Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


Kezban kahveyi kabartmış, fincanları kotarıyordu. Ocakta devrilen bir odun birden bire alev aldı. Oradakilerin çehrelerini feci bir kırmızıya boyadı. Sanki komşu hemşehrilerinin bu manevî ölümünden duydukları matem hepsinin yüzüne aksediyordu. Sükûn ağırlaştı. Herkes önüne bakıyordu. Yörük Hoca’nın çubuğu sönmüştü. Kezban, bu yeis havasının içinde yıkılmaz bir ümit, genç, dinç, güzel bir azim timsalinin hayali gibi yavaş yavaş kalktı. Fincan tepsisini evvela Hacı Durmuş’a uzattı. Ondan sonra sırayla bütün oturanlara kahvelerini dağıttı.

Kimi cigara sarmıştı. Kimi bellerinden çıkardıkları çubukları dolduruyorlardı. Kezban babasının lülesini yaktı.

Sonra herkese ateş gezdirdi. Nihayet gitti, kapının yanındaki alçak iskemleye çöktü. Evde yalnız olduğu için, ihtiyar misafirlerin yanından ayrılmazdı. Açık perdeden giren serince bir rüzgâr, cigaraların dumanlarını ocağa doğru sürüyordu.

Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:

‒ Ah genç olsaydım! dedi.

Hacı Durmuş’un solundaki gür siyah sakallı, kısa boylu, küçük gözlü bir adam −Kamçısızların Veli− Yörük Hoca’nın yüzüne bakmadan:

‒ Genç olsaydın ne yapardın hoca? diye sordu.

İhtiyar Yörük, kahvesinden büyük bir yudumu  âhla içti. Gözlerini çubuğunun dumanları içinden ayırmak istiyormuş gibi başını kaldırdı. Odanın içi pek dardı, pencereler arkasındaydı. Bakacak yer bulamadı. Gözlerini kapadı:

‒ Dağa çıkardım! dedi.

‒ Dağa çıkıp da ne yapabilirdin?

‒ Ne mi yapabilirdim? Eseoğlu gibi millet düşmanlarını gebertirdim!

Muhtarın sağındaki uzun boylu, hasta yüzlü, perişan bir köylü −Nalbant İsmail− âdeta inledi:

‒ Eseoğlu bir değil ki…

‒ Bin olsun, önce birden başlanır…

Muhtar:

‒ Yaşa hoca! diye bağırdı, sonra ilave etti:

‒ Sendeki cevher hepimizde olsa…

Hacı Durmuş:

‒ Bizde cevher olsa da para etmez… diye kafasını zayıf omuzlarının arasına çekti. Yaş yetmiş, iş bitmiş! Gün gençlere kaldı. Hâlbuki onlar da kendi havalarında… Hiçbir şeye akılları ermiyor. Her şeye eyvallah diyorlar. Anadolu âdeta bir tekke olmuş… Bizim zamanımızda kimse kimseye haksızlık edemezdi. Herkes birbirinden çekinirdi. Hele yabancılar memlekete adım atamazlardı. İş, para, çift, çubuk bizimdi. Köy değil, hatta kasabaya bile Rum, Ermeni, Yahudi madrabaz giremezdi.

Verdiği haber, koca bir köyün, sütü bozuk bir faizciyle şehirden yabancı bir Rum’un malı oluşu, hepsinin kalbine zehirli bir hançer gibi tesir etmişti. Küçükalan, ovanın en zengin köyüydü. Kasabaya alışan gençler, hep Eseoğlu’nun yanına gitmeye başlamışlardı.

Yörük Hoca, Eseoğlu’nun ne kötü bir herif olduğunu bildiği için zavallılara haber gönderdi. «Onunla alışveriş etmeyin. Sizi mahveder» dedi. Fakat sözünü dinletemedi. Beş sene içinde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar hepsi Eseoğlu’na borçlandılar. İşte bugün bütün arazilerini zapt ediyordu.

İmansız, merhametsiz, dinsiz bir faizciydi. Bu aklı İstanbul’a, İzmir’e gittikçe manifatura aldığı Rumlardan öğrenmişti. Bu gidişle bütün köyleri esir edecekti. Korkusundan, çiftliğine silahlı Arnavutlarla gidip geliyordu. Kasabada bile canını yakmadığı, yuvasının bir direğini olsun yıkmadığı adam yoktu. Daha elini Kumdere’ye atamamıştı. Kışın köyden her rast geldiğine:

‒ Ben size de iyilik etmek isterim. Kim para isterse bana gelsin! derdi.

Fakat Yörük Hoca borcun, bahusus bir faizciye edilecek borcun nasıl bir ateş olduğunu, nasıl ev, bark, köy, kent yaktığını hemşehrilerine iyice anlatmıştı. «Olmadı mı, sabır, kanaat! Oldu mu idare, ihtiyat!…» Köy bu nasihatı tuttuğu hâlde yine eziliyor, yine sefalete düşüyordu. Her yirmi yaşına giren genç, asker olunca Yemen’e gidiyor; bir daha hiç gelmiyordu.

Nüfus azalmıştı. Köyde ekseriyeti, ihtiyarlarla kadınlar teşkil ediyordu. Eseoğlu, borç verip yutamadığı için, «Kumdere» köyüne garazdı. Oraya zaptiyeleri musallat ediyordu. Her yeni gelen kaymakama:

‒ Bütün vilâyet içinde eşkıya yatağı Kumdere’dir! Devlet burasını topa tutmazsa rahat görmez! derdi.

Hâlbuki Kumdere’den şimdiye kadar ne bir adam dağa çıkmış, ne de dağdakilerden biri misafir gelmişti. Köy dik bir dağın eteğinde olduğu için ahalisi hem ovada işleriyle uğraşırlar, hem kışın dağlarda ayı, kurt, geyik avı yaparlardı.

Avcılık, onları ova köyleri gibi karanlık bir sefalete düşürmüyordu. Nihayet geçen sene Eseoğlu, onların silahlarını da hükûmete toplattırmaya muvaffak oldu. Artık ava gidemiyorlardı. Silâhsız kalan halk ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Yörük Hoca:

‒ Sünnet bozuldu! demişti.

«Ata binmek, silah kullanmak, yüzme öğrenmek»

Peygamber’in emriydi. Silâh olmadıktan sonra nasıl kullanılırdı? Silâhsız at ne işe yarardı? Esir gibi kaldıktan sonra yüzmeye ne lüzum vardı? İnsan kendini suya atıp boğuluvermek daha hayırlıydı! Köyün en büyük elemi işte bu silahsız kalmaktı. Zaptiyelerin evleri basıp, çeyiz sandıklarına varıncaya kadar arayıp, ucu sivri bir bıçak bile bırakmadıkları gün, bütün köy, sanki ölmüş gibi susmuştu. Kambur Hasan −bu köyün en tuhaf adamıydı− hepsini teselli kabul etmez üzüntüleri içinde güldürdü. Zaptiyeler gittikten sonra köylüler cami meydanında toplanmış, düşünüyorlardı. Kambur Hasan:

‒ Hey ağalar! işte biz de, «Çınarlı»‘ya döndük. Ama bizi nereye çıkaracaklar? dedi.

Çınarlıların başına gelen felâketi hatırlayınca, hepsi gülüştüler. Bu köyün macerası, ova halkının eğlencesiydi. Çınarlı en çok efe çıkaran, sarp tabiatlı haşin bir köydü. Zaptiyeler, bir gün bunları kandırıp, en son silahlarına varıncaya kadar almışlardı. İçlerine fesat düşmüştü. Kim silahını sakladıysa gidip biri haber veriyordu. Bir gün yine bunlardan «iâne» nâmıyla bir para toplamak istiyorlardı.

Çınarlılar:

‒ Vermeyiz! dediler.

Silâhlarının toplandığını unutuyorlardı. Kaymakam kızdı. Önden bir zaptiye gönderdi.

‒ Kerataların hepsini topla! Ama hiçbirisini kaçırma. Ben gelir, onlara para vermemeyi öğretirim! dedi.

Zaptiye köye gelince martinini doldurmuş:

‒ Kim kımıldarsa, vururum! diye haykırmıştı.

Kimse kımıldayamadı. Suyun kenarında kocaman bir çınarlık vardı. Çoluk çocuk, ihtiyar, kadın halkın hepsini bu ağaçların altına getirdi.

‒ Hepiniz, şimdi şu çınarların üstüne çıkacaksınız. Beş dakikaya kadar yerde kim kalırsa öldürürüm! diye ikinci bir emir verdi.

Tüfeğini omzuna dayadı. Halkın üzerine doğrulttu. Köylü, can korkusuyla bir maymun sürüsü gibi çınarlara tırmandılar. O vakit zaptiye:

‒ Kim aşağıya inerse hemen vururum! diye tekrar bağırdı.

Derenin dibindeki gölgelere uzandı. Cigarasını yaktı. İçti. Uyuyuverdi. Köylüler görevlinin uyuduğunu gördükleri hâlde, yine mahsus yapıyor diye yere inmiyorlardı.

Bu esnada kaymakam gelmişti. Köyde tavuklardan, köpeklerden başka canlı mahlûka rast gelmeyince ürktü. «Acaba hepsi dağa mı çekildi?» diye düşündü. Gönderdiği zaptiyeyi nihayet derenin kenarında uyumuş görünce, kafasına bir tekme indirdi:

‒ Ulan hani köylüler? diye haykırdı.

‒ Burada efendim.

‒ Nerede?

Zaptiye havaya bakıyor, kaymakam bir şey anlamıyordu. Bir de gözlerini kaldırınca gördü ki, bütün köylü çınarların üstünde… Bir kahkaha attı.

‒ Aferin ulan! dedi, güzel akıl kullanmışsın!

Zaptiye:

‒ Ne yapayım efendim! Uykum vardı. Kaçmasınlar diye hepsini ağaçlara çıkardım…

Cevabını verdi. Kaymakam, parası olanın aşağı inmesini emretti. Parası olmayan, çınarların dalları içinde mahpus kalacaktı. Parası olmayanları da borç para bulup indirdiler.

İşte Çınarlar köyünün bu macerası, Anadolu’nun henüz silahı elinde kalan çocuklarını çok güldürmüştü. Zavallılar atalarının: Gülme komşuna, Gelir başına. dediğini unutmuşlardı. Eseoğlu, hükûmete fit vere vere ovadaki her köyü Çınarlar gibi silahsız bırakmıştı. Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecileri silahlıydı. Bu adamları da hep Arnavutluk’tan, Yanya’dan filan getirtiyordu. Hizmetinde hiç yerli kullanmazdı. Bir nevi müsellâh derebeylik kurmuştu. Civarda korkutmadığı, ürkütmediği insan kalmamıştı. Vurduruyor, öldürüyor, kendisine karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmıyordu. «Eşkıya, yataklık, filan» tezviriyle hükûmeti kendine uydurmuştu. Civarın en güzel kızlarını cebren nikâhına alıyor, bir hafta sonra boşayıveriyordu. Yaptığı fenalıklar hadden aştığı için son günlerde kasabadan dışarı çıkamaz olmuştu. Hep bir eşkıya hücumundan korkardı. Muhtar tekrar bir cıgara tellendirerek onun korkularını anlatmaya başladı.

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir