaya uğrasa!’ diye temenni ettikleri bile olur. Karşısındakine gizli gizli düşmanlık bile duyarlar. Naygu da duyduğu rahatsızlığın İkeno-o tapınağına gelip gidenlerle oradaki rahip tayfasının yeni burnuna karşı gösterdiği gayri insani tepkiden kaynaklandığını hisseder gibi oluyordu ama, olaya tam bir anlam veremiyordu.

Keyfi kaçmıştı… Günden güne durumu daha da kötüleşti. Her önüne geleni öfkeyle paylamaya başladı. Hatta öyle ileriye gitti ki, sonunda burnu tedavi eden müridi bile dayanamayıp,

– Dilerim yaptıklarından dolayı Tanrının gazabına uğrar, inşallah ettiklerinin cezasını bulur…

diye arkasından beddua etti.

Naygu’yu asıl çileden çıkaran haylaz çömezlerin terbiyesizlikleri oldu. Bir gün deli gibi havlayan bir köpeğin sesi gelmişti kulağına. Hemen dışarı fırlayıp etrafa göz attı. Çömezlerden birini, uzun tüylü sıska bir köpeği kovalıyor, elindeki yarım metrelik sopayla hayvana eziyet ediyordu. Yalnız kovalasa yine iyi, bir taraftan da,

– Şimdi geliyor burnuna sopa! Burnuna geliyor ha! Burnuna! diye avaz avaz bağırıyordu.

Naygu sopayı hışımla kaptığı gibi çömezin suratına suratına indirdi. Çünkü bu dal parçası, bir zamanlar burnunu kaldırtmak için kullandığı sopaydı!

İşte o zaman Naygu burnunu kısalttığına bin pişman oldu.

Bir gece, hava karardıktan sonra ani bir esinti çıkmış, tapınaktaki rüzgar çıngıraklarının çıkardığı sesler onu çok rahatsız etmişti. Ayaz da çıkınca, uyumak istediği halde ihtiyar Naygu’yu uyku tutmamış, yatağında gözlerini çipil çipil ederken birden burnu tatlı tatlı kaşınmaya başlamıştı. Dokunduğunda eline gelen ıslaklıktan burnunun aktığını fark etti. Hiç ateşi olmadığı halde burnu alev alev yanıyordu. Buda’nın kutsal heykeline sunduğu bir tütsü kabını ya da bir çiçek demetini tutarmış gibi burnunu hürmetle kavrayıp,

– Zorlayarak kısalttırdığım için bir hastalık peydah oldu galiba… diye kendi kendine mırıldandı.

Ertesi gün her zamanki gibi erkenden uyandı. Bütün gece at kestanesi  ağaçlarından dökülen sarı yapraklarla kaplı bahçe, altın gibi parlıyordu. Bembeyaz kırağı kaplı tapınağın damında, 9 kutsal süs halkası sabah güneşinin ışıklarında pırıl pırıldı. Naygu, panjurları açık balkonda dikilerek derin bir nefes aldı.

Uzun zamandır unutmaya çalıştığı bir duygu tekrar dönüp gelmişti. Hemen elini burnuna götürdü. Dokunduğu şey dün geceki ufak burun değildi. Bu burun üst dudağından çenesinin altına kadar sarkan 15-20 santimlik eski burnuydu. Gece kendi kendine eski halini almıştı. Burnu kısaldığı zaman nasıl dünyalar onun olmuşsa şimdi de yeniden uzadığı için aynı sevinci duyuyordu.

– Artık kimse benimle alay edemez…

Kendi kendine içinden bu cümleyi mırıldanırken o koca burnunu sonbahar rüzgârında salınmaya bıraktı…

Japon Hikayeleri – RYŪNOSUKE AKUTAGAVA

Japonca’dan Çeviren ve Derleyen: Oğuz Baykara

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir