Yunus Emre


Yunus Emre

Anadolu’nun geçmiş zamanlarında henüz arabaların, büyük şehirlerin olmadığı yıllar. Köylülerin tarlaları karasabanla sürmeye başladığı devirlerden biri. Orta Anadolu’da bir köyde çiftçi Yunus yaşarmış. Bir kendisi bir de annesi ekip biçtikleri ile hayatlarını sürdürüp giderlermiş. Buğday, arpa, yulaf eker, yetiştirip biçerler, yetiştirdikleri mahsuller, onları geçindirmeye yetermiş.

Gel zaman git zaman bir yıl havalar kurak gitmiş. Toprağa yağmurun damlası bile düşmemiş. Bereketini, serinliğini topraktan esirgemiş tabiat ana. Çiftçi Yunus’un ekinleri yeşermiş, ama yağmur olmayınca bir türlü büyümemiş. Böylece geçimlerini temin eden buğdaydan mahrum kalmışlar. Tek işleri çiftçilik olduğundan aç kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlar. Yakın komşuları da aynı vaziyettelermiş. Onlara yardım edecek bir insan yokmuş etraflarında.

Yunus duymuş ki; bir yerde Taptuk Emre diye bir pir var. Kapısına gideni boş çevirmiyor. Yunus, başka çaresi kalmadığı için Taptuk Emre’den buğday istemeye mecbur kalmış.

Taptuk Emre’nin bulunduğu dergah köyünden çok uzaklarda imiş. Hurcunu omzuna alıp düşmüş yollara. O dağ senin bu ova benim deyip günlerce yol almış Anadolu’nun bozkırında. Bir gün bir alıç ağacının altında yorgunluğunu gidermiş. Alıcın mayhoş meyveleri ile karnını doyurmuş. Altında uyumuş kalmış. Kalkıp gideceği zaman aklına bir düşünce gelivermiş. Hemen alıca çıkmış. Hurcunu dolduracak kadar alıç toplamış. Nihayet yola devam etmiş. Günler süren yolculuktan sonra varmış Taptuk Emre’nin yurduna. Hemen karşısına çıkmış:

”Anlat derdini evladım.” demiş ak saçlı, ak sakallı bilge bir dede.

Yunus:

”Efendim, bu yıl havalar kurak gitti. Tarladan mahsul kaldıramadık. Affınıza sığınarak sizden buğday istemeye geldim. Eğer kabul buyurursanız bu alıçları da  sizlere getirdim ” demiş

Taptuk Emre bakmış ki bu genç adam iyi ve yiğit bir delikanlı. İçindeki kıpırtıyı, cevheri hemen anlamış.

“Oğlum, buğday mı istersin yoksa benden himmet mi istersin?” diye sormuş. Düşünmüş Yunus. Ne yapacak himmeti. . . Günlerdir aç. Elbette;

“Buğday isterim.” demiş.

Taptuk Emre, Yunus’un açık sözlülüğünden, yalınlığından hayli etkilenmiş.

”Oğlum, iyi düşün ona göre cevap ver.” demiş.

Yine;

“Buğday isterim.” demiş Yunus.

“Yunus’un istediği buğdayı verin!” diye buyurmuş, Taptuk Emre.

Oradakiler hemen Yunus’un hurcunu doldurmuşlar.

Anadolu bozkırında hurcunda buğday, düşmüş yollara Yunus. Uzun zaman gittikten sonra, düşünmeye başlamış Taptuk Emre’nin söylediklerini. Çok geçmeden anlamış Taptuk Emre’nin ne demek istediğini. Kendi kendine düşünmeye başlamış. ”Eğer himmet isteseydim, böyle yüce bir kişinin yardımı her zaman yanımda olacaktı,” diye düşünmüş. Hemen geri dönmüş. Uzun bir yolculuktan sonra yorgun argın varmış Taptuk Emre’nin huzuruna.

“Yüce Efendim,” demiş, ”Ben sizden buğday değil, himmet istiyorum. Bir hata ettim, benim dileğimi kabul buyurun” demiş. Taptuk Emre düşünmüş. Bir müddet cevap vermemiş.

”Ne iş verirsem yapar mısın?” diye sormuş.

”Yaparım” demiş Yunus heyecan içerisinde.

”O halde senin işin benim konağıma odun taşımak olsun” demiş, Taptuk Emre.

Yunus, Taptuk Emre’nin konağına odun taşımaya başlamış. Sabah erkenden ormana gidiyor, akşama kadar odun kesiyormuş. Odunların hep düz olanını sırtlayıp getiriyormuş. Bir gün ormana gittiğinde yanına ip almayı unutmuş. Odunları kesip hazırlamış. Bakmış ki ipi unutmuş. Hemen bir yılan yakalamış. Odunları yılanla bağlamış. Eşeğine yüklemiş. Konağa gelmiş. Avludan girecekken birden yılan çözülmüş. Öflkelenmiş, Yunus:

“Durduk yerde neden çözüldün, bak bütün odunlarım yere düştü. Başıma iş aştın.” diye söylenmeye başlamış Yunus.

“Bu güne kadar sen buraya eğri büğrü odun sokmadın. Ben nasıl girebilirim bu halimle… diye cevap vermiş yılan.

Yunus hiç bıkmadan yıllarca odun taşımış konağa. En sonunda sıkılmış odun taşımaktan. Oysa bu arada kendisinin çok beklentileri varmış. Sabırsızlanmaya başlamış. Bir gece hiç kimseye haber vermeden kaçmış gitmiş konaktan.

Tekrar yollara düşmüş uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarında. Günlerce yol almış. Hiçbir insanla karşılaşmamış.

Günlerden bir gün akşam üzerine doğru iki dervişle karşılaşmış. Dervişlerle bir süre söyleştikten sonra birlikte yolculuk etmeye başlamışlar. Akşam olunca dervişin biri;

“Birimiz Allah’a yakarsın. Belki bize yiyecek gelir.” demiş. Bir müddet konuştuktan sonra dervişin biri dua etmiş. Ortaya birden büyükçe bir sofra çıkmış. Üstünde çeşit çeşit yemekler varmış. Üç yol arkadaşı oturup tıka basa karınlarını doyurmuşlar.

Ertesi gün üçü birlikte yolculuklarını sürdürmüşler. Akşam olmuş. Bu kez diğer derviş dua etmiş. Yine çeşit çeşit yemekler bulunan bir sofra ortaya çıkmış. Karınlarını güzelce doyurmuşlar. Ertesi gün dervişlerin biri:

“Arkadaş bu akşam sıra sende. iki gün biz gün biz dua ettik, sofraya yemek geldi. Karnımız doydu.” demiş

Yunus düşünmüş. Ne yapsın?

“Allahım” demiş, ” Onlar ne dua ettilerse benimki de o olsun.”

Birden ortaya büyükçe bir sofra çıkmış. Sofradaki  yemekler iki gecedir yedikleri yemeklerden daha çok  ve daha lezzetliymiş.

Dervişin biri sormuş:

“Arkadaş ne dua ettin de böyle güzel yemekler geldi. Bu işin sırrını bize de söyle.”

“Ben, bir şey demedim. Bildiğim bir şey de yoktu. Arkadaşlarım nasıl dua ettilerse benimki de öyle olsun, dedim.”

Sonra da;

“Siz ne söylediniz de birden sofra oluştu?” diye sormuş Yunus.

“Biz, Taptuk Emre’nin kapısında bir derviş Yunus var. Onun yüzü suyu hürmetine bize yemek gönder Allahım, dedik.”

Yunus hemen dervişlerin yanlarından ayrılmış, Durmadan dinlenmeden dere tepe yol gitmiş. Bir gece, geç vakit varmış Taptuk Emre’nin konağına. Dinlenmeden soluk soluğa Taptuk Emre’nin karısının karşısına çıkmış.

“Ben sabırsız davrandım. Buradan kaçtım. Şimdi tekrar geri geldim. Bilmem Taptuk Emre beni af eder mi?” diye sormuş.

“inşallah” demiş karısı. “Bunu öğrenmenin bir yolu var. Taptuk Emre’nin gözleri görmez oldu. Sabah erkenden odasından abdest almak için dışarı çıkar. Sen git, odasının eşiğine yat. Sabah dışarı çıkarken ayakları sana dokunur. O mutlaka sorar bana. Hanım, bu yatan kim diye. Ben “Yunus” derim. Eğer hangi Yunus derse buralarda durma git. Bil ki gönlünden çıkmışsın. Yok eğer “Şu bizim Yunus mu?” derse kalk öpmek için ellerine sarıl” demiş.

Yunus hemen denilenleri yapmış.

Sabab odasından çıkan Taptuk Emre, ayağı eşikte yatan birine takılınca sormuş:

“Hanım eşikte yatan da kim ola?”  ”Yunus” demiş karısı.

“Şu bizim Yunus mu’?” diye sorunca, hemen ayağa kalkıp ellerinden öpmüş Taptuk Emre’nin Yunus.

“Oğlum.”demiş Taptuk Emre,  “artık senin kıskısmetin buradan ayrıldı.” Elindeki asayı havaya kaldırıp fırlatmış.

“Git asayı bul. O asanın düştüğü yerde hayatını sürdür.” demis.

Yunus dolaşa dolaşa asayı Anadolu’nun ücra bir köşesinde bulmuş. Orada yaşamaya başlamış işte bizim için insan sevgisiyle dolu Yunus Emre’miz böyle sürdürmüş hayatını.

Yunus ile ilgili efsane burada bitmez. Derler ki Yunus şair olur. Kocaman bir kitap doldurur şiirleri. Adına Divan denir. Aradan yıllar geçer. Devrin ünlü bilgesi Molla Kasım, Yunus’un Divan’ını eline alır.

Sakarya nehri kıyısında bir ağacın gölgesine oturur. Yunus’un şiirlerini incelemeye başlar. Okuduğu şiiri beğenmez. Divanın yaprağını yırtar, Sakarya’nın köpüren sularına atar.

“Bu ne biçim şair.” deyip, koparmaya başlar Divanın yapraklarını.

“Hiç böyle şiir olur muymuş?” diyerek yaprağı atar nehrin ortasına.

Seni sıgaya çeker bir Molla Kasım gelir.” dizelerini görünce afallar.

“Bu büyük şair benim onun şiirlerini imtihana çekeceğimi bile biliyordu. Ben ne yaptım!” diyerek nehire attığı sayfaları yakalamaya koşar. Ancak bir kısmını sudan kurtarabilir. Kitabın yarısından fazlası sularda akıp, kaybolur gider…

Günümüzde okuduğumuz şiirler, Yunus’un şiirlerinin yarısına yakınıdır. Diğerleri Sakarya nehrinde kaybolup gitmiştir.

Anadolu Genç Çocuk Klasikleri – Ünlü Efsaneler

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir