Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


Hızlı hızlı kasabaya inen yola atıldı. Recep kapının önünde ayakta kalmıştı. Çitin içindeki köpek havlıyor, kapıyı paralayacak gibi sarsıyordu. Kezban karanlıklar içinde kayboldu.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ayaklarına taşlar vuruyor, etekleri çalılara takılıyordu. Belki dört saatten ziyade koşmuştu. Yorgunluk hıçkırıklarını dindirmişti. Dağların üstü morlaşıyor, yıldızlar siliniyordu. Uzakta, yolun solunda çiftliğin binaları artık görünmeye başladı. Esmer bir sis dere kenarında gölgeden bir duvar hâlinde boyuna uzanan söğütlerden, kavaklardan çıkmış bir duman gibi çatıları sarıyordu. Durmadı. Hiç dinlenmedi. Bir an önce babasına kavuşmak istiyordu.

Suyun üzerindeki dar tahta köprüyü geçti. Kalabalık horoz sesleri işitiliyordu. Dış çitleri geçince, üzerine birkaç köpek atıldı. Havlıyorlardı. Kezban çitten bir kazık çekti. Etrafında havlayan köpeklere savurarak ilerledi. Çiftliğin büyük kapısı henüz kapalıydı. Tekmeledi. Köpeklerle uğraşıyordu. Kapının üstündeki odadan çıplak bir baş uzandı.

‒ Kimdir o, mori?

‒ Gel aç.

‒ Sen kimsin?

‒ Kumdereli Yörük Hoca’nın kızıyım.

‒ Bre, bre! Amma kabadayı şey bre!

‒ Haydi, aç diyorum.

‒ Korkmaz mısın bre mori, geceleyin gelirsin burda?

‒ Aç be çabuk.

‒ Ne yapacaksın?

‒ Babamı göreceğim.

Korucu, çirkin bir baykuş kahkahası attı:

‒ O mortiyi çekti bre!

‒ …..

Kezban gülen herife dehşetle baktı. Dişlerini sıktı. Birdenbire yüreğinin çarpışı hafifledi. Sesini yumuşattı:

‒ Haydi korucu ağa. Ölüsünü göreyim bir kere.

‒ Ölünün nesini göreceksin?

‒ Yapma korucu ağa.

Herif eğleniyordu. Diyordu ki:

‒ Daha gece, sonra kâhya darılır. Sen biraz dere kenarında dolaş. Hava iyice açılınca gel.

Köpekler Kezban’ın çevresinde sıçrayıp havlıyorlardı. Genç kız büyük kapının eşiğine oturdu. Havlamaktan yorulan köpekler karşısına yattılar. Gözlerini, elindeki kazığa  diktiler. Böyle ne kadar vaktin geçtiğini anlamadı. Ortalık ağarıyordu. Ne yapacaktı? Babasını acaba neresinden vurmuşlardı? Şimdi gece gibi elemini hissedemiyordu. Sanki kalbi gerilmiş, katılaşmıştı. Ne olmuştu? Niçin babasını vurmuşlardı? Mutlaka bunu Eseoğlu yaptırmıştı. Eseoğlu…

Köyün, babasının, herkesin düşmanıydı. Yine çarpık burnu, dişlek ağzıyla gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Karanlık, müphem, şekilsiz düşüncelere daldı. Dayandığı kapı büyük takırtıyla açılırken, bir kâbustan uyanıyormuş gibi silkindi. Doğruldu. Karşısında yaşlı bir Rum gördü. Bu Eseoğlu’nun hizmetçisiydi. İçeride, beyaz, küçük bir sarayı andıran çiftlik kulesinin pencerelerinde hâlâ aydınlıklar parlıyordu. Rum eğildi. Gözlerini ovuşturdu. Kezban’a dikkatle baktı.

‒ Kız ne arıyon burda? dedi.

Kezban gayet soğukkanlı cevap verdi:

‒ Babamı?

‒ Baban kim senin?

‒ Kumdereli Yörük Hoca…

‒ Hasto diyavolo! O öldü.

‒ Biliyorum.

‒ Görüp ne yapacaksın?

‒ Ölüsü nerede?

‒ Ben bilmem.

Sabah mahmurluğuyla gözlerini oğuşturuyor, Kezban’ın cepkeninden taşan memelerine, başörtüsünün altında solgun bir nur ile parlayan güzel yüzüne baktı. «Omorfo koriçe, diyavolo» diye mırıldanmaya başladı. Genç kız içeri girmemişti.

‒ Dur, uşaklar kalksın, soralım!

‒ Pekiyi…

Rum cebinden çıkardığı fakfon bir tabakadan cıgarasını sarıyor, yandaki oda kapıları açılıp kapanıyordu. Kapının üstündeki taraçada bir merdiven vardı. Parmaklıkları arasında birkaç adamın dolaştığı görülüyordu. Kapıcı çakmakla cıgarasını yaktı. Merdivenin altına ilerledi. Yukarıda gezinenlere bağırdı:

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir