Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


‒ Kâhya kalktı mı?

‒ Kalktı. dediler.

‒ Bir kız gelmiş. Dün vurulan Kumdereli Yörük’ün kızıymış.

Söyleyin, ne yapalım?

Taraçadaki seslerden biri sordu:

‒ Ne istiyormuş, Hıristo?

Kapıcı, genç kıza bakarak karşılık verdi:

‒ Babasının ölüsünü.

‒ Kâhyaya haber verelim.

‒ Haydi.

‒ …..

Kezban bekledi. Yukarıda kapılar açıldı, kapandı. Sonra merdivenin yarısına kadar inen genç bir köylü:

‒ Gel buraya, kâhyanın yanına gideceksin… diye Kezban’ı çağırdı.

Kezban yürüdü. Merdivenleri çıktı. Büyük, karanlıkça bir odaya girdi. Yerler siyah keçe döşeli, duvarlarda birçok tüfek asılıydı. Ocağın başında kırmızı bir velenseye yan gelmiş, çubuğunu fosurdatan iri bir Arnavut, onu baştan aşağı süzdü.

‒ Sen o herifin kızı mısın, mori?

‒ Kızıyım!

‒ Senin baban ne belâymış! Bizim başımızı azıcık daha belâya sokacaktı. Bereket versin kırk paralık kurşuna!

Kezban susuyor, hiç karşılık vermiyordu. Sonra kâhya tekrar sordu:

‒ Köye akşamdan haber gönderdik, gelip cenazeyi alsınlar diye…

‒ …..

‒ Ne susuyorsun?

‒ …..

‒ Sen nereden haber aldın?

‒ Bir adam haber verdi.

‒ İstersen al, omuzla, kendin götür. Babanın leşi kaç para eder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya…

Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artık kalbi çarpmıyordu. Kâhya bu iri siyah gözlerin bakışı altında rahatsız oldu. Ayakta duran uşağa:

‒ Ölü nerede? diye sordu.

‒ Ahırın yanındaki gübreliğe attık!

‒ Öyleyse bu gece sıcak sıcak iyice rahat etmiştir. Götürün bu kızı oraya. Köylüler gelinceye kadar beraber beklesinler, mori!

Kezban yine cevap vermeden dışarı çıktı. Uşağın arkasından yürüdü. Taş döşeli büyük avluyu geçtiler. Uzun, su dolu yalakların önünden geçtiler. Ahırlar ta nihayet köşedeydi. Güneşin ilk ziyaları hafif bir duman hâlinde gübrelere aksediyor, tavuk, horoz, hindi, kaz, ördek kalabalığı altında bu yığınları kaplıyordu. Yaklaştılar. Uşak arkasına döndü:

‒ Nah! dedi.

Kezban ilerledi, iki yüksek gübre yığınının arasında uyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu, görünmez bir kametle lânet ediyor gibi, yukarı doğru uzanmıştı. Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başından akan kanlar yüzünü boyamış, ak sakallarını kıpkırmızı yapmıştı. Ağzı müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı, kapkaranlıktı, korkunçtu. Kezban sanki bu ölüye görmeden baktı.
Ağlamadı. Heyecan göstermedi.

‒ Babamı kim vurdu? dedi.

Uşak tereddüt etti:

‒ Bilmiyom.

‒ Ne vakit vurdular?

‒ Bilmiyom.

‒ Nerede vurdular ki?

‒ Bilmiyom.

Kezban acı acı gülümsedi.

‒ İyi, dedi. Ben öğrenirim.

Uşak sanki katilmiş gibi sıkılıyordu. Döndü, arkasına bakmadan uzaklaştı. Kezban babasının ölüsüne yine dik dik baktı. Başı ucuna geçti, oturdu. Elini sürmeye çekiniyordu.

Başını ellerinin arasına aldı. Sökülmeyen bir hıçkırık boğazına tıkanıyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Gözyaşları sanki kurumuştu.…

Köylüler gelinceye kadar öyle durdu. Hacı Durmuş ahalinin başındaydı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nalbant İsmail inledi:

‒ Kalk kızım!

Kezban derin bir uykudan uyanır gibi doğruldu. Köylüler taze ağaç dallarından yapılmış bir sedye getirmişlerdi. Hepsinin yüzünde ağır bir tevekkülün sükûtu mermerleşmişti.

Muhtar:

‒ Allah rahmet eylesin! dedi.

Kimse kımıldayamıyordu. Herkesin gözleri Kezban’daydı.

Hacı Durmuş:

− Ne duruyoruz ki?… diye sedyeyi tutan genç köylülere baktı.

‒ Allah rahmet eylesin!

‒ Katiller…

‒ Öğleye yetiştirelim.

‒ Kim vurmuş ki?

‒ Sormak lazım mı?

‒ …..

Kimin kime cevap verdiği belli olmuyordu. Hacı Durmuş eski arkadaşının ölüsünün kollarından tuttu. Ayaklarından gençler kaldırdılar. Sedyeye uzattılar. Hacı Durmuş eğildi. Ölünün alnından, ta yaranın üzerinden öptü.

‒ Öcünü kim alacak? diye bağırdı.

Herkes önüne bakıyordu.

Kezban gülümsedi.

…Hava bulutluydu. Bu sakin alay Eseoğlu’nun çiftliğinden çıktı. Kimse ağzını açamıyordu. Çiftliğin adamları ortada yoktu. Kezban, tek bir kız, arkadan geliyordu. Yolda rastgelenler:

‒ Ne oldu ki?

diye soruyorlar, cenazeyi görünce bir cevap beklemiyorlar, Fatihalarını okuyup geçiyorlardı. Öğleden evvel köye girilmişti. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar cami meydanındaki büyük çınarın etrafına toplanmış, ellerinde yağlıklar ağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu. Gömmeyi ikindiye bıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı.

İmam:

‒ Olmaz! dedi.

‒ Niçin? gibi yüzüne baktılar.

‒ Yörük Hoca şehittir! diye haykırdı. Şehit yıkanmaz. Şehidin esvabı üzerinden soyulmaz.

‒ …..

‒ …..

İkindi namazından sonra, bu şehit, mezarlığa götürüldü. Bütün köy hazırdı. Güneş, ara sıra bulutların arasından ağlar gibi görünüyor, çiseleyen yağmurun içinde uzak, belirsiz eleğimsağmalar ürpertiyordu. Hıçkırıklar sustular. Yalnız, kapanan mezarın kürek kürek atılan toprakları, boğuk, gizli bir şikâyet gibi duyuldu.

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir