Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi


 3. Bölüm Vuran…

Yakını, akrabası yoktu. «Everelim!» diyorlardı. Yörük Hoca’nın ölümünden daha bir ay geçmemişti. Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi icap ettiğini anlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla:

‒ Amuca, ben babamı vuranı hükûmete tutturmadan kocaya varmam… dedi.

‒ Hangi hükûmete kızım?

‒ Kasabadaki!

‒ Orası Eseoğlu’nun elindedir. Onun sözünden çıkmaz!

‒ Çıkar, hak yerini bulur.

‒ Bulmaz gızım.

‒ Ben buldururum.

‒ Nasıl idersin, nidersin?

Kezban bir erkek gibi elini kalçasına dayamış, hücum edecek gibi duruyordu. Fakat yüzü, gözleri son derece sâkindi.

Yavaş yavaş, ne yapacağını anlattı. Mutlaka babasına kimin kurşun attığını arayıp bulacaktı. Sonra bu katili hükûmete verecek, astıracaktı. Fakat Hacı Durmuş ümitsiz bir ihtiyardı. «Adliye iki kapılıdır. Birisinden girilir, öbüründen çıkılır» diyordu. Hem zaptiye mülâzımı, Eseoğlu’nun en baş adamıydı. Mümkün değil onun hizmetçilerini hapsetmez, her kabahatlerini görmemezlikten gelirlerdi. İhtiyarın tevekkülü, kıza garip göründü.

Başını yukarı kaldırdı: «Amuca, ben âhımı kimsede bırakmam!» dedi. Başka bir karşılık beklemeden dışarı çıktı.

Eseoğlu, öksüz kalan Kezban’ın güzelliğini zaten biliyordu. Şimdi ona daima: «Babasını eşkıyalar vurdu, çok acıyorum. Kimsesiz kız! Ne yapacak! Ben Yörük Hoca’yı çok severim. Bu zavallı adamın hatırı için, onu Allah’ın emriyle, peygamberin kavliyle almak isterim.» diye boyuna haberciler gönderiyor, Kezban’dan ne evet, ne hayır, bir cevap alamıyordu. Babasını vuran eşkıyalar kimlerdi? Çiftlik kâhyası ağzından kaçırmamış mıydı? Zaten orada kim öldürülse, kabahat, vücudu olmayan eşkıyaların üzerine atılıyor, tahkikat filan güme gidiyordu. Kezban, asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp, onun teşvik ettiğini söyletecek, ikisini darağacında sallandıracaktı. Ya sallandıramazsa?… Bu cihet aklına gelince dişlerini sıkar, gözleri küçültür, dik dik önüne bakar, dalar giderdi. Bir aydır artık sürüsünü kendi güdüyor, inekleriyle, koyunlarıyla, keçileriyle her gün dağa gidiyordu. Kimseyle konuşmaz olmuştu. Bazı zamanlar Eseoğlu’nun meralarına kadar uzanır, onun çobanlarına hep babasının nasıl vurulduğunu sorardı. Bu çobanların içinde bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı. Aptallığı bütün ovaca meşhurdu. Bir gün Kezban, koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen bu adama rastgeldi. Seslendi:

‒ Mustafa, Mustafa!

Aptal durdu. Şaşkın şaşkın etrafı aradı. Kezban’ı görünce güldü. Yılıştı:

‒ Nereye gidiyon, ülen?

‒ Hiç.

‒ Gelsene buraya.

‒ Gelmen.

‒ Gel, gel.

‒ Gelmen…

Aptal hızla yürüdü. Uzaklaşacaktı. Kezban uzandığı yerden kalktı, koştu. Aptalı tuttu. Sarı köpek havlamaya başlamıştı. Mustafa’yı ısırmaya çalışıyordu.

‒ Gel, diyom ülen!

‒ Nideceksin?

‒ Bana biraz kaval çalıvi.

‒ Çalman.

‒ Çalarsun.

‒ Çalman.

‒ Ben de seni bırakman.

Aptal, çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını büktü. Ağlamaya başladı. Fakat Kezban onu okşadı. Zavallının saçı sakalına karışmıştı, parça parça mor gömleğinin altından kuvvetli, kıllı göğsü görünüyordu. Kezban: «Sana ceviz sucuğu vereceğim.» dedi.

Aptal birdenbire sustu. Elleriyle gözlerini sildi. Sırıttı:

‒ Vir hele.

‒ Gel ki vireyün.

‒ Vir hele.

Kezban aptalı kolundan tuttu. Oturduğu yere getirdi.

‒ Çök bakayım! dedi.

Aptal sırıtıyor, ne söylerse yapıyordu. Bağdaş kurdu. Pis kuşağına kavalını bir silah gibi sokmuştu. Kezban torbasını açtı. Çıkardığı tatlı sucuktan bir parça kopardı. Aptala uzattı. Zavallı bu parçayı alır almaz, hiç çiğnemeden yuttu.

‒ Daha istiyon mu?

‒ Vir hele.

‒ Ama benimle yarenlik ider müsün?

‒ İderün.

‒ Al öyleyse…

dedi. Bir parça daha koparıp verdi.

‒ Kaç yaşındasın Mustafa?

‒ Bilmen.

‒ Anan, baban va mu?

‒ Yoh.

‒ Sen nerde yatursun?

‒ Ahurda.

‒ Hangi ahurda?

 ‒ Çiftlik ahurunda.

Kezban’ın gözleri parladı. Sucuktan bir parça daha koparıp Aptal’a verdi. Köpek de karşılarına oturmuş, sanki ne konuştuklarını anlamak istiyor gibi dikkatli dikkatli yüzlerine bakıyordu.

‒ Sizin çiftliğe eşkıya gelmiş.

‒ Yalan.

‒ Gelmiş. Kumdereli Yörük Hoca’yı vurmuşlar.

Aptal biraz düşündü. Yine:

‒ Yalan! dedi.

‒ Öyleyse Yörük Hoca’yı kim vurdu?

‒ Söylemen!
‒ Niçün söylemezsün, ülen?

‒ Kâhya tenbih etti.

‒ Ne didi ki?

‒ Sakın bu herifin burada vurulduğunu kimseye dimeyün, didi.

‒ Yalan.

‒ Elimallah.

‒ Yalan.

Aptal kızdı:

‒ Ben gozümle vuranı gordüm! dedi.

‒ Eşkıya değül mü?

‒ Değül be!

‒ Kimdi?

‒ Kâhyanın gardaşı!

Kezban sucuktan daha büyük bir parça kopardı. Aptalın ağzına eliyle sokarak sordu:

‒ Doğru mu söylüyon?

‒ Elimallah.

‒ Yalan, ülen!

‒ Elimallah.

‒ Niçün vurdu ki?

Aptal kendini unutmuş, hem sucuğu yiyor, hem söylüyordu:

‒ Ağa didi.

‒ Ne didi?

‒ Ona: «Şu herifi git vur.» didi.

‒ Sen gördün mü?

‒ Gordün.

‒ Nasıl oldu? Di hele.

‒ Yörük Hoca evin gapısında ağayla sövüştü.

‒ Eey, di hele.

‒ Sonra galktı. Atına bindü, gitdü.

‒ Sonra?

‒ Ağa «Hey Zeynel, yetiş yetiş, şu herifi gebert!» diye haykırdı.

‒ Eey, sonra?

‒ Zeynel, ağasının odasına goştu. Martini aldu. Hoca’nın arkasından çıkdu.

‒ Sen o vakit niredeydün?

‒ Ahırın önünde gübreleri açıyordun.

‒ Sonra ne oldu, di hele.

‒ Ben gapuya goşdun. Daha Hoca ıraklaşmamışdu. Zeynel: «Hey Hoca! Geri dön, ağa paranı virecek.» diye bağırdı.

‒ Eey?

‒ Hoca geri döndü. Yine çiftliğin gapusuna geliyordu,

Zeynel arkasına sakladığı mertini birden bire çıkardu. Omzuna goydu. Nişan aldu. Bum..

‒ Eey..

‒ Yörük Hoca düştü.

‒ Sonra?

Aptal yine sucuktan istedi. Kezban elinde kalan son parçayı da uzattı. Dudakları, elleri titriyordu. Bu levha hemen gözünün önüne geliverdi. Sanki babasının kır atından yuvarlanışını görüyordu. Aptal gevezeleniyor, ölüyü kendi sırtına yükletip, gübrelerin arasına attırdıkları söylüyordu.

***

Hikayenin Sayfaları

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

Bir yorum ekleyin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir