Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


1.Bölüm

Yörük Hocayla Kızı

Kırların yorgun sükûnetini taşıyan hazin çıngırak sesleri, uzak yakın ineklerin böğürtüsü, köpeklerin havlayışı, fark olunmaz bir uğultunun içinde kayboluyor, sıcak bir bahar günü, evvela şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında sanki yavaş yavaş eriyor, dumanlaşıyordu. Küçük bir sürü −dört inekle birkaç keçi, koyun – köye giren geniş yolun ta ağzında durmuştu. Alçak bir çitin önünde ineğin birisi hiddetle acı acı böğürdü. Kapı açıldı, sürü, sayı sıra tanır akıllı mahlûklar gibi teker teker içeri girdi. Biraz sonra köy içinde bir ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı, yuvarlak kırmızı yüzünün etrafında gümüş bir hâle gibi parlıyor, abânî sarığıyla savatlı bir ahenk husule getiriyordu.

Boyu o kadar yüksek, vücudu o kadar iri idi ki… Dibinden geçtiği duvarlar, çitler, omuzları hizasına bile gelmiyordu. Ellerini kocaman al kuşağının arasına sokmuştu. Açık kapının önüne yaklaşınca:

‒ Kezban… diye seslendi. Beyaz başörtülü bir kız göründü. Parlak kara gözleri ihtiyara bakınca, yeni açan bir gülü hatırlatan yüzü
güldü:

‒ Ne var baba?

‒ Kapı neye açık ki?

‒ Köpek gelmedi daha…

‒ Gelmez uğursuz… Aşağıda derenin kenarında oynaşırlar.

‒ Neye girmiyon?

‒ Bu gece komşular bize gelecekler. Varıp Dursun Dayı’ya da bir diyeyim. O da gelsin.

‒ Dursun Dayı hastaymış. Bütün gün yatmış. Kızı bana dedi.

‒ Ben de bir bakayım. Sen yemeği hazırla. Şimdi gelirim.

‒ Pekiyi…

İhtiyar, gözleri yerlerde, karşıki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köyün kendilerindenmiş gibi sevdikleri Yörük Hoca’ydı. Yirmi sene evvel «Artık ihtiyarladım!» diye buraya gelip yerleşmiş, çift ve tarla almış, evlenmişti. Yetmiş yaşını çoktan aşmıştı. Fakat hâlâ dinçti. Gençliğini evvela medresede, sonra dağlarda, muharebelerde geçirmişti. Anadolu’nun, Rumeli’nin her yerini karış karış tanırdı. Yemen’de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban’la yalnız kalmıştı.

‒ Evlen! diyenlere güler, başını sallar:

‒ Evlenmek bana gerekmez. Ben artık orada güvey gireceğim!

Diyerek camiin bahçesindeki sık servili küçük mezarlığı işaret ederdi. Zengince idi. Elli sene dolaşmak onu biraz para sahibi etmişti. «Kumdere»nin eşrafından sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, öksüzlerine yardım eder, herkesin ölüsüne kendi sevabı için mevlit okurdu. Dünyada hiçbir emeli kalmamıştı. Elli senelik tecrübe onda hiç ümit bırakmamıştı. Ahvâli, halkın, hükûmetin gidişini hatırlayınca:

‒ Ah, dünyanın sonu! derdi.

Sivastopol Muharebesi’nden sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz bir yangın gibi, bu bin senelik ana yurdunu yakıp tutuşturuyordu. Yörük Hoca bunu görüyordu. Fenalıkların önüne geçmek, bozulan cihanı düzeltmek lâzımdı. Fakat nasıl? Gece gündüz bunu düşünür, bunu konuşur, bunu tekrarlardı.

‒ Bir Mehdî çıksa! diyenlere gülerdi. Anadolu, Rumeli karmakarışıktı. Bir değil, bin Mehdî az gelirdi. Köyün ihtiyarları, onun karanlık düşünceleriyle daha beter bunalmışlar, gençleri daha beter sersemlemişlerdi.

‒ «Yörük Hoca dünyanın direğini almış!» derlerdi. Ağzından düşmeyen bir hicranı vardı:

«Ah genç olsam!..»

‒ Genç olsan, ne yapardın, Hoca? diye soranlara cevap vermez, gülümser, başını sallar, köyün her tarafından görünen ormanlı, çamlı dağlara bakarak dalıp giderdi.

***

… Akşam yemeğini ocağın başında yemişlerdi. Kezban siniyi, sofra örtüsünü kaldırdı. Yörük Hoca, boz renkte keçe kaplı sedire çıktı. Çubuğunu yaktı! Kezban ocağın ateşini düzeltti. Sol taraftaki sedirin önünde duran küçük bir iskemleyi çekti. Cezveyi testiden doldurdu. Babası:

‒ Şimdi kahve yapma, dedi, misafirlerle içerim.

‒ Peki…

Kezban, dolu cezveyi ocağın önüne bıraktı. Kalktı. Küçük odanın içinde âdeta bir dev yavrusunu andırıyordu. Babası gibi çok iriydi. Elini biraz kaldırsa, isle kararmış basık tavana dokunabilecekti. Başını eğerek kapıdan çıktı.

Yörük Hoca, içine ocağın alevleri akseden gözlerini çubuğunun dumanlarına dikti. Sağ kolunu dayadığı yastığın üstü, kapaksız bir dolaptı. Burada elli altmış kadar pembe kaplı, sarı kâğıtlı kitap vardı. Köylülere yalnız camide mevlit okumaz, bazı geceler evinde toplananlara bu kitapları da dinletirdi. Arkasındaki iki perdesiz küçük pencerenin ortasında, uzun bir saz asılıydı. Bu saz, Yörük Hoca’nın gençlik yadigârıydı. Âşık Garip’in, Âşık Kerem’in, Köroğlu’nun koşmalarını bunda çalar, Sivastopol, Ey Gaziler havalarını tekrarlarken kendisiyle beraber bunu dinleyenleri ağlatırdı.

Küçük bir idare kandiliyle aydınlanan odanın yegâne süsü, ocağın üstünde yan yana asılı iki levhaydı; birinin, sarı zemin üzerine siyah kötü bir tâlik ile yazılmış satırları, hayatta şaşırmış Türk’ün boğuk bir feryadına benziyordu:

Yay gibi eğri olsam,
Elde tutarlar beni !
Ok gibi doğru olsam,
Yabana atarlar beni !

Ötekinin sülüs satırları sanki ölmüş bir beyliğin, sönmüş hürriyetin, eski bir gururun, asil bir demokrasinin, can çekişen bir kahramanlığın hâtırasıydı:

Ne senden rükû
Ne benden kıyâm,
Selâmün aleyküm,
Aleyküm selâm.

Bir köpek havladı. Yörük Hoca çubuğunu ağzından çekti. Galiba geliyorlardı. Öksürükler, lakırdılar işitildi. Kezban avluya çıkan kapıyı açıyordu. Gelenler yedi kişiydi. Oda doldu. Sedirlere çıkmayanlar ocağın etrafına çöktüler. En ihtiyarları Hacı Durmuş, Yörük Hoca’nın yanına oturdu. Birbirlerini Sivastopol’dan tanıyorlardı. Hoca’yı yirmi sene evvel bu köyde yerleşmeye razı eden bu arkadaşıydı. Mavi gözlü, köse, kamburu çıkmış bir ihtiyardı. Bölükte ona, “Cin Durmuş” derlerdi. Bir gece Rus generalinin şapkasını, kılıcını çadırından aşırmış, bizim ordugâha getirmişti.

İki arkadaş yan yana geldiler mi, her defasında:

‒ Hey gidi günler, hey!

diye birbirlerine bakarlar, gülümserlerdi. Sanki bu, onların hususî bir selâmı idi. Yörük Hoca oradakilerin hepsine ayrı ayrı hâl ve hatır sorduktan sonra Hacı Durmuş’a döndü:

‒ Hey gidi günler, hey!…

dedi.  Öteki:

‒ Keşke görmeyeydik!

diye yüzünü buruşturdu. Kezban havaleli vücuduyla ocağın başına çömelmişti. Dörtlük cezveleri sürdü. Yörük Hoca, karşı sedirde oturan bir köylüye baktı.

‒ Ey bakalım Muhtar Mehmet, ne var ne yok!

‒ Hayırlar Hoca…

‒ Dün kasabaya gittin mi?

‒ Gittim.

‒ Oradan hayır haber gelmez!

Kumdere köyü kasabaya iki saatti. Ovaya inince birden bire büyüyen dere, kasabada hemen hemen bir nehir olurdu. Halk artık yavaş yavaş bu nehre, «Ese Suyu» demeye başlamıştı. Son on beş sene içinde faizciliğiyle zenginleşen Eseoğlu, Kumdere’nin dibinden başlayan ova tarlalarını birer birer satın almaya başlamıştı. Kasabada hükûmetin adamıydı. Gelen kaymakamları evlerinde bedava oturtur, zaptiyeleri kendi çiftliklerinde aylarca misafir ederdi. Adamlarının hepsi yabancıydı. Çobanları, uşakları, hergelecileri, Arnavutlardan, Rumlardandı. Şehirdeki meşhur Hıristo Çorbacı ortağıydı. Yazları ona misafir gelir, bütün civar köylülere ortalama yüzde iki yüz faizle borç verirlerdi.

Muhtar:

‒ Eseoğlu üç senedir borcunu veremeyen Küçükalanlıları mahkûm etmiş.  dedi.

Küçükalan, ovanın öte başında, Kumdere’den biraz büyücek bir köydü. Hoca sordu:

‒ Nasıl mahkûm etmiş?

‒ Dava şehirde olmuş. Hıristo Çorbacı, ta İstanbul’dan usta bir abukat getirtmiş! Davayı kazanmışlar. Meğer köyde Eseoğlu’na borçlu olmayan yokmuş. Şimdi Eseoğlu’yla Hıristo bütün köyün tarlalarını, çiftliklerini zapt etmişler.

‒ Eey…

‒ Eey, işte böyle.

Hacı Durmuş:

‒ Şimdi yersiz yurtsuz kalan Küçükalanlılar ne olacaklar? dedi.

Çubuğunu derin derin çeken Yörük Hoca cevap verdi:

‒ Ne olacaklar? Eseoğlu’yla Hıristo’ya esir!

‒ Nasıl olur ya.

‒ Bayağı olur işte.

Misafirlerin içinde köyün imamı da vardı. Bu az görmüş, ama çok bilmiş bir adamdı. Köyden olmadığı hâlde, Yörük Hoca gibi yerlileşmişti. Hacı Durmuş’a izah etti:

‒ Nasıl esir olacaklar? Köyün, tarlaların tapuları Eseoğlu’na geçmedi mi ya!… Geçti değil mi? İyi ya işte!… Tarlaları kim sürecek, çifti kim toplayacak? Hıristo, Yunanistan’dan Rum getirmeyecek! Eseoğlu, kendi çiftliğine bile güç ırgat buluyor.

Küçükalanlılar ikisinin hesabına eşek gibi boğaz tokluğuna çalışacaklar.

Yörük Hoca:

‒ Boğaz tokluğuna deme, aç acına… dedi. İmam, bu sözleri tekrarladı:

‒ Aç acına! Aç acına!

‒ …

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir